28 Haziran 2009 Pazar

Sayıklamalar #4

  • Son 2 yıldır en çok düşündüğüm konu, insanın tabiatının ne olduğu, nelere vakıf olduğu. En alakasız yerlerde bile konu dönüyor dolaşıyor, aynı yöne çıkıyor. 2 ayda 4 sezonunu tekmili birden izlediğim Battlestar Galactica'yı da bu yüzden çok sevdim galiba. İnsanın hatalarıyla var olduğunu çok güzel özetlediği için.
  • Orhan Gencebay "Hatasız kul olmaz!" demiş, ne güzel demiş. Ama bu gerçeği çoğu zaman göz ardı ediyoruz. İnadına makinalaşmaya çalışıyoruz, sanki mümkünmüş gibi.
  • Artık iyi-kötü ayrımını daha net yapabiliyorum. Her zaman çocuklara öğretirler ya saf kötü ile saf iyiyi. Bence yanlış yapıyorlar. Çünkü gerçek hayatta böyle bir şey yok. Hepsi birer idealizmden ibaret. Hiçbirimiz beyaz veya siyah değiliz, griyiz.
  • Genel konsepti anlatmak için ideal kabuller yapmak, mantıklı ve kolay. Ama bu ideali, gerçek sanmak ise çok saçma ve doğaya ihanet. Gerçek hayatta ideal hiçbir şey yoktur. Mesela ideal gaz kanununu okuruz ama ideal gazın olmadığını biliriz. Sadece ideale yaklaşan gazlar vardır. İşte tüm kavramlar da bunun gibidir. İdeal aşk yoktur, ideal çalışma koşulları yoktur, %100 verim yoktur, ve saire, ve saire.
  • Ben bu blogu neden tutuyorum? Kendimi gerçekçi bir biçimde anlatmak için, di mi? Ama zaman zaman kendime otosansür uyguladığımı görüyorum, gayri ihtiyari. Mesela, bazen kızlar hakkında yazmak istiyorum ama bu blogu kızların da okuduğunu düşünüp vazgeçiyorum. Beni sapık zannedeceklerini düşünüyorum. Halbuki bir erkeğin kızlar hakkında yazması kadar doğal bir şey olamaz. Kısacası reel hayattaki gibi sanal hayatta da maskeler takıyoruz. Yine de amacım bunu en aza indirebilmek.
  • Michael Jackson şu dünyadan göçüp gitti ve ardından methiyeler düzülmeye başlandı hemen. Ne kadar ikiyüzlüyüz ya! Bari şimdi doğru konuşun, nasılsa adam duyamaz!
  • Yukarıdaki maddeye kendimin girmediğini sevinerek söylemeliyim. Daha perşembe günü (ölümünden 1 gün önce) zevkine vararak 'You Give into Me'yi dinliyordum. Adam popu baştan yarattı bence. 1 Beatles ise 2, kesinlikle Michael Jackson'dır. Kimse de onu geçemeyecek kanımca. Huzur içinde yatsın.
  • En şevdiğim 3 Michael Jackson şarkısı şöyledir:
    1 - Liberian Girl
    2 - Say Say Say
    3 - You Give into Me

Kesişen Masallar

‘Bursa Anadolu Lisesi 2003 Mezunları Yıllığı’nda Mehmet Toktaş’a bakın ne yazmışım: “… Aslında şu anda bir masaldayız. Bu masal Haziran’da sona eriyor. Hayatın daha nice masallara gebe olduğu bilinmez. Ama şu gerçek var ki hepsi ders verir bize. Başka bir masalda görüşmek üzere…”

Sonraları bu masal kavramını çok benimsedim. Yani ‘hayatın kesişen masallardan ibaret olduğu’ gerçeğini. Herkesin hayatı bir masal aslında. Hatta klişe tabirle herkesin hayatı bir roman. Onun için de belki biyografi ve otobiyografi okumayı, insanların eski anılarını dinlemeyi pek severim.

Kimse toz pembe hayatlar yaşamıyor. En zenginin, en konforlu hayata sahip insanın bile nice dertleri vardır da kimse anlamaz. Mesela Bill Gates’in kızı kim bilir hangi dertten dolayı geceleri uyuyamıyordur. Volkan Konak’ın dediği gibi “Herkesin bir derdi var/Durur içerisinde.”

İşte dünyadaki 6 milyar insana (yada dünya nüfusu an itibariyle neyse o kadara) ait 6 milyar masal var. Ve her saniye o masallar birbiriyle temas ediyor. Kimi teğet geçiyor, kimi ucundan giriyor, kimisi de tam merkezinden geçiyor. Ama hiçbir zaman sabit kalmıyorlar bulundukları yerde. Girdikleri gibi çıkanlar da var, girdikten sonra o çember içinde uzun süre kalanlar da.

Yeni Türkü der ki “Ya dışındasındır çemberin/Ya da içinde yer alacaksın!/Kendin içindeyken/Kafan dışındaysa…” Tabii burada Murathan Mungan başka bir olguya gönderme yapıyor ama sonuç aynı yere çıkıyor. İnsan sosyal bir varlık ama herkes kendi çemberi içinde kendi masalını yaşar. Mutlaka başkalarının yaşamlarını etkilesek de, onların çemberlerinin içinde yer alsak da; sonuçta çemberler şahısların kendilerine aittir.

Bizim başka masallara müdahale etme hakkımız yoktur, sadece müdahil olabiliriz. İşte hayat bu gözle bakarsak daha sağlıklı olur. Böylece hem kişilerin haklarına saldırmamayı öğreniriz, hem de kendi haklarımızı koruyabiliriz.

Bırakın, kişiler kendi masallarını yaşasın ve isterlerse sizi de o masallara dahil etsinler. Siz de kendi masalınızı yaşayın. Unutmayın ki kitaplarda okuduğumuz masallardaki öğeler de birer metafordan ibarettir. Beyaz atlı prens de, kötü kalpli cadı da bizleriz aslında. Her öğeden bir tutama sahibiz ama kişiliğimizi belirleyen o tutamları ne kadar dışa vurduğumuzdur. Gerisi bir boşluktur!

25 Haziran 2009 Perşembe

Felatun Bey mi Rakım Efendi mi?

Çarşamba gününden beri aklımda tek soru var: Ben nereye aidim?

Kişisel mazim açısından bu soruyu kendime sormam, tabii ki salt 3 gün öncesine (1) dayanmıyor. Birkaç yıl evvel sezinlenmeye başladım bu ikilemi. Türkiye’de doğan ama tamamen Batı ekolünde eğitim alan bendeniz nereye aittim?

Kim ne derse desin, biz ‘doğu’lu bir toplumuz. Kültürümüz, geçmişimiz, örfümüz, geleneklerimiz, adetlerimiz, kısaca bizi biz yapan her şey doğuya aittir. Bu özelliğimizi de negatif olarak görmüyorum. Tam tersi, o doğulu özelliklerimiz sayesinde bugün, bu ülkede, bu şartlar altında yaşayabiliyoruz. Ama bunu pozitif bir etki olarak da algılamıyorum. Neysek, oyuz işte! Bunun artısı veya eksisi aranmamalıdır. Ufak bir örnekle bu paragrafı sonlandırayım: O doğulu yaşam biçimimiz sayesinde Kurtuluş Savaşı’nı kazanmışız ama aynı özellikler bizi bugünkü dışa neredeyse %100 bağımlı bir konuma getirmiştir.

İşte ben böyle bir toplumun ferdiyim. Bu toplumun gelenekleriyle, yazısız kurallarıyla büyüdüm. Mesela her bayramda büyüklerimin elini öpüp para aldım. Büyük aile yemekleri yedim.

Ama Bursa Anadolu Lisesi’ne adımımı attığımdan itibaren Batı ekolünde yetiştim, İngiltere’de basılan kitaplar okudum, İngiliz kültürünü okudum, dinledim ve izledim. Ortaokul boyunca fen ve matematiği bile İngilizce gördüm. Özel hayatımda bile yabancı şarkılar dinledim, bolca Hollywood filmi izledim, ortaokul boyunca FRP kitapları okudum sadece. Evde Ramazan’ı kutlarken; kitaplarda, filmlerde, şarkılarda Noel coşkusunu hissettim.

Sonra İTÜ’ye geldim. Her ne kadar Türk mühendisleri mezun etmekle övünen (2) bir okulda okusam da batılı bir yaşam sürdüm. Amerikan ekolünün hakimiyetinde okudum. Türkçe derslerin bile referans kitapları İngilizce’ydi. Batılı tarzda düşünülmüş bir yurtta 5 yıl kaldım. Bu arada yurtdışına çıktım. Oradaki hayatı, kültürü, yaşam biçimini hem köylerde hem kentlerde gözlemledim.

İşte bu tecrübeler ışığında kendi hayat biçimimi düzenledim ve ileride nasıl bir haya istediğime karar verdim: Ben, tek başıma, kimsenin maddi veya manevi yardımını almadan hayatımı sürdürmek istiyorum. Ana eksen bu! Bunun için de iyi bir maaşla kendi evimde yaşamalıyım. Böylece kimseye bağlı olmadan kendi kararlarımı verebilmeliyim. Bu haftasonu yurtdışına çıkmak istersem, tak diye gidebilmeliyim mesela. Bu uğurda ekonomik bağımsızlığımı kazanmalıyım öncelikle. Şimdi olduğu gibi de annemlerle yaşamamalıyım.

Çarşamba günkü olay da bu noktadan çıktı zaten. Ben haftasonunda İstanbul’da olmak istiyordum, aileme göre ise Babalar Günü yüzünden Bursa’da kalmalı ve hatta köy evine gelmeliymişim (3). Yani ben, Batılı tarzda düşünerek kendi hayatımı yaşamak isterken, onlar tipik bir Türk ailesi gibi düşünüyordu ki onların bakış açısından çok haklılar.

Bu olay ışığında soruyorum: Ben kimim?

(1) Bu yazı 20 Haziran Cumartesi kaleme alınmıştır.
(2) Önümüzdeki yıldan itibaren bu özellik geçerliğini yitirecektir.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Sinemasal Sayıklamalar - #2

  • En sonunda Wolverine'ı izledim. 'Başlangıç'ı vaat ediyordu lakin 1800lerden başlayacağı aklıma gelmezdi valla. Sonra hemencecik bir aksiyon filmine evrildi lakin özgün bir sesi olduğunu düşünmüyorum. Eğlencelik bir filmin ötesine geçemiyor, Magneto'dan daha iyisini bekliyoruz.
  • Bir cumartesi sabahı da De Sica'nın Umberto D.'sini (1952) aradan çıkartayım dedim. İzlemekle kazandığım bir şey olmadı bence. De Sica, emekçinin tükenişini harika vermiş, evet ama 21. yüzyılda bu bana bir şey ifade etmiyor. Umberto Amca'nın tükenişinden çok bu hale nasıl geldiğini düşündüm. Bir haltlar yemese 15000 liretlik borcu olmazdı amcamın. O hizmetçi kız da önünü gelen askerle yatmasa hamile kalmazdı. Ben mi çok kapitalist düşünüyorum? Valla dünyamızın düzeni film izlememizi bile etkiliyor ya, pes yani!
  • Terminator: Salvation'a da sinemada gittim. Önce Şenay Aydemir'den bir alıntı: "Bu ay gösterime girecek olan Terminatör: Kurtuluş'un izleyebileceği iki yol var: Ya ilk iki filmi ve diziyi takip ederek kendi mitolojisini yazmayı sürdürecek ve uzlaşmaya gidecek yolu bulacak; ya da üçüncü filmdeki gibi, bütün bunları bir kenara itip, kaba bir görsel şölen eşliğinde makinelerle insanların savaşını anlatacak."* Ve film kesinlikle ikinci şıkkı seçiyor!
  • Guillermo Arriaga'nın ilk yönetmenlik denemesini de merak ettim. Fena değildi. 1.5 saatimi boş geçirtmedi lakin Arriaga'nın kan kaybettiğini gördüm. Sorun yönetmenliğinde değil, senaryodaydı çünkü! Zaten Arriaga'nın senaryolarından** çekilen tüm filmler tamamen senaryoya bağlı oluyor. The Burning Plain de farklı değildi. Bu sefer zamanı oynatmaya çalışan Arriaga, filmin ortasından itibaren gizemi kaybederek vasatlığa çekiyor filmi. Halbuki önceki tüm senaryolarını harika yapan öğe, finale dek kaybolmayan gizemdi!
  • Christian Bale'i bir de American Psycho'da izledim. Umduğumdan kötü çıktı film. Bugüne kadar izlememekte haklıymışım. Yalnız kapitalizm sonunu göstermesi açısından güzel bir film ama yönetmen onu da tam belirtemiyor.
  • Terminator ve American Psycho'dan sonra şunu gördüm ki Christian Bale, değil bir De Niro ya da Pacino; bir Depp bile olamaz. Sadece 2000'lerin iyi bir aktörü, o kadar.

    *: Altyazı, Haziran 2009, 'Terminatör: Kurtuluş: Makinelerin Sözü Daha Bitmedi' - Şenay Aydemir
    **: Babel, 21 Grams, Ameros Perros ve The Three Burials of Melquiades Estrada

10 Haziran 2009 Çarşamba

Sinemasal Sayıklamalar

  • Coraline, iki arada bir derede sanki. Bir şeyleri eksik. Konunun karamsarlığıyla çocuk filmi yapmanın çelişkisi sanki olay. Demek ki The Nightmare Before Christmas'ın esas beyni Tim Burton'muş gerçekten. Henry Sellick ise zanaatkardan mürekkep.
  • Aslında çocuk filmi sınırları da gayet esneyebilir. Gerçekten kaliteli bir filmi, ben de izlerim çocuklar da. Ayrım yapmaya gerek yok! Bir Finding Nemo, bir Ice Age buna harika bir örnek.
  • Total Film'in internet sitesi gerçekten şahane. Bilhassa 'features' (kategoriler) bölümü çok iyi. Geçenlerde 'Sinemayı Etkileyen 67 Film' seçkisi hazırlamışlar ki, bu alanın en iyi çalışmasıydı bence. Ama incelemek için 'casual' (simple değil) İngilizcenizin iyi olması gerekiyor. Bol argolu ve kısaltmalı bir İngilizcesi var, dergilerdeki gibi.
  • Ama hard copy (basılmış) dergi olarak Empire, Total Film'den daha iyi.
  • 10 Things I Hate About You, potansiyelini boşa harcamış bir gençlik romantik-komedisi. 80'lerde bu tür o kadar başyapıt üretti ki yeterli tatmini sağlamıyor. Ama eğlenceli gayet.
  • Bu ayki Altyazı sayısında, Orhan Gencebay hakkında harika bir dosya var. Arabesk, onun hayatımıza izdüşümü ve doğal olarak sinemamıza olan etkisi gayet derli toplu bir vaziyette analiz edilmiş. Sırf bu dosya için bu sayı alınır.
  • Geçen hafta nihayet bir Otto Preminger filmi seyredebildim: Anatomy of a Murder'ın tek farklı özelliği, adında belirttiği üzere cinayetin analizin yapması ve kararı seyircilere havale etmesi. Lakin bu, gayet zor bir senaryo ve cesaret gerektiriyor. O yüzden film bir başyapıt!

9 Haziran 2009 Salı

Sayıklamalar - #3

  • Haftasonu benim evde üniversite grubu toplandı. 6 kişi eski günleri yad ettik. Sanki o günleri geri getirebilecekmişiz gibi. Lakin biraz geride durup ortamı gözlemleyince bir gariplik seziliyordu. Bir şeyler eksiti ve bu, mekandan ve reel zamandan kaynaklanmıyordu. İçimizdeki zamandı değişen. Okul sonrası beklentiler ve ihtiyaçlar değişmişti ve bu, derinden de olsa muhabbeti de etkiliyordu.
  • Yeni Türkü ne güzel demiş: "Biz büyüdük ve kirlendi dünya!" Hem gerçek anlamda hem de mecazi olarak ne kadar doğru bir saptama. Evet, saniyeler aktıkça yeryüzü daha da kirleniyor. Ama daha da önemlisi büyüdükçe biz kirleniyoruz. İçimizi bilerek kirletiyoruz. Yalan söyleyerek, kıvırtarak, maske takarak, vb. Daha da kötüsü böyle yapmamız öğütleniyor ısrarla. Geçen her yaşla, içimizdeki kirlilik temizlenemez şekilde birkiyor, tortulaşıp insanlığımızı öldürüyor. Geriye de sadece konuşabilen hayvanlar kalıyor!
  • Bir de at gözlüğü meselesi var. Her zaman denir ya "At gözlüğüyle dünyaya bakmayın!" Hepsi yalan. Bugün herkese at gözlüğü takmayı öğretiyorlar. Hoşgörüsüz, insafsız, vicdansız kuşaklar birbiri ardına yetişiyor. Etrafımdakilere baktığımda herkesin sabit fikirli olduğunu ve o fikrin dışındaki duymak bile istemediklerini fark ediyorum. Herkes kendi doğrusuna sahip ve onu savunurken her şey mübah. Böyle bir dünyada değil dostluk, arkadaşlık kurmak bile imkansızlaşıyor. Onun için belki giderek kabuğuma çekiliyorum. Eleştirilmekten değil, mantıksız ve saçma lakırdılardan bıktım.
  • 'Ben' kelimesinin olmadığı bir dil nasıl olur çok merak ediyorum!

3 Haziran 2009 Çarşamba

İş Hayatı Yorumları #1

4 aydır bifiil çalışıyorum.8-6 mesaisinden hareketle haftanın 5 günü iş yaşamındayım ve dikkatlice gözlemliyorum, nasıl bir şey diye bu yaşam. Umduğum şeyler de çıkıyor mutlak, şaştığım olaylar da. Gerçek ve profesyonel hayata girdiğinden detaya girmekten kaçınıyorum ama genel hatları hangi şirkette çalışıyorsam çalışıyım sizlerle paylaşmaya çalışacağım. İlk dikkate değer konu, kişilerin kendi işlerinden çok diğerlerinin işlerini nasıl ve ne kadar yaptığını gözlemlemesi. Diğeri hata yaptı mı onun da hata yapma hakkı olduğunu sanması.

Aslında olay tamamen tembellik üzerine kurulan bir kültürden besleniyor. Şöyle ki kimse işinden memnun değil! Hayat savurmuş onları bir şekilde ve bulundukları yere gelmişler. Eğer gerçekten sevdikleri mesleği yapsalardı çalışırlardı, hayatlarını onun üzerine kurarlardı. Şu an Türkiye’de iş sadece hayatı geçirmek için bir araç. O sevilen mesleğe neden ulaşılamadığını ve ya öyle bir şeyin bile aranmadığını sorgulamayacağım bu yazıda.

Derdim, kimsenin işini layığıyla yapmaması. Belki bu cümle size önemli gelmeyebilir okuduğunuzda lakin hayatın belki de özü. Çünkü herkes işini adam gibi yapsa dünyada sorun kalmaz! Düşünsenize; politikacı gerçekten politika yapıp halkını temsil etse, doktor para peşine düşmeyip hayat kurtarsa, çöpçü caddeleri düzgün temizlese, futbolcu şike yapmayıp spor yapsa, şoförler taşıdığı her yolcunun canını yüreğinde hissedip aracını kullansa, müteahhit malzemeden çalmayıp binasını muntazam dikse… Uzar gider!

Her meslek, makine mühendisleri dahil, işini beynini vererek, vicdanını dinleyerek yapsa bu dünyanın nasıl bir yer olacağını hayal bile edemiyorum. Edemiyorum çünkü bu bir ütopya! En az komünizm kadar, hatta ondan da yukarıda bir ütopya! (Hayır, komünizmin bir ütopya olduğunun bilincinde olduğum için komünist değilim!)

Ama ben hiç olmazsa bir denizyıldızı hayata dönsün diye kendi işimi elimden geldiğince değer vererek yapmaya çalışıyorum. Hatalarım olsa da her geçen gün her birinden ders çıkarıp bir daha yapmamaya çalışıyorum. Benden de bu kadar, ey ahali!

Blog Üzerine Sayıklamalar

  • Şimdi ben yapıyorum diye yazıyorum sanılabilir (belki de öyle) ama blog, geleceğin iletişim gücü olmaya hızlı adımlarla gidiyor. Medyanın bu kadar taraflı olduğu, dünyanın bu kadar kapitalist olduğu ve her şeyin bu kadar maddi olduğu bir zaman diliminde bağımsız olarak yazılabilen ve okunabilen bir iletişim aracı, ister istemez öne çıkıyor.
  • Açıkçası son 1 aya kadar pek blog okuduğum söylenemezdi. İş sayesinde bu alışkanlığı da kazandım. İşten canın sıkılınca 1-2 dakikada okuyabileceğin yazı parçaları hoşuma gidiyor artık. Mehmet Tez'in ve Kaan Sezyum'un blogları ilk bağımlılıklarım. Gün geçtikçe artacaktır.
  • Yine geçen gün bir arkadaşla blog meselesini konuşuyorduk. Son 1 yıldır hissettikleirmi söyledim, mantıklı buldu. Buraya da yazıyım: Blogum var diye ortada, orda burada reklam yapmak blog okutmuyor. Çünkü zaten blog okumayan biri ne kadar ısrar etsen de blog okumaz. Ama blog nette gayet açık bir şekilde durduğu için, okumak isteyen biri onu buluyor. Google'a yazın konuyu, çıkıyor anında binlerce blog. İşte blogun güzelliği bu zaten. Sal çayıra, mevlam okuya!