24 Ekim 2011 Pazartesi

Cannes Filmleri Özel

Cannes'a gitmek her ne kadar kısmet olmadıysa da bir gün bu blogta canlı canlı Cannes izlenimleri de görürsünüz elbet. Şimdilik vakit geç de olsa izlediklerim hakkında bir yazı yazmak istedim. En İyi Erkek'i alan The Artist'i geçen hafta yazmıştım. Onun haricinde diğer ödül alanlar şöyle:

Bir Zamanlar Anadolu'da :

Geçen hafta Bursa'ya giderken Nuri Bilge Ceylan'ın kurgu günlüğünü okudum, Altyazı dergisinin Ekim 2011 sayısında verdiği. Kurgu devam ederken Cannes'dan sürekli telefon alıyor Ceylan 2010 yılı için. Ceylan yetişmez dese de, ısrar ediliyor gönderin diye.

Demek ki belli yönetmenlerin öne çıktığı doğru, en azından ön seçimde. Tabii şunu da tasdik etmek lazım ki Cannes gibi seçkin festivaller, Ceylan gibi seçkin yönetmenleri el üstünde tutmakta da haklı, hele günümüz kurak film piyasasında. Zaten yan bölümlerde de her zaman yeni yönetmenlere yer veriliyor.

Ceylan'ı filmine gelirsek gerçekten çok iyi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu yıl izlediğim en iyi Türk filmi olmasının yanında şu ana kadar izlediklerim arasında 2011'in ilk 5'ine girebilecek kapasitede. İleride de Ceylan sineması denildiğinde, akla gelecek filmlerden biri olacak. Bir defa bir dönüm noktası teşkil edecek. Ceylan'ın ileride çekeceği başyapıtlar öncesinde çok önemli bir adım olacak.

Ceylan, yavaştan ana akım sinemasının akıcılığı ve çekiciliği ile sanat sinemasının derinliği ve kalıcılığı arasında dengeyi tutturmaya başlamış. Üç Maymun, bu çabasının ilk adımıydı ve vasatın biraz üzerindeydi lakin belli açılardan hala parıldıyordu. Bir Zamanlar Anadolu'da'da bu dengeyi daha iyi kurmuş. Hiç olmadığı kadar konuşkan ve günlük hayata dair hikayeler anlatırken bir yandan da Ceylan'dan alıştığımız kusursuz çerçeveler, uzun sahneler ve psikolojik açılımlar var. Hatta ilk defa sadece bireye dair bir şeyler söyleyip bırakmıyor Ceylan. Bunun yanında, küçük kasaba bürokrasisini anlatırken, klişe tabirle, devletin işleyişini otopsi masasına yatırıyor. Bunları yaparken de bireyi bir kenara atmayıp önemsiz gibi gözüken hikayeler yardımıyla bireyin iç dünyasını anlatmaya çalışıyor. (Mesela final sahnesi bu yönden çok önemli!)

Elbet kusurları olan, bunları da saklamayan bir film. 2 hafta önce açıklanan En İyi Yabancı Dilde Film dalında Oscar aday adayları listesine baktığımda, ilk 5'e rahatlıkla girebilecek bir yapım. Ama hepsinden önemlisi, Türk Sineması'nın ne zamandır hasretini çektiği uluslararası çapta ün kazanacak, kusursuz bir başyapıt için büyük bir adım olması.



Drive:

Cannes'da En İyi Yönetmen ödülünü kazanan Drive'ı uzun zamandır bekliyordum. Bir kere Ryan Gosling'in oynaması bile benim için yeterliyken bir aksiyon filminin Cannes'da ödül alması iştahımı iyice arttırdı. Beklediğime de değdi, karşıma çok özel bir film çıktı.

Oldukça yavaş işleyen, az sayıda olayı barındırmasına rağmen sağlam hamlelere sahip hikayesiyle baştan öne çıkıyor. İncelikli işlenen senaryosu, karakterlere cuk oturan oyuncular (Gosling, Carey Mulligan, Albert Brooks, Bryan Carlston, vb.), bunların da yerinde performansları, çok yerinde elektronik ağırlıklı müzikle ve seyrederken hayran olunacak görüntü çalışmasıyla çok daha üste çıkıyor.

İsimsiz kahramanımızın, az sayıda prensipleri ve taviz vermemesi uğruna, istemediği şeyler yapmak zorunda bırakılması, her ne kadar daha önce çok işlenmişse de farklı bir rejiyle çok değişik bir yazı kazanmış. 2011'in bu en ilginç ve belki de en iyi Hollywood filmi, izlenmeyi kesinlikle hak ediyor. Oscarlarda da adından söz ettireceği kesin.


Melahcholia:

Lars von Trier, çok uçuk bir insan. Yönetmenliği zaten sıra dışı da, kendisi de çok uçarı. Breaking the Waves ile en beğendiğim filmlerden birine imza atan ama buna rağmen, diğer filmleri bana uzak olan Trier, yine iyi olduğu her halinden beri olan ama nedense bir türlü ısınamadığım bir filme imza atmış.

Bir kere ilk 8 dakikayı kapsayan ana sahnelerin son derece yavaş çekimleri içeren uzun üvertür bile beni soğutmaya yetti. Karakterlerin geçmişleri ve günlük hayatlarına dair nerdeyse hiçbir detay vermeden, sadece filmin kapsadığı zamandaki olaylara yoğunlaşan yapısıyla çok sıra dışı bir anlatı izlediği bir gerçek ama karakterlere ısındıramadı beni. Kirsten Dunst'ün kariyerinde verdiği en iyi performans ise beni filme bağlayan tek unsurdu.


The Tree of Life:

Terence Malick de kendine has, kafasına göre iş yapan bir yönetmen. Çok sıra dışı filmler çektiği ve bunların başyapıt seviyesinde olduğu açık. Cannes'da Altın Palmiye'yi alan film, dünyanın oluşumunu ve insan evrimini anlatan, neredeyse sessiz ve 2001'e çok benzer efektlerle dolu ilk 40 dakikasıyla insanı şaşırtıyor ve kendine hayran bırakıyor.

Ama ardından gelen 100 dakikalık bölüm, o kadar sıradanlaşıyor ki insan bu dönüşe şaşırıyor bu sefer. Aslında önce 50'li yıllarda yaşayan ailenin çocuklarının doğum ve bebeklik safhaları insana ümit verirken, sonra büyük çocuğun 12 yaşlarına gelmesiyle zamanın akışı duruyor ve 80-90 dakika boyunca ailenin bir yazına odaklanıyor. Aslında burada yönetmenin anlatmak istediği açık, çocuğun bedeninde, daha da genelinde insanlığın, masumiyetin kayboluşunu anlatıyor. Ama Malick'in bunu o kadar dolambaçlı bir şekilde anlatması, insanı geriyor.

Bu soyut film, herkesin harcı değil. Yine de yılın en garip ve dikkat çeken filmi olarak merak uyandırıyor.

Hiç yorum yok: