24 Haziran 2007 Pazar

Babama

Çocukların aklına bir sürü soru takılır ya, bu da onlardan biriydi. Durup dururken babama sormuştum bir gün: “Canım acıyınca neden hep ‘Anne’ diyorum, halbuki ben seni daha çok seviyorum?” Babam da olayın fizyolojik ve psikolojik etmenleri bulunduğunu anlatıp bunları teker teker izah etmişti.

Düşündüğünüzde annenin bir insan için vazgeçilmez bir unsur olduğu doğru. Sonuçta 9 ay karnında taşıyan, emziren, her anını takip eden esas ve tek kişi o. Ama sonuçta bir bebeğin sadece anne ile dünyaya gelmediği de fizyolojik bir gerçeğin ötesinde bir saptama. Fizyolojik olarak bir insanın genlerinin %50’si babadan gelmekte. Yani bir insanın tüm yapısının (fiziksel, ruhsal, psikolojik) yarısını babası oluşturmakta.

Bazılarına göre babalık, döllemek ve madden bakmaktan ibaret. Bu teorinin giderek çöktüğü bir dönemde yaşıyoruz. Türk toplumlarında her ne kadar böyle görünse de farklı olduğu kanısındayım. Evet, göçebe bir toplumda obada çocuğa bakan annedir. Baba hep seferde olduğundan ilgilenmemektedir. Yalnız belli bir yaştan sonra babanın bu yetiştirme olayına katıldığını görürüz. Erkek çocuklar babalarıyla ava çıkarak hem hayatı öğrenirler hem vakit geçirirler. Türklerin yerleşik hayata geçmesiyle sistemin değişmediğini görüyoruz. Sert olsun diye şefkat gösterilmeyen erkek çocukları ancak belli bir yaştan sonra babalarıyla vakit geçirmeye başlarlar.

Kız çocuklarının ise babaya düşkünlükleri malumdur. Bunun için kimi zaman 2. sınıf muamelesi görüp çocuk sayılmadıklarını kimi zaman da şimdiki kadar yoğun baba ilgisiyle karşılaştıklarını görürüz.

Tabii günümüzün eğitim seviyesi artmış insanları olaya bambaşka bir açıdan bakıyor. Artık çocuk, sokağa salınıp orada kendiliğinden büyüyüveren bir canlı değil; eşit derecede anne-baba sevgisine muhtaç olan küçük bir insan. Bu bakış açısından babanın görevi bir kat daha artıyor, sadece eve para getirip ona bakan ve harçlık veren erkek değil; onun sorunlarını dinleyen, bir nevi arkadaşı haline dönüşen biri haline dönüşüyor. Böylece baba olmanın sorumluğu daha da artıyor. Bu konuda herhangi bir cinsiyet ayrımı yapılmıyor, tabii Freudiyen okumaları pas geçersek.

Ben şanslı bir çocuğum, okumuş bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya geldim. Her zaman babamın desteğini, ilgisini yanımda hissettim. Aklıma takılan en ufak bir konuda ilk koştuğum kişi hep o oldu. En saçma sorularımı bile cevaplandırdı, en saçma isteklerimi bile yerine getirdi.

Hani şu ‘yaş-baba’ ilişkisini anlatan ünlü hikaye vardır ya, nedense hikaye bende ters işledi hep. Hikaye ne derdi: 10 yaşına kadar babalar her şeyi bilirmiş, 11’den sonra bazı eksiklikleri olduğu fark edilirmiş, 15 yaşında pek bir şey bilmediklerini.20’den sonra ise hiçbir şey bilmedikleri. İşte ben son tespitte ayrılıyorum. 20’sinde pek olgun olunamaz ama gittikçe babamın deneyimlerine daha çok değere verir oldum.

Tabii babamı asla tam olarak anlayamayacağım. Çünkü hem yaşım, deneyimim hiçbir zaman müsait olmayacak, hem de bu kapitalist dünyada baba olmadıkça empati denilen şeye haiz olamayacağımı düşünüyorum. Babalık mı? Şimdilik benim için çok uzak!

Bu yazı tam istediğimi anlatamadı lakin günün birinde en güzel yazımı babam için yazacağım, işte gerçek babalar günü hediyemi o zaman vereceğim.

Hiç yorum yok: