14 Aralık 2007 Cuma

Beowulf ve IMAX

Galiba ömrüm boyunca bu filmi unutmayacağım. Çünkü Beowulf benim izlediğim ilk 3 boyutlu film. Gelecekte çok seyredeceğiz ama ilkler unutulmaz derler ya, bu yüzden aslında ilginç bir animasyon olan Beowulf, hayatım boyunca hatırlayacağım bir film olacak.
Bu yazıya özel biraz teknik konuşalım. Benim gittiğim İstinye Park AFM IMAX sineması Türkiye’deki 3. IMAX sineması. Ankara ve İstanbul/Maltepe’den sonra açılan bu sinema, geleceğin sinemaları hakkında bir fikir verebiliyor bize. Her ne kadar en sevdiğim sinema Emek Sineması da olsa, teknolojinin cazibesine pek karşı koyamıyorsunuz. Bir kere karşınızdaki duvarı tamamen kaplayan, 22x16,1 m2’lik perdesiyle salona girer girmez sizi etki altında bırakıyor. Salon girişinde aldığınız gözlükler de ilginç bir futuristik hava yaratıyor. Koltuğa oturup gözlüğü taktığınızda bütün görüş alanınız siyahımsı bir hava alıyor ki daha ekranda bir şey olamadığından sabretmek zorunda olduğunuzu anlıyorsunuz. Fragmanlar başlıyor ama yine havanızı alıyorsunuz çünkü onlar da 2 boyutlu. Derken birden IMAX’ın reklamı başlıyor. IMAX yazısını çevreleyen çember bir anda size doğru gelmeye başlayınca ne olduğunuzu şaşırıyorsunuz. Ve en sonunda film başlıyor. 1-2 dakika içinde 3 boyutluğa alışıyorsunuz. Böylece efsanevi bir deneyim başlıyor. Asla ama asla bilgisayarınızın ya da son model plazmanızın yaşatamayacağı bir deneyim. Teknik hakkında son bir söz söyleyip bırakalım çünkü ne kadar yazsam da o anları size yaşatamam. Formatın kendini gösterdiği asıl sahneler yakın çekilmiş olanlar. Filmi bu sahnelerin keyfini daha fazla alacaksınız.
Gelelim filme. Robert Zemeckis garip biri. Oturup da klasik anlatımlı veya formatlı filmler çekeceğine (Forrest Gump’ı kimse unutmaz) yeni oyuncaklar kullanmaya bayılıyor. En son Polar Express’te bir yenilik denemişti ama pek bir devrim yaratamamıştı. Uyguladığı teknik kısaca canlı oyuncuların hareketlerini bilgisayara kaydedip bunları animasyon ortamında filme çevirmek. Yani performanslar gerçek olsa da film animasyon. Bu filmde her sahne için 300 kamera kullanışmış ki bu, muazzam bir rakam. Bu teknik, IMAX ile de birleşince ortaya bambaşka bir film çıkmış.
Filmin konusu, en eski İngilizce metine dayanmakta. Tüm destanlarda olduğu gibi bunun da ana kahramanı bir savaşçı. Beowulf ismindeki bu uzun boylu adam, Grendel adındaki bir devi öldürmek üzere bir diyara gelir. Devi öldürse de asıl sorunun devin annesi olduğunu anlar ama anne, kolay lokma değildir ve Beowulf ile bir anlaşma yapar. Bu anlaşmanın sonucu ise 50 yıl sonra ortaya çıkacaktır.
İngiliz eğitim sistemine dahil olmadığımız için (çok şükür) bizim pek aşina olmadığımız bu epik şiir, batıda her öğrencinin korkulu rüyasıymış. Ben ise ilk defa Tolkien’in bir tezini (Peri Masalları Üzerine sanırım) okurken duymuştum. Doğrusu konu pek aham şaham olmasa da kendini izlettirmeyi başarıyor. Sonuçta ortada FRP severlerin zevk alacağı unsurlar bulunmakta: savaş, gizem, ejderha, vs. Senaristler de başarıyla uyarlamışlar ki seyretmemek için pek nedeniniz kalmıyor. Belki ikide bir Beowulf’un bağırarak zikrettiği “I AM BEOWULF/BENİM ADIM BEOWULF!” cümlesi kulak tırmalıyor ama o kadar kusur da olsun.
Bundan önce de IMAX filmleri vardı ama Beowulf ilk defa bu kadar yaygın olarak gösterilen ve sırf ona göre çekilen bir film. Bu yüzden herkesin gidip bu deneyime vakıf olması lazım. Hem başka nerede Angelina Jolie’nin 3 boyutlu çıplak halini göreceksiniz ki?
Oyuncular: Ray Winstone, Robin Wright Penn, Anthony Hopkins, John Malkovich, Sebastian Roché, Angelina Jolie, Brendan Gleeson, Crispin Glover – Görüntü Yönetmeni: Robert Presley – Müzik: Alan Silvestri – Senaryo: Neil Gaiman, Roger Avary (‘Beowulf’ adlı epik şiirden) – Yönetmen: Robert Zemeckis
****1/2 G.T.: 30 Kasım Y.T.: 14 Aralık

11 Aralık 2007 Salı

The Golden Compass

Hollywood paranın her şey demek olmadığını ne zaman anlamaya başlayacak merak konusu. İşin daha da ilginci, o kadar para harcadığı filmin neredeyse seyredilemez oluşu. New Line resmen kendine Narnia’yı kıstas almış. Halbuki kendi yapımcılığındaki efsane LOTR serisi varken. Gerçekten şaşılası bir karar.
Dünyamıza paralel bir evrende geçen öyküde, Lyra adlı 12 yaşındaki kızın öncelikle kendisini keşfetmesini, sonra da kuzeye yaptığı macera dolu yolculuğu izliyoruz. Yaklaşık 1 hafta önce kitaba başladığımdan bitiremedim ve o yüzden tam bir yorumda bulunamayacağım ama film oldukça kötü uyarlanmış. Bir kere, zaten fantastik bir öyküyle uğraştığından senaryonun yanlış yerlere kayması çok kolay oluyor ve The Golden Compass bu tuzağa çok çabuk düşüyor. Kitaptaki gerçekçilik, hızlı olma tutkusuyla çarçur edilip kendini yüzeysel olaylar ve karakterlere teslim etmiş. İkincisi, bu hızlı öykü kurgusunda anlam bulanıklaşmış, sonuca çabuk gidilmeye çalışılmış ve sonucunda da öykünün tüm derinliği uçup gitmiş. Geriye sadece 15 yaş altındakilerin zevk alabileceği bir yapım çıkmış ki LOTR ile başlayan modern fantastik filmlerin esas hedef kitlesi yetişkinlerdir. Üçüncüsü ise bir üçleme olan kitabın doğal olarak üçleme olarak uyarlanması gerekirken ticari kaygılarla 1+2 olarak çekilmesi düşünülmüş. Yani ilk filmin kendi çatısı altında bir film olması gerekirken Weitz resmen ‘ertesi yarın’ tarzı bir final yapmış.
Tüm bunların yanında efsanevi bir oyuncu kadrosu kurulmuş. Rollerini çok yakışan ve iyi performanslar veren canlı kadronun yanında, her biri ünlü olan seslendirme kadrosu da dikkate değer. Yalnız hızlı öykü kurgusu, oyuncuları da mahvetmiş, ana karakter dışında kimse rolüne ısınamıyor (ya da biz onlara ısınamıyoruz). Hele Daniel Craig’in cameo kıvamındaki rolü çok üzücü.
Son tahlilde keyifli bir çocuk eğlencesinden öteye geçemeyen ve bir fiyaskoyla sonuçlanabilecek bir filmden bahsediyoruz. İşin ilginci, filmin devamı bile tehlikede ve eğer devamlar çekilmezse bu film tamamen çöp olacak.
Oyuncular: Dakota Blue Richards, Freddie Highmore (ses), Nicole Kidman, Daniel Craig, Sam Elliott, Eva Gren, Ian McKellen (ses),, Jim Carter, Ben Walker – Görüntü Yönetmeni: Henry Braham – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Chris Weitz (Philip Pullman’ın ‘Northern Lights’ adlı romanından) – Yönetmen: Chris Weitz
** G.T.: 7 Aralık Y.T.: 11 Aralık

The Nanny Diaries

American Splendor ile bağımsız severlerin kalbini fetheden Berman&Pulcini çifti, ana akıma adım attıkları yeni filmleri ile sağlam adımlarla kariyerlerine devam ediyorlar. Yine belgesel şablonunu ana iskelete yerleştirmeyi başaran ikili, bu sefer bunun altında tipik bir Hollywood komedisi yapıyorlar. Yalnız filmi, vasatlıktan kurtaran etki rahatlıkla nefes alması. Başka bir ifadeyle her ne kadar tipik Amerikan karikatür tiplerini (zengin, aldatan, kibirli baba; çocuğunu ihmal eden, ukala anne; akıllı ve yakışıklı genç ve zeki, afacan oğlan) ihtiva etse de her karakteri düzgün çizerek onları iki boyutluktan kurtarıyor. Asıl önemlisi de ana karakterler olan Annie’yi tüm yönleriyle göstererek oldukça gerçekçi bir yapı kurması. Mary Poppins etkileşimiyle kendine masalsı bir yan da katan film, oldukça keyifli bir seyirliğe dönüşüyor. Buna kadronun mükemmele yakın performansı eklendiğinde filmi, türünün üst basamaklarına yerleştirmemek ayıp haline geliyor. 2 saatlik bu keyifli yapım, sizin paranızı da zamanınızı da kesinlikle hak ediyor.
Oyuncular: Scarlett Johansson, Nicholas Hunt, Laura Linney, Donna Murphy, Alicia Keys, Paul Giametti, Chris Evans – Görüntü Yönetmeni: Terry Stacey – Müzik: Mark Suozzo – Senaryo: Shari Springer Berman, Robert Pulcini (Emma McLaughlin ve Nicola Kraus’un romanından) – Yönetmen: Shari Springer Berman, Robert Pulcini
*** G.T.: 21 Aralık Y.T.: 11 Aralık

9 Aralık 2007 Pazar

Richard Cheese ile Farklı Bir Müzik

Her yıl yaptığım yurtdışı kamplarında bir sürü yeni deneyimler edinip yeni şeyler ediniyorum. Yeni gruplar ve şarkılar da bunlar arasında. Bu yıl gittiğim Almanya’daki kampta da Richard Cheese’i böyle keşfettim. Sevgili Julie’nin CD’siyle kulağımı ziyaret etmeye başlayan bu şarkıcı, normal bir müzik yapmıyor. Nasıl yani?
Richard Cheese takma adını kullanan Mark Jonathan Davis aslında bir komedyen. Amerika’da her yerde bulunabilen bar stand-up’çılardan biri aslında kendisi. Ama farkı, Lounge Against the Machine adlı grubuyla modern pop, rock, rap parçalarının lounge versiyonlarını ya da amiyane tabirle kaplamalarını yapıyor. Yine mi anlamadınız? ‘Rape Me’nin Frank Sinatra tarafından söylenildiğini düşünün. Şimdi kafanızda bir şeyler canlanmaya başlamıştır eminim.
Richard Cheese’i sevmemin asıl nedeni iki türü de aynı zevkle dinliyor oluşum. Yani Frank Sinatra, Nat King Cole’u Nirvana, Gun’s N’Roses, U2 kadar zevkle dinliyorum ve Cheese bu iki türü harika biçimde birleştiriyor. Mesela Nirvana’nın ‘Rape Me’si ya da U2’nun ‘Sunday Bloody Sunday’ini nerdeyse orijinaliyle yarışacak şekilde yorumluyor. Daha bir sürü şarkıda harikalar yaratıyor ve o şarkıya yepyeni bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Bu arada şarkıları kısa tutmaya özen gösteriyor ve böylece abartıp baymıyor. Örneğin, Kelis’in ‘Milkshake’ini sadece 48 saniyede yorumluyor.
Ayrıca, komedyenlik yeteneğini konuşturup şarkılarla ve asıl yorumcularıyla dalgasını da geçiyor. Britney Spears’ın ‘Crazy’si bu yönden süper bence. İşte şarkıdaki monolog: “You know, ladies and gentlemen, Britney Spears is such a remarkable recording artist. She’s not a singer, she’s a writer, she’s a composer her own music, she produces her own albums, she directs, she pornographs, she is, a virtue industry called, an artist, she’s so multi-talanted, so… so… so… God, I’m wanna fuck her!” Fazla mı sizce? Bence çok yerinde. Eğer çok küfür sevmiyorsanız, dinlememeniz sizin için yararlı olacaktır. Çünkü çoğu şarkısında ‘Fuck’ kelimesi açık biçimde geçiyor. Aslında böyle olmasının asıl sebebi Amerikan müzik piyasasının aynı eğilim içinde olması ve bir komedyen olarak Cheese’in bunları kullanması. Başka bir detay da çoğu rock, rap şarkısında arada yuvarlanıp fazla işitilmeyen ‘Fuck’ kelimesinin lounge türünde aşikar olması.
Bu arada ‘Star Wars Catina’, ‘We are the World’ gibi çok eğlenceli parçaları da bulunmakta. Bahsedilmeye değer diğer önemli şarkılarıysa: The Clash-‘Rock The Casbah’, Pink Floyd-‘Another Brick in the Wall’, Madonna-‘Material Girl’, Radiohead-‘Creep’, Michael Jackson ft. Paul McCartney- ‘Girl is Mine’, Michael Jackson-‘Beat It’, Outkast-‘Hey Ya’, Blink 182-‘What’s My Age Again’, Frankie Goed to Hollywoord-‘Relax’, Oasis-‘Wonderwall’.
Richard Cheese’in farklı bir şey yaptığı açık. Belki herkese hitap etmiyor olabilir ama kendi yarattığı alanda çok güzel bir iş çıkarıyor. Düğünlere de çıktığını öğrendiğim Cheese, performansıyla bambaşka deneyimlere kapı açabilecek biri. Keşke Türkiye’ye gelse de, şöyle eğlencelisinden 2-3 saat geçirsek. Fena mı olur?