11 Ekim 2009 Pazar

Uzak İhtimal

Bu yıl bir maşallahlık durumu var sinemamızda. 70’i aşkın filmin gösterime gireceği konuşuluyor. Bunu doğrularcasına son 1 aydır her hafta 2-3 Türk filmi gösterime giriyor. Tabloya bu 3 cümleden baktığımızda hava hoş da, bundan sonrası hiç hoş değil. Çünkü film sayısı artmasına rağmen seyirci aynı seyirci. 3-5 yıl önce sinemayı dolduran insanla bugünkü kitle aynı! Daha teknik bir tabirle talep aynı ama arz çok artıyor. Hal böyleyken çoğu film batıyor. Sadece adını duyuyoruz bazılarının.

Yukarıda değindiğim durumu tek ben görmüyorum tabii. Geçen ay, Sinema ve Altyazı dergileri sezonun Türk filmlerini içeren dosyalarla çıktılar. İkisinin de yorumu aynıydı: “Bu kadar film yapılıyor, iyi hoş da kaçı maliyetini kurtaracak?”

Bu vahim tablonun içinde şunu da gördüm ki bu kadar filmin arasında beni heyecanlandıran film sayısı o kadar az ki! Kendimi övmek için yazmıyorum ama film oldu mu sinemaya düzenli giden 100.000 kişilik kesimin arasındayım. Ama bu bombardımanda, bazıları izlenilmeyecek kadar berbat, kimi tür klişelerinde boğuluyor, kimi de yanlış zamanda gösteriliyor. Mesela bayram haftası yanılmıyorsam 6 Türk filmi vizyona çıktı ve hepsi birbirini baltaladı. Aynı şekilde kendimi örnek vereyim: Geçen hafta Karanlıktakiler’e, bu hafta da Uzak İhtimal’e gittim ama bu arada gösterimde olan 11’e 10 Kala’yı es geçmek zorunda kaldım.

Neyse, bu karamsar tabloyu kenara bırakıp esas konumuza geçelim: Uzak İhtimal. Oradan buradan az çok okumuşsunuzdur, Uzak İhtimal son 6 ayda bir sürü ödülle döndü katıldığı festivallerden. Hepsi de önemli ödüllerdi bunların. Tüm bunlardan sonra da 2 gün önce vizyona girdi. Türk seyircisi de festivaller gibi düşünürse bahtı açık olur filmin. Temennimiz de odur zaten.

Filmi tek cümleyle özetleyebiliriz aslında: Bir müezzin bir rahibe adayına duyduğu aşk. Çoğu yerde rahibe adayının da müezzine aşık olduğunu okuyabilirsiniz lakin ben buna dair bir emare göremedim.

Konu basit görünüyor, değil mi? Zaten film de gücünü basitliğinden yada film söz konusu olunca herkesin kullandığı kelimeyle sadeliğinden alıyor. Bin bir yolla anlatılabilecek bu hikaye o kadar basit anlatılıyor ki bambaşka bir siluete dönüşüveriyor. Minimum diyalog, maksimum duyguyla kendine has bir sinema dili tutturuyor.

Böyle çekilmiş bir filmde iki unsur öne çıkıyor mecburen. Birincisi senaryo: Bir cümle üzerinden giden filmi 90 dakika izleyecek seyirciyi kaybetmemek istiyorsanız ya atraksiyonlu bir yönetim sergileyeceksiniz ki film bunu asla tercih etmiyor ya da yan öykülerle besleyeceksiniz. Senaristler de yan öyküleri seçmiş, 3-4 yan öyküyle tempoyu düşürmemeye çalışmışlar ve başarmışlar da. Lakin kişisel eleştirim şudur ki yan öyküler bütünle pek uyuşamamış. Zaten uyuşsa harikulade bir film çıkardı. Mesela esnaf Yakup karakteri beni pek inandıramadı. Keza polis baskını ve sonrası da. Tempoyu ayakta tutan hamleler bunlar ama bunun ötesinde bir işlev göremiyor. Bilhassa hapishaneyle sonuçlanan tarihi eser kaçakçılığının ana konuyla hiçbir ilgisi yok.

İkincisi de oyuncular ki bu konuda denecek pek bir şey yok. Filmin kendisi gibi olabildiğince sade (doğal) iki performans izliyoruz. Son derece de yakışıyorlar filmin diline. Ayrı bir parantez de açarsak, Görkem Yeltan gittikçe sağlam bir bağımsız sinema yıldızına dönüşüyor. Zevkle izliyoruz kendisini.

Toplarlarsak, her yerde karşılaşamayacağınız kadar sade bir film perdede. Sırf bu yüzden bile izlenebilir. Ayrıca dini ve aşki ikilemler üzerinde kafa yormak da cabası.

Oyuncular: Nadir Sarıbacak, Görkem Yeltan, Ersan Ünsal – Görüntü Yönetmeni: Refik Çakar – Müzik: Rahman Altın – Senaryo: Tarık Tufan, Görkem Yeltan, Bektaş Topaloğlu – Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun - ***1/2

Hiç yorum yok: