Gezimizin başı haziran ayında bir gece başlıyor. Saat 11'i geçerken Engin beni arayıp "Artun, ucuza bilet buldum! Gürcistan'a gidelim mi?" diyor ve 20 dakika içinde 4 ay sonrasına 3 tane gidiş-dönüş Tiflis bileti alıyorum Pegasus'tan. Uçuş tarihinden 2 gün önceye kadar da hiçbir şey yapmıyoruz, bu yolculuğa dair. Bir önceki gün, sadece hostel rezervasyonumuz yapılıyor.
8 Ekim'de TSİ 02.00'da Tiflis Havaalanı'na iniyoruz üç kişi, Engin, Hilal ve ben. İlk dikkatimizi çeken şey, havaalanının TAV tarafından işletildiği. Vizesiz olarak pasaport kontrolünden geçtikten sonra bavulumuz olmadığından direkt çıkışa yönleniyoruz. Çıkışta, elinde hostelin logosu bulunan bir Gürcü bizi karşılıyor. Biraz para bozdurduktan sonra bizi hostele götürüyor.
Yollarda ilk gözüme çarpan, oldukça geniş bulvarlar. Uzakta da Eyfel Kulesi misali bir kule ışıldıyor. Tiflis merkezine yaklaştıkça kule daha da yakınlaşıyor. Sonradan bu kulenin, basit bir TV anteni olduğunu anlamak canımı sıktı fakat Gürcülerin ışıklandırmadan iyi anladığı bir gerçek. Geceleri Tiflis zekice ışıklandırılıyor. Tepedeki iki kaleye vuran ışıklar eteklerdeki karanlıkla mükemmel bir uyum sağlıyor, bir an kalelerin havada uçtuğunu bile sannedebilirsiniz.
Hostelimiz, Soul Hostel'e hemen yerleştikten sonra uyuyoruz. Sabah 9 olmadan uyanmak dinlenememek açısından can sıkıcı olsa da günü değerlendirmek açısından avantaj oluyor. Aşağıya indiğimizde hostelin sahibesiyle tanışıyoruz. Kendisinden kahvaltı konusunda tavsiye istiyoruz. Bize, Gürcülerin Türkler gibi ağır kahvaltı yaptığını ve nasıl bir kahvaltı istediğimizi soruyor. Yerel bir tat aradığımızı söyleyince bize bir adres veriyor.
Böylece ilk defa dışarı çıkıyoruz. Hava sıcak, bulut bile yok. Hostel sahibesinin talimatıyla köprüyü geçip geniş bulvardan yukarı tırmanıyoruz. Garip Gürcü alfabesinden dolayı biraz dolansak da restaurantı buluyoruz. Bu arada garip bir not, çoğu restaurant bodrumda Tiflis'te. Kapıdan girince merdivenden iniyorsunuz.
İlk yemeğimizde, içinde peynir olan bohça şeklinde hamur, çiğböreğinin daha büyüğü şeklinde peynirli hamur işi ve peynir eritilmiş mantar yiyoruz. Birer adet da limon aromalı gazlı içecek içiyoruz ki gayet güzeldi. Bu yemeğe yaklaşık 40 TL verdik ki akşama kadar başka şey yemeden bizi idare etti.
Sonra başlıyoruz dolaşmaya. Tiflis, 90'ların başındaki Türkiye'ye benziyor. Komünist rejimden kalma geniş caddeler, parklar, meydanlar göze çarpıyor. İlk gün dolaştığımız kentin eski kısmında, binalar hep eski, hatta bazıları kaykılmış. Geniş hollerle binalara giriliyor, arkalarında geniş bir avlusu var çoğunun, avlunun ortasında birer çeşme. Merdivenleri hemen yıkılacakmış gibi.
Yaşlı teyzeler sokaklarda oturuyor, kimi birkaç tezgah meyve satıyor kimi de kavrulmuş ay çekirdeği. Bakkalları, bizim eski mahalle bakkalları gibi, market göremiyorsunuz. Sokaklar inişli çıkışlı, duvarlarda ilanlar, yazılar, yer yer çöp bidonları. Çocukluğumun Bursa'sı buna çok yakındı.
Sonra nehir kenarına iniyoruz. Her yer kalabalık, bir meydanda konser var, insanlar cıvıl cıvıl. Sonradan öğreniyoruz ki bu haftasonu, Tiflis'in resmi festivali varmış. Normalde ekim sonu olan festival biraz Sarkozy için biraz da daha sıcağa almak için ekim başına çekilmiş. Bu arada ana caddelerde her adım başı Gürcistan, AB ve Fransa bayrağı vardı. Bizden hemen önce Sarkozy ziyaret etmiş şehri. AB üyeliği konusunda ümit vermiş. Ertesi gün parlementonun önünden geçerken arkadaşımız Soppa, "Aday bile olmadan gönderine AB bayrağı çeken tek ülkeyiz." diye dalga geçiyordu.
Kalabalık içinde, daracık sokaklarda dolaştık. Her mekan önüne meyve koymuş, herkese sunuyordu. Başka bir meydanda bir caz konseri vardı. Her köşede farklı bir etkinlik vardı aslında, çocuklar içi oyunlar, büyükler için konserler ve değişik pazarlar.
Arada yoldan sıvı pestil olarak tanımlayabileceğim bir yiyecek alıyoruz ama hiç birimiz sevmiyoruz. Hemen ötede önemli gözüken bir kiliseyi ziyaret ediyoruz, ardından da bahçesindeki bankta biraz dinleniyoruz. Erken kalkmak etkisini göstermeye başlıyor böylece.
Biraz daha yürüyerek nehir üzerindeki tek modern köprüyü geçiyoruz (fotoğrafı aşağıda). Anlaşılan Tiflis'in Avrupai yüzünü oluşturuyor. Bu köprünün, gece de özel biçimde ışıklandırıldığını ekleyeyim. Köprünün diğer tarafında bir dükkandan hediyelik eşya alıyoruz, çünkü bana ısmarlanan siparişler var. (Hediyenin de siparişi oluyor yani!) Tiflis tatilinde en acıdığım parayı buraya bağışlıyorum, fiyatlar gayet yüksek.
Hemen sonra yorgunluğun etkisi iyice artınca bir cafeyle oturuyoruz. Ben içimi yumuşak yerel bir bira deniyorum. İçki fiyatları bizden ucuz, bilhassa yerel içkiler. Karşımızdaki cafenin adı ve sloganı insanı gülümsetiyor: KGB - Still Watching You
Kalkmadan hostele dönüp dinlenmeye karar veriyoruz. Dönerken Engin ile Hilal dondurma alıyorlar, kalabalık bir dondurmacıdan ve çok beğeniyorlar, ben şansımı yarın denemeye karar veriyorum. Ardından odamıza dönüp 1-1.5 saat uyuyoruz, iyi de oluyor. Çünkü akşama Soppa ile buluşacağız. 2. Kısımda o da!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder