31 Ekim 2007 Çarşamba

Vesikalı Yarim

Nice zamandır ismini duyup izleyemediğim Türk filmlerinden sadece biri. Türk Sineması’na yapılan nankörlük ve umursamazlıktan ötürü genç nesil kendi sinemasının nelere kadir olduğunu bilmiyor, ne yazık ki. Oysa, öyle güzel filmler var ki izlemeye doyamazsınız. İşte bunlardan biri: Lütfü Ö. Akad ustanın eşsiz melodramı, Vesikalı Yarim.

Hikaye basit Yeşilçam yapısıyla başlıyor: İşinde, gücünde, kendi halinde bir manav olan Halil, bir gün arkadaşlarıyla Beyoğlu’ndaki meyhanelerden (aslında pavyon daha uygun olur) birine gider. Normalde sağa sola yaradılışı icabı bakmayan Halil, Sabiha’ya görür görmez tutulur. Sabiha da normal müşterilerine hiç benzemeyen bu adama yakınlık hisseder. Ertesi gün, Halil kendini tutamayarak yine meyhaneye gidince büyük aşkları başlar. Ama Sabiha, Halil’in evli olduğunu öğrenince ilişkileri sarsılmaya başlar…

Buna benzer hikayeleri belki de yüzlerce kere izlediğinizin farkındayım ama bu seferki çok farklı. Klişelere fazla bulaşmayan, kendi derdini sadelikle anlatan bir hikaye. Zaten film, ünlü hikayecimiz Sait Faik Abasıyanık’tan uyarlanmış. Senaryo yazma rekoruna sahip Safa Önal tarafından da senaryolaştırılmış. Hikaye ve film öyle tatlı akıyor ki izlemeye doyamıyorsunuz. Temposu hiç düşmeyen, mantık çerçevesini hiç aşmayan bir film. Sonunda da harika bir final yaparak klişelerle uğraşmadığını yine kanıtlayan bir yapım. Final sahnesi bana nedense Casablanca’yı hatırlattı, büyük bir aşkın hüzünlü bir finali gibi. Halbuki finali çift taraflı olarak da yorumlayabiliriz. Her ne kadar mutsuz gibi gözükse de bir açıdan da mutlu bir final izliyorsunuz.

Diğer taraftan 1968 yapımı film, dönemini harika kullanıyor. Mahalleleri, daracık sokaklarıyla enfes bir İstanbul filme fon oluyor. Ses kaydında ise birbirinden güzel şarkılar: Şükran Ay’ın (Savaş Ay’ın annesi) sesinden “Kimseye Etmem Şikayet”, “Kalbimi Kıra Kıra” ve niceleri. Filmin karelerine de öyle güzel uyuyorlar ki bambaşka diyarlara yolculuk ediyorsunuz. Ve tabii ki oyuncular: Güzeller güzeli, Sinemamızın Sultanı Türkan Şoray, enfes bir performans veriyor. Ağır abi de İzzet Güney, tüm duygularını tek bakışıyla ekrandan taşırıveriyor. Yıllardır Kadir İnanır-Türkan Şoray ikilisinden bahsedenler, bir de bu filmi izlesin. Yan rollerde Yeşilçam’ın emektarları. Ama nedense Aydemir Akbaş bir başka dikkatimi çekti.

Bu siyah-beyaz klasiği seyredip ülkenizin sinemasıyla gurur duymalısınız.

Oyuncular: İzzet Günay, Türkan Şoray, Ayfer Feray, Semih Serezli, Salahattin İçsel, Aydemir Akbaş – Görüntü Yönetmeni: Ali Uğur – Müzik: Metin Bükey – Senaryo: Safa Önal (Sait Faik Abasıyanık’ın hikayesinden) – Yönetmen: Lütfü Ö. Akad

***** Y.T.: 31 Ekim

Persepolis

Fransızlar daha çok animasyon yapmalılar. Onların animasyonları bir farklı oluyor. Ne Pixar, ne de Miyazaki gibiler. Bambaşka çiziyorlar çizgilerini. En son Belleville’de Randevu ile şahit olmuştuk bu türe. Üstelik değişik olan sadece teknikleri değil, hikaye anlatma biçimleri de. Dolayısıyla bir başka yapıyor bunlar filmlerini. Her biri izlenip, zevk alınması gereken filmler.

Marjane Satrapi’nin otobiyografik hikayesini izliyoruz. İran doğumlu bir grafik romancı olan Satrapi, çocukluğundan Fransa’ya taşınmasına kadar olan zamanı kimi zaman oldukça gerçek, kimi zaman da masalsı olarak anlatıyor bize. Tabii öyküyü ilginç kılan husus, bu çocukluk ve gençliğin, politik çalkalanmalar yaşamakta olan İran’da geçmesi. Dolayısıyla dünya filme, bir animasyon olarak değil, bir politik günlük olarak bakıyor. Bence çok yanlış. Bu şartlanmayla giden seyircinin hayal kırıklığına uğrası bile muhtemel. Çünkü Satrapi İran’ı kötülemiyor, sadece gördüğü olayları takdire şayan bir sadelikle anlatıyor. Böyle yapması da, filmin değerini (en azından benim gözümde) bir kat daha arttırıyor. Halbuki filme politik unsurları için giderseniz, bir çocuğun politik bakış açısını izleyeceksiniz ki size çok hafif gelebilir.

Seslendirenler: Chiara Mastroianni, Catherine Deneuve, Danielle Darrieux, Simon Abkarian, Gabrielle Lopes Benites, Gabrielle Lopes, François Jerosme – Müzik: Olivier Bernet – Senaryo: Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi (Marjane Satrapi’nin çizgi romanından) – Yönetmen: Marjane Satrapi, Vincent Paronnaud

**** G.T.: 26 Ekim Y.T.: 30 Ekim

3:10 to Yuma

Filmden haberdardım ama bu, 1 ay önce IMDB Top 250 listesinde filmin adını görünce şaşırmamı engellemedi. Demek ki gerçekten güzel dedim, kendi kendime. Filmi şans eseri bulunca da hemen izleyeyim dedim.

Film, gayet başarılı çekilmiş bir western, fazlası değil. Türe bir yenilik getirdiği filan da yok, zaten kendisi bir yeniden çevrim. Ama bir westernin vaat ettiği her şeyi fazlasıyla yerine getiriyor. İyi de olsa, kötü de olsa cool karakterler; silahlı aksiyon sahneler; kenarda kalmış 1-2 güzel kadın; göz dolduran bir final; derinden giden bir ezgi; vs.

Ben de biraz westernlerde sıkıldığım için (koskoca Once Upon a Time in the West’de bile sıkılmıştım) pek ilgimi çekmedi ama bir western hayranı için başyapıt sayılabilir. Güzel bir kadro kurulmuş. Başta Bale ve Crowe olmak üzere Ben Foster, Alan Tudyk ve yaşlı kurt Peter Fonda çok iyi. James Mangold zaten bir şekilde (her seferinde farklı bir türde ilginç bir projeye imza atıyor ve kendini izlettirmeyi başarıyor.) takip ettiğim, şeytan tüyü olan bir yönetmen. Teknik yönden de filmin kusursuza yakın olduğunu söyleyebiliriz. Senaryodaki 1-2 ufak çelişkiyi saymazsanız eğlenceli bir western izlemeye hazır olun derim.

Oyuncular: Russell Crowe, Christian Bale, Logan Lerman, Ben Foster, Dallas Roberts, Peter Fonda, Alan Tudyk, Gretchen Mol, Vinessa Shaw, Luce Rains – Görüntü Yönetmeni: Phedon Papamichael – Müzik: Marco Beltrami – Senaryo: Halsted Welles, Michael Brandt, Derek Haas (Elmore Leonard’ın kısa öyküsünden) – Yönetmen: James Mangold

***1/2 G.T.: 2 Kasım Y.T.: 28 Ekim

28 Ekim 2007 Pazar

4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün

Filmi seyrederken kendimden ciddi ciddi şüphe duydum: “Ben mi salağım, anlamıyorum?” Neyse ki jenerik akmaya başlayınca arkadaşım Naci, duygularıma tercüman oldu: “Abi, kaç, kaç! Çabuk!”

Söz konusu film Cannes Film Festivali’nde bu yıl Altın Palmiye almıştır, ey okuyucular. Aradan 2 gün geçti izleyeli, hala düşünüyorum, nasıl böyle bir filme o koskoca ödülü verebilirler. Anlamıyorum.

Film, komünizmin son yıllarını yaşayan Romanya’da kürtaj sorununu anlatıyor. Kürtaj yasa dışı olduğundan otel köşelerinde kürtaj olmak zorunda kalan 2 üniversite öğrencisi genç kızın başına gelenleri izliyoruz. Doğrusu içlerinden biri kürtaj oluyor ama neden olduğunu hala sorguladığım üzere öbür kız daha çok etkileniyor olaylardan (tamam, olay beklemediği şekilde ona da dokunuyor ama…).

Ben bir kere şunu anlamadım: Film bize ne anlatmak istiyor? Kürtaj kötü bir şeydir mi? Kürtaj yasa dışı olmasaydı hiç bunlar olmayacaktı mı? Bir kürtaj oldum, hayatım değişti, erkek arkadaşımdan nefret ediyorum mu? Nedir? Bana 2 saat boyunca o film neden izlettirdiniz? Bu filmin Dünya Sinema Tarihi’nde ne gibi bir yeri olabilir?

Bana bu soruları açıklayan olursa beri gelsin.

Oyuncular: Anamaria Marinca, Laura Vasiliu, Vlad Ivanov, Alexandru Potocean, Ion Sapdaru, Teodor Corban – Görüntü Yönetmeni: Oleg Mutu – Yazan ve Yöneten: Cristian Mungiu

İpek

Bundan sonra sırf oyuncu için filme gitmeyeceğim. Gerçi her seferinde bu kararı verip yine bozuyorum ama bu sefer kesin (acaba?). Keira Knightley’in güzelliği bile bazı şeylere yetmiyor demek ki. Zaten bir yan rol oynayan Knightley kendini gösterecek zaman da bulamıyor.

Filmin esas sorunu derdini anlatamaması. Bu film neyi anlatıyor? Doğrusu bir takım tahminlerim var ama hepsi de bir şekilde çürüyor. Filmin başında, Pitt’in oynadığı Hervé karakterinin tutkusu sandım, ana nokta olarak. Sonra karakter Japonya’da umduğumdan az kalsa da yabancı bir kadına duyulan özlem ortaya çıktı. Ondan sonra Japonya faslı tamamen bitti, üstelik finalde Japonca mektubun üstündeki sır da aralanınca, Hervé-Helene aşkı ön plana çıktı. Şimdi film, hiçbirini merkeze almıyor ama her birini de merkezmiş gibi gösteriyor. Yani tamamen çuvallıyor. Ne olduğu belirsiz yan hikayeler de cabası üstelik. Kısaca filmde ne senaryo var, ne reji.

Buna rağmen Knightley ile Alfred Molina filmi bir yere kadar sürükleyebiliyor. Müzikler çok hoş, bazı yerlerde yürek sızlatan derecede. Dönem filmi olduğu için sanat yönetimi güzel. Üstüne Japonya’nın güzel manzaraları biniyor. Ama hiçbiri senaryodaki esas sorunu unutturamıyor çünkü çok bariz.

Oyuncular: Michael Pitt, Keira Knightley, Alfred Molina, Sei Ashina, Koji Yakusho, Naoko Hidetaro, Kenneth Walsh – Görüntü Yönetmeni: Alain Dostie – Müzik: Ryuichi Sakamoto – Senaryo: François Girard, Michael Golding (Alessandro Baricco’nun romanından) – Yönetmen: François Girard

**1/2 Y.T.: 27 Ekim

24 Ekim 2007 Çarşamba

Paris'te 2 Gün

Before Sunrise ile Before Sunset en sevdiğim filmlerdendir. Güzelliği, kadınla erkek arasındaki o garip ilişkiyi farklı bir açıdan (felsefik de denilebilir) anlatması ve anlatırken de yarı politik mesajlar vermesidir. İşte o filmdeki kızı oynayan Julie Delpy, filmin adını okuduğunuzda bile çağrışım yaptıran bir film yazdı, oynadı, müziğini yaptı ve yönetti. Şimdi bu filme koşar adımlarla gidilmez de ne yapılır?

Delpy yine bir çift çıkarıyor önümüze ve yine kız Fransız, erkek ise Amerikalı. Çıkmaya başlayalı 2 yıl olmuş, New York’ta yaşıyorlar ve tatile Avrupa’ya geliyorlar. Venedik’ten sonra 2 günlüğüne kızın ailesine uğrayalım diyorlar. Film de öyle başlıyor. Bizim çift 2 gün boyunca, Paris’i gezerken ilişkilerine yeniden göz atıyorlar. Burada çıkan esas husus ise Fransız-Amerikalı farkı. Kız, Amerika’da yaşarken belli etmese de ülkesine dönünce bir Fransız oluyor. Böylece erkek önce şaşırıyor sonra olan biteni anlamaya çalışıyor ama bu kültür şokunda ne yapacağını şaşırıyor. Kız ise 2 yıllık ilişkisiyle ülkesinde kendini bulma arasında ikileme düşüyor. Tabii başta kızın anne-babası olmak üzere yan faktörler de devreye girince işler tamamen açmaza giriyor.

Delpy bu karmaşık ilişkiler ağından paçayı komediyle kurtarmaya çalışmış. Kısmen başarılı olmuş denilebilir. Başarılı sahneler olsa da yer yer aşırıya kaçan durumlar mevcut. Bu bölümler filmin yapısını bozup sırıtıyor. Buna karşın bir Fransız ile bir Amerikalı arasındaki farkı başarıyla veriyor. Yalnız burada da şu sorun karşımıza çıkıyor, ülkeler arası farka değinmekten kız-erkek farkına pek zaman bırakmıyor. Diğer deyişle filmin romantizmini fena halde düşürüyor.

Filmin en önemli artıları oyuncu kadrosu. Adam Goldberg ile Julie Delpy başrollerde çok doğal oynarlarken yan kadro da pek aşağı kalmıyor. Delpy’nin filmde kendi anne-babasını oynatması filmin inandırıcılığına önemli bir katkıda bulunmuş.

Son tahlilde, izlemesi fena halde keyifli, komik, rahatlatıcı bir film çıkmış ortaya. Belki herkese hitap etmez ama Delpy ve Fransa sevenlerin çok hoşuna gideceği kesin.

Oyuncular: Julie Delpy, Adam Goldberg, Albert Delpy, Marie Pillet, Daniel Brühl, Aleksia Landeau, Adan Jodorowsky, Alexandre Nahon – Görüntü Yönetmeni: Lubomir Bakchev – Müzik: Julie Delpy – Yazan ve Yöneten: Julie Delpy

*** Y.T.: 24 Ekim

Kelebek ve Dalgıç Giysisi

Ben bir engelliyim. Hayatımda bu yüzden çok farklı şeyler yaşadım. Bunların çoğu hiç hoş olmayan şeyler ve ömür boyu da bunlar sürecek, engel olamam. Ama direnebilirim, nasıl mı? Hayata sımsıkı tutunarak, her şeye rağmen bir insan olduğumu unutmayarak, vs. Bu anlattıklarımı okuyunca bana acıyacaksınız, normaldir. Zaten benim yaşadıklarımı yaşamadıkça da anlayamazsınız.

Böyle bir yazıyı en son 2 yıl önce yazmıştım galiba. Vizyona Mar Adrento/İçimdeki Deniz girmişti ve herkes yere göğe koyamıyordu. Oysa ki film, ana karaktere acımaktan başka bir şey yapmıyordu, yani bence gayet sıradan bir filmdi. Dün Filmekimi’nde izlediğim filmse konuya başka bir açıdan bakıyordu. Engelli bir karakterin de insan olduğunun altını çiziyor. Bir kere ilk 20 dakikada filmi ana karakterin gözünden izliyoruz. Verdiği tepkileri normal olarak duyuyoruz, esprilerini dinliyoruz, terapistinin göğüslerine bakışını izliyoruz. Gayet normal değil mi? Normal bir erkek gibi. Ama bu erkek tek gözü hariç tamamen felç olan biri. Dışarıdan baktığınızda korkarsınız, çarpılmış gibi. Oysa kamera yeniden adamın gözüne yerleştiğinde yine olay normale dönüyor.

Filmde anlatılan olay gerçek bir hikayeden alınmış. Fransa’nın en ünlü moda dergilerinden (bizde de yayınlanan) ‘Elle’ dergisiniz editörü olan Jean-Dominique Bauby, bir gün araba sürerken aniden felç geçirir. Tek gözüyle iletişim kurabilen Bauby, terapistinin gayeti sayesinde kitap yazar. Yaşadıklarını dünyaya bağıran bu kitap, izlediğimiz filme de kaynak teşkil eder. Bauby’nin yaşadığı deneyim gerçekten izlenmeye değer. Kendisini dalgıç elbisesi içinde tasvir eden Bauby, aslında hayata o kadar da sımsıkı tutunmuyor. Sadece elindeki imkanları kullanıyor. Ateist olmaya hala devam ediyor, hala karısını aldattığı sevgilisine aşık. Çünkü o bir süper kahraman değil, her hareketi doğru da değil. Tıpkı bu yazıyı okuyan sizler gibi.

Böyle bir filmi yönetebilen Julian Scnabilen’e binlerce alkış, zaten Cannes’da da ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kucakladı. Spielberg’ün görüntü yönetmeni olarak tanıdığımız Janusz Kaminski, bir engellinin dünyasını harika yansıtıyor. Bence gerisi de boş. Bu filmin en önemli öğesi kesinlikle rejidir ve inanılmaz güzel çalışılmış.

Engelli olmak nedir? Hiç düşündünüz mü? Belki bir gün siz de arabanızı sürerken bir anda bir dalgıç elbisesine hapsolacaksınız. Ya siz ne yaparsanız?

Kelebek ve Dalgıç Giysisi/Le Scaphandre et le Papillon

Oyuncular: Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Marie-Josée Croze, Anne Consigny, Patrick Chesnais, Max Von Sydow, Niels Arestrup – Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski – Müzik: Paul Cantelon – Senaryo: Ronald Harwood (Jean-Domique Bauby’nin romanından) – Yönetmen: Julian Schnabel

**** Y.T.: 24 Ekim

Enviromentally Friendliness of Vehicles

21st century. Such a weird and interesting century. Technology has been increasing very rapidly. We throw away our technological toys every year and buy new toys. We change our cars with stronger engines and lesser fuel consumption. World become smaller every year. New roads, vehicles, computers, ideas, etc. On the other hand, we have struggled with more problems: general problems such as hunger, poverty, AIDS, etc.; new diseases which can’t be cured, environmental hazards which cause climate changes, health problems. In order to prevent these problems, scientists think more and more and offer new ideas. One of these ideas is environmentally friendliness of vehicles, shortly green car (this term will be used more in this essay). In other words, vehicles that cause less pollution or damage the environment lesser. Of course, there are some types of becoming a green car: Hybrid cars, ethanol fuel, diesel/biodiesel fuel, natural gas and other technologies.

First of all, hybrid cars are the most reasonable solution for the present. Simply, hybrid car means a car which uses two or more sources of power, mostly a rechargeable battery (electrical energy) and gasoline. The history of hybrid cars goes to the early years of engineering. Unfortunately, its importance isn’t understood until increasing of air pollution and Arabic petrol crisis in 1973. After that, automotive engineers speeded up building hybrid models. The advantages of hybrids vary upon the brand. But it can be easily said that the car pollute much less than normal cars and much quieter. The computer of the car decides how much it uses electric or gasoline. But if the driver is careful, the car uses less gasoline. Generally, it depends on how hard you step on the gas pedal; the car’s computer will determine how much power to draw from combustion engine, and how much power to pull from the car’s electric motor. Besides these useful facts, hybrid cars are expensive (due to its new technology and rare usage), heavier because of battery packs; have exposure risk, few spare parts and a need to professional repairing.

Secondly, using ethanol fuel is very popular nowadays. Ethanol is ethyl alcohol, also called grain alcohol. Chemically, fuel ethanol is identical to the alcohol we drink. Ethanol comes from starchy crops, sugary crop and cellulosic plants. Ethanol is mostly used as 15% of whole fuel (E85). Also, ethanol is a renewable fuel that comes from agricultural feedstocks, and can be produced domestically. Using ethanol (particularly E85) also results in less pollution, reducing smog-forming emissions by as much as 50 percent relative to gasoline. E85-powered vehicles also contribute to global warming, although experts disagree about how much greenhouse gas is emitted by using ethanol. However, ethanol can be more expensive than gasoline and contains less energy than gasoline.

Thirdly, using diesel instead of gasoline is another popular trend, especially in Turkey. In a diesel, air is drawn into the cylinder and compressed first without fuel present. This compression heats the air to such a high temperature that when fuel is then injected into the cylinder, it combusts. By using higher compression ratios and higher combustion temperatures, diesels operate more efficiently. As a result, diesel vehicles attain better fuel economy than their gasoline counterparts. However, diesel produces two important pollutants: particulate matter, the black cloud that trails many older diesel vehicles and NOx, a key ingredient in the formation of urban smog and acid rain. Although there are a few more disadvantages including price, diesel cars are still reasonable because of its fuel economy, longevity of its engine and its greater torque than gasoline.

Fourthly, using natural gas instead of gasoline and also diesel has become popular gradually. Natural gas, which is 90 percent methane, has a much higher octane rating than gasoline, allowing for higher compression ratios and therefore greater efficiency in the engines that use it. Natural gas burns so cleanly that CNG vehicles rival hybrids in producing extremely low levels of smog-forming pollutants. Moreover, natural gas vehicles (NGV) rate higher in particulate matter 10 (PM10) emissions. Also, NGVs are safer because of strength and thickness of their fuel storage tanks. Furthermore, they are cheaper, convenient and abundant. On the other hand, NGVs need special cylinders which increase the price. Also, they have limited driving range. Limited fuel stations and slower filling time are other disadvantages. Furthermore, natural gas is also a fossil fuel so that it can’t be considered a renewable resource.

Finally, there are other solutions instead of gasoline. One of them is electric cars. One of the great hopes of the past decade was rapid charging, a simple concept that would find public and home chargers capable of renewing an electric vehicle’s batteries in 10 to 20 minutes rather than the usual six to eight hours. So rapid charging is the main problem of increasing popularity of electric cars. Solar energy is another idea. Although solar energy is free and available everywhere; total cost of converting industry, vehicles and unpractical usage are huge handicaps. Another solution is hydrogen for fuel. Although hydrogen is everywhere and can be produced in so many ways, there isn’t much pure hydrogen around because hydrogen tends to bond easily with other elements. To make hydrogen fuel, hydrogen must be separated from whatever it’s attached to, a process that requires energy. So hydrogen hasn’t been a suitable energy yet.

In conclusion, there are many variable ways to make a green car. But each depends on technological developments and political ideas. So none of them is such a successful energy that it can beat up popularity of gasoline. But, there is hope in the future that one of them will become the main energy of vehicles.

16 Ekim 2007 Salı

Filmekimi

Yine sonbahar gelip kapımıza dayandı. Soğuk hava kendini göstermeye başlamışken yağmurlar ince ince dünyaya düşmeye başladı. Herkes için sonbaharın anlamı bir başkadır. Çoğunluk için hüzün mevsimidir, onun için de bazen hazan denir. Yazın sıcacık, kıpır kıpır günlerinden sonra adeta geriye dönüşü simgeler. Hayatın geç dönemlerini tasvir için kullanılır kimi zaman da. Şairler pek sever bu mevsimi. Yere düşen yapraklarıyla bir tuvali andırır çevremiz bazen. Hele bir parkta yürüyorsak. Ama son 6 yıldır sinefiller için farklı bir anlamı daha var. IKSV, İstanbul Film Festivali’nin küçük bir versiyonunu artık her ekimde düzenliyor.

Filmekimi’nin esas oluşum sebebi sinemaseverlerin festivallere olan aşırı ilgisi ve İstanbul Film Festivali’nin artık yetersiz kalışı. Aslında nisan ayındaki Film Festivali hala Türkiye’deki en iyi film festivali ama sonuçta süresi ve film kapasitesi sınırlı. Ayrıca yılda bir defa gerçekleştiğinden bazı olası filmler güncelliğini yitiriyor. Bilhassa Berlin, Cannes ve Venedik Film Festivalleri’nde ilgi görmüş kimi filmler, ertesi yılın nisan ayına kadar bazı dimağlarda bayatlıyor. İşte bu yüzden Filmekimi, bir nevi bu üç önemli festivalin toplaması görevini görüyor. Nitekim bu yılın programına baktığımızda daha iyi anlaşılıyor bu olay. Berlin’den Irina Palm(Sam Garbarski) ve Tuya’nın Evliliği/Tuya de Hun Shi(Wang Quan’an) festival konukları arasında. Ama asıl konuklar Cannes’dan geliyor: Persepolis( Marjane Satrapi & Vincent Paronnaud), Paranoid Park(Gus Van Sant), Metres/Une Vieille Maitresse(Catherine Breillat), Kontrol/Control(Anton Corbijn), Bando/Bikur Hatizmoret(Eran Korilin), 4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün/4 Luni, 3 Saptamini si 2 Zile(Christian Mungiu), Kelebek ve Dalgıç Giysisi/Le Scaphandre et Le Papillon(Julian Schanabel) ve son olarak Sürgün/Izgnanie(Andrei Zvyagintsev). Cannes 2007’nin ödül listesine baktığınızda bu filmlerin adlarını göreceksiniz. Ayrıca Venedik’ten de başta Emir Kusturica’nın son filmi Bana Söz Ver/Zavet dahil birkaç film, festival filmleri arasında.

Ayrıca, az da olsa ünlü oyuncu ve yönetmenlerin sanatsal filmleri kendine yer buluyor: Cronenberg’in yine şiddeti anlattığı son yapıtı Sessiz Tanık/Eastern Promises ilk göze çarpan film. Ayrıca Before Sunset etkisi hissedilen ve benim gibi malum filmin hayranlarınca merakla beklenilen Julie Delpy yönetiminde Paris’te 2 Gün/2 Days in Paris. John Waters’ın ilginç müzikalinin yeniden çevrimi Hairspray(Adam Shankman). Keira Knightley ile kendinden söz ettiren İpek/Silk(François Girard). Son olarak da Güney Kore’nin ilginç yönetmeni (en son Zaman adlı filmini izledim ve yine çok orijinaldi) Kim Ki-duk imzası taşıyan Nefes/Soom.

Bu yıl yine dopdolu bir program sinemaseverleri bekliyor. Festivalin tek mekanı olan Emek Sineması civarında yine entel, sinema manyağı insanlar deli deli koşturacaklar. Arka arkaya 3-4 film seyredip sinema zevkinin doruklarına çıkıp bir nevi orgazm olacaklar. Film aralarında sanatsal sohbetler cafelere taşınacak. Film kritikleri İstiklal Caddesi’nden Tünel’e, oradan da Eminönü’e yankılanıp İstanbul’u sinema sevgisiyle boğacak.

Filmekimi, İstanbul Film Festivali’ne kadar acıkmamak için yediğimiz ama çok doyurucu olmayan şekerlere benziyor. Bir nevi züğürt tesellisi ama bu teselli de bazı sinefiller için fena sayılmaz.

10 Ekim 2007 Çarşamba

The Brave One

1 yıl kadar önceydi galiba, Hıncal Uluç köşesinde bir olayı nakletmişti. Ankara’da yaşanan gerçek bir olay. Günün birinde bir eve hırsız giriyor, evdeki hamile kadını öldürüp kaçıyor. Kocasının şansına polisler iyi çalışıp katili yakalıyorlar ve katil mahkemeye çıkıyor. Ama süper kanunlardan yararlanıp dışarı salıveriliyor. Olay ertesinde isyan eden merhumun kocası ve akrabaları çete kurmak suçundan içeri atılıyor!

Şimdi ne alaka diyeceksiniz. Çok alaka. The Brave One ‘vigilante movies’ denilen alt türün son örneği. Bu türü kısaca bir yakını öldürülen kişinin, işi kanunlara bırakmayıp kendi intikamını aldığı filmler olarak tanımlayabiliriz. Geçmişte sürüyle örneğinin izlemişizdir. Hatta popüler bir örnek vermek gerekirse Spider-Man’i sayabiliriz. Bu türün çok tartışılan bir handikabı vardır, kahraman işini kendi hallettiği için kanunlara, devlete yani modern ve sosyal topluma güvenmez. Bu da 21. yüzyılın modern toplumları için bir tezatlık oluşturur. Çünkü modern dünya ‘hukuk devleti’ altında yaşamaktadır ve her yanlışın hesabına hukuk bakmalıdır. Ama her sistem gibi ‘hukuk devleti’ de ideal değildir ve açıkları vardır. Hele Türkiye gibi 3. Dünya ülkelerinde bu açıklar çok daha fazladır. İşte bu tür de bu açıklıklardan yola çıkıyor. Ya birey bu açıklar altında kendi hürriyetini kaybederse? Öyle ya demokrasilerde öncelik birey hürriyetinde değil mi?

Bu konuda çok farklı görüşler mevcut. Her şeyin kanuna bırakılması gerekildiğine inanan bir çoğunluk var. Bazı hataları ‘Îstisnalar kaideyi bozmaz.’ saptamasıyla kanıtlamaya çalışanlar var. Ben de diyorum ki “Ya o istisna canınız olursa?”. İşte orada film kopar.

Erica Bain başarılı bir radyo programcısıdır, özel hayatı da çok iyidir. Çok sevdiği nişanlısıyla evlenmek üzeredir. Derken parkta yaptıkları bir yürüyüşte bir grup magandanın saldırısına uğrarlar. Sonuçta nişanlısı ölür, Erica da komaya girer. Komadan çıkınca olayları öğrenen kadın, bir çeşit bunalıma girer. Sokağa ilk çıktığında ilk işi bir silah almak olur. Çünkü kendini yalnız ve savunmasız hissetmektedir…

Kadının silah aldığı sahnede aklıma Before Sunset geldi. Filmde, Celine bir Fransız olarak Amerika’da kaldığı günleri anlatırken şöyle diyordu: “Amerika’dan ayrılmam gerektiğini sokakta silah almak isterken anladım. Ben ve silah! Korkunçluğu düşünebiliyor musun?” Sorun sadece Amerika’da değil, yanlış anlamayın. Bu, modern dünyada bireyin teknoloji karşısında yalnızlığının bir sonucu.

Filme geri dönersek, başarılı bir tür filmi izliyoruz. Filmin özüne uygun bir ton, renkler, senaryo, final ve karakteri. Bir arkadaşım filmin fazla karanlık olduğunu söyledi. Yanılıyordu, Erica’nın dünyasını tüm çarpıklığıyla gözümüzün önüne seren harika bir görüntü çalışması yapılmış. Jodie Foster Erica rolünde kendinden geçercesine oynuyor, müthiş bir şey. Geriye söylenecek ne kalıyor ki? Türün tüm gereklerini yerine getiren kalburüstü bir çalışma.

Son olarak şunu sormak istiyorum: Ya Erica Türkiye’de yaşasaydı? Ya nişanlısını öldüren tinerci, anında sokağa dönseydi? Erica’nın yüreğindeki acı ne zaman dinerdi? Bu acıyla kaç kişiyi öldürürdü ve sistem Ericaları ne kadar sessiz tutabilir? Başka sorum yok hakim bey/hanım?

Oyuncular: Jodie Foster, Terrence Howard, Nicky Katt, Naveen Andrews, Mary Steenburgen – Görüntü Yönetmeni: Philippe Rousselot – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Roderick Taylor, Bruce A. Taylor, Cynthia Mort – Yönetmen: Neil Jordan

***1/2 G.T.: 5 Ekim Y.T.: 10 Ekim

7 Ekim 2007 Pazar

Star Dust

21. yüzyılın ilk 10 yılına damgasını vuran bir sinema akımı varsa, o da fantastik sinemadır. Yüzüklerin Efendisi ile harika bir başlangıç yapıp her yıl 2-3 yapımla devam etti. Akım, giderek kendini yenilemeye de başladı. Artık saf çocuk filmi yaftası yapıştırılmadan büyüklere de hitap etmeye başladı. Yüzüklerin Efendisi ilk çıktığında çocuk filmi diyenler, Star Dust’a ne diyecekler merak konusu. Çünkü film çocuklara hitap etmekten uzaklarda seyrediyor, romantizmle aksiyonu karıştırarak fantastik sinemaya yeni bir yaklaşım getiriyor. Üstelik bunların arasına uygun oranda mizah tozu serpiyor. Sonuçta seyredilmesi son derece keyifli bir film çıkıyor karşımıza.

Tristan’ın aşkı uğruna düşen bir yıldızı bulup aşkına getirme çabasını izliyoruz film boyunca. Tabii her benzer hikayede olduğu gibi aşkı uğruna zorlu bir yolculuğa çıkan kahramanımız, önce olgunlaşıyor, sonra da gerçek aşkı keşfediyor. Bu filmde de toy bir genç oğlan Tristan’ın Victoria’ya olan umutsuz ve karşılıksız aşkı sonucunda düşen bir yıldızın peşine düşmesini ve aslında güzel ve genç bir kız olan yıldızı köyüne geri götürme çabasını seyreyliyoruz. Ama asıl zorlu olan dönüş yolculuğu oluyor çünkü hem kahramanımızın zamanı kısıtlı hem de yıldızın peşinde başka kişiler de var. Böylece zorlu maceralardan geçen ikili garip kişiliklerle karşılaşırken olgunlaşırken gerçek aşkı da tadıyorlar.

Bir fantastik film olarak gayet iyi bir iskelet kurulmuş ve üstüne aynı güzellikte parçalar eklenerek seyir kalitesi yüksek bir senaryo yazılmış. Diğer taraftan harika bir kadro seçilmiş. Charlie Cox ile Claire Danes ana karakterlerde çok başarılı. Esas üzerinde durulması gerekense yan kadro. Michelle Pfeiffer kötü cadıda başarılı bir komposizyon çiziyor, çoğu Hollywood güzelinin oynamayacağı güzel-çirkin karşıtlığı içeren bir karakteri layığıyla beyazperdede can veriyor. Peter O’Toole’u izlerken aklıma Venus’teki bir repliği geldi, orada yaşlı bir aktörü canlandıran usta aktör ceset rollerini kimseye kaptırmadığını söylüyordu, gerçekte de farksız değil hani. Ama filmde kendini tek başına konuşturan bir aktör varsa, o da Robert De Niro. İzlemesi eğlenceli ve ustaca oynanmış bir rolde kendisi. De Niro filmografisinde unutulmayacak bir karaktere daha yer açıyor.

Matthew Vaughn, yine izlemesi çok keyifli bir suç komedisi olan Layer Cake’ten sonra başarılı bir ikinci filmle kariyerini sağlamlaştırıyor. Demek ki bundan sonra Vaughn’un adı keyifli filmlerle özdeşleşecek.

Star Dust, sinemaya verdiğiniz paraya kesinlikle değecek, sıkılmadan, eğlenerek izlenecek bir yapıt olarak fantastik sinemanın yüz aklarından biri. İleride yapılacak kronolojilerde Star Dust adına rastlarsanız sakın şaşırmayın.

Oyuncular: Charlie Cox, Claire Danes, Michelle Pfeiffer, Robert De Niro, Mark Strong, Ian McKellen, Ricky Gervais, Peter O’Toole, Kate Magowan, Sienna Miller – Görüntü Yönetmeni: Ben Davis – Müzik: Ilan Eshkeri – Senaryo: Jane Goldman, Matthew Vaughn (Neil Gaiman ve Charles Vess’in romanından) – Yönetmen: Matther Vaughn

**** G.T.: 5 Ekim Y.T.: 7 Ekim

2 Ekim 2007 Salı

Sinemayı Sevmemin Sebepleri

Bu ay ‘Sinema’ dergisi 150. sayısını çıkarttı. Türkiye gibi eğitimin sınırlı kalıp, sanat dallarına ilgili kısmın çok küçük oranlarda olduğu bir ülkede, 150 sayı büyük bir başarı. Dergi, bu özel sayıyı özel dosyalarla kutlamış. Bunlardan biri de ‘Sinemayı Sevmemizin 150 Sebebi’ dosyası. Dergiye emeği geçen film eleştirmenleri sinemayı neden sevdiklerini sıralamış. Çoğuna katıldığımı söylemeliyim, dosyayı ciddi bir gülümsemeyle okudum. Sonra da ben düşündüm, sinemayı neden bu kadar seviyorum.

İlk sebep Atilla Dorsay’ın yazdığı ‘uzaklara gitme duygusu’. Sinema her zaman gerçek hayattan kaçış formülüm oldu. Gerçek hayat o kadar acımasız, sert ve sürprizlere açık ki tüm bunlardan kaçmama olanak sağladı sinema. Ne zaman üzülsem, hayattan bıksam, hatta bazen ölüm hakkında düşünsem sinema bana kapısını sonuna kadar açtı ve o kapı hiç kapanmadan ve her zaman yeni şeyler vaat ederek orada durdu. Her zaman onun oracıkta olduğunu bildim. Bu duygu bana güven verdi, cesaretlenmemi sağladı. Biliyorum ki ölene kadar da o kapı açık kalacak, hiç kapanmayacak, her zaman beni avutacak.

Sinema, sadece kötü gün dostu değildir, iyi günde de yanınızda yer alır. Önemli bir sınavdan sonra mutlaka sinemaya gitmişimdir. Bir çeşit ödül mekanizması olmuştur benim için.

Sinema bence “Hayatın ta kendisi!”dir. Sinema kaynağını hayatın her yanından alır ve hiç görmediğiniz, tecrübe etmediğiniz olayları görmenizi sağlar. Bu bakımdan sinema, benim öğretmenimdir. Tarihi, felsefeyi, dinleri, psikolojiyi, coğrafyayı, politikayı bana o öğretmiştir. Deneyimim olmadığı duygularla ilk defa o beni karşılaştırmıştır. İhaneti, ikiyüzlülüğü, aşkı, nefreti beyazperdede görmüşümdür.

Sinema dergileri ya da yazıları çok önemlidir. Nerede sinema hakkında bir yazı görsem, o konuyu daha önce belki 10 defa okumuşsam da, mutlaka okurum. Belirli yazarları takip etmeye çalışırım. Her izlediğim filmden sonra, internette o film hakkında kısa bir araştırma yaparım, eleştirilerini okurum, bunları kendi düşüncelerimle karşılaştırıp analiz ederim. Her ay 3 film dergisi alırım, üçünün de her sayfasını dikkatlice okurum ve biriktiririm, çünkü sonradan okumam gerekebilir. Sinema yazını çok önemlidir benim için.

DVD çıktı, mertlik bozuldu. Sinema salonları av salonlarına dönüşmeye başladı. Şu anda hepsi orijinal olan ve bir kısmı Türkiye’de bulunmayan 80’e yakın DVD’m var. Onları izlemek, belgesellerine göz atmak, özenle dizip sıralamak bambaşka bir duygudur.

Sinema afişleri çok önemlidir. Onlar, film hakkında bir ön bilgi sunar. Onlara sahip olmak özel bir histir. Orijinal boyutta 200’ü aşkın afişe sahibim, onun 4-5 katı civarında afişetim var. Her birinin yeri ayrıdır. Bir de pek kimsenin bilmediği, gazetelerden kestiğim afiş koleksiyonum var. 1999 eylülden 2007 haziranına Türkiye’de vizyona giren tüm filmlerin afişlerinin %96’sı özel dosyamda durur. Artık koleksiyonu bitirmemin nedeni gazetelerin bu sayfaları neredeyse bitirmesi olmuştur.

Ayrıca sinemayı sevmemin sebebi kişiler vardır. Robin Williams, Robert De Niro, Al Pacino, Marlon Brando, John Cusack, Kubrick, Bergman, Spielberg, Wenders. Bu isimler bana sinemayı daha çok sevdiren adamlardır. Hepsinin ben de çok özel bir yeri vardır.

Bir de İstanbul Film Festivali. Resmen damardan sinema hazzı aldığınız bir ameliyattır bu festival. Uyuşur, bitkinleşir ama ısrarla daha çok film seyredersiniz. Arka arkaya sinemaya girip film komasına girersiniz ve 2 hafta çıkamazsınız. Daha güzel bir duygu var mıdır hayatta?

Çok yaşa ‘Sinema’, çok yaşa SİNEMA!