29 Kasım 2011 Salı

Lütfi Ö. Akad'ın Ardından: Göç Üçlemesi

İki hafta önce Türk Sineması çok önemli bir kayıp yaşadı. 30 yılı aşkın süredir film çekmese de, eğitimci olarak sinemamıza hala katkı vermekte olan Lütfi Ö. Akad 95 yaşında aramızdan ayrıldı. Vesikalı Yarim filmiyle bende çok özel bir yeri olan Akad'ı, geçtiğimiz günlerde ünlü Göç Üçlemesi'ni arka arkaya izleyerek andım. Şimdi hem bu filmlere göz atalım hem de onlar yardımıyla Türk insanına dair birkaç kelam edelim:




Gelin (1973)



Üçlemenin ilk filminde, Çorum'dan gelmiş bir aile vardır merkezde. Bir zaman önce İstanbul'da bir varoşa yerleşmiş ve orada bir bakkal açmış olan aile, küçük oğlun da eşi ve çocuğuyla gelmesiyle gözünü yukarıya diker. Yeni gelen parayla kentin zengin bir mahallesinde bir market açarlar ve tüm varlarını bu markete verirler. Bu arada küçük torun hastadır, memleketteki durumu daha da kötüleşir. Ama doktorlara inanmayan aile, gelini hastaneye göndermez. Bir yolunu bulup hastaneye oğlunu götüren gelin, çocuğun kalbinin delik olduğunu ve ameliyat olması gerektiğini öğrenir. Ama aile buna da karşı çıkar, hem doktorlara para kaptırmamalıdır hem de yeni marketin bir sürü masrafı vardır.

Üçlemenin en sağlam filmi olan Gelin, merkeze Hz. İbrahim'in kurban meselini yerleştiriyor. Böylece, tipik bir geniş ailenin para hırsını ve bu uğurda tüm gözlerinin kör oluşunu izliyoruz. Aile içindeki roller bellidir: Büyükbaba (Ali Şen) ailenin reisidir, hem yufka yüreklidir hem de bir oppürtünist. Ailenin büyümesi için tüm dikkatini işe verir, ailevi işlere nasılsa sonra bakılabilir. Nine (Aliye Rona), ailedeki disiplin ve ahlak bekçisidir, herkesin rolünü belirler. Büyük oğul (Kamran Usluer) tam bir kapitalisttir, büyümek için her şeyi göze alır. Küçük oğul (Kerem Yılmazer) İstanbul sarhoşu ve ailenin uslu bireyidir, karısı ve çocuğunu sevse de aileye karşı gelemez. Gelinin (Hülya Koçyiğit) ise tek derdi oğludur, ailedeki gidişi görse de cahil ve güçsüz pozisyonuyla sesini çıkaramaz.

Böylece, ülkemizdeki bir ailenin fertlerini tanırız. 80'ler ve 90'larda uygun şartların etkisiyle ülkedeki manevi değerleri yerle bir edip yeni burjuva takımının oluşmasını sağlayacak bu fertlerin, 1973'teki ilk ısınma turlarını görürüz. Aslında aile içi dağılımlar hep böyle olsa da kırsal kesim, niteliklerinin belirginleşmesine izin vermemiştir. Ama İstanbul'a gelen fertler, bir anda ortama uygun özelliklerini ortama çıkarır. Köy ortamında büyük ağabey bu kadar hırsını gösteremeyeceği gibi, gelin de hastaneye gidemeyeceğinden böyle bir tablo görmeyecekti, aile. Ama uygun ortamda yeni kurallara uyum sağlarken, eski geleneklerini de bırakmak istemeyen Türk toplumunun resmidir bu. Sonuçta kurbanı kendi içinden veren ama bunu da es geçip hayata devam eden aileye gerekli tepkiyi, kent ortamında bilinci gelişen gelin verir. Tıpkı günümüzde parayı ana amaç haline getiren dini sermayenin, içindeki bilinçlenmeye engel olamadığı gibi.

Düğün (1974)


İkinci filmin Urfa'dan yeni göç etmiş ailesi, başta daha sempatiktir. Annelerini kaybedince amcalarının yanına İstanbul'a gelen 6 kardeş vardır merkezde. En büyük abla (Hülya Koçyiğit) taze nişanlısını (Ahmet Mekin) ailesi uğruna arkada bırakıp gelmiştir. Büyük oğlan (Kamran Usluer) giysi ticareti yaparak para kazanmaya çalışır. 2. oğlan (Erol Günaydın) sepetinde seyyar lahmacun satar. İki genç kız fabrikada çalışırken en küçük oğlan okula gitmektedir. Ama ortama çoktan alışmış amca küçük kızı başlık parasına satarak ilk hamleyi yapar. Ailenin paraya ihtiyacı vardır çünkü seyyar lahmacunu üç tekerlekli pırpırda satmak daha iyidir. Abla bir karşı çıksa da, ailesi uğruna yine susar. Ama küçük oğlan haksız yere hapse girmesi ve en sonda 2. kızın da paraya satılmak istenmesi ciddi dönemeçler olacaktır aile adına.

Bu sefer Hz. Yusuf'un meseli gündeme alınır. Kardeşlerin kendi rahatları uğruna Hz. Yusuf'u satmalarını hatırlatan film, değişen zamanda paranın nasıl kardeşliğin yerine geçtiğini anlatıyor. Para hırsı uğruna en yakınlarını satabilen Türk toplumunun resmi çekiliyor burada da. Aile içi ilişkilerin, dostluğun, arkadaşlığın anlam ifade etmediği bir ülkenin resmidir bu defa çekilen. Kişisel menfaatler uğruna en yakınındakini bile satabilen Türk insanının halidir bu. Yine 80'ler ve 90'larda fazlasıyla gördüğümüz bu eğilimin, o dönem öncesinde nasıl yeşerdiğinin göstergesi. Filmde, bunun nedenlerinden biri de göç olarak verilir. Kolaylıkla büyük şehrin insanın gözünü döndürdüğü düşündürse de aslında gerçek tam tersidir. İnsan, daha iyi olanaklar bulduğu büyük şehri amaçlarına uygun kullanırken bir yandan da onu kirletmeye başlamaktadır. Filmdeki kavganın temelinin, çocukça bir şekilde "Benim yerim!" kavgası olduğu düşünülürse ve sonuçta ölüme gidebilecek bir olaya sebebiyet verdiğini görürken insan, büyük şehire yükledikleri durumu da düşünüyor.


Diyet (1975) 


Üçüncü film, bir fabrikada başlıyor, üretim devam ederken bir işçi bacağını makineye kaptırıyor ve belden aşağısı felç oluyor. Diğer işçiler olaydan ötürü hoşnut olmasalar da işe devam ediyorlar. Fabrikadaki sendikacı işçiler (Erol Günaydın) faaliyetlerini arttırıken baş usta (Erol Taş) da onlara karşı önlemler almaktadır. Boş kalan makineye, memleketlisini (Hakan Balamir) alır. Bu arada felç kalan işçinin komşusu Hacer'i (Hülya Koçyiğit) tanırız, Hacer aynı zaman fabrikada herkesin saygı duyduğu bir işçidir. Afyon'dan babası ve çocuklarıyla birkaç yıl önce göç etmiş olan Hacer, yaşam savaşı vermektedir. Çeşitli olaylar, Hacer'in hem sendikaya hem de yeni işçiye yakınlaştırmaya başlar.

Senaryo olarak öncü iki filme oranla zayıf kalıyor. Çünkü o dönemdeki filmlerde gözlenen naiflik ve kimi hatalar, alt metnin yeterince dolu olmamasıyla göze batmaya başlıyor. Sendika-fabrika müdürü ekseninde klasik bir iyi-kötü ekseni kuran film, yan hikayelerde de zayıf kalıyor. Mesela Hacer'in babasının bir türlü balon satamamasını, köyde saygın ama İstanbul'da yoksun olmalarına bağlaması oldukça zayıf kalıyor.

Yine de çatıyı iyi kuruyor. Sendikanın yararlarına değinerek yoplum eleştirisinden ziyade politiklik katıyor filme (Düğün ve Gelin de direkt bir politik söylem yoktur). Bunu da sağlamlaştırmak adına Hz. Muhammed'in "İki, birden büyüktür. Üç, ikiden büyüktür. Dört, üçten büyüktür. Öyleyse birleşiniz." hadisini koyuyor ama böyle bir politik söylem için bu hadis yetersiz bir dayanak oluyor.

Aslında filmde cehaletin getirdiği sorunlar, paranın insan gözünü kör etmesi, engelli hakları ve işçi güvenliği gibi geliştirilebilecek konular bulunuyor. Bunlardan cehalete biraz önem verse de politik söylemin altında boğuluyor. Bunlara daha çok fırsat verilse, iki öncülünün yanında parıldayacakmış.

27 Kasım 2011 Pazar

Sinema Sinema #3


In Time

Andrew Niccol'ün son filmi fikir olarak çok kışkırtıcı. Gelecekte, insanlar kollarında saatle yaşıyor. Para birimi, zaman! 25 yaşından sonra yaşlanmıyorsun ama saatin işlemeye başlıyor. Yeterli zaman kazanamazsan, yani saatin sıfırlanırsa, ölüyorsun. Çok rahat felsefi düşünmelere neden olabilecek bir fikir. Fahrenheit 451'de böyledir mesela ve çok sıkı bir bilm-kurgu klasiği olmuştur. Ama In Time, işin aksiyonuna ve dramına daha çok düşüyor. Fikrini bir amaç değil, bir araç olarak kullanıyor. Hal böyle olunca da film, bir süre sonra Bonnie and Clyde tarzına sırtını yaslayıp kapitalizm eleştirisi arka-planında macera filmine dönüşüyor. Popcornunuzu alıp zevkle izleyebileceğiniz bir film. (Ben durumu abartıp hamburger menüsüyle salona girdim) Amanda Seyfried ile Cillian Murphy'i izlemek çok güzel. Justin Timberlake ise sırıtmıyor.

The Adventures of Tintin

10 yıllık bir Tenten hayranı olarak (tüm kitaplarına sahibim) söyleyebilirim ki Tenten her kişiye, çoğu kişiye uygun olmayan bir kahramandır. Tenten'i seven biri, biraz hayalperest, biraz mistiğe yatkın, biraz mizah tutkunu, biraz da eski tip çizgi-roman sever olmalı. Yoksa sıkılırsınız, saçma gelir, karakterler gıcık gelir. O yüzden Tenten Avrupa'ya özgüdür ve tüm dünyada dolaşsa da Avurpai bir havaya sahip bir maceraperesttir.


Tenten'in bu ilk 3 boyutlu filmi de bu yoldan gidiyor doğal olarak. Biraz daha yumuşatsa da ortada bir Tenten filmi var. Onun ruhuna ihanet etmeden sinemalaştıran bir yapıya sahip. Bu yapıda üç yeni yıldızlaşan İngiliz senaristin payı büyük: Coupling'in yaratıcısı Steven Moffat, Spaced ve Shaun of the Dead'in arkasındaki isim Edgar Wright ile Attack the Block ile bu yıl çıkış yapan Joe Cornish. Bunlara Indiana Jones ile bu atmosfere hiç de uzak olmayan Steven Spielberg eklendiğinde işler daha da alenileşiyor.

Tenten tutkunlarına (onlara bir sürü gönderme var zaten) uygun, zevkli bir macera yaşatan bir film. 3. boyutu iyi olsa da biraz gereksiz olmuş. Ama potansiyeli var.

Rise of the Planet of the Apes

Planet of the Apes evrenini biraz bilen biri, esas fikrin insanın bencilleşmesi, makineleşmesi, doğaya zulmü olduğunu bilir. Bu son film de, bu temalara ihanet etmediğinden ve hatta onlara yeni bir açıyla yaklaştığından esas takdiri topluyor.

Günümüzde, bir ilaç şirketi araştırmacısı etrafında şekillenen tema, maymunların ilk defa zeki hale gelişini ve kendi hakları için savaşmasını anlatıyor. Merkeze de Ceasar (Jül Sezar'a iyi bir gönderme) adlı maymunu alan ve onun önderliğinde bir devrimin gelişimini soğukkanlılıkla anlatan film, eksiğini insan karakterlerine borçlu. Maymunların üzerine çok kafa yoran ve sağlam referanslarla ("Bir dal kırılabilir ama bir öbek dal kırılmaz!") onları karakterleştiren film, insan karakterlerinin üzerine o kadar düşmüyor. Bu sebeple, insanlar film içinde de klişelere mahkum olup filmi zayıflatıyorlar.

Finaliyle yakın zamanda izlediğim ve yazdığım Contagion'u anımsatan ve gerçekçi bir bilim-kurguya dönüşen film, çevreci yapısıyla ilerde de sıklıkla referans verilecek filmlerden oluyor. 2011'in en iyi gişe filmi olduğunu iddia etmek de zor değil.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi


Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi, daha adıyla bile dikkat çekiyor ve absürdlüğü kullanarak bir şeyleri eleştireceğinin sinyallerini veriyor. Ardından afişini gördüğünüzde "Ben bu aileyi ters yüz edeceğim!" diye bas bas bağırıyor.

Adana Altın Koza'dan bu yıl 'En İyi Film' ve 'En İyi Senaryo' ile dönen film, tahmin edeceğiniz üzere bir aile eleştirisi. Açıkçası ben, adından dolayı, günümüz dizileri tarafından iyice suyu çıkarılan 'Yeşilçam Türk ailesi'ni hicvedecek sanıyordum ki daha iyisi çıktı. Tipik bir orta sınıf ailesi üzerinden kopkoyu bir ülke eleştirisi.

Aslında filmin değindiği çok konu var. Onur Ünlü, gerçekten harika senaryosunda bunlara o kadar güzel dokunup altlarını dolduruyor ki şapka çıkarmamak elde değil. Aslında Ünlü finale doğru, karakterlerinin cazibesine kapılmayıp biraz kendini dizginleyebilse ortaya daha da güzel bir film çıkabilirmiş. Ama bu hali, bile takdire şayan. Hatta kurak sinemamızda hiç olmayan kara filme el atıyor. Buna biraz absürdizm katıp Coenler havası vermesi daha da ilginci. Eleştirmenler tarafından çok pohpohlanan Vavien'den çok daha iyisiyle karşı karşıyayız. Çünkü Vavien sadece aileyi eleştirirken finalinde yumuşak bir havaya bürünüyordu. Ünlü'nün filmi ise, hem aileyi eleştirirken hem onun üzerinde ülkeyi eleştiriyor hem de kapkara bir finalle filmini neticelendiriyor.

Bana ilkokulda öğretilen en temel bilgilerden biri de şuydu: Çekirdek aile, ülkenin en küçük sosyal birimidir. Yani, ülke bir vücutsa aile de onun hücresidir. Tıpkı hücre gibi de ülkenin tüm temel yapıtaşlarını içinde taşır.

Celal Tan'ın ailesi taşrada (Anadolu'da) yaşayan bir aile. Celal Tan'ın yanında, yeni evlendiği genç eşi, iki yetişkin çocuğu, torunu ve annesinden oluşmakta. Olaylar, Tan'a sürpriz doğumgünü hazırlanırken Tan'ın eve bir hışımla gelip genç karısını yanlışlıkla öldürmesiyle başlıyor. Tüm ailenin, olaya şahit olsa da görmemiş gibi yapmasıyla da hadiseler zincirinin ilk halkası başlıyor.


Bu cinayetin çözülme aşaması da bize tipik bir Türk ailesi hakkında ciddi ipuçları veriyor. Mesela aslında birbirleriyle hiç konuşmadıklarını, her şeyi içlerine attıklarını ve bundan ötürü de en ufak bir olayda (bu, yanlış anlama da olabilir) nasıl bir kaşık suda fırtına kopardıklarını görüyoruz. Sonra da gerçeklerle yüzleşeceklerine olayı örtbas etmek için nasıl çabaladıklarını, hatta haksız yere kendilerini haklı çıkardıklarını ve buna kendilerinin de nasıl inandığına şahit oluyoruz.

Ülkemizin acınacak haline gülmekten başka bir şey değil aslında film süresince yaptığımız. Birbirimizin hatalarını kullanarak kendi hatalarımızın üzerini örtmemizdir burada güldüğümüz. Başkalarının istediği hayatları yaşadığımızın inkarıdır, sahte inançlar uğruna bir hayat boyunca saçmaladığımız gerçeğine yüz dönmektir.

Filmde, daha nice ince detaylar var. Yıllarca hukuk hocalığı yapıp ölmesine ramak kala bu dünyanın maddiyatlığını anlayan bir yan karakter var. Nice elitimiz böyledir mesela, ülkemizin satır aralarında kaybolmuş bir gerçeğidir bu. Diğer taraftan kendini dünyanın en önemlisi zanneden bir sanatçımız var, aslında günlük hayata yüz vermez gibi gözükürken aslında o hayata nasıl bağlı olan züppe. Bir de insanların ünvanlarına kanıp onlara olduğundan daha fazla değer verenler var. Sanki bu ülkedeki tüm profesörler ak kaşık gibi.

Dediğim üzere, filmden neler neler çıkarılıp her birinin üzerine sayfalarca yazılabilir. Ama filmi izlerken gördüğüm bir detay daha var ki ilk defa bu açıdan durumu gördüğümden beni çok şaşırttı.

Hep 80' ihtilalinin bu ülkeyi nasıl değiştirdiğinden, bu ülkeye paranın girmesiyle riyakarlığın, insafsızlığın ve benmerkezciliğin nasıl ortaya çıktığını söyleriz. Filmde gördüm ki aslında bu özellikler bizim orta sınıfımızda hep vardı, son 20-30 yıla dayanan sonradan türemiş bir huy değil. Orta sınıf hep böyleydi, zaten filmin taşrada geçmesi de onu işaret ediyor, hala içine kapanık bir topluluk üzerinden anlatıyor olayları. 80'ler bu ülkeye parayı getirerek sadece bu özelliklerin ayyuka çıkmasını sağlamıştır. Yoksa bu topraklar dünyanın en güçlüsüyken Fuzuli boşuna "Selam verdum/Rüşvet değuldur deyu almadılar." dememiştir.

Ülkemiz ve insanımız adına bolca zihin egzersizi yaptıran bu filmi herkesin izlemesini salık veririm.

20 Kasım 2011 Pazar

Beni Unutma


Issız Adam, belki bir başyapıt değil ama Türk Sineması'nda bir milat oluşturduğu kesin. Bu milat, Türkiye'de gerçek ve sağlam bir aşk filmi yapılabileceğini gösteriyordu. Gerçi öncesinde de çok iyi aşk filmleri (Selvi Boylum Al Yazmalım, Vesikalı Yarim ve Kırık Bir Aşk Hikayesi aklıma ilk gelenler) vardı ama 95' yılında oluşan dönemsel geçişle eski dönem tamamen unutulmuştu. Issız Adam'dan sonra aşkı anlatan veya anlatmaya çabalayan bir sürü film çıktı.

Beni Unutma da bunlardan biri. Hatta senaristi (aynı zamanda film eleştirmeni) Burak Göral, Issız Adam'ın yarattığı bu etkiyi de bilen biri (Sinema dergisi - Kasım 2011 Burak Göral röportajı).

Beni Unutma, bir aşkı anlatmaya çalışan film. Çok şükür ki anlatıyor da. Filmin ilk yarısı, sadece aşkı anlatıyor, gayet yere basan ve klişe olmayan bir şekilde. Hatta antrakta girince kendime sordum: "Her şey iyi güzel de bundan sonra ne yapacaklar?" Çünkü filmin altyapısı anlatılan aşkta sanki kötü bir şey olamazmış gibi kurulmuş. Tek çatlağa sebep olacak konu, eski sevgililer ama onlar da nerdeyse hiç görünmüyor.

2. yarıda film tökezlemeye başladı. Daha doğrusu yapılan senaryo hamlesi, filme zarar vermiş. Çünkü aniden gelen kırılma ve onun etkileri filme iyi yedirilememiş ve gerçekçiliğe zarar vermiş. Tahmin yürüttüğüm eski sevgililer olayına ucundan girilse de yan öykü bile yaratmayacak kıvama ve hatta filmi daha da zedeleyecek şekilde gerçeküstü bir hale bürünmüş.

Hal böyleyken, final sahnesi hafiften burnunuzu sızlatsa da 'olamamış' bir filmi bitirerek salondan ayrılıyorsunuz.

Not: Final sahnnesi çocukken çok etkisinde kaldığım, halbuki iyi bir melodramdan fazlası olmayan My Life'ı hatırlattı bana, hüzünlenmeme bir sebep de bu etki oldu. O filmde, Michael Keaton öleceğini anlayınca, çocuğu büyürken izlesin diye bir sürü video kaydediyordu. Çocukluk aklımla beni çok sarsmıştı.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Gelecek Uzun Sürer


Gelecek Uzun Sürer, kendisinden çok söyledikleriyle, anlattıklarıyla ve gösterdikleriyle akılda kalan bir eser. Bu, film aleyhine bir dezavantaj olarak algılanabileceği gibi, avantaja da dönüşebilir. Nitekim yönetmen Özcan Alper başarılı rejisiyle, çok sıkıcı ve anlamsız olabilecek bir filmi sizi durmadan düşünmeye zorlayan ve içinizde kızgınlık ve öfke dahil çeşitli duyguları oluşturan bir filme dönüştürmüş.

Önce filmin beynimde oluşturduğu duyguları yazıya aktarmaya çalışayım: Bir insan düşünün, oğlu, anne/babası, kardeşi veya başka bir yakın akrabası sebepsiz yere öldürülüyor. İçinde onu öldürene dair bir nefret oluşmaz mı ve bu nefreti hiç unutabilir mi? Asıl önemlisi siz, 3. sahış olarak, bu duyguyu beslediği için ona kızabilir misiniz?

Vicdan sahibi bir insanın bu sorulara vereceği yanıt bellidir. Ama bu şahıs bir Kürt olduğunda nedense düşünceler 180 derece dönüyor. Hep itaat etsin, duygularından arınsın, rasyonel olsun diyoruz. Onun da bir insan olduğunu ve içindeki öfkesini dile getirmek isteyebileceğini unutuyor, çünkü olayı politikleştiriyoruz.

Birkaç yıl önce gazetede bir haber okumuştum, eşi 80' olaylarında hapse alınmış ve bir daha haber alınamamış, kendisine öldüğüne dair bile (işkenceden veya direkt öldürüldüğü bariz zaten) bilgi verilmemiş bir kadın hakkında. Devletine defalarca başvurup hep cevapsız kalan bir eş hakkında. Bu kadın, yıllarca içindeki (devlete karşı) öfkeyi biriktirmiş ve HADEP'ten milletvekili seçilmiş. Şimdi sorarım size, bu kadının devlete olan öfkesi sizce de olağan değil mi?

Sakin kafayla ve olayları deneyimlememiş bir bedenle, öfkeyle hiçbir yere varılamayacağını ben de biliyorum. Hiçbir zaman bir olayı/durumu/kavramı günümüzdeki ve normal şartlar altında düşünmemeliyiz. Bu, tarih bilimin olduğu kadar sosyolojinin de ana cümlesidir. Çok alakasız bir örnek: Türkiye'de olağan karşılanan bir hareket Çin'de bambaşka karşılanabilir ve siz gidip Çinliler neden böyle karşıladı diyemezsiniz çünkü olayı temelsiz değerlendirmiş olursunuz.

Anlatmak istediğim şu, Kürtler hakkında düşünürken biraz da empati yapmamız gerek. Oturduğumuz yerden, İstanbul'daki bir bar taburesinden veya birazcık okuyup araştırmadan, sadece bizim işimize öyle geldiği için konuşulmaması gerek. İşte bu aşamadan sonra, olayı etraflıca düşündükten sonra tartışmalıyız.

Sakın ola Kürtleri savunduğum veya PKK'yı haklı bulduğum sanılmasın. Şiddet, her ne nedenle olursa olsun lanetlenmelidir. Ama bu demek değildir ki, şiddetin sebebi araştırılmasın ve şiddete şiddetle karşılık verilsin. Siz ateşin özünü bulmadan söndürmeye çalışırsanız sadece kendinizi aldatırsınız. Bu, sıvı yakıt yangınlarını su ile söndürmeye benzer!

Nitekim 20-25 yıl geçti, hala daha PKK ile mücadele devam ediyor. Tıpkı aradan 100 yıl geçmesine rağmen hala İngiltere'de IRA'nın, İspanya'da ise ETA'nın aktif olması gibi. İnsanlar karşısındaki anlamaya niyetlenmediği müddetçe, karşıdaki tepkisini normal yollarla duyuramadığından olağan dışı yolallardan duyurmaya devam edecektir. Bu şekilde de terör var olmaya devam edecektir.

İşte Gelecek Uzun Sürer'i izlerken kafamda bu ve buna benzer bir sürü fikir dolaştı. İstanbul'da müzikoloji okuyan bir Artvin Ermeni'sinin (aslında kavmi önemli değil ama filmde çok güzel diğer noktalara bağlanıyor) yerel ağıtları kayıt altına alarak bunlardan bir tez yazmak için Diyarbakır'a gidip orada araştırmalar yapmasını anlatıyor film. Aslında Sumru adındaki bu kızın bir amacı da, yıllar önce ansızın giden devrimci sevgilisinin topraklarına ayak basarak onunla, fiziken olmasa da, bir nevi özlem gidermek.

Sumru'nun bir dernek aracılığıyla yerel insanlarla (çoğunlukla Kürtçe) röportajlar insanı hüzünlendiriyor. Filme belgesel havası katan bu sahnelerdeki insanların yüzlerindeki ifadeler, mimikler anlattıklarının ne kadar gerçek, kalpten olduğunu gösteriyor. Bunlara kayıtsız kalmak imkansız.

Son olarak filme dönersek, çok sırıtmayan oyunculukları ve güzel görüntüleriyle çok iyi bir film olduğu çok açık. Bu filmi, ileride daha çok konuşacağız.

13 Kasım 2011 Pazar

Sinema Sinema #2


Contagion

"Dünya küçük bir köy." derken bu cümlenin anlamını da düşünüyor muyuz acaba? Yüzölçümü aynı kalsa da iletişimi, ulaşımı gittikçe kısalan bir dünya bizimki. Her ne kadar bunun pozitif anlamları üzerinde yoğunlaşsak da, negatif etkileri de mevcut. Steven Soderbergh'ün son işini izlerken aklıma ilk bu geldi. Bir hastalığın ilk başlangıcını bulmak artık o kadar zor ki! Dünya üzerinde saatte kilometrelerce yol alan insanoğlu bir virüsü de yanında taşıyabiliyor ve buna karşı en ufak önleminiz olamaz.

Soderbergh, bulaşıcı ve ölümcül bir hastalığın ilk insana bulaşmasından itibaren tüm olanları belgesel mantığıyla anlatıyor. Olaylara, kişilere taraf olmadan muhtemel olabilecekleri gösteriyor. İnsanoğlunun zor zamanında bile var olan kötücül özü, diğerini ötekileştirme çabası, kapital sevdası ve 'filler çimenleri ezer' özetindeki mantığı. Bunları izlemek bile, her ne kadar gerçekliğinden şüphemiz olmasa da, insanı daraltıyor, bunaltıyor. Çünkü en ufak bir tehdit altında insanın ne kadar çaresiz, sefil ve acımasız olduğunu gösteriyor.

Bunları göstermek filmin en önemli artısı, erdemi. Teknik anlamda kusursuza yakın bir iş çıkaran Soderbergh, o savunmasız anı görselleştirmeyi başarıyor. Ünlü oyuncularla dolu kadrosunu iyi idare ediyor, her birinin filme hizmet etmelerini sağlıyor. Bunların yanında, Soderbergh salgın tezahüründeki bazı noktaları sevmeyebilirsiniz (hastalığı ilk kapanın aldatan eş olması, ABD'nin kısmen yücetilmesi gibi) ama bunlar da onun düşüncesi sonuçta.

The Guard

Her yıl mutlaka çıkan sıra dışı İngiliz komedilerden biri daha. Zıpkın gibi senaryosu, zeki mizahı ve adanın soğuk oyuncularıyla 2011'in en iyi İngiliz komedisi. İngiliz mizahını sevenler izlerken yerinde duramayabilir.


Sleeping Beauty

Adına bakıp masal uyarlaması zannedenler kaçınsın. Çünkü insanın en temel içgüdülerinden cinselliği deşip erkek egemen toplumun ne gibi arızaları olduğu cinsellik üzerinden açıklamaya çalışan bir film izleyeceksiniz. Üniversite öğrencisi bir kızın, para uğruna yaşlı erkeklere hizmet veren gizli bir şirkete girmesini ve yaşananları anlatan film, sert ve tavizsiz tarzıyla hem özgün hem de sinir bozucu. Bu yüzden filmden çok sıkılabilirsiniz. Şahsen filmin garipliğinden keyif aldım, bolca alt metin çalışması da yapılabilir. Julia Leigh'in sonraki çalışmalarını takip etmek lazım.

Margin Call

Contagion'un eleştirisinde vurguladığım 'Filler çimenleri ezer' mantığı, bu filmin ana ekseni. 2008 ekonomik krizi öncesinde Wall Street'teki bir finans şirketinin, olacakları görüp bir anda alarma geçmesini anlatan film, ekonomiye birazcık ilgi duyanların bile soğuk duş etkisiyle salondan çıkacağı tarzda. Birkaç adamın ağzındaki kelimeyle milyonlarca kişinin hayatının nasıl çöpe gittiğini gösteriyor. Sağlam oyuncu kadrosu (Kevin Spacey, Jeremy Irons, Paul Bettany,0 Stanley Tucci, Demi Moore, Zachary Quinto, Simon Baker) ve işleyen senaryosuyla yılın dikkat edilmesi gereken filmlerinden oluyor.

8 Kasım 2011 Salı

Sinema Sinema

Uzun zamandır film izleme konusunda ne kadar tembelsem, filmler hakkında yazmak konusunda daha da tembelim. O yüzden bundan sonra başlığı 'Sinema Sinema' olacak yazılarda izlediğim çoğunlukla yeni (bazen de eski) filmleri yazacağım. Başlıyoruz!!!!

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2

Bu kadar iyi bir ilk bölümden sonra ancak bu kadar kötü bir son gelebilirdi. İzlediğim en kötü Harry Potter filmiydi. Böyle bir sonla bu seriye veda etmek üzücüydü.

Ayrıca genel olarak seriye baktığımızda, 3. film (The Prisoner of Azkaban) en iyisi olarak açık ara öne çıkıyor. Ondan sonra 7. film (the Deathly Hallows: Part 1), 6. film (the Halfblood Prince) ile 2. film (the Chamber of Secrets) akılda kalanlardı. Kalanı unutulmaya mahkumdur.

Bridesmaids
Yılın en iyi komedilerinden biri ilan edilen (senaristi ve başrolü) Kristen Wiig merkezli bu film, vasatın üstüne çıkmak için çok uğraşsa da konvansiyonel yapıdan bir türlü kurtulamadığından sıradanlığın sınırlarında dolaşıyor. Vaktinizi boşa harcamayacağı kesin ama verilen paraya değer mi, işte o soru işareti.

Horrible Bosses

İşte daha farklı bir komedi. Gülebildiğiniz, izlerken keyfe geldiğiniz bir komedi. Yalnız bu filmin de odak noktası kayık. Filmin en önemli kozu starları değil, kötü adamları. Hal böyleyken, bir süre sonra esas adamları değil, gıcık patronlarını beklemeye başlıyorsunuz. Colin Farrell'in şişko ve dangalak patronu; Jennifer Aniston'un seksi ve sapık patronu ile Kevin Spacey'in karizmatik ve sadist patronu varken tırsık üç ana karakter oldukça sönük kalıyor. Ama artık böyle bir komedi bile yetiyor bize.

Jane Eyre
Her seneki kostümlü drama kontejanımızı bu yıl yeni Jane Eyre uyarlaması dolduruyor. Bu ünlü klasik eser, Cary Fukunaga'nın yönetmenliği ve Mia Wasikowska ile Michael Fassbander'in performanslarıyla uyarlanmış. Bu tarzı sevenlerin çok seveceklerine eminim. Hüzün dolu dramatik bir konu, iyi yazılmış bir senaryo, görkemli kostüm ve set tasarımları, kayda değer performanslar ile ortaya çıkan seyir kalitesi yüksek bir film. Yılın dikkate değer yapımlarından!

The Conspirator

Abraham Lincoln'ün suikasti sonrasında ortaya çıkan gerçek bir mahkeme/demokrasi dramını masaya yatıran film, demokrasi hakkında kafa yoran herkesin izlemesi gereken tarihi bir dram.
Bilhassa Robin Wright'ın performansıyla daha da önem kazanan film, ülkemizdeki Ergenekon davası gibi büyük siyasi-makheme olaylarını yaşarken bir daha düşünmemizi öğütlüyor. Demokrasinin ne olduğunu düşünmek için harika bir fırsat.

Win Win

Normal insanların normal hayatlarını filmlerine malzeme yapan Thomas McCarthy'nin son filmi; süper kahramanlar, divane aşıklar, komik şapşallar, tarihi şahsiyetler dışında da karakterler olduğunu ve biraz da gündelik hayat üzerinde kafa yormamız gerektiğini hatırlatan bir film. Vasatlık sınırlarında gezinse de 90 dakika nefes almanızı sağlıyor.

The Red State

Son 20-30 yılda hızlı bir şekilde yükselişe geçen tarikatlar, sanıldığı üzere sadece ülkemizde değil tüm dünyada popülerler. Favori yönetmenlerimden Kevin Smith kökten dinci bir tarikatı merkezine aldığı bu ilk korku filminde, hem has bir filme imza atmaya çalışırken hem Hostel, Saw gibi olayın suyunu çıkaran örneklerle dalgasını geçerken hem de birkaç politik kelam ediyor. Sonuç harika olmasa da, amacına çok yaklaşmış olduğu yadsınılamaz. Üstelik film, çekim ve dağıtım süreciyle tam bir bağımsız film.

Thor

Shakespeare kelamları eden bir süper kahraman görmek, açıkçası baştan sizi soğutuyor. Film, eğlence açısından fena değil ama Marvel işin içini iyice boşaltıyor. İlk Iron Man filmini bu stüdyo mu çekti, fena halde şüphe içerisindeyim. Natelie Portman da kesinlikle ticari iş yapmamalı, berbat oynuyor.

También la Iluvia (Even the Rain)

Kapitalizmi yeren insanların kapitalist olması kadar ironik bir durum yok şu dünyada. Bunu gerçekten bilmeden yapanlardan söz ediyorum tabii. Filmde, İspanya'nın ilk Güney Amerika seferinde yerli halkı nasıl köleleştirdiğini belgesele aktarmak isteyen bir film ekibinin, o yerli halkı nasıl köleleştirdiğini izliyoruz. Bunun yanında modern görünmek adına halka ait doğal kaynakları yabancılara satan yerel hükümet de cabası. Hiç bunun Türkiye izdüşümlerinden bahsetmeyeceğim, çıkamayız. 2011'de Yabancı Dil'de Oscar adayı olan bu yapım, sert eleştirisi için bile izlenmeli ki film de gayet iyi.

Crazy, Stupid, Love

Bu özgün romantik soslu komedi, harika kadrosu (Steve Carrell, Julianne Moore, Ryan Gosling, Emma Stone, Merisa Tomei, Kevin Bacon), dürüst senaryosu ve başarılı rejisiyle yılın parlak Hollywood yapımlarından oluyor. Lakin elde kaçırılmış bir fırsat var. Muhafazarkarlaşan ve klişeleşen ikinci yarısıyla izlenip geçilecek bir filme dönüşüyor. Halbuki 2011'in klasik komedisi olabilirdi!

6 Kasım 2011 Pazar

Arkadaşlık Üzerine


Bu sefer arkadaşlık üzerine yazmak istiyorum. Çünkü çok mühim bir mesele. Sosyal bir varlık olan insanın ilk yaşlarından itibaren edindiği ve zaman geçtikçe sayısında değişiklik arz eden bir ilişki.

Çeşitli kalıplara ayırabileceğiniz gibi (çocukluk, okul, iş, vb.) çeşitli kelimelerle sınıflandırabileceğiniz (kanka, dost, panpiş, vb.) bir kavram. Son 1 yıldır üzerine çok düşündüğümü belirtmeliyim: Arkadaş nedir? Kime denir? Kimle arkadaş olunmalı? Neden?

Kendime göre, gayet kişisel birtakım sonuçlara vardım, bazı konularda ise kesin bir karara varamadım. Ama bunları bir şekilde özetlemek istedim:

Bir kere arkadaşlık kavramı tamamen subjektif, yani kişiye bağlı. Bazı kişilerin sürüyle arkadaşı olabiliyorken, bazılarının hiç olmuyor. O yüzden bu konu, kişiden kişiye farklıdır.

İkincisi, yaşa ve bilhassa deneyime göre farklılaşan bir olgu. Çocukken arkadaşınızdan sadece sizinle oyun oynamasını ve eğlenmesini talep edersiniz. Başka bir ihtiyaç yoktur. Bir kısmı zaman içinde daha kalıcı olabilir ama çoğu bir daha aklınızın ucuna gelmez bile.

Okul arkadaşlığı daha kalıcı gibi gözükür. Sonuçta nerdeyse her gün ve yıl boyunca birbirinizi görürsünüz ve birkaç yıl devam eden bir süreçtir. Devamlı da az yada çok bir ilişki devam eder. Gözlemlediğim o ki, ne kadar kalıcı gözükürse gözüksün bunların çoğu da gider. Belki bir yerlerde karşılaşıp sohbet edersiniz ama kalıcılığa yönelik olmaz. Sadece tanıdıklık çerçevesine alınır.

Okul arkadaşlığını gerçek arkadaşlığa döndüren asıl faktörse, okul dışında bu arkadaşlığın nasıl sürdüğüdür. Birtakım çıkarlara (ödev, sınav, vs.) dayananlar okul dışına çıkıldığı anda kaybolur zaten, okul devam etse de. Sadece muhabbete, geyiğe dayalı arkadaşlıklar ise okul dışında olmasa bile, okul bittikten bir süre sonra kaybolmaya mahkumdur. Çünkü temelsizdir. Okul bitiminde yaşanan şehir/okul/iş değişiklikleri bu tür arkadaşlıkları birkaç telefon sonra sona erdirir. İki taraf da birbirini hatırlamaz zaten. Yaşananlar, sadece günün birinde gerçekleşecek bir karşılaşmaya muhabbet olur.

İş arkadaşlığı ise bundan farklı değildir. İş dışında ve iş harici bir konu konuştuğunuz anda o ilişki kişiselleşmeye başlar, devamı da gelirse kalıcılaşmaya başlar.

Bu yüzden tanışıklıkla, arkadaşlık birbirinden ayrılmalıdır. Mesela Facebook'taki arkadaş listenizin çoğu aslında arkadaşınız değildir, bazılarıyla hiç konuşmamışınızdır mesela.

Bir de şu konu önemlidir, arkadaşlık konusunda: Bir insanla sırf iyi olduğu için arkadaş olmazsınız. (Zaten iyi-kötü diye bir kavram oldukça hayalidir, insanlar salt iyi veya kötü olamazlar. İyiyi beyaz olarak, kötüyü siyah olarak farz edersek; bembeyaz veya simsiyah bir insan yoktur, tüm insanlar gridir, onları birbirinden ayıran da griliklerinin tonudur.) Arkadaşınız ile bir şey paylaşmalısınız ve bazı olaylara/kavramlara/geçmişe dair ortak bir bakış açınız olmalıdır.

Daha da önemlisi, iki taraf da birbirine açık olmalıdır. Birbirinden gizlenen bir sır, fiziki olarak arkadaşlığı bitirmese bile, içten içe o bağı kemirir ve yorar.

Ama bu ikisinden de daha önemlisi, arkadaşlık ilişkisinin nasıl bir tabiatta olduğudur. Buna çevre bilimleri üzerinden örnek vereceğim. Doğada hayvanlar arasında üç tür ilişki vardır: Mutualizm, komensalizm ve parazitizm. Mutualizm, iki tarafın da yarar sağladığı ilişki türüdür. Komensalizm, tek tarafın yarar sağlayıp diğer tarafın ne yarar ne zarar gördüğü ilişki türüdür. Parazitizm ise, bir taraf yarar sağlarken diğer tarafın zarar gördüğü ilişki türüdür. Doğada da bu türlerin bir sürü örneği bulunmaktadır.

Arkadaşlık ilişkileri de doğadakilerden farklı değildir. Yalnız sosyal bir varlık olan insanın ilişkisi, sadece maddiyata bağlı değildir (bu tarz ilişkiler de vardır lakin konumuz bu değildir); bilakis maneviyata daha çok dayalıdır. Bir arkadaşınızdan en büyük beklentiniz, iyi günde de kötü günde de yanınızda olmanızdır. Mesela bir doğum gününüzde arayıp sizi sevindirmesini veya bir yakınınızı kaybettiğinizde başınızı koyabilecek bir omuz uzatmasını istersiniz. Bu uç örnekleri bıraksak bile, baş başa oturup havadan sudan koyu bir muhabbet etmek istersiniz. Zaten baş başa olduğunuzda o konuşma duraklamalara uğruyorsa o ilişkinin kalıcılığında sorun vardır.

Şimdi yukarıda saydığım ilişki türlerine geri dönersek, gerçek dostluk/arkadaşlık iki tarafın da birbirinden manevi haz aldığı, birbiri ile arkadaşlıktan zevk aldığı ilişkidir, yani mutualizmdir. Komensalizm ise çeşitli nedenlerle (vicdan, acıma, vs.) tek tarafın diğer taraftan çok haz etmese de arkadaşlığını devam ettirdiği, diğer tarafın da bunu dostluk gibi gördüğü ilişkidir. Parazitizmi açıklamak ise kolay; bir alırken diğeri veriyor.

Parazitizmin her ne kadar az olduğu düşünülse de aslında gayet fazladır diğer türlere nazaran. Çünkü bu iki tarafın kişilik özelliklerine bağlıdır. Bir tarafın egosu yüksekse, diğer tarafa hep baskı kurmaya, kendi isteklerini yaptırmaya çalışır. Diğer tarafsa gerek ilişkiyi sürdürmek için, gerek sosyal olmak gerekse kendi kişiliğini oturtamamış ve vermeye alışkın olduğundan adına bu ilişkiyi devam ettirmek ister. Bu semptomlar bazen çok belirsiz olabilir ama çeşitli vakalarda, bilhassa bir tarafın hassas olduğu konularda ortaya çıkar.

Bunlar, benim arkadaşlık üzerine düşüncelerim. Tabii, sosyal her meselede olduğu üzere kesin bir saptama yapılamaz. Kişisel hayatımda gördüğüm şudur ki çok arkadaşınızın olması size hiçbir şey katmaz, önemli olan az ama öz arkadaşınızın olmasıdır ve bunlarla hayatınızı düşünmeden paylaşabilmenizdir. Diğer tanışıklıklar, genel toplum kuralları içinde sürdürülmelidir, bazen bir arkadaşmışçasına destek verilmelidir. Sonuçta bu, bir insanlık görevidir, sosyal yaşamın bir parçasıdır.

Son olarak şunu da eklemek isterim: Bir kişiyle arkadaş olmak istediniz ve o size aynı şekilde/tavırda yaklaşmadı. Bu, onun kötü biri olduğu manasını taşımaz. Herkesin, tıpkı sizin olduğu gibi, birtakım öncelikleri, o koşullarda uygunsuz şartları olabilir. Gerek günlük gerekse uzun süreli ilişkilerinizde bu detaya önem verin. Bir kişiyi, bir olaydan ötürü ve bir bakış açısına göre yargılamayın.

Gülümseyin

Bu bayram gününde size tek bir şey diliyorum: Gülümsemenizi.

Gülümsemek, çok özel bir harekettir, daha özelinde bir jesttir. Olay, sadece dudak ve çevresi kasların uygun bir şekilde kasılması değildir. İçinizdeki pozitif enerjinin bir yansımasıdır, gülümseme. İnsanın kalbinden geçenlerin bir türlü aynasıdır.

Ben, bir insanın önce gülümsemesine bakarım. Çünkü geçmişi, altyapısı, ünvanı, dili, dini, ırkı ne olursa olsun; gülümseme insanın kişiliğine ait bir özelliğidir. Hem doğduktan sonra her insan içgüdüsel olarak gülümser, hem de giderek ona kendinden bir şeyler katar. Yani, gülümseme hem evrenseldir, hem de kişiseldir.

Bayramınızı en içten duygularımla kutlarken, gülümsemekle ilgili çok özel bir şarkıyı sizinle paylaşmak istiyorum: Müziği ünlü komedyen Charlie Chaplin'e ait olan Smile :

Smile though your heart is aching / Gülümse, kalbin acırken bile
Smile even though its breaking / Gülümse, kırılırken bile.
When there are clouds in the sky, you'll get by / Gökyüzü bulutlarla kaplandığı zaman, atlatırsın
If you smile with your fear and sorrow / Eğer acın ve korkunla gülümsersen.
Smile and maybe tomorrow / Gülümse, belki de yarın
You'll find that life is still worthwhile / Yaşamın yaşamaya değer olduğunu anlarsın.

If you just / Eğer sadece
Light up your face with gladness / Yüzünü şükranla aydınlatırsan,
Hide every trace of sadness / Hüznün her izini silersen,
Although a tear may be ever so near / Gözyaşı çok yakınında olsa bile,
That's the time you must keep on trying / Denemekten vazgeçmemenin zamanıdır.
Smile, what's the use of crying? / Gülümse, ağlamanın ne gereği var ki?
You'll find that life is still worthwhile / Yaşamın yaşamaya değer olduğunu anlayacaksın.