17 Haziran 2011 Cuma

Filmler...

Bu sefer son 3-4 ayda gösterime girmiş filmlere bakıyoruz. Gelin, yerlilerden yabancılara bir tur atalım:

Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides

Serinin 4. filmi, tamamen Kaptan Jack Sparrow üzerine. Ama tamamen! Filmden Sparrow'u atın, denizkızlarının ilk geliş sahnesi hariç bomboş bir film göreceksiniz. Ama Jack Sparrow her derde değiyor. Eğlendiriyor. Bu da bir gişe filminin yegane amacı değil de nedir zaten. Vasat, keyifli bir gişe filmi. İlk filmdeki keyfi arayanlar hiç gitmesin, işin içine Hollywood girmiş!

Hanna

Ben Joe Wright'tan fena halde ümitliydim. Atonement'taki o enfes plan-sekansı hatırlayanlar, meramımı anlayacaktır. Ama adam, son iki filmdir oldukça bilindik bir tür sineması yapıyor. İyi kıvırıyor ama biz ondan farklı tatlar bekliyorduk.

Hanna da kaliteli bir tetikçi (macera) filmi. Farklı bir tat arayanlar, benim gibi meraklanmasın. Konu birinci saatin sonunda bilindik sulara yanaşınca işin de keyfi kaçıyor ve senaryodaki açıklar daha çok göze batmaya başlıyor. Başta Saoirse Ronan olmak üzere tüm kadronun da döktürmesi de bir yere kadar sizi oyalıyor. Ama elektronik müzik severler için kaçırılmayacak bir fırsat, ses kaydını Chemical Brothers yapmış ve o da döktürmüş.

X-Men: First Class

X-Men gerçekten çok farklı bir çizgi roman. Öyle meselelerden güç alıyor ki ne kadar kötü yazsanız-yönetseniz de izlenebilir. Breet Ratner çekti mesela böyle bir film ve yine anlatacak bir sürü meramı olan bir gişe filmi çıkmıştı, Ratner'a rağmen.

Ama bu sefer Matthew Vaughn ve ekibi var, kamera arkasında ve ortaya izlemeye doyamayacağınız bir film çıkarmışlar. Tüm o kişilik, ego, ırkçılık, ayrımcılık, fiziki değişiklik konularına soğuk savaş, politik hileler ekleniyor. 60'ların güzelim Bond filmlerin tadına az da olsa Dr. Strangelove ekleniyor. Valla ben bir keyiflenmişim ki sormayın. Film bitince kendime sordum, "Bir gişe filminden başka ne isteyebilirim ki?".

Keyifli, komik, heyecan verici, detaycı, nefes kesici ve X-Men serisine yakışan bir seyirlik.

Çalgı Çengi

Selçuk Aydemir adını şu an bilmeseniz de çok yakında duyacaksınız. Çünkü Cem Yılmaz'ın sonraki filmini kendisi çekecek! Halbuki kendisi bir mühendis, İTÜ mezunu, duyduğuma göre de çalışıyor hala mühendis olarak.

Haftasonları çekebildiği bu güzel ilk filmi, Cem Yılmaz seyredince gösterim şansı bulmuş. Harika bir film demiyorum. Senaryo zaafları var, tempo da gidip geliyor. Ama kimi sahnelerde tüm bunları unutturup şahane bir komedi filmi izliyorsunuz. Çünkü karakterleri çok orijinal ve doğal. Kendileri bile yetiyor kimi sahnelerde. "Bebeğim" hitabını her daim kullanan mafya adamı, uzun yıllardan sonra gördüğüm en özgün komedi karakteri mesela. Bir ilk film olarak başarılı diyebileceğimiz Aydemir'den çok daha iyilerini bekliyoruz.

(Şu sıralar Kanal D'de yayınlanan Üsküdar'a Giderken dizisi de Aydemir'e ait. Bir göz atın!)

Chico & Rita

2 ay önce festivalde gösterilen ama pek de önemsenmeyen bir filmdi. Halbuki çok şirin bir animasyon. Animasyon dediysem, çocuk filmi kesinlikle değil, bildiğiniz aşk filmi. Cinsellik de içeren, gözlerinizi yaşartan romantik bir dram.

40'lı yıllarda Küba'da birbirlerini görür görmez aşık olan ve uzun yıllar süren aşkların gelgitli hikayesini izliyoruz. Arka planda caz müzisyenlerinin hayatı, Amerika'da yabancı olmak, politik olaylar, paranın hırsı gibi yan temalardan da nasibimizi alıyoruz. Bildiğiniz, dolu dolu film işte. Oldukça hüzünlü, çizgileri de bir o kadar sıcak ve çekici. Olumsuz yanı ise Yeşilçam melodramlarını aratmayan olay örgüsü. Tüm hareketleri rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Bu da filmin başyapıta dönüşmesini engelliyor.

The Adjustment Bureau

Fikir çok ilgi çekici. Daha önce efsanevi The Dark City dahil birkaç filmde izlesek de iştah kabartan bir fikir, kaderi ayarlayan insanların tüm hareketlerinizi aslında kontrol etmesi.

Ama George Nolfi, bu fikri o kadar sığlaştırıyor ki bir yerden sonra içi bomboş bir film izliyorsunuz. Anlamı olmayan, yer yer boğucu, saçma bir Hollywood filmi daha. Emily Blunt'ı daha iyi filmlerde görmek istiyoruz.

Source Code

İşte keyifli bir bilim-kurgu. Kendini çok ciddiye almayan film, Hollywood klişelerine zaman zaman yer verse de son tahlilde, mantıklı bir yol tutturup sıkmadan nihayete eriyor. Duncan Jones ikinci filminde de umut vermeyi sürdürürken, Jake Gyllenhaal aksiyon yıldızı olmaya alışmaya başlıyor. Rahatlıkla zamanınızın hakkına verecek bir aksiyon/bilim-kurgu seyirliği.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Sahnede Rakı İçen Cazcı

1 aya yaklaştı sanırım, arkadaşlarla Birsen Tezer konserine gittik. Tezer, şahane bir sese sahip bir caz şarkıcısıdır. Herkes gibi ben de onu efsane 'Çığlık Çığlığa' yorumuyla duydum. İlk dinleyeli kaç yıl oldu, hala tüylerimi diken diken eden olağanüstü bir yorumdur.

Tezer ilk albümü 'Cihan'ı iki yıl önce çıkardı. Şahane bir albüm. Başucu albümü olabilecek kadar hem de. Kimi zaman şarkılardan birisi hoşunuza gidiyor, başka bir zaman diğeri. Kötü veya vasat bir şarkısı bulunmayan nadide Türk albümlerindendir.

20 Mayıs'ta, yine bir iş çıkışı ve cuma akşamı Alt Nokta'ya girdik. Jülide Özçelik konserinde daha kalabalık lakin çok da sıkmayacak kadar. Zaten maksimum 80 kişilik bir mekandan bahsediyoruz.

Birsen Tezer, 4 müzisyen arkadaşıyla 10 buçuğu biraz geçe sahneye çıktı. Dediğine göre basçı hariç bu ekiple 15 yıldır beraberlermiş. Dile kolay.

Albümünü baştan sonra söyledi, yanına da bir klasik sanat parçasıyla iki Bülent Ortaçgil şarkısı sıkıştırdı. Şarkılar hep bir ağızdan söylendi, her biri başka güzel zaten. 'Bilsen', 'Balıkesir', 'İstanbul' gibi en sevdiğim parçalarını baştan söyleyince şaşırdım önce. Zaten hep sadece sesini dinlediğim birini kanlı canlı dinlemek biraz şaşırttı beni.

Ben biraz daha vakur, sakin birini bekliyordum. Tezer ise gayet şen şakrak, içinden geldiğince hareket eden biri. Sahnedeki koltuğunda rakısı duruyor. Her şarkı arasında bir fırt çekiyor. Çakırkeyifliği her halinden belli. Oldukça rahat, cazcıdan çok bu halliyle rockçıya benziyor. Bir ara dedi ki:

"Bugün gelirken kim gelir ki bu gece konsere dedim. İstanbul boşalmıştır diyordum. Siz hala daha neden bu şehirdesiniz ya? Isındı havalar, güneye gidin."

"Çalışıyoruz." cevabına da şaşırdı. Herkes boş beleş takılıyor yani! Bana bu derece rahatlığı biraz garip geldi açıkçası. Fazla laubali buldum. Seyirciyle iletişim önemli de çalışan kesimin takıldığı bir mekanda fazla mıydı sanki?

Neyse ki bu durum, harika sesini ve yorumunu gölgelemiyor. İkinci yarıda 'Sus Pus' mahvetti bizi. Ardından da kanununu aldı (kendisi kanun eğitimli bir müzisyen aynı zamanda), 'Aşk Bu Değil' ile 'Seher Vakti'ni söyledi. Mest olduk. Finalde tabii ki 'Çığlık Çığlığa' müthişti zaten.

Bis yapmaya tenezzül bile etmedi.


13 Haziran 2011 Pazartesi

Seçim Ertesi Yorum

4 yılı önce demişim ki: "Türkiye, resmen kapitalist düzeni seçmiştir." Yazının tarihi 27 Temmuz 2007. Aradan yaklaşık 4 yıl geçti ve Türkiye, kapitalist rejimden hoşnutluğunu belgeledi. Türk halkının yarısı kapitalizme oy verdi. Burada 'kapitalizm' terimini kötü bir kelime değil, bir ekonomi terimi olarak kullandığımı vurgulamalıyım.

Türk halkı çok duygusaldır. Bir de buna Türkçe'nin elastikliğini ekleyince her kelimenin altında onlarca yan anlam peydah oluyor. Aslında kapitalizm, sosyalizm, liberalizm birer ekonomik politikadır. Her siyasi partinin de birer ekonomi programı vardır, hatta çoğu zaman parti, salt bu program üzerine kurulur. TKP, LDP yada DSP'nin olduğu üzere.

AKP de, ekonomi yörüngesinde kapitalizmi desteklediğini hiç bir zaman saklamadı. Belki, öyle değilmiş gibi davrandığı anlar olabilir ama her zaman, politikasını bu doğrultuda kurdu. Tüm icraatları da buna hizmet etmiştir zaten.

Dün itibariyle Türkiye de kapitalizm ile yönetilmeye devam etmek istediğini açıklamıştır. Demokrasiye saygı duyan birinin de buna itiraz etmeye hakkı yoktur.

Benim bu seçimde sitemim, AKP'nin neden yükseldiğini hala görmezden gelmek isteyen kişilere. Israrla bunu dine bağlamak isteyenlere, seçim öncesi rüşvetlere bağlamak isteyenlere. Öyle olsaydı, AKP'nin oy oranı %35-40 bandında kalırdı. Demek ki değil, demek ki farklı nedenler var. Çoğu kişi, hala okumadan, etmeden oturduğu yerden söz söylüyor. Konuşmakla olmuyor ne yazık ki! Zaten olmadığını da 3 seçimdir, tokat gibi suratında hissediyor o oturanlar.

Türkiye gerçeğini anlamayanlar, dünyayı takip etmeyenler (dünyayı takip etmek Obama'nın adını bilmek değildir), dünyada Türkiye'nin yerini kavrayamanlar oturdukları yerden ötmeye devam edecek ve her seçimde hüsrana uğrayacaklardır. Çünkü artık kötü de olsa demokrasi işliyor. Seçim öncesi halka görünüp kaybolanlara oy verilmiyor (%10-15 oy oranı hala böyle ama bu da zamanla eriyecektir.)

Halkın yanında olmayana oy verilmiyor artık. Herkes bunu mutlaka kabul etmelidir. AKP'nin de kurulduğundan beri her fırsatında halka indiği gerçeği göz ardı edilmemelidir. (Bu gerçek, göstermelik olma ihtimali bulunsa da gerçektir.) Aslında bir sosyalist partinin yapması gerekeni, bizzat uygulayanın bir sağ partisi olduğu ironik ama çok önemli bir saptamadır. Unutmayın ki, Türkiye seçmeninin çoğu ne sağı bilir, ne solu. Evet, kaç ihtilal yaşanmıştır bu uğurda ama onlar da halka inememiştir. Halk; yaşamak için, geçinmek için ona verilenin kıymetini bilir. Politik oyunlarda kaybolmak istemez. Sıkıştığında yardım uzatacak bir el arar. Türk solu ve 2000'lere kadar Türk sağı ne zaman halka inmiştir ki?

AKP, amacı ne olursa olsun halka inmiş ve bunun karşılığını almıştır. İlginçtir, 2003'te Genç Parti'nin yaptığı da çok yakındır ve o da bir yılda %7 oy toplamıştır. Bu bakımdan, bu seçimde CHP ilk defa pozitif politika izlemiştir. Kemal Kılıçdaroğlu, tam 81 il gezmiş 3-4 ayda. Halka dönmeden oy toplanmıyor artık. Halk seni görmeden oy vermiyor artık. Çünkü halk okumuyor, halk bilgilendirilmiyor. Biz, çevremize bakarak herkesi kendimiz zannediyoruz. Halk, köşe yazarı mı okuyor, kitap mı okuyor, tartışma programı mı izliyor, internetten araştırma mı yapıyor.

Bu seçimler artık herkesin gözünü açmalı. Bu yazıda Tayyip Erdoğan şöyledir, budur, bunu yapacaktır yazmayacağım. Olay, bu değildir. Türk solu (hatta tüm Türkiye) önce bunu anlamalıdır. Kendine çeki düzen vermeden, dönemini anlamadan, neyin ne olduğunu bilmeden 70'lerden kalma politikalarla artık bir yere varılamaz. Varılmıyor zaten, görün artık!

İzbe duvarlara politik mesajlar yazarak, grafik yoksunu afişler yapıştırarak, meydanları flamalarla kirleterek kendinizi kandırırsınız sadece.

Dün en beğendiğim yorum, CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'ndan geldi. Diğer seçime şimdiden hazırlanacaklarını ve seçim varmış gibi halkla beraber olacaklarını söyledi. Eğer bu dediğini yaparsa kendisi ve tüm CHP teşkilatı, Türk solu için bir umut var demektir.

Hiçbir partiye üye değilim, hiçbir siyasi oluşum veya etkinlikte de yer almadım. Ama sol eğilimliyim. Çevremizi anlamadan, saygı duymadan, it dalaşına girerek hiçbir yere varamazsınız. AKP'yi alkışlamadan, anlamadan, dinlemeden, saygı duymadan, yorumlamadan yerinizde sayarsınız. Yeri geldiğinde eleştirelim, yanlışlarını bağıralım, doğrularını alkışlayalım. Unutmayın, AKP'ye oy verenler düşmanınız değil, AKP'liler canavar değil, onlar da insan, üstelik bu ülkenin insanları. Düşünceleriniz farklı olabilir, size yanlış davranabilirler, hor görebilirler. Tıpkı bir kesimin onları 70 yıl boyunca hor gördüğü gibi.

Elitist olmayın! Halkı anlamaya çalışın, anlatmaya çalışın! Okuyun, izleyin, gözlemleyin, oturmayın! Her Türk vatandaşı gibi her seçimde sandığa giderek oyunuzu kullanın!

9 Haziran 2011 Perşembe

2010-2011 Sezonu Dizileri

Bu sezon, yalnız yaşamaya başlamamın da etkisiyle izlediğim dizi sayısı hızla arttı. Kısa süreli, sağlam dizilerin sayısında artmış olması, bunun yanında film sektöründe hissedilir derece azalan kalite bunun başlıca sebebidir. Ama şunu da fark ettim, Türklükten midir, yoksa Akdenizlilikten mi bizim kanımızda ciddi biçimde dizi izleme alışkanlığı var. İster Türk yapımı olsun ister yabancı, herkes bir şekilde dizi izliyor.

Ben de bu sezonun dizilerine şöyle bir göz atıyorum:

Bored to Death

Yılda sadece 2 ay yayınlanan bu dizinin 2. sezonu geçtiğimiz ekimde final yaptı. 3. sezonuna da sadece 3 ay kaldı. Absürd komedi sevenlerin şaheseri olan dizi 2. sezonunda da kalitesini düşürmedi. Jason Schwartzman, Zack Galfianikis ve Ted Denson'dan oluşan kemik kadrosu yine maceradan maceraya atıldı. Yeni sezonu da zevkle bekliyoruz.

Boardwalk Empire

2010'un en çok konuşulan dizilerinden olan tarihsel drama, Mad Men kadar olmasa da ayakları yere basan senaryosu, harika kadrosu ve başarılı teknik özellikleri ile beni tatmin etti. Yalnız 2. sezonda bunun üzerine çıkması gerek, yoksa zaten yavaş ilerleyen (slow burning) bir dizi olarak sıkmaya ve bıktırmaya başlar. Daha çok Al Capone istiyorum. Duy sesimi Terence Winter.

Dexter

Bu yıl izlemeye başlayıp 1 ayda 4 sezonunu izlediğim dizi, kimilerine göre yayınlanmakta olan en iyi dizi. Bence akılcı ve zeki senaryosu ve kurgusunun yanında Michael C. Hall'un başarılı performansına borçlu her şeyi. Ama bunlar kaliteyi arttırsa da, sizi ekrana bağlamaktan öteye gitmiyor. Nitekim gelecek sezonunda sağlam bir hikaye bulamazsa hızla çökebilecek bir yapıda. 5. sezonu yine de çok merak ediyoruz.

How I Met Your Mother

Artık anneden umudu tamamen kestiğimiz, anlık esprilerin dizisi oldu. Böylece bittiği anda tarihe gömülecek bir dizi haline geldi. Ama hala zaman zaman size kahkaha attırmayı başarıyor ve çok az da olsa sizi hüzünlendirebiliyor. Mesela 'Oh Honey' bölümü kesinlikle yılın en iyi bölümüydü. Biraz da alışkanlıktan kimse bırakamıyor. Bu arada Barney, Robin ile evlenecek bence. Bu da ta ilk sezondan beri kurgulanan ana yapıyı biraz oturtuyor. Bitirin şu diziyi artık!

House, M.D.

Kaç sezon oldu ben sayamadım. İyice pembe dizi kıvamına döndü. Ama yine de çok eğlenceli. Bazı bölümler baysa da artık, heyecanla diğer bölümü bekliyorsunuz hala. House Cuddy'nin evine nasıl girdi ama?!? :DDD Bence son sezon başka bir hastanede geçecek, tamamen tahmin!

The Big Bang Theory

Bazı bölümleri ciddi biçimde bayık olsa da (ta ilk sezondan beri böyleler) kalanları da çok komik oluyor. Sezon finali hafif zorlama olsa da çok eğlenceliydi. Daha 3 sezon izleyeceğiz zaten en az.

Glee

Bu dizi kesinlikle tek sezon olmalıymış. O zaman işte kült olurdu, yıllar boyu konuşulurdu. Freaks and Geeks misali. Ama bunu sonuna kadar sömürecekler ta ki herkes bıkana dek. 2. sezon, zorlama bölümlerin hayli fazla oluşuyla dikkat çekiciydi. Hani güzelim şarkıları olmasa izlenecek tarafı kalmayacak. Bunun da sebebi, söyleyecek sözünün ilk sezon finali itibariyle tükenmiş olması. Yani Sue Slyvester, daha kaç kere bir iyi bir kötü olabilir ki???? Ya da kaç kere Kurt'ün "Ben gay'im ve özgürüm!" geyikleriyle bahtiyar olabilirsiniz ki?

3. sezonu izlememeyi düşünüyordum ki Javier Bardem'in diziye konuk olacağını okudum. Belki izlemem yine de.

ve diğerleri...

Mad Men, 2012 Mart'ına kadar tatilde!

Breaking Bad, sezonunu 4 ay erteledi. Temmuz sonunu bekliyoruz. Bakalım 4. sezon da bir öncekinden iyi olabilecek mi?

Game of Thrones'u sezon finalinden sonra yazarım. Sadece 2 bölümü kaldı, gayet de güzel gidiyor. Ama sonraki sezona çok şey bırakacak olması üzüyor.

Son olarak, son sezonunu izleyeceğimiz Entourage da Temmuz sonunda başlayacak. Duyurulur.

1 Haziran 2011 Çarşamba

The Wire: Gerçekçilikte Sınır Tanımayan Dizi

Hayat hakkında iyimser olduğumu söyleyemeyeceğim. Hatta bazı arkadaşlarıma göre sinir bozacak kadar kötümserimdir. Hayatta, iyiler pek kazanmaz, ya da kısa vadede kazanmaz. Ama görünürde genelde kötüler kazanır. Çünkü fiziksel olarak gücü elinde bulunduran genelde kötülerdir. (Aslında saf 'kötü' diye de bir şey yoktur, sadece diğer insanlardan daha fazla kötülük yapan insanlar vardır ve onların da bir şekilde bir nedenleri vardır, haklı olmasalar da.)

Sinema ve onun kardeşi televizyon, hayattan kesitler gösterirler bize. Ama bu kesitler, gerçeğe yakın da olsa bir yerlerde mantıksızlık barındırırlar ve bu mantıksızlık da iyilerin kazanmasıyla olur. Bir şekilde kötü son barındıran iyi çekilmiş bir film, her zaman baş tacı edilmiştir. Casablanca ve Donnie Darko aklıma gelen ilk örnekler. Ama çok azdırlar. Hele televizyonda seyircinin ilgisini her hafta çekebilmek adına, mutlaka bir sevgi pıtırcığı barındırır diziler.

The Wire, bu alandaki en ayrıksı dizi. Çünkü olabildiğince gerçekçi. Hayatta var olan tüm açıları, iyisiyle kötüsüyle gösteren bir dizi. Üstelik en ufak bir özendirme özelliği taşımadan, her seferinde iyiyi de kötüyü de ters köşeye yatıran bir dizi.

2002-2008 yılları arasında 5 sezon yayınlanmış. Kalburüstü dizilerin kablolu kanalı HBO tarafından çektirilmesi diziyi izleyebilmemizde ana etken. Ama en arkada 2 adam var, bu dizinin fikir babası olan.

David Shore 20 yıl boyunca Baltimore Sun'da polis muhabiri olarak çalışmış bir gazeteci. 90'larda anılarından bir kitap yayınlıyor ve bu kitabın dizisi çekiliyor. Ama esas malzemesini The Wire'a saklamış. Ed Burns ise 30 yıl polislik yapmış biri, hem de efsane denilenlerden.

İşte bu iki kişi, The Wire'ı yazıyor. Baltimore polis departmanındaki olayları anlatıyorlar. Uyuşturucu, gümrük kaçakçılığı, cinayet, dolandırıcılık, siyasi komplo, yalan gazetecilik ve hatta içi boşaltılmış okul sistemi gibi kallavi konulara giriyorlar. Bu konuları da en azından 1 sezon dizide tutuyorlar ki iyice sözlerini söyleyebilsinler.

Dolayısıyla çok karakterli bir dizi. 20'ye yakın, belki de daha fazla ana karakter barındırdığı söylenebilir. Belki olaylar etrafında daha çok yoğunlaştığından karakterlere fazla inemiyor ama yeterli kadar da üzerlerine titriyor. Öyle ki diziden bir karakter atamazsınız, gereksiz diye. Yardımcılar dahil 50-60 karakterin hepsinin bir işlevi var ve bu işlevinin bir sebebi var.

Oldukça sıkı yazılmış bir senaryo var yani. Bazen bir bölümde o kadar olay oluyor ki ekrana kilitleniyorsunuz, mecburen. Her sezonun ana merhamını anlatan ilk 2 bölüm hariç oldukça akıcı bir kurgusu da var. Bu da seyirciyi kendisine bağlatıyor.

Normal dizilerden tek farkı, fazlasıyla gerçekçi olması. Benim için artı olan bu özellik, kimi seyirciyi soğutabilir. Bağlandığınız bir karakter tak diye ölür, kimse dönüp ağlamaz bile, kalıverirsiniz. Yada sezon finalinde tam kötü adamlar yakalanırken, bir bakarsanız işleyiş aynen devam ediyor, sadece değişen adlar.

Bu açıdan efsanevi anlar barındırıyor, seyir zevkinizi bozmamak adına örnek vermiyorum. Ama şahsi beğenilerim şunlardır: Sezon olarak en iyisi 1.'dir, arkasından sırayla 5, 3, 4 ve 2 gelir. Karakter bazında tabii ki Omar Little, en babasıdır. McNulty, Bunk, Dee ve Avon da arkasından gelir. Daha çok değişik karakterler var, bazıları gerçekten çok sıra dışı ve o kadar da gerçekçidir: Ziggy, Bodie, Snoop (bu kızı izlemeniz gerek, hele 4. bölüm açılış sahnesinde), Namond, Bunny, Jay gibi.

Kısacası The Wire, kendini aşmış ve her zaman hatırlanacak bir dizidir. Defalarca izlenebilecek kalitededir. Six Feet Under, Mad Men ve Battlestar Galactica ile beraber en iyi 4 dizimden biri olmuştur.