24 Haziran 2007 Pazar

3 Yeni Film (Shrek 3, Cashback, Ocean's 13)

Şrek 3 (Shrek The Third) :

Üçlemeler yılının üçüncü safhasındayız. Çuvallamalar sürüyor. Animasyon türünü nerdeyse baştan yaratan Shrek’in ikinci devam filmi, “Bu kadar da olmaz!” dedirttiriyor. Her ne kadar Shrek normal hayatına devam etse de, sinema sektörü 2001’den bu yana çok yol kat ettiği için Shrek ve arkadaşlarının maceraları bizi şaşkına uğratmıyor. Bırakın şaşkınlığı, eski formülü yeniden önümüze sunan film, gerçek manada bunu da başaramıyor.

Şahsen altının çok daha dolu olmasını beklediğim, King Arthur göndermesi Artie karakteri inanılmaz yüzeysel işlenmiş. Bunun yanında ilk iki filmde zaten yer alan Pinokyo ve Kurabiye karakterlerine gereksiz yer verilmiş. Bazı sahneler komik olmayı başarabilse de bu anlar bütünü doldurmayı başaramıyor. Çekilmesi neredeyse kesin olan Şrek 4’ün çok daha kötü olmasından korkuyorum.

Seslendirenler: Mike Myers, Eddie Murphy, Cameron Diaz, Antonio Banderas, Julie Andrews, John Cleese, Rupert Everett, Eric Idle, Justin Timberlake – Müzik: Harry Gregson-Williams – Senaryo: Jeffrey Price, Peter S. Seaman, Jon Zack, Howard Gould (William Steig, J. David Stern ve David N. Weiss’in ‘Shrek!’^adlı kitabı ve Andrew Adamson’un öyküsünden) – Yönetmen: Chris Miller, Rama Hui

**1/2 G.T.: 15 Haziran Y.T.: 17 Haziran

Zamana Güzellik Kat (Cashback) :

Cashback ilginç bir film. Hem sabun kabuğu misali bittiği anda kendini unutturan bir film, hem de farklı yapısıyla kendini izlettirmeyi başaran, böylece diğer türdeşlerinden farklı bir yere sahip olan bir film. Cashback aslında 18 dakikalık Oscar adayı bir kısa film. Yönetmeni, filmin kendine has başarısından güç alarak filmi uzun metraja çevirmiş. Kısa filmken romantizmin yanından geçmeyen film, uzun olunca romantik-komedi oluvermiş. Bu arada kısa filmin, uzunun içinde aynen yer aldığını ekleyelim.

Uykusuzluk çeken sanat öğrencisi Ben Willis’in aşkı anlama çabalarını anlatıyor uzun metraj film. Kısa olanıysa sadece insanların zamanı algılama durumlarını anlatıyor. Aslında film bütün olarak zaman üzerine kurulu, fakat uzatıldığı için gereksiz yere içine aşk eklenmiş. Gerçi işin aşk kısmı yine izlettirmeyi başarıyor kendini fakat maç sahnesi gibi filme hiçbir şey vermeyen uzun sahneler mevcut. Coupling’in 1-2 bölümünden hatırladığım Emilia Fox şirinliğiyle filme hoşluk katarken Sean Biggerstaff sade oyunculuğuyla çok başarılı bir karakter çiziyor.

Bir Pazar akşamı sevgilinizi alıp izleyeceğiniz, sonunda da ona dönüp “İyi ki varsın!” diyeceğiniz bir film.

Oyuncular: Sean Biggerstaff, Emilia Fox, Shaun Evans, Michelle Ryan, Stuart Goodwin, Michael Dixon, Michael Lambourne – Görüntü Yönetmeni: Angus Hudson – Müzik: Guy Farley – Yazan ve Yöneten: Sean Ellis

*** G.T.: 25 Mayıs Y.T.: 17 Haziran

Ocean’s 13 :

Aslında Ocean hakkında pek karalayacak bir şey yok. Çünkü çekilme nedeni belli, izlenme nedeni belli. Tıpkı Bond gibi amaç eğlenmek, yoksa izlerken sinemasal bir değer aramıyoruz. İlk filmin güzelliği buydu, çok iyi eğlendiriyordu, ikinci kendi çapında eğlenmekten bize eğlenecek malzeme veremiyordu. Ama üçüncü ilkinin seviyesine ulaşamasa da eğlendirmesini biliyor. Bundan sonrası da yalan. Al Pacino gelmiş, Zeta-Jones gitmiş, inanın değeri yok. Siz keyif alabiliyor musunuz? Evetse, tartışma bitmiştir.

Oyuncular: George Clooney, Brad Pitt, Matt Damon, Al Pacino, Don Cheadle, Bernie Mac, Casey Affleck, Scott Caan, Ellen Barkin,Elliott Gould, Carl Reiner, Shaobo Qin, Andy Garcia, Eddie Izzard, Vincent Cassel – Görüntü Yönetmeni: Steven Soderbergh – Müzik: David Holmes – Senaryo: Brian Koppelman, David Levien (George Clayton Johnson ve Jack Golden Russell’in karakterlerinden) – Yönetmen: Steven Soderbergh

*** G.T.: 8 Haziran Y.T.: 24 Haziran

Babama

Çocukların aklına bir sürü soru takılır ya, bu da onlardan biriydi. Durup dururken babama sormuştum bir gün: “Canım acıyınca neden hep ‘Anne’ diyorum, halbuki ben seni daha çok seviyorum?” Babam da olayın fizyolojik ve psikolojik etmenleri bulunduğunu anlatıp bunları teker teker izah etmişti.

Düşündüğünüzde annenin bir insan için vazgeçilmez bir unsur olduğu doğru. Sonuçta 9 ay karnında taşıyan, emziren, her anını takip eden esas ve tek kişi o. Ama sonuçta bir bebeğin sadece anne ile dünyaya gelmediği de fizyolojik bir gerçeğin ötesinde bir saptama. Fizyolojik olarak bir insanın genlerinin %50’si babadan gelmekte. Yani bir insanın tüm yapısının (fiziksel, ruhsal, psikolojik) yarısını babası oluşturmakta.

Bazılarına göre babalık, döllemek ve madden bakmaktan ibaret. Bu teorinin giderek çöktüğü bir dönemde yaşıyoruz. Türk toplumlarında her ne kadar böyle görünse de farklı olduğu kanısındayım. Evet, göçebe bir toplumda obada çocuğa bakan annedir. Baba hep seferde olduğundan ilgilenmemektedir. Yalnız belli bir yaştan sonra babanın bu yetiştirme olayına katıldığını görürüz. Erkek çocuklar babalarıyla ava çıkarak hem hayatı öğrenirler hem vakit geçirirler. Türklerin yerleşik hayata geçmesiyle sistemin değişmediğini görüyoruz. Sert olsun diye şefkat gösterilmeyen erkek çocukları ancak belli bir yaştan sonra babalarıyla vakit geçirmeye başlarlar.

Kız çocuklarının ise babaya düşkünlükleri malumdur. Bunun için kimi zaman 2. sınıf muamelesi görüp çocuk sayılmadıklarını kimi zaman da şimdiki kadar yoğun baba ilgisiyle karşılaştıklarını görürüz.

Tabii günümüzün eğitim seviyesi artmış insanları olaya bambaşka bir açıdan bakıyor. Artık çocuk, sokağa salınıp orada kendiliğinden büyüyüveren bir canlı değil; eşit derecede anne-baba sevgisine muhtaç olan küçük bir insan. Bu bakış açısından babanın görevi bir kat daha artıyor, sadece eve para getirip ona bakan ve harçlık veren erkek değil; onun sorunlarını dinleyen, bir nevi arkadaşı haline dönüşen biri haline dönüşüyor. Böylece baba olmanın sorumluğu daha da artıyor. Bu konuda herhangi bir cinsiyet ayrımı yapılmıyor, tabii Freudiyen okumaları pas geçersek.

Ben şanslı bir çocuğum, okumuş bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya geldim. Her zaman babamın desteğini, ilgisini yanımda hissettim. Aklıma takılan en ufak bir konuda ilk koştuğum kişi hep o oldu. En saçma sorularımı bile cevaplandırdı, en saçma isteklerimi bile yerine getirdi.

Hani şu ‘yaş-baba’ ilişkisini anlatan ünlü hikaye vardır ya, nedense hikaye bende ters işledi hep. Hikaye ne derdi: 10 yaşına kadar babalar her şeyi bilirmiş, 11’den sonra bazı eksiklikleri olduğu fark edilirmiş, 15 yaşında pek bir şey bilmediklerini.20’den sonra ise hiçbir şey bilmedikleri. İşte ben son tespitte ayrılıyorum. 20’sinde pek olgun olunamaz ama gittikçe babamın deneyimlerine daha çok değere verir oldum.

Tabii babamı asla tam olarak anlayamayacağım. Çünkü hem yaşım, deneyimim hiçbir zaman müsait olmayacak, hem de bu kapitalist dünyada baba olmadıkça empati denilen şeye haiz olamayacağımı düşünüyorum. Babalık mı? Şimdilik benim için çok uzak!

Bu yazı tam istediğimi anlatamadı lakin günün birinde en güzel yazımı babam için yazacağım, işte gerçek babalar günü hediyemi o zaman vereceğim.

3 Haziran 2007 Pazar

Genç Kesim İçin Politika

Türkiye’de genç olmak da zor, kardeşim. 1980 Devrimi sonrası dünyaya gelen bir kuşaktan bahsediyoruz. Bu nesil içim “P” demek bile yasak. Hele düşünmek, kitap okumak, hâşâ. Ver önene bir oyun, 1 yıl boyunca bilgisayar başından kalkmasın. Gençlik bu şekilde ömrünü harcamakla meşgul. Oysa batılı çağdaşları hem bilgisayar kullanıyor, hem kitabını okuyor. Siz neden oyun birincileri Asya’dan çıkıyor zannediyorsunuz? Apolitik gençlik isteyen zihniyet, emeline başarıyla ulaşmıştır. Miting lafını duyunca 3 adım geriye kaçan nesilden bahsediyoruz.

Malum seçim dönemine girmiş bulunuyoruz. 1001 maddeden oluşan vaat listeleri hazırlanmış durumda. Çoğu aynı kelamları ediyor. ABD, AB, NATO, Kıbrıs, Irak, laiklik, PKK ana maddeler. Bugün Sabah gazetesinde Mehmet Tez’in dikkat çektiği konu ilginçti. Tamam, bazı ana maddeler bellidir. Ama bu ülkenin seçmenlerinin önemli kısmı da gençler. Hatta 25 yaş altı gençler. Yani sözünü ettiğimiz apolitik nesil. Partiler bu alana eğilmiyor ya da eğilmek istemiyor. Gençlere yönelik bir vaatleri dahi yok. Cem Uzan yine iyi kıvırıyor, sistemi bilmeyen gençliği “ÖSS kalkacak!” vaadiyle kandırıyor. Hiç olmazsa bir adım atıyor. Öteki partiler de o da yok! Kendi çaplarında takılıyorlar.

Gerçi Tayip Erdoğan’ın keçi sakallı, küpeli bir gence de vaatte bulunması garip olurdu doğrusu. Bu konuda CHP tabana daha yakın. Üniversitelere el atabilir, gayet güzel propaganda yapılabilir.

Mehmet Ağar’ın hakkını yemeyelim ama. ÖSS sonrası evime bir kart yollamıştı. Bakir bir alana el attığının o da farkındaydı sanırsam.

Eskiden ANAP’ın Arı Hareketi varmış, gençleri toplarlarmış. Son zamanlarda duyanınız oldu mu?

Ya AKP? Belli bir genç nesle hitap ediyor belki ama bir gençlik politikası yok. Sanırım tek vaatleri sistemi ele geçirirsek yeriniz hazır, demekten ibaret.

Oysa her ne kadar önemsiz görünse de gençlerin de sorunları var. Mesela? ÖSS’ye kadarki hedefiniz belli, orası tamam. Ya sonra? Şu an herhangi bir üniversitede okuyan genç, okulu bitirince ne olacağını bilemiyor. 1, sistem yanlış (ilkokul 1’den itibaren), 2, okul kalitesi-sayısı oranı çok düşük (hükümet payı yükselteceğine, ısrarla paydayı arttırıyor.), 3, iş ortamı yeni mezunlar için çok karışık. Zaten böyle bir sistemde okuyan gencin okuldan mezun olunca uzman kesilmesinin ihtimali dahi yok. Ben tam 1 yıl sonra mezun olacağım ve daha ne yapacağıma karar vermiş değilim. Bu kadar belirsiz bir sistem olur mu? Çözüm umudu bile yok üstelik, çünkü o yönde bir hükümet programı yok. Hadi bu ciddi konuyu geçtim, iktidar adayı şunu bile dese oyları kapar: “Ülkenin dört bir yanını fiber ağlarla öreceğim, internet hızlanıp ucuzlayacak!” Valla en az 100 bin oy kapmazsa namerdim.