30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni Yıl Dileklerim

Her yılbaşında; büyük, iddialı ve çoğu gerçek dışı dileklerde bulunuluyor. İnsanlar böyle yetiştirildiklerinden mi, yoksa hayali diyarlara olan aşırı ilgilerinden mi bilemiyorum. Tek bildiğim böyle iddialı dileklerde bulunmak istememem. Tabii isteyen, istediği dileği dilemek de özgürdür.

Bunun yerine size küçük şeyler dilemek istiyorum. Küçük ama hayata anlam katan şeyler. Çünkü hayatı güzel kılan da böyle küçük şeylerdir. Karşı çıkabilirsiniz lakin benim en mutlu anlarım hep küçük şeylerle olmuştur.

Onun için, size yeni yılda…

  • Yemyeşil, mis gibi kokan tek şeritli bir yolda yol almanızı;
  • Etrafımı rahatsız ederim diye çekinmeden kahkaha atmanızı;
  • Sevdiğiniz bir şarkıyı yalnızken bağıra bağıra söylemenizi;
  • Zifiri karanlık bir gecede dışarıda yere uzanıp yıldızlara bakmanızı;
  • Çok susadığınız bir anda kana kana su içmenizi;
  • Sessiz bir ortamda kitap okumanızı;
  • En yakın arkadaşlarınızla toplanıp saçma sapan şeyler konuşmanızı;
  • Eski fotoğraflara bakıp hayıflanmak yerine yeni fotoğraflar çektirmenizi;
  • Sevdiğiniz bir filmi seven biriyle tanışıp film hakkında konuşmanızı;
  • Yeni bir hobi edinmenizi veya var olan hobinizi geliştirmenizi;
  • Yeni yerler görmenizi (yaşadığınız şehirde de olabilir);
  • Tüm ailenizle yemek yemenizi;
  • Aşıksanız aşkınıza sahip çıkmayı;
  • Değilseniz aşkı bulmanızı;
  • Değişik şeyler yapmaktan korkmamanızı;
  • Canınız istediğinde doya doya uyumanızı;
  • Bir dağ yürüyüşü yapmanızı;
  • Sevdiğiniz bir ünlüyle sohbet etmenizi ve
  • … (Bu da sizin kendiniz için bir dileğiniz olsun)

    DİLİYORUM.

    YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN.

27 Aralık 2009 Pazar

Oscarlıklar 2010 - 1

Aralık ayıyla birlikte resmen (nasıl resmen oluyorsa) Oscar dönemine de girmiş bulunuyoruz. Geçen hafta Altın Küre adayları da açıklandı. Sezonun iddialı yapımları arka arkaya vizyona giriyor. DVD’leri de ödüller için oy kullananların evine gidiyor. Aradan sıvışanlar da bizim elimize düşüyor.

Yaklaşık 2 ay sürecek ‘Oscarlıklar’ yazı dizisize hoş geldiniz, efem. Burada yazılan her film ödül için yarışmasa da dönem içi olduğundan katılacak diziye. Buyurun:

Taking Woodstock

Ang Lee bir ara Çin’e dönüp Lust, Caution’ı çekmişti. Şimdi de Hollywood’da tekrar gelmiş ama hafif takılmak istemiş. Öyle ödül sansasyonları ile işi yok Lee’nin. Woodstock 40. yılını kutlarken bir tuz da benden demiş ve efsane festivalin (olay mı demeliydim) hazırlık aşamasını anlatıyor. Son derece eğlenceli bir yapım. Benim gibi dönem araştırmaları ilginizi de çekerse hoş bir 60’lar araştırması gözüyle de bakabilirsiniz. Tahmin edilebileceği gibi müzikler de iyi.

Oyuncular: Demetri Martin, Henry Goodman, Imelda Staunton, Emile Hirsch, Paul Dano, Kelli Garner, Gabriel Sunday, Jonathan Groff, Marnie Gummer, Liev Schreiber, Dan Fogler, Eugene Levy – Görüntü Yönetmeni: Eric Gautier – Müzik: Danny Elfman – Senaryo: James Schamus (Elliot Tiber ile Tom Monte’nin kitaplarından) – Yönetmen: Ang Lee – ***

The Box

Richard Kelly bu gidişle harap olacak. Çocuk yeni projeler deniyor lakin yapımcılar mı ısrar ediyor yoksa kendi takıntısı mı bilemediğim bir Donnie Darko takıntısı aldı başını gidiyor. Ya o film bitti, gitti, aş kendini be adam.

60’larda geçen bir fantastik korku denemesi. Ama zihnen de 60’larda geçince demode kalmış. Senaryoda bir sürü unsur öylece havada kalıyor. Bir şekilde konuyu bağlıyor lakin ilk önce fazlaca açtığından bu toparlama çok yetersiz kalıyor. Uzaylılar kim? Amaçları ne? Frank Langella niye insanları itinayla test ediyor? Bir tür sosyopat mı? Nedir yani? Hem hala daha bilinmeyen bir unsuru uzaylılara bağlamak ne kadar ucuz bir yaklaşımdır?

Yer yer Donnie Darko havası hissedilse de (ki o da zorlama) monoton bir 2 saat vaat ediyor. Israrla iyi oynamaya çalışan ama beceremeyen Cameron Diaz da cabası!

Oyuncular: Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella, James Rebhorn, Holmes Osborne, Sam Oz Stone, Gillian Jacobs, Celia Weston – Görüntü Yönetmeni: Steven Poster – Müzik: Win Butler, Regine Chassagne, Owen Pallett – Senaryo: Richard Kelly (Richard Matheson’ın ‘Button, Button’ adlı öyküsünden) – Yönetmen: Richard Kelly – **1/2

Harry Brown

Son 1-2 aydır yabancı site ve dergilerde sıklıkla adı geçen bir film Harry Brown. Genelde de İngilizlerin Gran Torino’su olarak anılıyor. Bildiğiniz üzere Clint Eastwood’un geçen yıl bu zamanlarda vizyon gören filmi, yaşlı bir gazinin çevresindeki yozlaşmaya artık dayanamayarak tek başına harekete geçmesini anlatıyordu. Harry Brown da benzer bir hikayenin İngiliz versiyonunu anlatıyor:

Şöyle ki Michael Caine’in canlandırdığı Harry Brown; yaşını almış, dul kalmış bir savaş gazisidir. Mahallesindeki gençler çeteler oluşturarak silah ve uyuşturucu ticareti yapıyorlardır. Ayrıca akşamları sakinlere saldırıp cinayete varan olaylara yol açıyorlardır. En yakın arkadaşı da böyle bir cinayete kurban gidince polisin de bir şey yapmadığını gören Harry, duruma el koymaya karar veriyor.

Gran Torino’dan çok daha gerçekçi olan film, bu yüzden pek duygusal sularda yüzmüyor. Olayları olduğu gibi gösteriyor ve Eastwood’un yaptığı gibi duygusal klişelerle filmini zayıflatmıyor. Ama neticede bir intikam filmi olarak kalan film, sert bir 90 dakika haricinde ek bir getiri de bırakmıyor. Oyunculukların gayet kalburüstü olduğu kesin, birkaç dalda BAFTA adaylığı kapabilir. Michael Caine harika bir iş çıkarmış zaten. Sanırım daha film, ABD semalarına uğramadığından Oscar adaylığı alamaz ama BAFTA ödülü kesin gibi.

Oyuncular: Michael Caine, Emily Mortimer, Iain Glenn, Liam Cunningham, Ben Drew, David Bradley, Jack O’Connell – Görüntü Yönetmeni: Martin Ruhe – Müzik: Ruth Barrett, Martin Phipps – Senaryo: Gary Young – Yönetmen: Daniel Barber – ***

Cheri

Stephen Frears’ın son filmi, hoş bir 1.5 saat vaat ediyor. Ben gayet eğlendiğimi söylemeliyim. 19. yüzyıl Fransa’sında geçen bir aşk hikayesi. Fazlasıyla zengin olan zamanın fahişelerinden birinin evliliğe hazırladığı bir gence aşık olması ve sonrasını anlatıyor.

Atıf Yılmaz’ın son filmi Eğreti Gelin’e benziyor hafif. Tabii kültürün getirdiği farklılıklar çok belli. Ayrıca Eğreti Gelin’in dramaya ağırlık verdiği yerde, Cheri komediye kayıyor ucundan.

Michelle Pfeiffer’ın büyülü güzelliği filme damgasını vurmuş zaten. Genç Cheri’de Rupert Friend de iyi bir performans veriyor. Üstüne Kathy Bates ile Iben Hjejle yan rollerde dikkat çekiyor. Kendi halinde bir film ama garip bir büyüye sahip. Tavsiye edilir.

Oyuncular: Michelle Pfeiffer, Rupert Friend, Kathy Bates, Frances Tomelty, Tom Burke, Felicity Jones, Iben Hjejle, Toby Kebbell – Görüntü Yönetmeni: Darius Khondji – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Christopher Hampton (Colette’in ‘Cheri’ ve ‘The Last of Cheri’ adlı romanlarından) – Yönetmen: Stephen Frears – ***

The Blind Side

The Blind Side, her yıl mutlaka üretilen gerçek başarı hikayelerinden biri. Bu sefer NFL’nin (Amerika Futbol Ligi) en iyilerinden (2009’da yılın sporcusu seçilmiş) Michael Oher’ın hayat hikayesini izliyoruz.

Sokaklarda, orda burada geceleyen Koca Mike, hasbelkader şehrin en iyi okuluna girer. Ama ne ailesi vardır, ne arkadaşı bulunur, ne de notları iyidir. Şehrin en zengin ailelerinden Tuohy ailesinin ilgisini çeken Koca Mike, onların himayesinde yeni bir hayata adım atar…

Ben filmin gerçek olduğunu filmi izlerken bilmiyordum. Finalde ailenin gerçek fotoğrafları gösterilince anladım. Çünkü bence film (yada anlatılan hikaye) gerçek olamayacak kadar pozitif. Bir film bu kadar mı steril olabilir yani? Eve evsiz biri alınıyor, herkes gayet sakin, sanki olağan bir şey gibi. Okulda ne dalga geçen var, ne olay çıkaran. Herkes iyi birer Hrıstiyan! Valla ilginç geldi.

Diğer yandan film gayet iyi. Senaryo belli bir ritimde hiç açık vermeden nihayete eriyor. Klişe bir duygusal pompalama hissediliyor ama sinir bozmuyor. Oyunculuklar da gayet iyi. Hatta Sandra Bullock Oscar’a göz kırpabilecek kadar iyi performans veriyor.

Gayet keyifli bir 2 saat geçiriyorsunuz lakin kandırılmış gibi de hissedebilirsiniz.

Oyuncular: Quinton Aaron, Sandra Bullock, Tim McGraw, Jae Head, Lily Collins, Ray McKinnon, Kim Dickens, Adriane Lenox, Kathy Bates – Görüntü Yönetmeni: Alar Kivilo – Müzik: Carter Burwell – Senaryo: John Lee Hancock (Micha4el Lewis’in ‘The Blind Side: Evolution of a Game’ adlı kitabından) – Yönetmen: John Lee Hancock – ***1/2

Precious: Based on the Novel Push by Sapphire

Senenin öne çıkan bağımsızı. Acıklı ve karamsar bir hikayesi ve iyi oyunculuklarıyla adından bayağı söz ettirecek. Şimdiden 3-4 Oscar adaylılığı garanti.

16 yaşında, okumak isteyen ama okuma-yazması bile iyi olmayan oldukça şişman bir kız Precious. Üstelik Down Sendromlu 2 yaşında bir kızı var ve 2. kez hamile. Çocukların babası da ona zorla tecavüz eden kendi babası. Annesi de onu azarlamak dışında pek bir şey yapmayan bir avare.

Anlayacağınız hikaye oldukça karamsar. Precious’un hayatını izlerken ona acımamak elde değil ama hayat da bu maalesef. Sosyal görevliler ve öğretmenleri onun hikayesini inanamayarak dinliyorlar ama bir yerde sadece dinliyorlar. Çünkü harekete geçecek olan Precious’un kendisi!

Filmi çok da iyi bulmadığımı söylemeliyim. Hayattan bir kesit olabilir ama bir amacı yokmuş gibi. Mesela filmin başında Precious, hayatını gayet kabullenmiş bir halde. Tecavüze bile ses çıkarmıyor çünkü o sırada hayal kurmakla meşgul. Sonra bir şekilde kendine güveni geliyor ve hayatını toparlamaya çalışıyor lakin bu da kendi hayalinden ibaret sanki. Bu amaçsızlık tüm filme geçiyor. Bana pek hitap etmedi galiba. Ama siz çok iyi de bulabilirsiniz.

Performanslar gerçekten göz alıcı. Gabourey Sidibe ile Mo’Nique döktürüyorlar zaten. Tanınmayacak haldeki Mariah Carey bile gayet iyi oynuyor. Yine tanıyamadığım bir Lenny Kravitz var filmde. Paula Patton da yeni keşfim oldu, oldukça güzel bir aktris.

Oyuncular: Gabourey Sidibe, Mo’Nique, Paula Patton, Mariah Carey, Sherri Shepherd, Lenny Kravitz, Stephanie Andujar, Chyna Layne, Amina Robinson, Xosha Roquemore, Angelic Zambrana – Görüntü Yönetmeni: Andrew Dunn – Müzik: Mario Grigorov – Senaryo: Geoffrey Fletcher (Sapphire’in ‘Push’ adlı romanından) – Yönetmen: Lee Daniels – ***

Where the Wild Things Are

Adaptation’dan 8 yıl sonra Spike Jonze’un yeni filmi görücüye çıktı. Jonze demek biraz da Charlie Kaufman demek olduğundan hemen belirteyim, bu filmin Kaufman ile hiçbir alakası yok. Jonze bu sefer Amerika’nın ünlü bir çocuk kitabını uyarlamış.

Max 8 yaşında afacan bir çocuk ve olabildiğine ilgiye muhtaç. Ablası ve arkadaşları onu aşağılıyor; annesi ise yoğun işinden ilgilenmeye vakit bulamıyor. Baba ise belli ki ortalarda yok. Bir akşam annesine sinirlenip evden kaçıyor Max. Var gücüyle koşup ormana giriyor. Nehir kenarında bir sandal bulup açık denize açılıyor. Birkaç gün sonra yanaştığı yerde konuşan, devasa canavarlarla karşılaşıyor. Canavarlarsa onu yemek yerine kral olarak seçiyorlar…

Bu anlattığım noktaya 20. dakikada filan geliniyor. Filmin kalanının çoğunda da canavarlarla Max arasındaki ilişkileri izliyoruz zaten. Şimdi filmi izlerken önce bir çocuk filmi olduğunu zannettim. Hatta bir yerde sıkılıp 4-5 yaşlarında yeğenime izlettirmeyi düşündüm. Çünkü çocukların iç hesaplaşmalarını güzel yansıtıyordu. Hikayeler uydurup saçmalayıp sonra onların ne kadar yalan olduğunun farkına varmak gibi güzel detayları var.

Filmin sonlarına doğru ciddi bir karanlıklaşma başladı ve gerçek dünyadaki kadar olmasa da şiddet işin içine girdi. O anda Jonze’un yapmak istediğini anlamaya başladım. Bu bir çocuk filmi değildi! Bu film, çocukluk ve olgunlaşma üzerine çekilmiş bir yetişkin filmi. İçindeki çocuğu arayan tüm yetişkinlere de tavsiye ederim.

Çocukluğum Amerika’da geçmediğinden söz konusu kitabı okumadım. Ama Jonze’un muazzam bir dünya kurduğu söylenebilir. Canavarların başta şirin gözüken ama yer yer karanlık yanları çok iyi verilmiş. Bir de hepsinin gerçekten oynanmış olması (animasyon veya efekt değiller) ayrı bir naiflik vermiş filme. Max’i oynayan Max Records’un üstün performansı da cabası.

Ayrıca filmin müzikleri harikulade! Oscarlar’daki favorimdir müzik ve şarkı dalında. Enfes bir albümü de var. Filmi izledikten soundtrack albümünü almak isteyeceksiniz.

Oyuncular: Max Records, Catherine Keener, Pepita Emmerichs – Seslendirenler: James Gandolfini, Lauren Ambrose, Paul Dano, Catherine O’Hara, Forest Whitaker, Michael Berry Jr., Chris Cooper, Sony Gerasimowicz – Görüntü Yönetmeni: Lance Acord – Müzik: Carter Burwell, Karen O – Senaryo: Spike Jonze, Dave Eggers (Maurice Sendak’ın kitabından) – Yönetmen: Spike Jonze – ***1/2

23 Aralık 2009 Çarşamba

Başka Dilde Aşk

Geçen yıl Issız Adam vizyona çıktığında aşık olmuş, 5 yıldız verip yere göğe koyamamıştım. Sonra dönüp bakınca sıradan bir romantik film demiştim. Issız Adam’ın beni ve benim gibileri coşturmasının sebebi, kendi ülkesinde bir ilki gerçekleştirmesiydi. Türkler ilk defa layığıyla bir romantizm yaşıyordu beyazperdede. Çok batılı ve steril olmakla suçlansa da sonuçta olabilecek bir hikayeydi anlattığı.

İşte o filmden yaklaşık 1 yıl sonra Başka Dilde Aşk’ın huzmeleri beyazperdeye düştü. Başka Dilde Aşk, Issız Adam’ın tersine türün daha klasik tarafında yer alıyor. İskelet, When Harry Met Sally…’den beri gördüğümüz olay örgüsünü ödünç alıyor. Yani:

1- Erkekle kız tanışır.
2- Aralarında ilişki başlar.
3- İlişki ilerleyince sorunlar yaşanmaya başlar.
4- Dış bir etmen sebebiyle kavga edilir, kızla erkek ayrılır.
5- Kısa bir hesaplaşma döneminden sonra ikili barışır ve mutlu son.

Bu iskeleti ödünç alan bir sürü film izledim, çünkü türü (ne yazık ki) çok seviyorum. İnanılmaz vasatlarından zeka pırıltıları taşıyanlara… Ne mutlu ki Başka Dilde Aşk, ikinci şıkkı seçiyor. Üstelik birden fazla zeka pırıltısı bulunuyor.

Senaryo çok ama çok iyi bir kere. Gevezelikten uzak, sempatik, ne yaptığını bilen, karakterlerini yüz üstü bırakmayan, zeka dolu bir metni var. Yapması gerekenleri kıvamında yapıp bırakıyor. Bu konuda final sahnesi ayakta alkışlanacak kadar iyi. İkilinin umutsuzca ağlamaları, kendilerini toplamaları ve ardından gelen harika bir son. Bu sonu izleyince Issız Adam gözümde bir basamak daha indi. Ondaki son meğerse ne yapmacıkmış! Bu kadar doğal ve çarpıcı bir son inanın uzun zamandır izlemiyordum (dünya sinemasını kastediyorum).

Diyalog yazımı çok iyi ki Türk senaristlerinin bir türlü beceremediği bir unsurdur. “Ben senden korkuyorum.” lafı bu kadar doğal mı söylenir? Aşk bu kadar güzel mi özetlenir (sadece 3 kelimeyle)? Bunun yanında nice güzel replikler de var.

Ele aldığı konuda da çok başarılı. Film, sağır bir gençle çağrı merkezinde çalışan bir kızın aşkını konu alıyor ve iki tarafın da sorunlarını anlatıyor. Bunları anlatırken de asla abartıya veya acımaya başvurmuyor. Son derece doğal ve tarafsız bir halde izliyoruz. Bilhassa Onur’un her ne kadar hayatın içinde görünse de kendi dünyasına kendini hapsedişi çok yerinde resmediliyor. Bir engelli olarak söylemeliyim ki oldukça realist bir yaklaşım, engelsiz iki insanın bir engelliyi bu kadar iyi anlamaları beni çok şaşırttı.

Filmin, insanlar arasındaki iletişimsizlikten dem vururken hiç konuşmadan tek vücut olan kürek takımı kaptanı bir sağırı başrole taşıması da ayrı bir güzellik. Onur’un Yasemin’e hep anlatmak istediği gibi, anlaşmak için konuşmak şart değildir. Hep yazdığım gibi, bazen bir bakış binlerce “Seni seviyorum.”a bedeldir. Ama tabii birincisi o bakışı atabilecek yürek, ikincisi de o bakışı anlayabilecek yürek lazımdır ve bu ikisinin kombinasyonu ne yazık ki çok az. İşte Onur ile Yasemin bu kombinasyonu sağlayabilmiş.

Bunların yanında oyuncu kadrosu çok iyi. Mert Fırat harika bir performans çıkartıyor. Çocuk gerçekten ödevini yapmış, asla da abartmamış. Vay anasına diyorum. Lale Mansur ile Saadet Işıl Aksoy da çok iyiler.

Üstüne şarkı seçimleri çok iyi ki iyi bir romantik filminde şarttır. İşin müzik yanına da değer verilmiş anlayacağınız. Mor ve Ötesi Mustafa Hakkında Her Şey’den sonra yine enfes bir tema şarkısı çıkarmışlar ki film için yazılmamasına rağmen.

Son olarak film engelliler için altyazılı gösteriliyor. Yerinde bir davranış fakat altyazıyı hazırlayanlar durumu çakamamış galiba. Yabancı film DVD’lerinde sağır insanlar özel bir seçenek yer alır. Bu seçenek dahilinde kapı çarpması, su sesi gibi efektler parantez içinde yazılır, şarkı sözleri de nota işaretiyle belirtilir ki okuyan tamamen anlasın filmi. Dileğim ileride bu gibi detaylara da önem verilmesi.

Oyuncular: Mert Fırat, Saadet Işıl Aksoy, Lale Mansur, Emre Karayel, Şebnem Köstem, Tuğrul Tülek, Didem Balçın, Tuna Kırlı, Ayten Uncuoğlu, Murat Okay – Görüntü Yönetmeni: Hayk Kirakosyan – Senaryo: Mert Fırat, İlksen Başarır – Yönetmen: İlksen Başarır – ****

20 Aralık 2009 Pazar

Avatar

Avatar, doğu kültüründe Tanrı’nın veya Tanrıların yeryüzündeki silueti manasına geliyor. İnternet kültüründe de, bu kaynağa dayanarak, kişinin sanal ortamdaki resmine deniyor ki bu kişinin gerçek resmi olmak zorunda da değil.

İnsanoğlu aslında bu terime daha fazla aşina olması lazımdı. Çünkü yaşadığımız dünyada herkes kendini, kendi değil de avatarı zannediyor. Şöyle ki kişiler kendi kafalarında olmak istedikleri bedenler yaratıp (avatar) gerçek dünyada onları kullanıyorlar yada kullanmaya çabalıyorlar.

Mesela şu anda bizi yönetenler kendilerini padişah/sadrazam/vezir/vb. zannediyorlar. ABD süper güç olduğunu farz ediyor. Bu gibi sayısız örnek verilebilir. Lakin bu o kadar kanıksanmış ki her insan kendi avatarını yaratmış artık. Çirkin bir kız, bilumum makyaj ve tavırla kendine güzel bir kız havası verebiliyor. Fiziksel etkileri de geçelim, çok tembel biri çok çalışkan olduğunu farz edip ona göre bir persona oluşturabiliyor ve daha da ilginci bu avatarını bir şekilde diğer insanlara kabul ettirebilirse ömür boyu bu şekilde geçinebiliyor.

James Cameron da ‘avatar’ terimini çift anlamda kullanıyor son filminde. Birincisi gerçek anlamı:

Pandora adlı bir gezegende dünyayı tüketmiş insan ırkı, yerel halkla (Na’viler) iletişime geçip onlara zarar vermeden kovma peşinde. Çünkü gezegende çok değerli bir maden var (kilosu milyon dolarlarla ölçülüyor!). Bu yüzden bilim insanları Na’vi avatarı yapıyorlar. Sonra bir insan makineye bağlanıp bu Na’vi avatarını kullanarak Na’vilerin arasına karışabiliyor.

İkinci olarak da mecazi manada kullanıyor bu terimi:

Pandora’ya gidip orada bir üs kuran insan ırkının, buradaki tek amacı madeni çıkartıp dünyaya götürmek. Bu gezegendeki başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Ne yerel halkla, ne inanılmaz bitki çeşitliliğiyle ne de enteresan coğrafi yapısıyla. İnsan ırkı, Na’vileri doğaya tapan mavi maymunlar olarak görüyorlar. Çünkü ağaçlarda yaşıyorlar, tamamen doğayla uyum içindeler ve hiçbir şekilde teknolojik gelişimleri yok. İnsanlara göre önlerindeki tek engel de bu Na’vi ırkı. İşte kendini Tanrı’nın avatarı olarak gören insanoğlu Na’vilere birer kul gözüyle bakıyorlar. Onlara kendi dillerini öğretip, teknolojik oyuncaklar verirlerse olayın hallolacağını zannediyorlar.

İşte Avatar’ın gerçek özü bu. Efektler, IMAX filanı geçin. Cameron bize bunu söylemek istiyor. Teknolojinin bizi nasıl bir noktaya getirdiğini, avantajlarının yanında dezavantajlarını daha çok kullandığımızı anlatmak istiyor. Bunu yaparken de teknolojiyi kullanıyor ama!

Zaten her yerde okuyorsunuzdur, Avatar tamamen 3 boyutlu sinemalar için üretilen ilk film. Daha önce de IMAX’te gösterilen büyük bütçeli filmleri vardı tabii. Mesela benim ilk IMAX tecrübem olan Beowulf da bu tarz üretilmişti, ama bir animasyondu sonuçta. Hoş, Cameron amaçladı da ne oldu, stüdyoya boğun eğerek 2 boyutlu gösterimine izin verdi. Daha sektörün salt 3 boyuta hazır olmaması da ana etken tabii.

Filmin 3 boyutluluk konusuna gelirsek… Daha önce IMAX’e gitmemiş olsam bir mucize görmüş gibi olurdum herhalde. Ama 2. IMAX deneyimim olduğundan çok sayıda nefesimi tuttuğum an olmadı. Zaten güzel bir sahnede filmle bütünleştiğim için 3. boyut etkisi beni pek ırgalamadı (savaş sahnesi mesela). Ama Cameron’un 3. boyutu gerçek manada kullandığı kesin. Ciddi bir illüzyon yaratmış Cameron ama bu illüzyon filmin amacı değil, aracı olmuş ki bence böyle de olmalıydı. (Mesela Beowulf’ta IMAX tamamen amaçtı. Filmi 2 boyutlu izleyemezsiniz, kötüdür.) İşte Avatar, bu bakımdan bir ilk! 3. boyut teknolojisini bir araç olarak kullanan ilk film! Bu filmi 2 boyutlu izlerseniz de anlarsınız lakin o güzelim bitkileri, hayvanları yanı başınızda hissedemezsiniz. IMAX teknolojisi filme, değişik bir hava katmış ve bu da filmin önemli bir artısı bence.

Avatar’ın önemi, ileride daha iyi anlaşılacak. Artık 3 boyutlu olarak kaliteli bir film izleyebileceğiz. Mesela, Donnie Darko veya Apocalypse Now’ı yanımızdaymışçasına izleyebileceğiz. Bu da sinema keyfinin geri dönüşü demektir. Korsan ve DVD ile kaybedilen o sihirli illüzyonun yeniden oluşmasıdır.

Şimdi bu hafta sonu tüm dünyada cevabı aranan soruyu soralım: Avatar, sinemanın yeni devrimi mi? Bence evet! Şunu da ekleyeyim: “Daha hiçbir şey görmediniz!”*

Oyuncular: Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Stephen Lang, Michelle Rodriguez, Giovanni Ribisi, Joel Moore, CCH Pounder, Wes Studi, Laz Alonso, Dileep Rao – Görüntü Yönetmeni: Mauro Fiore – Müzik: James Horner – Senaryo ve Yönetmen: James Cameron – ****1/2

*: Al Johnson, ilk sesli film olan The Jazz Singer’ın son repliğinde “Daha hiçbir şey duymadınız!” der.

6 Aralık 2009 Pazar

Son Zamanlarda İzlediklerimden

Yine ne zamandır sinema yazmadım. Yazılmayan filmler de giderek dağ olmaya başladı. Onun için her biri için 1-2 paragraf halinde toplu geçide buyurun:

Zombieland, bir korku-komedi filmi. Zombilerle ciddi biçimde dalgasını geçen ama bunu yaparken de zombi kültürüne saygıda kusur etmeye bir film. Üstelik bunu belli bir üslupta ve tempoda yapınca da iyi bir film pozisyonuna giriyor. Zombieland, yılın en matrak filmlerinden bir olmayı başarıyor. Kadrosu da, esprileri de, görsel tarzı da çok yerinde.

Oyuncular: Woody Harrelson, Jesse Eisenberg, Emma Stone, Abigail Breslin, Amber Heard, Bill Murray – Görüntü Yönetmeni: Michael Bonvillain – Müzik: David Sardy – Senaryo: Rhett Reese, Paul Wernick – Yönetmen: Ruben Fleischer – ***1/2

Funny People, benim adıma ciddi bir hayal kırıklığı oldu. Böyle bir kadrodan böyle sıradan bir film! Apatow, tamam, ölüm hakkında ciddi bir komedi yapmak istedin de fazla ciddiye kaçmışsın be abi. Bu ne yani? Basit bir kavgayla böyle bir filmi sonlandırmak ne kadar mantıklı? Onu bıraktım, karakterlerinde gerçekçilik can çekişiyor ki biz seni komediye gerçekçilik getirdin diye sevdik (bkz. Knocked Up, Freaks & Geeks, Undeclared). Yanlış mıyım?

Oyuncular: Adam Sandler, Seth Rogen, Leslie Mann, Eric Bana, Jonah Hill, Jason Schwartzman, Aubrey Plaza – Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski – Müzik: Michael Andrews, Jason Schwartzman – Senaryo ve Yönetmen: Judd Apatow – **1/2

The Ugly Truth, klişeler bombardımanı olmasına rağmen eğlenceliydi. Vasatın üzerine çıkması bile yeterli. 2 saat beni eğlendirdi ve gitti.

Oyuncular: Katherine Heigl, Gerard Butler, Bree Turner, Eric Winter, Nick Searcy, Jesse D. Goins, Cheryl Hines – Görüntü Yönetmeni: Russell Carpenter – Müzik: Aaron Zigman – Senaryo: Nicole Eastman, Karen McCullah Lutz, Kirsten Smith (Nicole Eastman’ın hikayesinden) – Yönetmen: Rubert Luketic – ***

Paper Heart, romantik komedi mockumentery’si (kurmaca belgesel) yapmaya çalışan bir deney ama olmamış. Baştan itibaren belgesel gibi sunulan film, bir süre sonra bu temposundan kurtuluyor. Ortaya saçma sapan bir şey çıkıyor. Michael Cera’nın kız arkadaşı için düştüğü hallere bakar mısınız? Sayın Charlyne Yi, bu filmi kendiniz izlediğinizde gülebiliyor musunuz? (Michael Cera ile Yi film çekilirken harbi çıkıyorlardı, işin esprisi sözde bu ama sırf bu fikirden film çıkmaz ki kardeşim zaten çıkmıyor da! Cera, film gösterime girdikten sonra Yi’yi bırakmış. Eeee, böyle bir filmden sonra çok normal!)

Oyuncular: Charlyne Yi, Michael Cera, Jake M. Johnson – Görüntü Yönetmeni: Jay Hunter – Müzik: Michael Cera, Charlyne Yi – Senaryo: Nicholas Jasenovec, Charlyne Yi – Yönetmen: Nicholas Jasenovec – *1/2

Beni tanıyanlara biraz garip gelebilir ama ben 2012’yi ciddi manada beğendim. Film tamamen klişelerle örülü. Hatta bir eleştiride okudum, Emmerich’e artık birer tane bile yetmiyor ki üçer tane kullanıyor her klişeden, yazıyor. Çok doğru, her aksiyon filminde gördüğünüz tüm klişeleri üçer defa kullanmış Emmerich. Ama buna rağmen film keyif veriyor. Çünkü adam dünyanın sonunu harika resmetmiş. Efekt kullanımı olağanüstü. Los Angeles’ın çöküşünü görüyorsunuz. Şahane bir sahne ya! O efektler için bu film sinemada seyredilir, para da verilir.

Oyuncular: John Cusack, Amanda Peet, Chiwetel Ejiofor, Thandie Newton, Oliver Platt, Thomas McCarthy, Woody Harrelson, Danny Glover, Liam James, Morgan Lily, Zlatko Buric, Beatrice Rosen, Johann Urb – Görüntü Yönetmeni: Dean Semler – Müzik: Herald Kloser, Thomas Wanker – Senaryo: Roland Emmerich, Herald Kloser – Yönetmen: Roland Emmerich – ***

Julie & Julia, bir blog üzerine çekilmiş dünyadaki ilk film. Julie Powell, 2002 yılında Julia Child’ın (Amerika için) ünlü yemek kitabındaki tüm tarifleri bir yıl içinde yapmaya karar veriyor ve bu deneyimlerini günlük olarak bloguna yazıyor. İşte bu blog, bu filme dönüşüyor. Film, Julie’nin blogu tutarkenki olayları anlatırken hem de Julia’nın 50’lerde Fransa’ya gidişini, orada ünlü bir yemek okuluna katılışını ve sonunda da ünlü kitabını yazışını gösteriyor. Eğlenceli ve karın acıktırıcı bir film. Yapılan yemeklerin haddi hesabı yok ve hepsi çok leziz görünüyor ama hepsi tereyağlı, uyarayım.

Oyuncular: Amy Adams, Meryl Streep, Stanley Tucci, Chris Messina, Linda Emond, Helen Carey, Mary Lynn Rajskub, Jane Lynch – Görüntü Yönetmeni: Stephen Goldblatt – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Nora Ephron (Julie Powell’ın ‘Julie & Julia’; Julia Child ve Alex Prud’homme’un ‘My Life in France’ adlı kitaplarından) – Yönetmen: Nora Ephron – ***

Bu yılı Zooey Deschanel yılı olduğunu farz edersek Gigantic’i izlememek ayıp olurdu. Farklı bir romantik komedi olduğu kesin ama ciddiliği çok ağır kaçmış. Kendini fazla ciddiye almış ki sonuçta romantik bir film çekmeye çalışmışlar. Yatak satıcısı çelimsiz oğlan ile sengin babanın özgür kızı arasındaki aşk da pek inandırıcı değil. Hele oğlanın çocukluktan beri Çinli bir bebek evlat edinmek istemesi hiç inandırıcı değil. (Ya anlamadığım Amerikalıların, milyonlarca Asyalı çocuğu keyifleri uğruna çalıştırırken bir tane çocuk kurtararak nasıl bir vicdan hesabına giriştikleri. Çok salakça geliyor bana.)

Oyuncular: Paul Dano, Zooey Deschanel, Edward Asner, Jane Alexander, John Goodman, Sean Dugan, Brian Avers – Görüntü Yönetmeni: Peter Donahue – Müzik: Roddy Bottum – Senaryo: Matt Aselton, Adam Nagata – Yönetmen: Matt Aselton – **1/2

Sezonun beklediğim birkaç filminden biriydi 7 Kocalı Hürmüz. Şahsen Ayten Gökçer’in o ünlü kompozisyonunu görebilecek kadar yaşlı biri değilim. Ama hikayeyi az çok bilirdim. ‘Tanrım’ şarkısını bilmeyen yoktur zaten.

Ezel Akay’ın işlerini de takip ederim yakından. Kendisi grotesk komedi yapan tarihteki tek Türk yönetmendir. Zaten dünyada da sayılıdır. Groteskliği, gerçeği fersah fersah yok saydığından pek sevmem lakin yerinde yapılırsa da tadından yenmez (bkz. Tim Burton filmleri).

Akay, bu işe baş koymuş, ısrarla mükemmeli arıyor. Ama bence bir türlü tutturamıyor. Teknik aksaklıkların da bir nevi kurbanı oluyor çünkü hep ilklerle uğraşıyor. Bu sefer de nice zamandır ilk defa tamamen stüdyoda çekilen filmi çekti. Ama yine dekor çok yabancı duruyor ve benim filme girmemi ısrarla engelledi. Dekorun sahteliği her açıdan belliyken masal da anlatsa ben keyif alamıyorum. Bu güzel müzikal da, kadro da heba oluyor böylece!

Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Gülse Birsel, Haluk Bilginer, Erkan Can, Mehmet Ali Alabora, Öner Erkan, Sarp Apak, Cengiz Küçükayvaz – Görüntü Yönetmeni: Hayk Kirakosyan – Müzik: Sunay Özgür, Ender Akay – Senaryo: Gürsel Korat (Sadık Şendil’in oyunundan) – Yönetmen: Ezel Akay – **1/2

Chan-wook Park, Oldboy efsanesinden beri izlenecek yönetmenler listesinde. Ne çekse izliyoruz. Bu sefer ciddi bir vampir film çekmiş. Çok kanlı olmasına rağmen korku filmi değil. Bildiğiniz dram, hatta hafif komediye de kaçıyor ama çok görünür değil. Bir rahibin istemeden vampir olmasını ve sonrasında bu durumla başa çıkmasını anlatıyor, Bakjwi (Thirst). Vampir türünde çekilmiş en ciddi filmlerden biri. Ama geçen yılın efsanesi Lat den Ratte Komma in kadar sinematografik olamıyor. Bunun yerine basit vampir klişeleriyle (bence) vakit öldürüyor. Filmdeki aşk da ayrı bir anormallik. İzleniyor ama tam olmamış.

Oyuncular: Kang-ho Song, Ok-vin Kim, Hae-sook Kim, Ha-kyun Shin, In-hwan Park, Dal-su Oh, Young-chang Song – Görüntü Yönetmeni: Chung-hoon Chung – Senaryo: Seo-Gyeong Jeong, Chan-wook Park – Yönetmen: Cham-wook Park – ***1/2

Ve son olarak dün gece Love Happens’ı izledim. Yine ciddi olmaya çalışan bir romantik komediydi. Ama bunu bildik stüdyo kurallarıyla ve türün klişeleriyle beraber yürütmeye çalışınca tüm film çökmüş. Ortada izlenecek bir hikaye bile kalmamış. Oyuncu kadrosu çok hoş oluşturulmuş halbuki. Yazık!

Oyuncular: Aaron Eckhart, Jennifer Aniston, Dan Fogler, John Carroll Lynch, Martin Sheen, Judy Greer, Frances Conroy, Joe Anderson, Sasha Alexander – Görüntü Yönetmeni:Eric Alan Edwards – Müzik: Christopher Young – Senaryo: Mike Thompson, Brandon Camp – Yönetmen: Brandon Camp – **

30 Kasım 2009 Pazartesi

Bir Türk Klasiği: Aaaah Güzel İstanbul

Biz, batı ile doğu arasında sıkışmış bir memleketin çocukları olarak kendi kültürümüzden utanırız. Bizim kitaplarımız okunmaz, filmlerimiz seyredilmez, şarkılarımız dinlenmez. Çünkü alelade yapıtlardır bunlar. Batıdaki örneklerinin yanında ne ki! Ne suretle bir Hemingway gibi yazmaya, bir Kubrick gibi film çekmeye, hele bir Elvis olmaya özeniriz. Bizimkisi alaturka işlerdir, halka alafranga yapıtlar öğretilmelidir. Yani halkımızın zevkleri batılılaşmalı, bayağılıktan kurtarılmalıdır.

Son 2 cümleyi eski bir Türk filminden aldım. Gerçi Türk filmi olduğu belki burun kıvırırsınız. İzlenir mi, dersiniz. Hele eskiyse ve siyah-beyazsa. Tipik Yeşilçam melodramı zannedersiniz.

Ama ben bu yazıda o eski Türk filmini anlatmaya çalışacağım. Yani film deyince sadece aklınıza Hollywood filmi geliyorsa, bağımsız filmi Sundance bazlı seyredenlerdenseniz yazının geri kalanını okumayın, zamanınıza yazık olur.

Film, eski bir İstanbul beyefendisinin kendini tanıtmasıyla başlar. Varlıklı bir paşazadenin torunudur. Bu varlığın içinde doğmuş, büyümüştür. Ama yanlış kararlar ve hayaller sonucu her şey satılmıştır. Eskiden yaşadığı yalının bahçesindeki tek göz gecekonduda yaşamaktadır. Para kazanmak için Sultanahmet Meydanı’nda fotoğraf çeker, akşamları da mahalleli arkadaşlarıyla meyhanede vakit öldürür.

Bir gün karşısına İzmirli bir kız fotoğraf çektirmeye çıkar. Ailesinden kaçıp artiz olmaya İstanbul’a gelmiştir. Dergi yarışmaları için fiyakalı bir poza ihtiyacı vardır. Bizim beyefendi kıza acır, içinden dalgasını da geçer. Kız gider ama beyefendinin aklına takılır kızcağız. Kaldığı pansiyonun genelev olduğunu öğrenince kızı kurtarmak ister, gider konuşur. Kız dinlemek istemez ama polis basınca pansiyonu, anlar tabii. Mecburen beyefendiye sığınır. Ama bu, kızın şöhret sevdası adına son hamlesi olmayacaktır. Kendi halinde yaşayan beyefendi de oradan oraya savrulacaktır.

Sadri Alışık ile Ayla Algan’ın başrollerini paylaştığı bu sımsıcak filmin adı Aaaah Güzel İstanbul’dur. 1968 yapımı filmi Safa Önal yazmış, Atıf Yılmaz yönetmiş. Gani Turanlı enfes İstanbul manzaraları eşliğinde görüntüleri oluşturmuş. Metin Bükey ise müziklerden sorumlu.

Ben bu filmi çok uzun yıllardır arıyordum. Ne DVD’si var, ne VCD’si. Birkaç koleksiyonere muhtacız, tüm eski iyi filmlerde olduğu gibi. Dün bir şekilde buldum kopyasını, mücevher bulmuşçasına sevindim. Bugün ise seyrettim. Her şeye değer hakikaten çünkü izlediğim Türk Sinema Tarihi’nde tartışmasız en iyilerinden. Vesikalı Yarim’den beri bir Türk filmini bu kadar tutkuyla izlememiştim.

Benim filmde en hoşuma giden unsur senaryonun detaylarının harika yazılması. Kimi küçük anlarda harika kültür eleştirileri yapıyor. Doğu-batı kültür ikilemi, insanların yozlaşmışlığı, kolay yoldan köşeyi dönme hevesi, vb. hakkında saptamalarda bulunup üzerine enfes cümleler sarf ediyor. Asıl ilgimi çeken bunları daha 1968’de, Özal dönemi öncesi söylemesi. Tek planda bile olsa boğazın kirliğini ekrana getirmesi. Filmi izleyince göreceksiniz ki satır aralarında söylenenlerin hepsi hala daha geçerli. Mesela Sadri Alışık, filmin ortalarında müzik kültürü hakkında bir yorum getiriyor, bunlar boş şeylerdir, halkı uyutmak içindir diyor. Aklıma belki inanmayacaksınız ama İsmail YK ile Serdar Ortaç geldi.

Ben bugün Aaaah Güzel İstanbul’u izlediğim için çok mutluyum. Böyle bir klasiğin bizim ülkemizde çekilmesi ayrıca gurur verici.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Son 15 Yılın En İyi 15 Filmi

En uzun süre takip ettiğim dergi olan Sinema, 15. yılı şerefine özel bir anket eşliğinde özel bir sayı yayınladı. Ankette biz, okuyuculara ‘Son 15 yılın en iyi 15 filmi’ni sordular. Gelen cevaplardan da en iyi 100’ü çıkarmışlar.

Ankete, doğal olarak ben de katıldım. Önce 45 filmlik bir liste çıkardım. Bu listede tek eksik sonradan aklıma gelen Big Fish’ti. Bu güzelim filmi unutarak 45 filmi 15’e indirip sıraya koydum ve gönderdim. İşte listem budur:

1) Donnie Darko
2) Hable con ella (Talk to Her)
3) Sen to Chihiro no kamikakushi (Spirited Away)
4) Lord of the Rings: Return of the King
5) High Fidelity
6) The Dark Knight
7) Across the Universe
8) La Fabuleux Destin d’Amelie Poulain
9) Eternal Sunshine of the Spotless Mind
10) Fargo
11) Ameros Perros
12) Before Sunrise
13) Oldboy
14) The Big Lebowski
15) Chasing Amy

Geçen hafta özel sayıyı elime aldığımda listemden bazı filmlerin ilk 100’e giremediğini gördüm ve üzüldüm. Bilhassa High Fidelity ve Before Sunrise’dan çok umutluydum çünkü seveni çoktur, her ne kadar kendine özel olsalar da. Chasing Amy’nin listede olmasını zaten beklemiyordum çünkü izleyen çok azdır. Ama mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Çok değişik bir romantik-komedidir, piyasadakilerle alakası yoktur. Keza Across the Universe de listede yok!

Öbür türlü benim de listeme giremeseler de ilk 100'de olmasını umduğum birkaç film daha vardı: Casino Royale ve The Bourne Identity bunların başındaydı. Buna karşın Twilight saçmalığı listeye girmiş, üstelik 44. sırada! Görünce ağlayacaktım. A Beautiful Mind, La Vita e Bela, Forrest Gump, V for Vandetta gibi piyasa güzellikleri de haksız biçimde üst basamaklarda. Bununla beraber Türk filmlerinde de bir abartma var: Babam ve Oğlum neyse de, Issız Adam saçma bir sürprizdi.

Son olarak şunu söylemeliyim Matrix 3. sırayı alacak kadar iyi bir film değildir. İşte derginin en iyi 15’i:

1) Fight Club
2) The Shawshank Redemption
3) Matrix
4) The Lord of the Rings: The Return of the King
5) Pulp Fiction
6) The Dark Knight
7) The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring
8) Braveheart
9) Se7en
10) Forrest Gump
11) The Usual Suspects
12) Titanic
13) Gladiator
14) Oldboy
15) Leon: The Professional

22 Kasım 2009 Pazar

Hayalleri Gerçekleştiren Sivil Toplum Örgütü: YGA

Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki dünyada en çok hata yapan kurum olmakla övünsün. Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki yöneticileri hala (doktora/master) öğrencilik yapan gençlerden oluşsun. Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki geleceğin liderlerini yetiştirirken onlara sosyal sorumluluk da aşılasın, hatta eğitimlerini sosyal sorumluluk üzerine kursun.

Hayal gibi geliyor ama Türkiye’de böyle bir sivil toplum örgütü var! Adı Young Guru Academy (YGA). Adı İngilizce lakin özde tamamen Türk, adlarını tüm dünyada isim yapmış bir örgüt olmayı hayal ettikleri için İngilizce seçmişler. Esas görevleri de hayal etmek. Ama onunla da kalmayıp bu hayali gerçekleştirmek.

Ben bu kurumu 1 ay önce bir arkadaşım sayesinde duydum. 21 Kasım’da konferansları varmış, bir araştır dedi arkadaşım. İlk önce yaşam koçluğu üzerine bir konferans zannettim. İnternette sitelerine (http://www.yga.org.tr/) girdim, ilginç geldi ve başvurdum. Çünkü her isteyen konferansa katılamıyor, seçme var yoğun ilgiden ötürü. 10 gün önce cevap geldi, katılacağıma dair. Bağış olarak da 10 TL aldılar ki Lütfü Kırdar’da yapılan böyle bir organizasyon için komik bir ücret ki o da tamamen kütüphane kurmak için harcanıyor.

Dün sabah 9’da Lütfü Kırdar’ın önündeydim. Kapıda kuyruk vardı, içerisi de inanılmaz kalabalıktı. Girerken elime bir kitap tutuşturdular: Sinan Yaman’ın İç’ten Lider kitabı. Kim olduğunu bile bilmiyordum ama o gün tam 2 saat hipnotize şekilde onu dinleyecektim. Bilenler bilir kalabalığı sevmem. Paltomu vestiyere bıraktım ve hemen salona girdim. Bir koltuğa kıvrıldım ve etrafı gözlemeye başladım. Orta okuldayken UFO Kongresi’ne gelmiştim buraya. Hala kocaman geldi bana. Balkonlarıyla 2500 kişi alır herhalde. Her yerde YGA logoları, sponsor yazıları, sahnede iki dev ekran ve bir kürsü. Kırmızı yelekli YGA çalışanları her yere koşturuyor. Sorun varsa hemen hallediyorlar. 5 dakika sonra sıkıldım ve elimdeki kitabı okumaya başladım. Kapaktaki ilk cümle bile başlı başına bir iddia: “Bu kitap okumanız için yazılmamıştır.” Nasıl ya?!? Kapağı çeviriyorsunuz: “Kendinizi farklı hissetmiyorsanız… Kendinize kurduğunuz bir iç dünyanız yoksa, lütfen bu kitaba başlamayın… Bu kitap, okumanız için yazılmamıştır. Bu kitap yazmanız için yazılmıştır. İlhamlandırır ümidiyle de, sol sayfalara sözcükler bırakılmıştır…” Kitaba şöyle bir göz attığınızda sağ sayfaların boş olduğunu görüyorsunuz. Solda da 4-5 cümle var. Ama öyle cümleler ki feleğiniz şaşıyor. Tek örnekle yetineceğim: “Dost dostun katalizörüdür… Ne cennete sokabilir ne de cehenneme; ama her ikisine de, daha çabuk varmamızı sağlar.”

10’a gelirken tüm ışıklar söndü, her iki kapıya da birer spot ışığı düştü. Bir kapıdan Merih Ermakastar trompetiyle, diğer kapıdan Gökhan (soyadını unuttum) saksafonuyla çıktı. Güzel bir dinletiden sonra sunucumuz çıktı. Önce sahneye YGA eş başkanları Gökhan Meriçliler ve Enis Güray çıktı. Bir güzel YGA’yı ve yaptıklarını anlattılar. Ardından sırayla Unilever CEO’su ile TÜRSAB Başkanı çıktı. Hayallerinden, yaptıklarından ve yapacaklarından bahsettiler.

Sonra uzun bir öğle molası verildi. Herkese bir sandviç ve içecekten oluşan menü verildi. Hava da süperdi, ben dışarı çıktım, sisin ardından hayal meyal görünen Boğaz’a bakarak yedim yemeğimi. Bir ara içeri girdim, birileriyle konuşayım dedim, ama o kalabalık içinde çekindim. Hürriyet bedava gazete dağıtıyordu, bir tane alıp tenha bir yerde okudum.

Öğle arasından sonra yine saksafon-trompet ikilisi çıktı, ama bu sefer 20 dakikalık bir şov yaptılar. 2000 küsur kişinin halini görecektiniz, harika bir gösteriydi. Arkasından Özyeğin Üniversitesi Rektörü çıktı sahneye. Enfes bir sunum da o yaptı. Türkiye’nin gerçekleri masaya yattı. Bu ciddi konuları dinlerken bol bol da kahkaha atıldı. Ardından çıkan Microsoft Genel Müdür Yardımcısı tempoyu biraz düşürse de bir liderde olması gereken özelliklere iyi değindi. Yine bir ara verildi bitince.

Aranın sonunda YGA’nın kurucusu çıktı sahneye, Sinan Yaman. Usul usul, acele etmeden bize YGA anılarını anlattı, ufak (2000 kişilik!) oyunlar oynattı. Gerçekten farklı bir konuşmaydı, baştan sıradan geliyor ama gittikçe sizi içine alıyor. Önceden dediğim üzere hipnotize edici bir konuşmaydı.

Kurum içi ödüllerin verilmesiyle de konferans sona erdi. Çıkarken yine bir mahşer kalabalığı vardı. Kapıdan zor adım attım. Ama sonra yürürken o gün dinlediğim idealler aklıma geldi bir bir. Ben de bir Hayal Ortağı (YGA üyelerine verilen ad) olmak istediğime karar verdim. İlk adımı atıp sitedeki başvuru formunu doldurdum. İnşallah beni de seçerler. Ben de edindiğim tüm teknik, kültürel donanımı paylaşmak istiyorum tüm insanlıkla. Ben de çift kanatlı olmak istiyorum.*

*: YGA’nın ideallerini ve benim bu konudaki düşüncelerimi başka bir yazıda sizlerle paylaşacağım.

15 Kasım 2009 Pazar

Aklımda Dönenler

  • Dün ilk defa hamama gittim. (Oylat'ı saymıyorum, o hamamdan çok kaplıca) İlk aklıma gelen fena halde homofobik olduğu. Ama çok iyi rahatlatıyor. Kese ve masaj üzerinizdeki tüm negatifliği alıyor. Gittiğim Demirtaşpaşa Hamamı da çok şirindi. Hafif tenha ve tarihi. Kalabalığı sevmeyenlere birebir. Ama eve gidince kesin uyumak gerekiyor. Mis!
  • Bu sabah uzun zamandır yapmadığım iki şeyi yaptım, kısa olsa da. Müzik kanalını açıp sabah gazetesi okumak. Hoş, 10 dakika sonra sıkıldım lakin özlemişim. MTV TR, Rock ft. Love diye bir konsept yapıyordu. Benim MTV'yi sıklıkla takip ettiğim lise zamanlarındaki parçalar arka arkaya çaldı. Nostalji oldu hafiften. Pazar ekleri eskisi gibi. Elinize aldığınızda heyecanlanıyorsunuz ama birazdan sıkıyor. Çünkü içerik, başlık kadar doyurucu olmuyor. Bir başlığı beğenip okumaya başlıyorsunuz haberi ama içerik o kadar zayıf kalıyor ki vaktinize yanıyorsunuz.
  • 4. İpek Yolu Film Festivali'nde yine körler sağırları ağırlıyor. Festival mekanları Teyyare (ki herkes küçücük bir yerde dönüp duruyor), Kent Müzesi ve şehrin 20 km. dışındaki Korupark. Gerçekten yorumsuz yani. Program seçimi ve yerleştirilmesindeki eksik ve hataları yazmıyorum bile. Şimdi bu festival sizce Bursa halkını nasıl içine alabilir ki?
  • Şuna artık cidden inanıyorum: Türkler organizasyon yapamıyor! Disiplin yok, plan yok, vizyon yok! Bunu tek bir organizasyon türü için de söylemiyorum, genel konuşuyorum.
  • Son zamanlarda solculuk konusunda düşünüyorum. Gerçek manada bir solcu olmak çok zor, idealizm gerektiriyor, Che Guevera gibi. Öbür türlü ister istemez davanıza ihanet ediyorsunuz. Hem solcuyum deyip hem de bir cafede kahve içmekle olmuyor. Keza solcuyum deyip telif hakkı isterim demek de çok ters. Sonuçta kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyorsunuz ve kapitalizmin en büyük artısı da konfor. O konforu bir sevdiğinizde de bırakamıyorsunuz. İnsani dürtülere ters. Hele belli bir yaşa gelip çoluk çocuğa karıştığınızda paranın getirdiği konfora ister istemez ihtiyacınız oluyor. O yüzden hem solcu geçinip hem lobilerde viski tüketen insanlara kıl oluyorum. Ben ise hiçbir zaman solcu olduğumu iddia etmedim zaten. Sol görüşlerim var, evet ama bunları ne kadar uygulayabiliyorum ve hatta ne kadar uygulamaya çabalıyorum, o ayrı mevzu. Solculuk Che'nin yaptığıdır. Bir ülkenin bakanıyken, 5 çocuğu varken, her şeyi bırakıp dağa çıkıp kapitalizme karşı savaşmaktır. Sizde o yürek var mı? Bende yok doğrusu.
  • Son 1 aydır fena halde Redd dinliyorum. Çok beğeniyorum. 'Keyifli Bir Gün' ile 'Hala Aşk Var mı?' favorilerim.
  • Bant'ın Kasım-Aralık 2009 sayısı çok hoş. Sanatla ilgileniyorsanız mutlaka alın.
  • Geçenlerde İngiliz Times son 9 yılın en iyi 100 filmini seçmiş. Kötü bir liste olmuş. Çok alakasız filmler listede. Olması gerekenler de yok. Kim neye göre seçmiş meçhul!
  • Arka Pencere diye bir online sinema dergisi yayına başladı. Duyurulur. Yazarları, ülkenin en iyileri. Uygar Şirin de katılsaymış aralarına, rüya takımını kuracaklarmış. (Bir de Tuna Erdem, ne amandır onu okuyamıyorum, nerelerde acaba?)
  • Bu haftanın en dumur anı, bir anket sorusuyla geldi. Ankette 'Şu anda bir lider olarak seçebileceğiniz isim kimdir?' diye sormuşlar. Kaldım öylece. 10 dakika düşündüm, abartmıyorum. Ve bulamadım! Boş bıraktım.

29 Ekim 2009 Perşembe

'The One'ın Türkçesi!

İngilizce’de ‘the one’ tabiri var ya. Hani ‘hayatında aşık olabileceğin tek kişi’ anlamındaki. İşte o tabir, Türkçe’de yok. Sanırım Türkler kavrama alışkın değil!

Aslında geçmişe bakınca mantıklı da geliyor. Düşünsenize, hayatını sadece çocuklarının annesi sıfatı için evlendiği kadınla bilumum metresleri arasında geçiren Türk erkeği. Diğer tarafta da, mahallenin koca karısının bulduğu ilk erkekle evlenen Türk kızı. Zaten ortada aşk diye bir şey yok ki! Nerede ‘the one’ kelimesine ihtiyaç duyulacak?

Hal böyleyken, bizim neslimiz de aynı hastalıktan mustarip hayatını mahvediyor. Hastalığın tanımı şu: Her heyecanı aşk zannetmek. Ama duyduğunuz her duygu aşk değil ne yazık ki! Zaten öyle olsaydı, aşk bakkalda da satılırdı. Hiç unutmuyorum, bir arkadaşım günde 5 kere aşık olduğunu savunuyordu. Yüzüne salak gibi bakmıştım. Meğerse okul-yurt arasında otobüste gördüğü her kıza aşık olduğunu sanıyormuş!

Bir aralar bir mail tüm Türkiye’yi dolaşıyordu. Şöyle hissediyorsanız onun adı tutkudur, şöyleyse şehvettir, şöyleyse takıntıdır diye. Her duygunun aşk olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Ama sadece Türkler değil, tüm dünya aşkı diğer duygularla karıştırıyorlar. Türkler de durum daha vahim çünkü aşkın ne olduğunu daha yeni çakıyorlar. Bir de kapitalizmin çıkarcı ilişkileri arasında aşkı daha da eziyorlar Türk’ün çocukları.

Şimdi ecnebiler, ‘the one’ tabirini ondan bulmuşlar. Sevebilirsiniz, hoşlanabilirsiniz, onu delice isteyebilirsiniz, hatta onu görmeyince ölecek gibi olabilirsiniz ama ‘the one’ olayı daha başka bir şey!

Hiç yaşamadım, sadece tahmin yürütüyorum ama ‘the one’ olmak yanında yatsa da her sabah onu özlemektir, kaç yıl geçse de ilk günkü gibi, hatta daha da çok sevebilmektir. Belki hayallerde yaşıyorsun diyebilirsiniz. Belki de ama ben bundan mutluyum. Günlük, aylık, yıllık ilişkiler beni cezbetmiyor. Mesela evli insanların sıklıkla kullandığı “Sevginin saygıya dönüştüğü yerdeyiz.” safsatasına inanmıyorum. Ya kardeşim madem artık sevmiyorsun neden evlisin, neden hala aynı hayatı paylaşıyorsun, neden kendini, onu ve hatta çocuklarını mutsuzluğa sürüklüyorsun? Bu kadar statükocu olmayın, ey Türk milleti!

Anlamıyorum valla. Bir hayatı 2-3 yıllık tutku için zindana çevirmeyi çakamıyorum, jeton düşmüyor. Görücü usulü evlilikler ile toplum baskısı için evlenenler bile daha mantıklı hatta. Hiç olmazsa onlar baştan kabulleniyorlar durumu. Bir hayat böyle geçecek, diye. Aşık olduğunu sanıyorsun, halbuki adamın arabası filan hoşuna gidiyor, erkek de illa cinsellik istiyor. Bizim kültürde beraber yaşama zaten saçmalık! Tak evleniyorlar, 2-3 ay sonra “Aaaa, aşık değilmişim!” Valla, bravo! Son yıllarda 1 yılı geçmeden boşananlar niye arttı zannediyorsunuz? Hep aynı mantık.

Yazıya başlama sebebim farklıydı, evliliklere girdik. ‘The one’ olmak özeldir ve bunun için illa güzel, alımlı, bakımlı, zeki filan da olman gerekmez. Herkesin ‘the one’ı ayrıdır çünkü. Bir saplantıyla bir kıza yazarsın ama kız seni istemez sonra da senden daha kötüsüyle çıkar. Çıkabilir mi, evet. İlla ‘the one’lık olay da değildir bu. Öyle olmuştur o an.

Tabii bu medya bombardımanı altında herkes Brad Pitt olmak isteyip mini etekli hatunlar tavlamaya çalıştığından oluyor bunlar. Halbuki herkes kendi olsa, ortalık durulacak. Olmadığın biri gibi davranmak belki onu yatağa sokar, peki sonrası? Yatak sana kafiyse diyeceğim kelam yok ama birlikte bir yaşam?

Çok zor be! Issız Adam’da adam diyordu ya: “Çok zor be anne!” Valla, zor be! Onu bulabilmek, bulduğunda da elinden kaçırmamak inanın çok zor!

23 Ekim 2009 Cuma

Günümüze Ait Bir Trajedi

Trajedi, Antik Yunan’dan beri sergilenen bir tür. Sahne sanatlarıyla uğraşanların seyirciye bazı duygular vermek için yaratılan bir sahne sanatı. Kimilerine göreyse, izleyiciye keyif vermek insan acısına dayalı bir sanat biçimi.

İnsanoğlu yüzyıldır, bu türle coştu, ağladı, güldü, hüzünlendi. Ama nedense hiç bıkmadı. Çünkü hayat da bir trajediydi. İnsanların sahneye koyduğu bir oyun! Tabii izleyicisi kimdir, onu bilemem. Ama bir şekilde oynanmaya devam ediyor ve ondan alınan kesitler izlenmeye de devam ediyor.

Ben de size 6 karakterli bir trajedi anlatacağım:

Önce karakterleri tanıyalım: popüler bir yönetmen, onun menajeri, menajerin oğlu, ünlü bir işadamı, işadamının metresi ve işadamının oğlu.

Yönetmen yeni filmi için oyuncu arıyordur. İşadamının metresi oyuncu olma hevesinden yönetmenin kapısını çalar. Kadına vurulan yönetmen başrolü ona verir. İşadamı bunu önce onaylamasa da, sonradan filme yapımcı olarak kontrolü sağlar. Şart olaraksa oğlunun filmin yapım belgeselini çekmesini ister. Yönetmenin menajeri de hem yönetmeni sevdiğinden hem de filme yapılan bu sağlıksız destekten ötürü hoşnutsuzdur. Ama sağlık problemleri olan oğlu asıl derdini oluşturduğundan ses etmiyordur.

Trajik olaylar zinciri, yönetmenle başrol oyuncusunun birbirine âşık olmasıyla başlar. İşadamı, her gün kaydını takip ettiği belgeselden durumu anlar. Metresine baskı uygulasa da ona sırılsıklam aşık olduğundan filme bir şey yapamaz. Ama evdeki kavgalar bardağı taşırır, filmin kurgusu tamamlanmadan yönetmenle kadın, bir sahil kasabasına kaçar. Deliye dönen işadamı berbat bir kurguyla filmi gösterime sokup yönetmenin kariyerini sonlandırır. Bu zalim müdahaleye menajer de ses çıkaramaz, çünkü hem sevdiği adam çekip gitmiştir hem de işadamı oğlunu tedavi ettirmektedir.

Ama yönetmenin kariyerini sonlandıracak asıl olay bir kazayla olacaktır….

Trajedinin sonunu yazmıyorum çünkü bu blogta hiçbir şekilde spoiler (yerine uygun Türkçe kelime bulamadım) vermemeye çalışıyorum. Merak edenler en sevdiğim yönetmenlerden olan Pedro Almodovar’ın yeni filmi Los Abrazos Rotos (Broken Embraces)’ı izleyebilir.

Bu yazıda biraz ikili oynadığımın farkındayım ama Almodovar’ın usta olduğu hikaye anlatma sanatının yeni bir örneği olan bu eserin hikayesini öne çıkarmak istedim. Almodovar (pek sevmediğim bir benzetme olacak ama) bir örümcek misali ince ince örmüş senaryosunu. Bunu araya yerleştirdiği ufak ama sağlam detaylarla da perçinleştirmiş (Fotoğrafın köşesindeki öpüşen çiftin üzerinde yapılan felsefe çok hoştu mesela). Bunlara her filmindeki gibi kusursuz teknik detaylarla birleştirince tadından yine yenmeyen bir film oluşuyor.

Bu demek değil ki Los Abrazos Rotos bir başyapıt. Hable con Ella uzun süre Almodovar’ın zirvesi olarak kalacak galiba. Çünkü Los Abrazos Rotos onun üzerine bir şey koyamıyor. Ama zaten son yıllarda gittikçe azalan melodramların arasında, hele ki çoğu duygu sömürüsünün dibine vururken, nadir başarılı örneklerden biri olmayı başarıyor. Bu yüzden Almodovar’ın her filmi gibi son eseri de izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor.

Oyuncular: Lluis Homar, Penélope Cruz, José Luis Gomez, Blanca Portillo, Tamar Novas, Robén Ochandiano – Görüntü Yönetmeni: Rodrigo Prieto – Müzik: Alberto Iglesias – Senaryo ve Yönetmen: Pedro Almodovar – ***1/2

22 Ekim 2009 Perşembe

Sevmediklerim

  • Garanti Bankası: Çalıştığım şirket gereği yaklaşık 8 aydır bu bankayı kullanıyorum ve tek kelimeyle berbat. Bir kere müşteri memnuniyeti sıfır. Her gün mesaj atıyorlar, olmadı telefonla arıyorlar. Zaten posta kutuma gelen günlük maillerin haddi hesabı yok. Ayrıca telefonla aradıklarında mutlaka saçma sapan bir şey için para istiyorlar. Mesela bir ara benden kredi kartı hayat sigortası (Öyle bir şeyi nereden uydurdunuz?) yaptırmamı istediler. Bana yapmadılar ama arkadaşlarıma istek dışı kredi açmalar mı dersiniz, sebepsiz yere para kesmeler mi dersiniz (bu ay benden de 2 ytl limit aşımı diye para aparttılar ki limitin yarısı doluydu). Akıllarına esiyo, herkesten para dileniyorlar. Telefon şubesi ayrı saçmalık. Hatta internet şubesinde bile saçmalıklar var: Yatırdığım borç 1 ay boyunca ödenmemiş gözüküyor. Halbuki ödeme (zamanından önce hem de) yapılmış! Mecbur olmasam 1 gün durmam.
  • Ağdalı Türk dizileri: Halkımızın melodram sevgisi, ağlama tutkusu bitmek tükenmek bilmiyor. Israrla aynı klişelerle millet ağlatılıyor. Hele Yaprak Dökümü'nün ağlatma yoğunluğu hiçbirinde bulunmaz. Ben annemlerin yanında 10 dakika izleyince afakanlar basıyor. Herkes tam 4 yıldır, 2.5 saat izliyor. Yuh yani.
  • Hıncal Uluç'un sinemasal yazıları: Çok sevdiğim bir köşe yazarı olmasına karşın, sinema yazılarında delleniyor ve saçmalıyor. Hep kendi dediği doğru, kendi beğendiği mükemmel, beğenmediği iğrenç. Bugüne kadar tüm sanat değeri taşıayn filmleri yerin dibine sokan Uluç, Uzak İhtimal'ı beğenince koruyucu gözüktü. Filmde sevişme sahnesi olsaymış, film gişe yaparmış ama bu da onun erdemiymiş. Sanki yeni bir kelam ediyor. İki gün önce ama kimsenin izlemediği filmlere ödül verdi diye Altın Portakal'ı lanetledi. Halbuki övdüğü Cannes'da çoğu film ilk gösterimlerini orada yapar ve çoğu yönetmen de bununla övünür. Zaten Cannes'ın gala festivali olduğunu tüm dünya bilir!

21 Ekim 2009 Çarşamba

Kıyıda İzlenmiş Filmler

Yine bir film birikimi oldu. Uzun zamandır size yazmak istediğim ama gerek vakitsizlikten gerekse tembellikten yazamadığım birkaç film birikti. Çok da kısa geçmeden özetleyelim isterseniz:

Away We Go, haziranda ilk duyduğumda çok şaşırdığım bir proje. Hep büyük starlı ve nispeten büyük bütçeli filmler çeken Sam Mendes'in bağımsız çektiği bir drama. Aslında romantik-komedi denmesi gerek ama ben bu türden çok farklı buldum kendilerini. İlk çocuklarını bekleyen evlenmemiş bir çift, hayatlarına hep destek olmuş oğlanın anne-babasının aniden Avrupa'ya taşınacağını duyduklarında şok oluyorlar. Ama bu, başka bir kararı tetikliyor: Ülkedeki yakınlarını ziyaret ederek yerleşmek için kent seçmek. Böylece birbirinden ilginç akraba/arkadaşlarını teker teker görürken o kentlerin yaşanabilirliğini de sınıyorlar. Aslında çiftin yaptığı, hayatlarını anlamlandırmak ibaret. Ne olacaklarına, nasıl devam edeceklerine karar vermek. Bu yüzden de kendime çok yakın bulduğum ve beğendiğim bir film oldu. Sanki dışarıdan gösterişsiz gözüken ama yakından bakıldığında parıldayan bir mücevher.

Gelelim Woody Allen amcamın son marifetine: Whatever Works, tamamen Allen hayranlarına yapılmış bir hediye. Allen'ın bilhassa satirlerini seven birinin hayran kalacağı ama bu türü sevmeyen birinin hoşlanmayacağı bir eser. Çünkü Allen yine hayat hakkında saptamalarda bulunuyor, onunla ve onu oluşturan tüm öğelerle ("God is gay!") dalgasını geçiyor. Bu açıdan bakabilen bir seyirci acayip keyif alır. Mesela ben çok eğlendim. Ama 75 yaşındaki amcamla 21 yaşındaki yeniyetmenin evlenmesini garip bulanlar, hatta mantıksızlık olaak niteleyenler elbet olacaktır. Allen evreninde her an her şey olabilir.

Okuribito, 2009 Oscarlarının sürpriziydi. Kimsenin beklemedeği halde Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü bu film kapmıştı. Bu Japon yapımı film, işsiz kalan bir çellistin mecburen memleketine dönmesini takriben geleneksel cenaze törenleri yapan bir şirkete girmesini ve bu olayın adamın küçücük çevresindeki yankılarını anlatıyor. Film oldukça klasik bir anlatıma sahip, hatta bazen fazla muhafazakar bile olabiliyor. Ama yönetmen Yojiro Takita, bu klasik anlatımı çok iyi kotarmış. Gerek teknik manada gerek senaryo bağlamında gerekse oyunculuk bakımında tüm ödevlerini layığıyla yerine getiriyor. Bir de son derece başarılı bir komedi-melodram ayarı kuruyor ki izleyiciyi asıl filme bağlayan bu oluyor. Tıpkı Babam ve Oğlum gibi ama daha yetkini. Filmi şöyle özetleyebiliriz: A Beautiful Mind misali geleceğe hiçbir şey bırakmayacak lakin izlenildiğinde başyapıtmışçasına görülecek bir film.

Geçen haftasonu Altın Portakallar dağıtıldı. Ben ise geçen senenin en iyisini (!) daha yeni izleyebildim. Pazar: Bir Ticaret Masalı ilginç bir deneme. Yer yer güzellikleri de olan, derdini artistik biçimde anlatmaya uğraş veren bir yapım. Tempo belki hiç düşmüyor ama son derece çabuk bir sonla nihayete eriyor. Atmosferini ilginç bir şekilde başarıyla kuruyor, hatta yer yer groteskliğiye göz kırpıyor. Performans konusunda da sıkıntı çekmiyor hatta Tayanç Ayaydın gayet başarılı. Ama bir yabancılık hissi gizli filmde. Yönetmen İngiliz olduğundan önyarglı mı yaklaşıyorum, emin değilim lakin hissettiğim bir duygu. Şu da var 2008'in en iyisi kesinlikle Pazar değil!

Away We Go
Oyuncular: John Krasinski, Maya Rudolph, Carmen Ejogo, Catherine O'Hara, Jeff Daniels, Allison Janney, Maggie Gyllenhaal - Görüntü Yönetmeni: Ellen Kuras - Müzik: Alexi Murdoch - Senaryo: Dave Eggers, Vendela Vida - Yönetmen: Sam Mendes - ****

Whatever Works
Oyuncular: Larry David, Evan Rachel Wood, Michael McKean, Patricia Clarkson, Ed Begley Jr., Henry Cavill, Lyle Kanouse - Görüntü Yönetmeni: Harris Savides - Senaryo ve Yönetmen: Woody Allen - ****

Okuribito (Departures)
Oyuncular: Masahiro Motoki, Tsutomu Yamazaki, Ryoko Hirosue, Kazuko Yoshiyuki, Kimiko Yo, Takashi Sasano - Görüntü Yönetmeni: Takeshi Hamada - Müzik: Joe Hisaishi - Senaryo: Kundo Koyama - Yönetmen: Yojiro Takita - ***1/2

Pazar: Bir Ticaret Masalı
Oyuncular: Tayanç Ayaydın, Genco Erkal, Şenay Aydın, Hakan Şahin, Rojin, Övül Avkıran - Görüntü Yönetmeni: Konstantin Kröning - Müzik: Cihan Sezer - Senaryo ve Yönetmen: Ben Hopkins - ***

18 Ekim 2009 Pazar

Sinemasal Bir İstanbul Günü

Sabah 9 buçuk civarında uyandım. Baktım, etrafta ses filan yok, yani ev sahiplerim uyuyorlar. Kapıdan süzülerek kendimi dışarı attım. Apartmandan adımımı attım, ara sokak olmasına rağmen canlı bir İstanbul havası seziliyordu. Metroya doğru yürürken bir fırından simit kaptım, daha sıcak. Elimde simit, yolun keyfini çıkararak Taksim’e geldim. Saat sabahın ilk saatleri olduğundan İstiklal, en boş saatlerini yaşıyordu.

Bir Pandora’ya uğradım, ayıp olmasın misali. Sight&Sound’un son sayısına göz attım. Pek okunacak yazı bulamadım. Alsaydım belki Fish Tank’in hacimli yazısını okurdum. Doğruca D&R’a yollandım çünkü aradıklarım esas ordaydı, farkındaydım. Girer girmez (Bursa’da bulunmayan) dergilerime baktım, ikisi de hazır bir halde beni bekliyordu. Ama önce bir DVD katına göz attım, almamın güzel olacağı birkaç DVD çıkmış. Bir dahaki sefere deyip erteledim DVD alışverişini. Sonra girişte Empire (İngiltere baskısı) ve Bant’ımı aldım ve çıktım.

Emek’e girmeden bir su aldım. Simit susatmıştı. Emek’in önü her festival zamanı gibi enteller geçidine dönmüştü. Direkt balkona çıkıp yerime oturdum. Çantamda birkaç düzenleme yapana kadar ışıklar söndü zaten.

Steven Soderbergh’in son filmi The Informant! zeki bir komedi. Kendini dahi sanan bir aptalın şirketini ve daha da önemlisi FBI’yı keklemeye çalışmasını anlatıyor. Tabii işleri sarpa sarıyor ve battıkça batıyor. Siz de bu durum karşısında gülüyorsunuz sadece. Matt Damon’ın incelikli performansından güç alan yapım, senenin izlenmeye değer filmlerinden.

Filmden sonra biraz etrafta dolaştım. Cine Majestic’te izlemek istediğim filmlerin uygun zamanda olduğunu fark ettim. Diğer filme biraz daha zaman olduğunu görüp Mephisto’ya girdim. Her zamanki gibi kalabalıktı kitapçı. Neyse ki arkadaki DVD bölümü ferahtı, birkaç filmi daha gözüme kestirdim lakin nefsime yenilmeyip erteledim. Ardından da yine Emek’in balkonuna çıktım.

İşte festivale gelmemin esas sebebi buydu ve gerçekten merakıma değdi. Çünkü mükemmeldi. Zaten ‘The Space Oddity’ diye bir şarkı yapan bir adamın (kim, bilin bakalım) oğlundan bu beklenirdi. Gerçek manada son yıllarda izlediğim en güzel bilim kurguydu. 2001 (ki en sevdiğim bilim kurgu filmidir) ile Battlestar Galactica’nın (ki en sevdiğim bilim kurgu dizisidir) garip bir karışımıydı sanki. İnsanlığın doğasına dair, insanı insan yapan değerlere dair ilginç bir çalışma. Neredeyse tek kişiyle çekilen film başlı başına da bir oyunculuk gösterisi. Sam Rockwell harikalar yaratıyor gerçek manada. 2009’un en iyilerinden biri şimdiden bence. Moon’u şiddetle herkese öneririm.

Film bitti, ayaklandım. Eski arkadaşlardan Özgün arkalarda oturuyordu, selamlaştık. Merdivenden indim, biri “Artun!” dedi. Baktım, Ezgi’ymiş. İTÜ Sinema Kulübü’nden tanıyordum. Bu yıl bir de başkan olmuş, sevindim. Kızların sorumluluk almaları her zaman önemlidir bence. Benim üyelik zamanında da iki kız arkadaşımız daha başkanlık yapmıştı, gayet de başarılıydılar. Ezgi’yle o kalabalıkta (çünkü tüm salon boşalıyor) yürürken Onur’u gördüm. Ezgi gitti, Onur’la konuştum bu sefer. Ona hemen Cine Majestic’e gidip filme gireceğimi söyledim, “Ben de katılayım.” dedi, memnun oldum. Böylece hemen (500) Days of Summer’a girdik.

Bu filmi de ne zamandır izlemek istiyordum. Türkiye’ye geldi ama Bursa’ya gelmedi. Gıcık sinemacılar! Ben de İstanbul’da gittim işte. Beklediğim üzere kaliteli bir romantik komediydi. Türün koyu fanatiği olarak gayet ciddiyim, Marc Webb başarmış. Klişelere bağlanmadan filmini çekmiş. Kaliteli bir romantik komedide olması gereken maddeler yerinde: Çift arasındaki kimyanın tutması, zeki diyaloglar, hayatı sorgulayan bölümler ve iyi bir ses kaydı ve şarkılar. Yalnız filmi bir şekilde aşk acısı çekenlere hiç önermem. Film gayet etkileyici çünkü üstü kapanmış yaralarınızı kaşıyabilir. Bugün gittiğim filmlerde hep aynı cümleyi kullandım ama hak ediyorlar: (500) Days of Summer, 2009’un (şimdilik) en iyi romantik komedisi.

Filmden çıktık Onur’la, artık gitme vakti. Meydana doğru yürüdük. Cadde biterken tam ben atıştırmak için büfelere dönecekken başka bir “Artun!” seslenmesi daha geldi. Sevgili dostum Müge ve arkadaşı Nihal (ad doğrudur umarım) karşıma çıktılar. Müge her zamanki gibi bir yerden bir yere koşturuyordu. Azıcık konuştuk meydanın orta yerinde. Sonra ben tıkınmaya Çılgın Dürüm’e girdim. Et dürüm ve ıslak hamburgerimi yedim. Böylece dönüşe hazırdım.

Nilüfer’e gidip biletimi aldım ve hemen servise bindim. İnönü’de maç hazırlıkları vardı. Şoförle Çarşılı arkadaşı güzel bir Beşiktaş kritiği çektiler. Enteresan bir konuşmaydı. Kavacık’a gelmeden de Boğaz’ı bu sefer ilk ve son kez gördüm. Diğer gelişimde bir Boğaz paklar artık beni. Kavacık’ta Nilüfer’in yeri değişmiş, şaşırdım ve açıkçası hoşuma gitmedi. Otobüs tenhaydı neyse ki! Dergilerimi okuyarak Bursa’ya vardım. Eve varmam 11’i buldu.

Tatlı bir yorgunluk var üzerimde, güzel geçen bir günün ardından. Üç güzel film izlemenin ve arkadaşları görmenin mutluluğu da var. Yapmalıyım bolca.

The Informant!
Oyuncular: Matt Damon, Melanie Lynskey, Scott Bakula, Joel McHale, Tom Papa, Tom Wilson, Scott Adsit – Görüntü Yönetmeni: Steven Soderbergh – Müzik: Marvin Hamlisch – Senaryo: Scott Z. Burns (Kurt Eichenwald’ın kitabından) – Yönetmen: Steven Soderbergh - ***1/2

Moon
Oyuncular: Sam Rockwell, Kevin Spacey, Robin Chalk, Dominique McElligott – Görüntü Yönetmeni: Gary Shaw – Müzik: Clint Mansell – Senaryo: Nathan Parker (Duncan Jones’un hikayesinden) – Yönetmen: Duncan Jones - ****1/2

(500) Days of Summer
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Zooey Deschanel, Geoffrey Arend, Chloe Moretz, Matther Gray Gubler, Clark Gregg – Görüntü Yönetmeni: Eric Steelberg – Müzik: Mychael Danna, Rob Simonsen – Senaryo: Scott Neustadter, Michael H. Weber – Yönetmen: Marc Webb - ***1/2

12 Ekim 2009 Pazartesi

Das Weisse Band

Üniversitedeki tarih hocam Eminalp Malkoç, iki dünya savaşı arasında Avrupa’daki politik durumu anlatırken Almanya’yı haylaz bir çocuğa benzetmişti. Daha doğrusu, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’yı haylaz bir çocuk gibi gördüklerini söylemişti. Ailenin haylaz çocuğu bazen dozu kaçırabilirdi ama her zaman ailenin içinde kalmaya devam edilecekti. Aile cezasını kendi verecekti lakin aile dışında bir farklılık olmayacaktı.

Bu dersten yaklaşık 5 yıl sonra Haneke’nin yeni filmi de aynı sözleri söylemeye başlayınca bir an irkildim. Aklım o ders ile film arasında gidip gelmeye başladı. İşte bu sebeple ki film beni çok etkiledi.

1. Dünya Savaşı’nın arifesinde feodaliteyle yönetilmeye devam eden bir Alman köyü. Herkes huzurlu ve halinde memnun. Herkes görevini kabullenmiş, ses etmeden uygulama çabasında. Ama her sessizlikten sonra bir fırtına gelir. Daha doğrusu bir anda gelmez ama belirtileri görülse bile kâle alınmaz.

İşte bu küçük köyde önceleri pek de kimselerin umursamadığı küçük ama hepsi dikkatlice düşünülmüş suç olayları meydana gelmeye başlıyor. Bir atın ince, gergin bir iple düşürülüp sahibinin sakatlanması misali. Giderek artan bu olaylar köyde huzuru bozmaya başlıyor ama hiçbir şekilde sorumlu veya sorumlular bulunamıyor. Yaklaşan siyasi fırtına öncesi herkes olayları anlamaya başlasa da birbirlerine itiraf edemiyorlar. Çünkü en başta kendilerine açıklayamıyorlar.

Das Weisse Band, bu Alman köyünün üzerinden aslında 20. yüzyıl başındaki Avrupa’nın mikrokosmozunu ortaya koyuyor. Çoğu bazı şeylerden huzursuz olsa da hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Israrla statükonun korunacağını farz ediyorlar. Yaklaşmakta olan değişimi fark etmek istemiyorlar. Hatta daha da ileri gidip, değişimi zapt altına almaya çalışıyorlar. Ama değişim bir kere başladı mı durduramazsınız. Üstelik ona karşı kullanılan şiddet, daha çok geri teper. Değişimin daha sancılı, daha acı verici olmasını sağlar.

İşte Avrupa bu sancılı yollardan çok önceleri geçmiştir. Bunlardan hatalarını öğrenerek yoluna devam etmiş, sağlıklı bir toplumsal yapının temelini atmıştır. İşte 21. yüzyıl Avrupası bu temel üzerinden yükselmektedir. Türkiye’nin her alanda ezilmesinin, her hareket altında kavgaya tutuşmasının nedeni de budur. Çünkü Türkiye bu sancılı yolların hiçbirinden geçmemiştir, daha yeni yeni emeklemeye başlamıştır. İçinde yaşadığımız kaosun sebebi de bundan ibarettir.

Esas konumuza geri dönersek, yaşayan en büyük yönetmenlerden biri olan ve her filmiyle daha da ustalaşan Michael Haneke, yine olağanüstü bir deneyim yaşatıyor bize. Olağanüstü kelimesi belki klişe kaçıyor lakin türdeşlerinden fersah fersah farklı bu yapıta başka bir sıfat bulamıyorum.

Her Haneke filminde olduğu gibi diken üstünde izlenilen eser; incelikli senaryosu, abartısız oyunculukları ve gönüllerde huzur verici ama kasvetli bir duygu bırakan siyah-beyaz görüntü çalışmasıyla bambaşka bir dünya sunuyor bize. Aldığı Altın Palmiye’yi bu kadar hak eden bir filmi nicedir izlememiştim. İleride adı 2009 ile anılacak birkaç filmden belki de birincisi!

Oyuncular: Michael Kranz, Christian Friedel, Leonie Benesch, Marisa Growaldt, Ulrich Tukur, Susanne Lothar, Mercedes Jadea Diaz, Josef Bierbichler – Görüntü Yönetmeni: Christian Berger – Senaryo ve Yönetmen: Michael Haneke - ****1/2

11 Ekim 2009 Pazar

Uzak İhtimal

Bu yıl bir maşallahlık durumu var sinemamızda. 70’i aşkın filmin gösterime gireceği konuşuluyor. Bunu doğrularcasına son 1 aydır her hafta 2-3 Türk filmi gösterime giriyor. Tabloya bu 3 cümleden baktığımızda hava hoş da, bundan sonrası hiç hoş değil. Çünkü film sayısı artmasına rağmen seyirci aynı seyirci. 3-5 yıl önce sinemayı dolduran insanla bugünkü kitle aynı! Daha teknik bir tabirle talep aynı ama arz çok artıyor. Hal böyleyken çoğu film batıyor. Sadece adını duyuyoruz bazılarının.

Yukarıda değindiğim durumu tek ben görmüyorum tabii. Geçen ay, Sinema ve Altyazı dergileri sezonun Türk filmlerini içeren dosyalarla çıktılar. İkisinin de yorumu aynıydı: “Bu kadar film yapılıyor, iyi hoş da kaçı maliyetini kurtaracak?”

Bu vahim tablonun içinde şunu da gördüm ki bu kadar filmin arasında beni heyecanlandıran film sayısı o kadar az ki! Kendimi övmek için yazmıyorum ama film oldu mu sinemaya düzenli giden 100.000 kişilik kesimin arasındayım. Ama bu bombardımanda, bazıları izlenilmeyecek kadar berbat, kimi tür klişelerinde boğuluyor, kimi de yanlış zamanda gösteriliyor. Mesela bayram haftası yanılmıyorsam 6 Türk filmi vizyona çıktı ve hepsi birbirini baltaladı. Aynı şekilde kendimi örnek vereyim: Geçen hafta Karanlıktakiler’e, bu hafta da Uzak İhtimal’e gittim ama bu arada gösterimde olan 11’e 10 Kala’yı es geçmek zorunda kaldım.

Neyse, bu karamsar tabloyu kenara bırakıp esas konumuza geçelim: Uzak İhtimal. Oradan buradan az çok okumuşsunuzdur, Uzak İhtimal son 6 ayda bir sürü ödülle döndü katıldığı festivallerden. Hepsi de önemli ödüllerdi bunların. Tüm bunlardan sonra da 2 gün önce vizyona girdi. Türk seyircisi de festivaller gibi düşünürse bahtı açık olur filmin. Temennimiz de odur zaten.

Filmi tek cümleyle özetleyebiliriz aslında: Bir müezzin bir rahibe adayına duyduğu aşk. Çoğu yerde rahibe adayının da müezzine aşık olduğunu okuyabilirsiniz lakin ben buna dair bir emare göremedim.

Konu basit görünüyor, değil mi? Zaten film de gücünü basitliğinden yada film söz konusu olunca herkesin kullandığı kelimeyle sadeliğinden alıyor. Bin bir yolla anlatılabilecek bu hikaye o kadar basit anlatılıyor ki bambaşka bir siluete dönüşüveriyor. Minimum diyalog, maksimum duyguyla kendine has bir sinema dili tutturuyor.

Böyle çekilmiş bir filmde iki unsur öne çıkıyor mecburen. Birincisi senaryo: Bir cümle üzerinden giden filmi 90 dakika izleyecek seyirciyi kaybetmemek istiyorsanız ya atraksiyonlu bir yönetim sergileyeceksiniz ki film bunu asla tercih etmiyor ya da yan öykülerle besleyeceksiniz. Senaristler de yan öyküleri seçmiş, 3-4 yan öyküyle tempoyu düşürmemeye çalışmışlar ve başarmışlar da. Lakin kişisel eleştirim şudur ki yan öyküler bütünle pek uyuşamamış. Zaten uyuşsa harikulade bir film çıkardı. Mesela esnaf Yakup karakteri beni pek inandıramadı. Keza polis baskını ve sonrası da. Tempoyu ayakta tutan hamleler bunlar ama bunun ötesinde bir işlev göremiyor. Bilhassa hapishaneyle sonuçlanan tarihi eser kaçakçılığının ana konuyla hiçbir ilgisi yok.

İkincisi de oyuncular ki bu konuda denecek pek bir şey yok. Filmin kendisi gibi olabildiğince sade (doğal) iki performans izliyoruz. Son derece de yakışıyorlar filmin diline. Ayrı bir parantez de açarsak, Görkem Yeltan gittikçe sağlam bir bağımsız sinema yıldızına dönüşüyor. Zevkle izliyoruz kendisini.

Toplarlarsak, her yerde karşılaşamayacağınız kadar sade bir film perdede. Sırf bu yüzden bile izlenebilir. Ayrıca dini ve aşki ikilemler üzerinde kafa yormak da cabası.

Oyuncular: Nadir Sarıbacak, Görkem Yeltan, Ersan Ünsal – Görüntü Yönetmeni: Refik Çakar – Müzik: Rahman Altın – Senaryo: Tarık Tufan, Görkem Yeltan, Bektaş Topaloğlu – Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun - ***1/2

4 Ekim 2009 Pazar

Karanlıktakiler: Olmamış Bir Deney

Belki size garip bir ifade gibi gelebilir lakin şu an Türkiye’de hangi yönetmenin yerinde olmak istersin deseler, hiç çekinmeden “Çağan Irmak!” derim. Yaptığı işler gıpta ediyorum resmen. Hiç kendini tekrar etmiyor bir kere. Belki her türü layığıyla yerine getiremiyor belki ama hiç olmazsa çabalıyor. Farklı işlerin peşinde koşuyor. Bir iş tuttu deyip de gereksiz kopyalar üretmiyor ki hemen hemen tüm Türk yönetmenler bu hastalıktan muzdarip.

Şimdi ben bu yönetmenin her filmine gözü kapalı giderim, ister iyi olsun ister kötü, hiç parama acımam. Irmak’ın yeni filmi ne yazık ki ikinci şıka giriyor yani kötü bir film. Psikolojik drama yapmaya çalışmış Irmak ama tutturamamış ölçüyü. Birkaç yerden ciddi sapmalar var filmde.

İlk olarak, konuyu çok sıradan almış. Merak duygusu hiçbir şekilde uyanmıyor insanda. Öylesine izliyorsunuz, amacı ne diye filmin. Elbet sonunda birkaç kelam ediyor Irmak ama o kelamları merak etmeniz gerektiğini bile çözemiyorsunuz film boyunca. Hal böyleyken sıra büyük sırra geldiğinde gereksiz bir şeyi öğrenmiş gibi oluyorsunuz.

İkincisi, senaryoda ciddi boşluklar görülüyor. Benim Irmak’tan hiç beklemediğim bir hata lakin çok bariz. Mesela başlı başına filmin esas karakteri olan Egemen’in hiçbir altyapısı yok. Nerede okudu, neden arkadaşı yoktur, hiçbir cevabı yok filmde. Yapayalnız sap gibi biri ama 40’ına dayanmış, öylesine geziniyor etrafta. Teyze ve Umay tipleri ayrı mesele. Hikayede ciddi yeri olan bu iki kişi öylesine varlar gibi. Yani Egemen, Umay’a değil de bir masaya aşık olsa, hiç yadırgamayacağız.

Oyunculuklar fena değil ama karakterler boş olunca onlar da bazen bocalıyorlar, belli yani. Meral Çetinkaya daha iyi bir senaryoya layıktı bence. Rıza Akın aralarda yine parlıyor tabii.

Vesselam diyeceğim o ki Irmak sırf Çetinkaya’ya yakın çekim yapabilmek için film yapmış. İyi de 2-3 plan için tüm filmi boşlamak saçma oluyor! Günaydın İstanbul Kardeş ile Mustafa Hakkında Herşey’in garip bir bileşimi olan Karanlıktakiler, söz konusu iki filmin çok gerisinde kalıyor ve başarısız bir deney haline dönüşüyor.

Oyuncular: Erdem Akakçe, Meral Çetinkaya, Derya Alabora, Rıza Akın, Şebnem Dilligil – Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Senaryo ve Yönetmen: Çağan Irmak – **

12 Eylül 2009 Cumartesi

Undeclared: Bir Üniversite Dizisi

Judd Apatow denen şahsın adını çoğunuz gibi Knocked Up’la duydum. Ondan önce hatırlarım da 40-Year-Old Virgin’i bayağı bir seks komedisi diye niteleyip izlememiştim (sonra izledim ve beğendim, Steve Carrell’a rağmen). Apatow artık Hollywood’un yeni komedi kralı. Yönettiği, yazdığı ve hatta yapımcısı olduğu filmler gişe rekorlarına oynuyor. Ama bir de bunun öncesi vardır…

Apatow’un filmografisine göz atanlar bir tür gruplaşmanın olduğunu fark ederler. Şöyle ki 40-Year-Old Virgin’den evvel sadece 1 film vardır. (O da gayet başarısız olan The Cable Guy’dır.) Bu dönemin asıl sahipleri ise dizilerdir. Ben Stiller’la yaptığı bir TV şovunun ardından asıl bombasını 1999’da patlatır: Freaks and Geeks. 1980’de geçen bu lise dram-komedisi sadece kendi türünde değil tüm zamanların (ve tüm türlerin) en iyilerinden biri olur. Gerçekten izlerken tadından yenmeyen bu dizi, reyting kaygısı sonucu daha ilk sezonunu tamamlayamadan rafa kaldırılır. Ama bu, dizinin daha da ünlenmesine yol açar ve şu anda ciddi fanatikleri olan bir dizidir kendileri. (Ayrıntılı bilgi şu yazıda)

Bu yazının sebebi ise Freaks and Geeks’ten 2 yıl sonra çekilmeye başlanan üniversite dizisi Undeclared. F&G’nin devamı olarak görülebilecek bir potansiyele sahip olan dizi, 6 öğrencinin (freshmen) üniversiteye başlamalarıyla başlar. 4 erkek, 2 kızdan oluşan ana grubun etrafında dönen dizi, yan karakterlerle kendini bolca besler. Ama ana grubun içinden de bir kişi seçersek o da Steven’dır (Jay Baruchel). F&G’ten alışkın olunduğu gibi bir geek olup da sosyalleşmeye çalışan bir tiptir. Zaten dizinin adı da ona aittir çünkü daha bölümü belli değildir (undeclared). Ayrıca yeni boşanan babası da durmadan onu ziyaret ederek ana gruptan pek ayrılmaz (hatta yurttan biriyle bile çıkar!). Bahsettiğim ana grubun diğer üyeleri ise: İngiliz yakışıklı Lloyd (Charlie Hunnam), grubun biracı ve oburu Ron (Seth Rogen), diğer bir ezik olan Marshall (Timm Sharp), Steven’ın hoşlandığı Lizzie (Carla Gallo) ve onun oda arkadaşı Rachel (Monica Keena).

Dediğim üzere bolca yan karakter onlara eşlik eder. Konuk oyuncular arasında Will Farrell, Adam Sandler (kendini oynuyor), Ben Stiller, Jason Segal, Martin Starr ve Samm Lavine bulunmakta ki inanın çok komik performanslar çıkarıyorlar. Ayrıca değinmek istediğim diğer önemli unsur da çekim ekibi. Bu ekipten şu an neredeyse hepsi ünlü: Seth Rogen zaten malum, hem dizide oynuyor hem de senarist. Bölüm yönetmenleri arasında Judd Apatow (malum), John Hamburg (The TV Set), Jay Chandrasekhar (Dukes of Hazzard), Greg Mottola (Superbad ve Adventureland) ve Jon Favreau (Iron Man) bulunmakta. Gerçekten efsane bir kadro. Senaristler arasında Nicholas Stoller (Forgetting Sarah Marshall) da bulunuyor mesela.

Diziye genelden bakarsak, fazlasıyla gerçekçi bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Hatta üniversite gençliğinin karşılaştığı sorunlarını birebir yansıttığı bile iddia edilebilir. Sınav stresi, yurdun iyi-kötü yanları, kız-erkek durumları, kült tarikatlar (Amerika’da çok popülerlerdir, bilenler bilir) ve hatta din bile bölümlere işlenir. Steven’ın tarikata girip durmadan İncil’den alıntı yaptığı bölüm televizyonda yayınlanmamıştır, konunun hassasiyeti yüzünden. Halbuki bölümün konusu şu anki gençliğin (Türkiye’de de) ana sorunlarından biridir.

Tabii bu ciddiyeti herkes sevmediğinden dizi, 17 bölüm sonunda yayından kaldırılmıştır. F&G kadar kült bir dizi de değildir açıkçası. Zaten onun kadar iyi olmasa da bilhassa 5-6 bölüm sonra dizi rayına oturuyor ve yine tadından yenmeyecek bir halde sona eriyor. Benim çok eğlendiğim bir dizi oldu kısa zamanda. Bir şekilde bulup izlemeniz ısrarla salık veririm.

Ayrıca 2 süper dizisi reyting kurbanı olan Judd Apatow, 2006’da çok manalı bir projeye yapımcı oluyor: John Hamburg’un yazıp yönettiği, bir TV dizisinin televizyon patronlarının elinde nasıl piç olduğunu harika bir şekilde anlatan The TV Set. Bulabilirseniz (çünkü ülkemizde bilinmiyor ve mevcut değil) bu hoş filmi de izlemenizi öneririm.

6 Eylül 2009 Pazar

Şefin Tavsiyesi: Thursday

3 hafta önce filandı galiba. Ofiste çalışıyorum, sanırsam proje üzerine şefle konuşuyorum konu bir anda sinemaya döndü (farklı bir şekilde de cereyan etmiş olabilir, hafızam muğlâk), şefim bana Thursday’i önerdi. Daha önce duymamışım ki pek hayra alamet değildir şahsım adına. Imdb’den baktık, Mickey Rourke, Aaron Eckhart, Thomas Jane filan oynuyor. Tür aksiyon. Seyrederim, dedim.

Bugün izleyeyim dedim. Pazar akşamı çünkü ve çok ağır takılmamam gerekiyor. Artık yaşlandık, günde bir ciddi film yetiyor artık. Günlük hakkımı da 31’ yapımı Frankenstein’la doldurmuşum zaten.

Filmi eğlenceli bir kara komedi olarak tanımlayabiliriz. 80’lerin sonlarında sayısı gittikçe artan bir türdür kendileri, 90’larda altın çağını yaşamıştır. Tarantino ile güzel bir zirve yapmıştır, Altın Palmiye bile almıştır bu tür. 2000’lerle beraber dozu abartıya kaçan şiddet ve hız oranıyla beraber pek rağbet görmez olmuştur. Yanlış hatırlamıyorsam, son örneklerinden biri Shane Black’in Kiss Kiss, Bang Bang’i olmuştur. Zaten bir türe en fazla 15 yıl ömür biçen Hollywood sineması adına makul bir süredir.

Film, eski bir uyuşturucu satıcısının, işten ayrılıp temize çıkmasından 5 yıl sonra başına gelen cehennemvari bir günü anlatıyor. Bol şiddet, bol gevezelik, salak hareketler mevcut. Tabii akla hemen Tarantino geliyor ki ciddi anlamda bu türün başyapıtları onun elinden çıkmadır. Yönetmen Skip Woods neyi amaçlamış tam emin değilim ama film, haddinden fazla Tarantino koktu bana. Ha eğlenceli, yer yer komik ama son kertede inandırıcılıktan uzak. Çünkü Woods zeki dolu hamlelere gelince sıradanlaşmaktan kurtulamıyor. Mesela Bob Marley çakması herifin, adamımızı vuracakken bir telefonla raggae yapmaya kalkışması oldukça bayağı bir senaryo hamlesi. Hele bundan çok daha zeki filmleri izledikten sonra hiç çekici gelmiyor.

Bu arada Woods’un filmografisi çok sakin. Bu film dışında yönetmenlik yapmamış lakin çekilmiş 4 senaryosu var: Swordfish (ilk izlediğimde çok sevmiştim, tabii o zamanlar toyduk; şu an aklımda sadece iki sahnesi mevcut: Halle Berry’nin göğüsleri ve Matrixvari bir patlama sahnesi), Hitman, X Men Origins: Wolverine (o da hoş bir eğlencelikti) ve 2010’da izleyeceğimiz The A-Team (gaza gelip belki giderim). Ezcümle, çok üst düzey işler yapmamış.

Her şeye rağmen bir Pazar akşamı için gayet iyiydi. Aaron Eckhart’ı böyle tiplerde izlemeyi seviyorum. Kız da fena değildi. Daha ne olsun! Teşekkürler şef! (Sana Lock, Stock and Two Smoking Barrels’ı öneriyorum, bir de bunu izle ve zeki kara komedi nasıl yapılır gör. Gerçekten aşık olacaksın!)

Belgeselin Önlenemez Yükselişi: Brüno, The Hurt Locker ve District 9

Sinema tıkandı, yaratıcılığını yitirdi filan deniyor son yıllarda. Kanıt olarak da gittikçe çoğalan yeniden çevrimler, devam filmleri, uyarlamalar gösteriliyor. Evet, belki bu açıdan doğru gibi gözüküyor. Lakin sonuçta bir sanattan bahsettiğimizi unutmamalıyız. Ne olursa olsun özgün fikirler ve eserler üretilmeye devam edilecektir. Azalsa da örneklerini görebiliyoruz nitekim. Belki bir akım oluşturacak kadar belirli kurallara dahil değiller lakin birbirine benzer oluşumlar da üretiliyor.

21. yüzyıl insanlara yeni alışkanlıklarla beraber geldi. Mesela belgesel izleme oranının artışı. Herkesin eline düşen kameralar, cep telefonları ile çekim oranının artışı bir yana insanlığın realiteye duyduğu açlığın artışı da aşikâr. Neredeyse yalandan oluşan bir dünyada yaşayan insanoğlu, normalde göremediğini ekranda görmeyi istiyor nedense. Son 10 yıldır gişe rekorları kıran ve popülerleşen kimi belgeseller bunun açık kanıtı. Aklıma ilk gelen Fahrenheit 9/11 mesela. Türkiye’de bile Mustafa gibi sansasyon yaratan belgeseller gişe rekorlarını zorluyor.

Tabii bir de bunun kurmaca sinemaya etkisi mevcut. Artık büyük stüdyo filmlerinde bile elde sallanan kameralara alışmış durumdayız. Çünkü filmlere gerçekçilik hissi vererek seyircilerin daha fazla heyecanlanması amaçlanıyor. Kimi filmler de direkt belgesel tekniğini ödünç alıyor. Tabii bunu çeşitli türlere adapte ediyorlar. Mesela ilk önceleri şaka gibi gelen The Blair Witch Project bugün bu konuda bir milat oluşturmuş durumda. Sanki bir korku kültü üzerine çekilen bir belgeselmişçesine pazarlanan film, hala sinema tarihinde yüzdesel oranda en çok kara geçen film ünvanına sahip.

Sacha Baron Cohen belgeselvari komedi alanında kendi tarzını oturttu mesela. Borat başlı başına bir başarıydı. Çoğu kişi filmi yanlış anlasa da Cohen, harika bir komedi stili yaratmıştı. Son filmi Brüno ile de moda ve magazin toplumunu çok ince taşlıyor. Bunun yanında Amerikan halkının ne kadar tutucu ve bağnaz olduğunu açıkça gösteriyor.

Diğer yandan aksiyona bile belgeseli yediriyorlar artık. Türkiye’de ne zaman gösterime gireceğini bilmediğim The Hurt Locker belgesel havasına sahip bir savaş filmi mesela. Irak’ta çalışan bomba imha uzmanlarının hayatlarını belgeseli aratmayacak sadelikte ve dinginlikte anlatıyor. Ana cümlesi olan “Savaş bir uyuşturucudur, bir kere girdin mi hep canın çeker.”i bu format yoluyla o kadar mükemmeliyete yakın bir halde aktarıyor ki savaş filmlerine yeni bir soluk getiriyor. Bu filmi kışın ödül törenlerinde duyarsanız şaşırmayın derim.

Aynı şekilde District 9 ise tüm formatını belgesele dayayarak bilim kurgu türünde bir ilki yaşatıyor bize. Film, baştan sona kadar filmdeki karakterlerin ve onların yakınlarının röportajlarından oluşuyor. Aralarda da televizyon, güvenlik kamerası görüntüleri ile olaya vakıf oluyoruz. Johannessburg’a inen bir uzay gemisinden boşalan karidese benzeyen uzaylıların hayatlarını izliyoruz. Güney Afrika Hükümeti’nce bir varoş mahallesi tesis edilen uzaylı komününün başka bir bölgeye taşınmak istenmesi sonucu çıkan olaylarla başlıyor belgesel (yani film). Evlere baskın sırasında bir hükümet görevlisinin bir sıvıya maruz kalması sonucu yarı uzaylılaşması ve bunun getirdiği olaylar dizisi belgeselin ana konusunu oluşturuyor.

District 9, bu format sayesinde hem tempoyu her zaman yüksek tutarken hem de ırkçılık, varoş kültürü, varoşların sorunları ve hükümetin bunlara bakış açısı gibi oldukça gerçek konuları masaya yatırıyor. Ayrıca bilgisayar oyunlarında gördüğümüz sahnelerle (Half-Life 2 ile Quake’e ciddi atıflar bulunuyor) farklı bir boyuta da giriyor. Apayrı bir yazı oluşturacak kadar birçok konuya atfını belgesel yapısı sayesinde yumuşatıp kolayca sindirilmesini sağlıyor.

İlerleyen yıllarda kim bilir hangi türleri belgesel formatına harmanlanmış olarak izleyeceğiz. Persepolis ve Vals im Bashir ile animasyonun da belgesele hizmet verdiğini düşünürsek oldukça farklı filmlerin bizleri beklediğini rahatlıkla iddia edebiliriz.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Kürt Açılımı Hakkında

Şimdi yazacaklarımı çoğu insan yanış anlayabilir. O yüzden baştan söylüyorum ki olabildiğince tarafsız düşünmeye çalışıyorum bu hassas konuda.

16 yaşımda, en sonunda kendi inancıma karar verdikten sonra bir idealin de hep arkasında durdum: Sınırları olmayan, kamplaşmamış bir dünya! Bu gerçekleşemeyecek bir ideal, bir ütopya farkındayım lakin bu ideale yaklaşan her adımı da her zaman alkışlarım.

Son bir ayda gündemin en ağır konusu Kürt açılımı. Her konuda olduğu üzere, Türkiye’de konuyu bilip bilmeyen herkes bu açılımı tartışıyor. Yani yine ağzı olan konuşuyor. O zaman benim de yazmamda sakınca yoktur.

Bir kere ardında hangi neden olursa olsun ben açılımı destekliyorum. Neden mi? İşte bu koca yazı bunun için yazılmıştır.

Birkaç hafta önce sinema klasiklerinden La Battaglia di Algeri’yi izledim. Film, Cezayir’in bağımsız olmak için yürüttüğü terörist eylemleri ve Fransa’nın bastırmak için uyguladığı eylemleri neredeyse belgesel kıvamında (filmin ünlü olmasının sebebi de budur zaten) gösteriyor. Cezayir tarafından İtalyanlara çektirilmesine karşın filmde Fransızlara karşı belirgin bir antipati yok. Fransa Cezayir’i kendi toprağı sayıyor ve ne olursa olsun vermemekte kararlı. Ama diğer yandan filmin geçtiği kent çoktan ikiye bölünmüş durumda. Casbah denilen Cezayirlerin tarafı, tipik bir Afrika-Müslüman kentiyken diğer taraf tam bir Avrupa şehri ve Fransızlar gayri resmi de olsa Cezayir yerlisini hor görüyor. Buna karşın Cezayirliler bağımsızlık istiyor. Fransa vermiyor, Cezayir Kurtuluş Örgütü eylemlere başlıyor, her iki taraf da sivil kayıplar veriyor, Fransa ordu yolluyor kente ve döngü sürüyor. Sonunu herkes biliyor, 1962’de bağımsız oluyor Cezayir!

Filmi izlerken tarafsız bakmaya çalıştım. Hor gören kim? Fransa. 150 yıldır onu toprağı saydığı halde üzerindekini eğitmeyen kim? Fransa. Buna karşı kısasa kısas deyip sivilleri öldüren kim? Cezayir.

Şimdi açık konuşalım, filmi izleyen biri Fransızları tutmaz. Filmi nesnel çekmemişlerdir diye düşünseniz de (ki her olayı gerçek!) Müslüman oldukları için Cezayirlilerin tarafını tutarsınız. Ama iş Türkiye’ye gelince olay başkalaşıyor sanıyoruz. Halbuki özü aynıdır. Tamamen aynı demiyorum, tabii ciddi farklar var. Ama sonuçta demokratik hak isteyen bir topluluğa karşı çıkıyorsunuz. Sizce Fransa kendini üstün görmeyip o halkla eşit koşullarda yaşamayı kabul etseydi 1960-72 arası o olaylar olur muydu?

Sakın biz Kürtlere eşit davranıyoruz demeyin. Davranmıyoruz işte. Davransak zaten bu olaylar olmazdı. Son 20 yıldır savaştayız diyelim, ya ondan önce? Ben gencim, o zamanlar yoktum ama kitap okudum, oraya gidenleri dinledim. Siz de iyi biliyorsunuz ki 80 öncesi doğuda hiçbir şey yoktu. Ne fabrika, ne iş, ne su, ne elektrik. Tabii bunların da tek sebebi Türkiye değil, yöredeki derebeyliği sistemi de çok etkili. Ama sonuçta o sisteme politik hesaplarla karışmayan da Türkiye! “Bırakın, kendi aşiretlerinde yaşasınlar!” diyen de Türkiye! Batıya geldiklerinde onların adetleriyle dalga geçip, onları aralarına almayan da Türkiye!

Herkes kendini melek zanneder. Değiliz işte. Zamanında ne onları aramıza almışız ne de eğitimlerine değer vermişiz. Sonra iyice geri kaldıklarında iyice yüz vermemişiz. Bazı insanlar çıkıp “Ama onların da okumuşları var!” diyebilir. Var da kaç tane, sen 1000 doktor çıkarırken o 5 tane çıkarmış, sana bu yeter demişsin ki o okuyanlar da ağa çocukları. Çoğu çocuğun okumaya hakkı bile yok ve sen devlet olarak kılını kıpırdatmamışsın, üç maymunu oynamışsın.

Sonra da o insanlar “Biz hakkımızı istiyoruz!” deyince resmen dışlamışsın. 20 yıldır o bölgede savaş olmasının sebebi sadece Kürtler ve arkasındaki büyük güçler mi sizce? Evet diyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Olayları nesnel gözlerle, gerçeklerle incelemedikçe sadece kendimizi kandırmış oluruz.

Günümüze gelirsek, Kürtler demokratik haklar istiyor. Bir kısmı da özerklik hatta bağımsızlık istiyor. Madem ilk istedikleri demokrasidir, o zaman önce oturup konuşulması gerek, eşit birer insan gibi. Sorarsın ne istediğini, tartışırsın insan gibi. Eğer “Ne mutlu Türk’üm diyene!” felsefesine uyuyorsan onu da tıpkı kendin gibi bir Türk kabul edersin ve öyle masaya oturursun. “Ben bir Kürt ile değil, ben bir Türk ile masaya oturuyorum.” dersin.

Diğer taraftan şu da var karşındakini kendini ne olarak görüyor? Eğer o da “Ne mutlu Türk’üm diyene!” felsefesine inanıyorsa yani kendini bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak görüyorsa, ortada büyük bir sorun olmaz. Ama böyle düşünmeyebilir de! Ki bu da çok anormal bir şey değildir. Bunca yıl hor görülen bir topluğun ferdi olarak kendine Türk demek istemeyebilir. Bu noktada durum daha da hassaslaşıyor. Bir sürü seçenek var bu takdirde. Ya zorla onu asimile edeceksin (sömürgeci mantığı), ya ona ağır cezalar uygulayıp eski haline dönmesini isteyeceksin (2. sınıf insan muamelesi yapacaksın, yine sömürgeci taktiği), ya İskoçya misali özerklik verip ağzına bir parmak bal çalacaksın (geçici çözüm bence), ya da bağımsızlık vereceksin. (Aklıma gelmeyen seçenekler de vardır elbet.) Benim görüşüme göre (ki hiçbir politik bağı olmayan sade bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım) bu durumda bağımsızlık verilmelidir. Kendini bizden biri olarak hissetmeyen biri kesinlikle vatandaşımız olmamalıdır ve eğer üzerinde yaşadığı yer şu an onun eviyse onun olarak kalmalıdır. Ama şu da kesinlikle garantiye alınmalıdır: İsteyerek bağımsız olan topluluk hiçbir şekilde Türkiye’nin imkanlarından yararlanmalıdır. Yani oranın vatandaşı olup burada çalışıp, yiyip, okumamalıdır. Madem bu ülkeden ayrılmak istiyor, tüm şartları göz önüne alarak ayrılmalıdır.

Şu anki açılımın arkasında tüm düşmanlarımız olabilir. Bu açılım, bir ülkeyi parçalama planı da olabilir. Ama bu komplo teorilerinin hiçbiri (ne kadar doğruluk payı bulunsa da), yazdığım gerçekleri değiştirmiyor, değiştirmemelidir de. Bırakın, bağımsızlık istiyorlarsa bağımsız olsunlar. Sanki öyle olursa bir anda cennete mi dönüşecek o bölge? Kim kimi kandırıyor? Onları zorla Türkiye’de tutunca bir anda barış mı olacak? Sıkılıp 2. sınıf insan olmaya geri mi dönecekler? Kendinizi neden, niçin kandırıyorsunuz?

Inglorious Basterds

Işıklar karalıyor ve bir ışık huzmesi beyaz perdeye düşmeye başlıyor. Universal’in logosunu görüyoruz lakin bu, trampetler eşliğinde dönen bir dünya değil. 50 yıl öncesinin sade dünya resimli logosu. Tarantino daha ilk kareden sıradan bir film izlemeyeceğimizin sinyalini veriyor.

Hemen ardından kadrodaki isimler, teker teker perdeye yansıyor. Bu jenerik stili de günümüze ait değil. Westernlerde ve sonraları spaghetti westernlerde sıklıkla kullanılan bir stildir kullanılan. Zaten Tarantino’nun “Ben 2. Dünya Savaşı filmi değil, 2. Dünya Savaşı’nda geçen bir spaghetti western çektim.” sözü de buna uyuyor zaten.

İlk sahnemizde de kulübesinin önünde odun kesen bir adam görmek şaşırtmıyor bizi nedense. Birkaç western izlemiş bir seyirci bile tanıyacaktır bu sahneyi. Çölün ortasında bahçesinde iş yapan bir adam çocuğunun uyarısıyla gözünü ufuk çizgisini diker. Biraz sonra ya şerif ve yardımcıları gelip önemli bir haber verirler aileye ya da bir hırsız çetesi tüm aileyi öldürüp evi yağmalar. The Searchers’tan Pat Garrett and Billy the Kid’e dek sürüyle film benzer şablonu kullanmıştır.

Nitekim, kızı odun kesen adama ufuktaki arabayı işaret eder. Az sonra o araba kulübenin önünde durur ve bir Nazi subayı arabadan iner. Subay, adamı civarda saklanan Yahudi aileleri hakkında sorguya çeker. Sıradan bir yönetmen bu sahneyi en fazla 10 dakikada noktalardı. Ama Tarantino imzalı bir sahne çıkıveriyor karşımıza. Subayla Fransız çiftçi 20 dakikadan fazla konuşuyor, kah konuyla ilişkin kah geyiğine. İlginç pipolar çıkıyor, viski yerine süt içiliyor! Ardından da şablona geri dönüp şiddet dolu bir katliam sahnesi izliyoruz. Katledilmek istenen bir kız kurtulup çayır boyunca var gücüyle koşuyor. Elinden bir şey gelmeyen Fransız çiftçi, kapının arkasından kızın gittiği yöne bakıyor, ona kamera da eşlik ediyor. Akıllara The Searchers’ın ünlü sahnesi geliyor tabii ki.

Böylece bol göndermeli bir film izleyeceğimizi anlıyoruz. Bunun yanında nükte ve mizah dolu diyaloglar, bazen aşırıya kaçan şiddet sahneleri izleyeceğimizi ama tüm bunların mantık çerçevesini aşmayacağını ve buna rağmen eğleneceğimizi de anlıyoruz.

Tarantino 90’larda çektiği üç filmden sonra bir Tanrı edasıyla karşılanmıştı. Mizahi, grotesk, sinema tarihine hakim; ayrıca ciddi ve mantıklı. Ne yazık ki 2000’lerde Kill Bill ve Grindhouse saçmalıklarıyla kendi kredisini fazlasıyla harcadı. Inglorious Basterds bu açıdan eski günlerin dönüşünün habercisi. Tarantino’yu Tarantino yapan tüm özellikler Inglorious Basterds da mevcut hatta naçizane fikrime göre Pulp Fiction’dan bile daha iyi.

Film boyunca ilk sahnedeki gibi bir masa etrafındaki konuşmalar öne çıkıyor. Bu sahnelerde, kimi zaman mizah dozu artıyor kimi zaman gerilim öne çıkıyor, kimi zamansa diyalogların vuruculuğuyla film ivme kazanıyor. Diğer yönden de komplo teorilerinden oluşan garip bir savaş filmi izliyoruz. Herkes karşısındakine tuzak kurmaya çalışıyor, onun aptal olduğunu farz ederek. Hal böyleyken birbirinden bağımsız bu komplolar bir yerde birleşip koca bir düğüm oluşturuyor. Çözüm ise, doğal olarak, hem çok eğlenceli hem de adrenalin dolu. Doğrusu böyle parlak senaryolarla her gün karşılaşmıyoruz.

Kısaca Tarantino 10 yıllık bir kabustan sonra sinema dünyasına geri dönüyor. Bize de izleyip onu takdir etmek kalıyor.

Oyuncular: Brad Pitt, Melanie Laurent, Christoph Waltz, Eli Roth, Michael Fassbender, Diane Kruger, Daniel Brühl, Til Schweiger, Gedeon Burkhard, Jacky Ida, B. J. Novak, Omar Doom – Görüntü Yönetmeni: Robert Richardson – Senaryo ve Yönetmen: Quentin Tarantino - ****

16 Ağustos 2009 Pazar

My Sister's Keeper

Yaz mevsimi vizyon filmleri açısından çok kurak geçiyor. Temmuz ayındaki üst üste gelen birkaç filmi saymazsak tabii. Hayri Pıtır’dan bu yana 1 ay geçmiş ki sinemaya gitmemişim. Nick Cassavetes’in mendil ıslatan melodramıyla yolum sinemaya düştü sonunda.

Normalde Amerikan melodramlarına pek itibar ettiğim söylenemez. Lakin, yönetmene göre film seçtiğimden bazen konu ayrımı yapmıyorum. Söz, Nick Cassavetes olunca merak ettim filmi. Konu da çok ilginç zaten:

Anna, üç çocuklu bir ailenin son çocuğu. Ama onun doğma hikayesi normalden biraz farklı. Şöyle ki sırf kanser olan ablasına donör olmak için laboratuar ortamında yaratılan bir çocuk ve 12 yaşına kadar ablası için defalarca bıçak altına yatmış bir çocuk. 12 yaşında da ablasına bir böbreğini vermesi istenince “Artık yeter!” diyor ve ailesini mahkemeye veriyor.

Konu, tamamen bir ikilemden ibaret. Bir yanda 13 yıldır ölmemesi için tüm hayatı felç olmuş bir aile var. Bilhassa anne, kızının yaşaması için tüm benliğinden vazgeçmiş bir durumda. Diğer tarafta da hiç gereği yokken defalarca ameliyat olan ve bunların sorunlarıyla boğuşan bir kız çocuğu var. Davanın ana konusu bile ilginç: ‘Beden üzerindeki hakları geri almak’!

Filme giderken de, filmin ilk 1 saati boyunca da salt bu ikilem üzerinden filmin yürüyeceğini zannetmiştim. Ama senaryo zekice bir hamleyle ikilemin merkez noktası olmasından sıyrılıyor finale doğru. Böylece o ana kadar filmin ana karakteri sandığımız Anna bir anda ikincil karaktere düşüyor. Kanserli abla, Kate de başrole yerleşiyor. Bu hamle hem filmin (tipik bir Hollywood filmi gibi) ahlaki sorularından güzelce kaçmasını sağlıyor, hem de filmdeki bazı gereksiz sahnelerin anlam kazanmasına yol açıyor. Yani bir şeyler götürürken bir şeyler de getiriyor. Lakin ilk başta verilecek bir kararla iki sorunun da çözüleceğini düşünebiliriz ama çözümü birden fazla olasılıkla aramak saçma olur.

Bir de işin diğer yönü var: Filmin uyarlandığı kitapta final tamamen farklıymış (dolayısıyla bahsettiğim hamle kitapta yok). Bazı kitap hayranlarını durumdan şikayetçi olsalar da kitapta final oldukça gerçek dışı* olduğundan çoğu hayran mutlu. Bu yönden bakınca filmin yaptığı mantıklı geliyor. Ama yine de vaat ettiği ana ikilemden kaçınması hayal kırıklığına uğratıyor. Ben işin içinden çıkamadım, çıkarsanız söyleyin.

Son olarak bu filmle Cameron Diaz Oscar adayı olmak istiyormuş. Bence çok zor. Ama aynı rolle sağlam bir aktris rahatlıkla aday olabilirdi, gerçekten bıçak sırtı bir rol.

Oyuncular: Sofia Vassilieva, Abigail Breslin, Cameron Diaz, Jason Patric, Alec Baldwin, Joan Cusack, Evan Ellingson, Heather Wahkquist, Thomas Dekker, Jeffrey Markle – Görüntü Yönetmeni: Caleb Deschanel – Müzik: Aaron Zigman – Senaryo: Jeremy Leven, Nick Cassavetes (Jodi Picoult’un romanından) – Yönetmen: Nick Cassavetes – ***1/2

*: Kitapta Anna mahkemeyi kazanıyor ama eve giderken kaza geçirip ölüyor, o sırada tamamen rastlantı sonucu böbrek bekleyen ablasına böbreği veriliyor ve Kate ölümden kurtulup ileride bir dans hocası oluyor.

The Soloist

The Soloist, 1 yıl önce duyduğum bir film. Daha önce Pride & Prejudice ile Atonement’la radarıma giren Joe Wright’ın 3. uzun metrajı. Başrollerinde son birkaç yılın favori ismi Robert Downey Jr. ile Jamie Foxx var. İlk duyduğumda film, 2009 Oscarı için yarışacaktı. Diğer deyişle 2008 Aralık’ta gösterime girmesi bekleniyordu. Okuduğum haber, filmin birkaç dalda aday olabileceğini söylüyordu.

Sonra ne olduysa, ABD vizyon tarihi 2009 Nisan’a itildi ki bu da Oscar için yarışacak bir film için kötüdür. Film, gerçekten de geçtiğimiz nisan Amerika’da gösterime girdi, pek fırtına koparttığı da söylenemez. Daha Avrupa’ya geçmedi lakin. Türkiye’ye de ekim gibi gelmesi bekleniyor şu an.

Filmin konusu pek sıradan değil. LA Times yazarı Steve Lopez, haber ararken sokakta yaşayan bir evsiz dikkatini çekiyor. Biraz araştırma yapınca, bu ilginç adamın konservatuara gitmiş bir çello virtüözü olduğunu buluyor. Hem adamın hikayesini gazetesine taşırken hem de adama yardım etmeye çalışıyor.

Tahmin edebileceğiniz gibi gerçek bir hikayeye dayanıyor, film. Steve Lopez haberiyle Pulitzer ödülünü aldıktan sonra kitabını da yazmış ve film de bu kitaptan uyarlanmış. Bu arada filmle kitap arasında tek fark varmış, o da Steve Lopez’in gerçek hayatta boşanmamış olmasıymış. Film yapımcıları (nedense) boşanmış bir adam istemişler.

Genel olarak film, ilgiyle izleniyor çünkü konusu oldukça sıra dışı. Lakin yılın en iyileri arasına sokamam. Bekleneceği gibi oyunculuklar vasatın üstünde. Belki Jamie Foxx birkaç adaylık kapabilir. Diğer türlü göze çarpan bir özelliği yok filmin.

Oyuncular: Robert Downey Jr., Jamie Foxx, Catherine Keener, Artel Great, Tom Hollander – Görüntü Yönetmeni: Seamus McGarvey – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Susannah Grant (Steve Lopez’in ‘The Soloist: A Lost Dream, an Unlikely Friendship and the Redemptive Power of Music’ adlı kitabından) – Yönetmen: Joe Wright