28 Temmuz 2010 Çarşamba

Nicholas Sparks Uyarlamalarına Dair

Nicholas Sparks, bariz şekilde popcorn romantik romanlar yazan bir yazar. Benim pek kitapla aram yoktur ama kitap uyarlamalarını bolca izlerim.Bundan 5 yıl önce de The Notebook'u izlemiştim.

İsteyen burun kıvırabilir ama çok sevdiğim bir filmdir. Birkaç kere izlemişimdir, zaten orijinal DVD'si de arşivimde mevcuttur. Filme genelden bakarsanız gayet klişe bir yapıyı fark edersiniz. Çok genel olarak bir fakir oğlan-zengin kız aşkı anlatılır. Yeşilçam melodramları gibi yani. Allie yazlık malikanesine taşınan bir zenginin kızıdır. Kasabanın delikanlılarından Noah ile tutkulu bir aşk yaşarlar. Sonra yaz biter, kız döner. Oğlan her gün mektup yazar ama kızın annesi mektupların ulaşmasını engeller. Bir süre sonra kız başkasıyla nişanlanır, oğlan savaşa katılır döner. 3-4 yıl sonra oğlan kızın zamanında bayıldığı bir malikaneyi alıp restore etme başlar. Kız düğününden hemen önce bunu duyunca oraya gider ve kaldıkları yerden devam ederler.

Gördüğünüz gibi klişelerle örülü bir öykü ama iyi kotarılmış bir senaryo, harika bir oyuncu kadrosu (Ryan Gosling, Joan Allen, Rachel McAdams, Sam Sheppard, Gena Rowland, James Coburn) ve iyi bir yönetmenle (Nick Cassavetes) vasatın üzerinde bir film çıkıyordu. Hele romantizmi seviyorsanız çok keyifli bir seyirlik çıkıyordu.

Bu filmden sonra Nicholas Sparks uyarlamalarını takip etmeye başladım. Çok eskiden Paul Newman, Kevin Conster ve Robin Wright Penn'li Message in the Bottle'ı zaten izlemiştim. Hikaye, bunalan New York'lu kadın gazetecinin tatile gittiği sahil kasabasında bir adamla girdiği ilişkiyi, sonrasında adamın hikayesini manşetlere taşımasını ve sonrasındaki olayları aktarıyordu. Keyifli ama klişe bir yapımdı.

Bu iki film arasında nedense gençler arasında kült olmuş A Walk to Remember çekilmiş. Konu şöyle: Bir olay sonrası kamu hizmeti almaya mahkum edilmiş şımarık genç, bu sırada zorunlu gittiği tiyatro kursunda okulun inek kızına aşık olur. Bir süre sonra oğlan iki hayatı arasında bocalar ve bu arada kız ölümcül bir hastalığa tutulur. Aslında biraz oyunculuk ve zeki sahnelerle gayet iyi olabilecek film, Mandy Moore'un akıllara zarar performansıyla unutulmaya mahkum oluyordu.

2007'de Nights in Rodanthe çıktı. Çok vasat bir filmdi. Evliliği uçuruma sürüklenen kadınla kariyeri bir hatayla sarsılan ünlü bir doktorun sonbaharda bir sahil kasabasında geçirdikleri 2-3 geceyi merkeze alıyordu. Diane Lane'in her zamanki güzelliği hatırlanmaya değer pek bir şey yoktu.

Bu yıl ise arka arkaya iki Sparks uyarlaması geldi. Önce Amanda Seyfield ve Channing Tatum'lu Dear John çıktı. Yazlık malikanesine taşınan genç kız, kasabanın delikanlılarından John'la çıkmaya başlar ama John bir askerdir ve 1 aya Irak'a dönecektir. John gidince ilişkilerini mektuplarla sürdüren çiftin bu ilişkisi, kızın evlendiğini haber veren mektubuyla sona erer. Nice yıl sonra birbirini hala sevdiğini anlayan ikili (ve aradaki sorun da kapanınca) birleşir. 90'larda lezzetli filmler çeken Lasse Hallström'ün vasatın üzerinde yönetimi ve Richard Jenkins'in performansıyla ilgi çeken bir romantik filme dönüşüyordu. Konunun fazlasıyla basmakalıplığı nerdeyse filmin nefes almasını engelleyen tek unsurdu.

Dün de The Last Song'u izledim. Bu sefer Sparks senaryoya da bulaşmış ve bence yanlış bir karar olmuş. Bir de Hannah Montana dizisiyle parlayan Miley Cyrus'un berbat performansı da eklenince film, yerlerde sürünmeye başlamış. Konu yine benzer: 2 yıl önce annesinden boşanan babasına sahil kasabasındaki evine zoraki giden kız, kasabanın delikanlılarından biriyle çıkmaya başlar. Oğlan bir süre sonra zengin çıkar, kızın da çok yetenekli ama boşanma yüzünden bunu kullanmadığını anlarız. Bir de kızın babasının öleceği anlaşılır. Oğlanın babaya önceden yaptığı bir yanlışı öğrenen kız, çocuktan ayrılır. Ama oğlan kendini affettirmeyi elbet başarır.

Şimdi tüm konulara bakınca ortak unsurları görmemek imkansız. Her biri sahil kabasında geçiyor, en önemlisi. Ortada bir çift var, bunlardan biri kasaba dışından mutlaka ve yine bunlardan biri zengin, diğeriyse orta halli ama yetenekli. Bu orta halli olan tarafın (genelde) babasının (Nights in Rodanthe'de babanın yerini oğul alıyor) bir hikayesi oluyor yan öykü olarak ve bu öykü ana hikayeye etki ediyor. Klişe olaraksa bir yerde ayrılan çift, finalde bir şekilde birleşiyorlar. Ayrıca baba karakteri ünlü bir karakter oyuncusu tarafından oynanıyor ve çift, dönemin yeni parlamaya yüz tutmuş gençleri tarafından canlandırılıyor.

Şimdi bu kadar birbirini tekrar filmleri neden izliyorum? Valla, denk geliyor biraz da ama genelde iyi bir romantik filmi kaçırmamaya çalışırım. Hele The Notebook sonrası acaba deyip, izledim çoğunu. The Last Song'u izlemeye niyetim yoktu ama sevdiğim yazarlardan Burçin S. Yalçın'ın olumlu eleştirisiyle (Arka Pencere, Sayı 33) şans vermeye karar verdim. Sonuç pek parlak değildi. Yine de Sparks'ta acayip bir şeytan tüyü var, en berbat uyarlamasında bile sizi içine çeken bir güç barındırıyor. Bu yüzden gelecekte gerçekleşecek uyarlamalarını yok saymak, bir hata olabilir (yada çok doğru da olabilir). IMDB'ye göre 2 yeni uyarlama ufukta gözüküyor.

Ötenazi Hakkında Birkaç Fikir

Demokrasinin ana cümlelerinden biridir, "Bir başka bireyin özgürlüğünün başladığı yerde, bireyin özgürlüğü biter." Çok önem verdiğim ve kişisel hayatımda da uyguladığım bir tanımdır.

Başkasının hayatına müdahale etmediğin müddetçe, istediğin şeyi yapmakta özgürsündür. Tabii, burada cümlenin ilk kısmı daha önemli çünkü genelde dikkat edilmeyen taraf bu kısım.

İnsanlar çift taraflı olarak bu hakkı ihlal etmeye pek meraklı. Mesela özgürlüğüne düşkün bir birey, başkalarını hayatını engellemediği halde, sırf hareketi genel düşünceye ters düştüğü için tepki görebiliyor. Bireyin özgürlüğü toplum tarafından keyfi olarak sınırlanıyor. Bu olaya Türkiye'de daha spesifik olarak 'mahalle baskısı' deniliyor. En bariz örnekle, kendi halinde balkonunda içki içmek isteyen biri içemiyor.

Diğer yandan bazı insanlar gayet keyfi olarak başkalarının hayatlarına müdahale ediyorlar ve bu hareketini doğal addediyorlar. Genelde savunmaları toplum veya dini kurallara sahip çıkmak istemeleri.

Burada vereceğim örnek, çok tartışılan bir konu: Ötenazi. Demokrasinin bireye verdiği en temel hak, yaşama hakkıdır. Bu hak, tamamen bireyin kendisine aittir. Eğer birey, bu hakkından vazgeçmek istiyorsa vazgeçebilmelidir.

Hayat, harikulade bir şeydir. Kelimelerle anlatılamayacak, iyiyle kötünün yan yana olduğu, en önemlisi her anı belirsiz olan ve bu yüzden de tüm sürprizlere açık bir boyutlar kümesidir. Ama bazı nadir durumlarda hayatın özelliği kalmaz.

Burada depresif durumları asla kastetmiyorum. Aşk acısı, ölüm acısı, vb. üstesinden zor gelinebilen durumları kastetmiyorum. Bir şekilde bunlardan sıyrılabilir insan, çünkü hayat sürprizleriyle unutturur. Ben ölümcül bir hastalık sonucunda, artık iyileştirilemez durumda bulunanları kastediyorum.

Örneğin amansız bir kanser hastasısınız, öldürmeyip süründüren cinsinden. Şimdi hayatın hiçbir keyfini alamadan, işkence çekerek yaşamınızı sürdürmeniz ne kadar mantıklı?

Tabii, tüm bu durumda olanlara ötenazi uygulanmalı diye bir iddiam yok. Ama eğer bu durumdaki bir kişinin ötenazi hakkını kullanmasına izin verilmeli. Tek iddiam bu!

Diyeceksiniz, "Hayrola, durup dururken nerden aklına geldi?" diye. Pazar sabahı, Al Pacino'nun ilk TV filmi olan You Don't Know Jack'i izledim. Film, hastalarına ötenazi hakkı sunan Dr. Jack Kevorkian'ın karşılaştığı engelleri anlatıyor. Demokrasi hakkında biraz kafa yormak ve ötenazi hakkında düşünmek için birebir. Bir de oyunculuklar süper.

18 Temmuz 2010 Pazar

Son Zamanlarda İzlediklerim

Uzun zamandır film yazmadım sanırım. Bunda ana etken tabii pek izleyemememdir. Kendimi fena halde dizilere verdim çünkü. Önce Bored to Death’i bitirdim, şimdi de yoğun olarak Breaking Bad izlemekteyim. Tabii bir de şu var, son 3 aydır vizyona adam gibi bir film girmedi. Toy Story 3 vardı bir tek, onu birazdan okuyacaksınız.

  • Mayıs ayında Prince of Persia’ya gittim. Eğlendirici olmaktan öte bir amacı olmayan, vasat bir gişe filmiydi.
  • The Last Station, zevkle izlenen bir tarihi drama. Tolstoy’un son 1 yılını anlatıyor. İyi oyunculukları dışında göze çarpan pek artısı yok.
  • The Runaways, Joan Jett’in ilk grubunun hikayesini anlatması açısından önem arz ediyor. Gerisi boş. Kristin Stewart ile Dakota Fanning’i öpüştürerek seyirci çekme taktiği ise fena halde acınası.
  • Toy Story 3, gerçekten bir animasyondan bekleyeceğiniz her şeye sahip. Sağlam karakterler, iyi bir senaryo, denenmemiş bir ana tema, zeki espriler ve göndermeler, harika bir final. Pixar’ın önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz. Beni daha da şaşırtan, filmin önceki filmlere hemen hemen hiç dayanmaması çünkü ihtiyacı yok. Elinizdeki malzeme sağlamsa, bir yerlerden destek almanıza da gerek kalmaz. Sadece bu açıdan bile Toy Story 3, benim gözümde bir başyapıttır.
  • Knight and Day, seyircisini eğlendirmek amacını güden ve o yönde oyununu sürdüren bir film. Evet, filmde akıl almaz saçmalıklar var ve son 10 yılda bu tarz filmler artık tutmuyor, o yüzden de çekilmiyor. Ama Knight and Day, amacına o kadar sadık kalıyor ki eğlenmemeniz olanaksız. O yüzden de evet, Knight and Day son derece başarılı bir filmdir ve herkese öneririm. İki eksisi var yalnız: Tom Cruise’un böyle bir rol için yaşlı kaçması ve fazla naif finali.
  • Hot Tub Time Machine de oldukça saçma bir fikirden çok komik bir film çıkarabilme becerisine sahip bir film. 30’lu yaşlarında olan 3 eski arkadaş ve birinin yeğeni, moral depolamak için tatile çıkıyor. Odalarında girdikleri saunanın ayarını ciddi bir şekilde bozunca 1986’ya dönüyorlar ve olaylar başlıyor. 80’leri biraz seviyorsanız, kahkahalar garanti!
  • The Exam’i tüm yeni nesile şiddetle öneririm. Bir mülakatın nasıl uçlara gidebileceğini, sizden ne beklendiğini ve oyunu nasıl oynamanız gerektiğini anlatan bir film. Film, başından sonuna, gerçek zamanlı bir mülakatı izlettiriyor size. Finali o kadar aceleci olmasa bir gerilim başyapıtı olabilirmiş.
  • Cabaret’i büyük bir merakla izledim, All That Jazz’dan aldığım eşsiz keyiften sonra. Ama beklediğim keyfi alamadım. İyi olmasına iyi ama yeterince değil. Ayrıca Lisa Minelli o rol için çok çirkin! Sesi her ne kadar iyi olsa da.
  • Serpico, başyapıt kıvamında bir polis filmi. Al Pacino’nun enfes performansıyla ölümsüzleşiyor asıl. Bu arada son birkaç yıldır Okan Bayülgen’in kimi taklit ettiğini de görmüş oldum.
  • Singles, pek bilinmeyen bir ilişki filmi. Cameron Crowe’a ait olduğu her açıdan bariz. Güzel ama klişe olmayan diyaloglar, sağlam bir müzik sevgisi ve rollerine cuk oturan oyuncular önemli özellikleri. Bazı şarkılara, rock severler bayılabilir. Bir de kıyıda köşedeki oyunculara dikkat, çok ünlü kişiler var. Ben Tim Burton’u tanıdım mesela. Chris Cornell, Eddie Velmer gibi müzik devleri de gözüküyor.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Paris Notları - 3

  • Paris gezimin 4. gününü tamamen Louvre Müzesi'ne ayırdım. Herkesin bahsettiği üzere dehşet bir insan kalabalığına geziyor müzeyi. Hatta ilk girdiğimde ezileceğimi bile zannettim. Hele şu Uzak Doğulu turistler yok mu, her şeyi fotoğraflayıp kameraya almak istiyorlar. Sanki ömür boyu teker teker o resimlere bakacaklar. Öyle sinirler ki bir merdiven çıkıyordum, birden bir uğultu koptu, herkes durakladı. "N'oluyor?" diye başımı kaldırdım ki bir heykel görmüşler. Ya müzenin her tarafı öyle zaten, kaçık mısınız?
  • Louvre'a giriş bir piramidin altından gerçekleşiyor, filmlerde filan görmüşsünüzdür. Müzenin 3 kanadı var: Seine boyunca olan Denon kanadı, orta kısım Sully kanadı ve son olarak Richelieu kanadı. 3 katlı olan müze bu üç kanadın çeşitli kapılarıyla ve esas olarak piramidin altındaki giriş holüyle birleşiyor.
  • Ben Denon kanadıyla başladım çünkü Mona Lisa burada bulunuyor. Sabah ve en kalabalık zamanı olduğu için pek hoşlaşmadım. Kanadın 3. katı İtalyan ressamlarına ayrılmıştı. Sayısız resim vardı. Hepsini incelemek imkansız. Zaten o kalabalıkta yürürken bile yoruluyorsunuz, bırakın seyre dalmayı.
  • Mona Lisa'nın olduğu salon tam bir çılgınlık yeri. Resim (artık orijinal mi değil mi, bilemeyeceğim) güvenlik camıyla korunuyor, önünde de bir güvenlik şeridi var. Her iki yanda da birer görevli kalabalığı kontrol ediyor. Güvenlik şeridinin önünde de ben oradayken 50 kişi filan vardı. Resmi görebilmek için ayak uçlarımın üstünde yükselmek zorunda kaldım.
  • Müzenin her yerinden irili ufaklı yüzlerce oda var ve bunlar da eserlerle dolu. Mesela bir koridorda yürüyorsunuz, gözünüze ufak bir geçiş çarpıyor. Girdiğiniz zaman başka bir ressamın eserlerini görüyorsunuz. Böyle bir sürü oda var. Bunların iyi tarafı, tenha olmaları ve dinlenmek için kanapeler içermeleri. Yani kimsenin gözüne ilişmeden birkaç dakika dinlenebiliyorsunuz.
  • İlk 1.5 saat kalabalık beni o kadar yordu ki acıkmamama rağmen müzenin içinde yer alan Cafe Mollien'e oturdum. Biraz bir şeyler atıştırdım ve yazı yazdım.
  • Denon'un bodrum katındaki Mısır bölümü çok güzel. Sfenksler, lahitler, eşyalar filan bulunuyor.
  • Öğleden sonra Sully'yi daha rahat gezdim. Yine devasa resimler ve tarihi parçalar bulunuyordu. Bir salona girdim. Duvarlarına baştan başa resimler çizilmişti. Bazı odaların tavanlarında bile resim vardı. Görmek için yukarıya mutlaka bakmanız gerekiyor. Kısacası Louvre'un her yeri sanatla dolup taşıyor.
  • Richelieu da ise heykeller ve Kuzey Avrupa ressamları göze çarpıyor. Birkaç Vermeer ve Otto Dyck tablosu görenleri mest edebilir. Ayrıca 3. Napolyon'un mobilyaları da ilgi çekici.
  • Müzede kapalı tek bölüm İslam sanatları kısmıydı. 2011'de açılacakmış, duyurulur.
  • Louvre'u toplamda 10 saatte gezdim. Tenhayken gezmek kesinlikle daha doyurucu. O yüzden Richelieu kanadını gezerken daha fazla keyif aldım. Gideceklere tavsiyem çarşamba yada cuma günü ziyaret etmeleri çünkü bu günlerde 10'a kadar açık oluyor ve 5'ten sonrası çok rahat oluyor.
  • Çıkışta Louvre alışveriş merkezine girdim, sadece yemek için. Nispeten ucuz yemek yenilebiliyor.
  • Son tam günümü Orsay müzesine ayırdım. Aslında ayırmıştım çünkü o kadar kısa süreceğini tahmin edememiştim. 4 saatte müzeyi tamamladım.
  • Orsay aslında eski bir tren garıymış. Şimdiyse bir resim müzesi. Harika bir koleksiyonu var: Monet, Manet, Courbet, Van Gogh, Gaugin, Toulec ve benim daha duymadığım daha nicesi! Bazı resimleri dünyaca ünlü: Mesela Coubet'in 'Dünyanın Merkezi', yatan bir kadının vajinasını tüm görkemiyle gösterir (çok ünlü ve pahalı bir eserdir). Monet'in 'Mavi Nilüferler'i, Van Gogh'un kendini kulaksız çizdiği portresi, Toulec'in 'Dans Eden Kadın'ı zevkle görülebiliyor.
  • Orsay da 'Suç ve Ceza' özel sergisi de vardı. Suç hayatı hakkında bir sürü resim ve obje bulunuyordu. Giyotinden gerçek bir hapishane kapısına kadar oldukça provakatif bir sergiydi. Victor Hugo, Picasso, Andy Warhol, Gaugin gibi ünlü sanatçıların eserleri sergileniyordu. Aynı zamanda polis tutanakları ve olay yeri resimleri gibi çarpıcı detaylar da vardı.
  • Ayrıca 1800'lerin son çeyreğine bazı özel fotoğraflar da bu müzede bulunuyor.
  • Orsay'dan çıkınca Montmarte'ye uğrayayım dedim. Metroya giderken, çok hoş bir hediyelik eşya dükkanı buldum. Oyuncak araba şeklinde çoklu USB cihazı aldım mesela.
  • Montmarte'de hediyelik dükkanlar çok var. Oldukça da kalabalık bir semt ama ben hemen kaçmak istedim.
  • Sacre-Couer Kilisesi'ne çıktım. Beğendiğimi söyleyemem. Merdivenlerinde bolca turist atraksiyonları vardı. Hepsine uzaktan göz attım.
  • Ordan sonra da St. Germain Bulvarı boyunca yürüdüm. Güzeldi. Ünlü bir cafe olan Cafe de Flore'da oturup biraz kitap okudum. Yani entelliğim tuttu. İleriki masalardan birinde üç kişi hararetli bir halde Türkçe konuşuyordu.
  • Akşam son kez etrafta yürüdüm. Çok keyifli bir yürüyüştü. Havanın geç kararması çok hoş.
  • Son gün sadece havaalanına yolculuk ettim. Uçakta bir güzel hasta oldum. Ama gece 12 civarı Bursa'ya varabildim.

11 Temmuz 2010 Pazar

Paris Notları - 2

  • Paris'te hoşlandığım şeylerden biri, ara sokaklarda gezerken ilginç şeylerle karşılaşabilmeniz. Mesela Pantheon'dan Doğa Müzesi'ne giderken vitrini Cannes 2010 biletleriyle ve çeşitli sinemasal fotoğraflarla kaplanmış bir eczane gördüm.
  • Paris Doğa Müzesi harikulade bir yer. Yeryüzünde yaşayan çoğu canlının 1/1 maketinin bulunduğu 4 katlı bir bina. Balıklardan sürüngenlere, dinazorlardan dodo kuşuna muazzam bir koleksiyon var. Üstelik bazı maketler, kadavralardan yapılmış. Mesela bir boynuzlu balina vardı, şu an spesifik adını unuttum ama kadavradan öyle bir yapmışlar ki canlı gibiydi. Tabii ki her maketin Fransızca olarak uzun açıklamalar mevcuttu. Yani merak ettiğiniz bir hayvan hakkında detaylı bir malumat da edinebiliyordunuz.
  • Doğa Müzesi'nde hayran kaldığım bir detay da şuydu: Bir ilkokul sınıfı müzeye getirilmiş ve hocaları tarafından müzeye salıverilmiş. Çocuklar da istedikleri maketi seçerek onun resmini yapıyordu. Hayran kaldığım bir sahneydi.
  • Ardından Mason Müzesi'ne gideyim dedim ama gidemedim çünkü kapanmış!
  • Zafer Takı'na çıktım. Pek bir özelliği yok. Çok büyük bir yuvarlağın ortasında bulunan yüksek bir tak. Yuvarlak 12 ayrı caddeye bağlanacak kadar geniş. Takın tepesinden çevreyi görebiliyorsunuz.
  • Bu yuvarlağın bağlandığı caddelerden biri de dünyanın en ünlü bulvarlarından Champs Elysees Bulvarı. Bulvarın pek özelliği yok ama Bağdat Caddesi'nin çakma olduğunu anlıyorsunuz. İnanılmaz geniş kaldırımlar, cafeler, lüks restarauntlar, son moda mağazalar, caddede son model arabalar ve şık insanlar.
  • Bu bulvarın sonunda ortasında bir obelisk olan Concorde Meydanı bulunuyor. Meydan, gerçekten çok büyüktü. Onun devamında da geniş bir park vardı ki bu da Louvre'da son buluyor. Parkta iki büyük havuz bulunuyor, çevresi bedava sandelyelerle çevrili. Ben de biraz oturup yazı yazdım ki çok ferahlatıcı bir zamandı.
  • Ertesi gün ilk önce Notre Dame Ketadrali'ne gittim. Pek ilgimi çekmedi.
  • Hotel des Invelides'de 6 saat geçirdim. Adına aldanmayın, otel değil askeri müze kendileri. Şöyle söyleyeyim: Adamlar ilk çağdan günümüze kadar askeriye ile ilgili ne varsa koymuşlar. Silahlar, zırhlar, portreler, savaş taktikleri (kimileri 3 boyutlu), kısa belgeseller, 16 yüzyıllık siyasi tarih ki adım adım ve detaylı yazılmış. Tarihi seviyorsanız hayran kalmamak kaçınılmaz! Bir de Napolyon'un mezarı da burada!
  • Ardından Eyfel Kulesi'ne gittim. Bildiğiniz gibi kendileri. Çok ama çok kalabalık. 2. katına çıktım hatta ama keyif almadım.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Paris Notları

  • Paris'e her zaman gitmek istemiştim. Sebebi belirsiz. Sanırım filmlerde ve televizyonlarda gördüklerimden kaynaklandı.
  • Ama aslında Paris bir bahaneydi. Asıl amacım hiçbir tanıdığımın sesini bile duymadan, Türkçe konuşmadan birkaç gün geçirebilmekti. Yabancı bir memlekette amaçsızca yürümek, biraz yeni yer görme heyecanı, biraz da kültürümü arttırmak. Ve bunların hepsini gerçekleştirdim. Mutluyum.
  • İnsanın kafasını boşaltmasının değeri paha biçilemez!
  • Paris'e Pegasus Havayolları ile uçtum (ve geri uçtum). Ben beğendim. Fiyatı uygundu. Uçak fena değildi. Hizmet iyiydi. Uçak kalkmadan önceki video kaydı eğlenceliydi. Memnun kaldım. Ama bir arkadaşım iç hatların berbat olduğunu söyledi. Aklınızda olsun.
  • Hediyeler hariç tüm masrafım 1100 euro tuttu.
  • Toplamda 5 gece kaldım. 6-11 Haziran 2010 arası oradaydım. Gidiş ve dönüş günlere yalan oldu. Ama geri kalan 4 günde bayağı dolaştım.
  • St. Michel Bulvarı ile St. Germen Bulvarı kesiştiği kavşağın hemen yanında bulunan Rue de la Harpe caddesi üzerindeki Hotel du Levant'ta kaldım. Otel çok merkeziydi ki asıl seçme sebebim oydu. Paris'in sıfır noktası olan (tüm mesafeler buraya göre ölçülüyor) Notre Dame Kilisesi'ne yürüyerek sadece 3-4 dk. uzaklıktaydım.
  • Otel güzeldi. Odada buzdolabı, LCD, özel kasa dahil her şey vardı. Gayet kullanışlıydı. Otel görevlileri gayet güleryüzlüydü. Fiyata kahvaltı dahildi ki gayet güzeldi. Günlük fiyat 76 euro'ydu.
  • Uçaktan inince direkt metroyla tanışıyorsunuz. Paris metrosu çok kullanışlı. Her şey açık. Her istasyonda bilet için otomatlar var, bozuk para, banknot veya kredi kartı verebiliyorsunuz. Metro haritası aldıktan sonra İngilizce bilmeniz bile gereksiz. Sadece bineceğeniz metro hattı numarasını bilmeniz yeterli. Oklar sizi yönlendiriyor ki metro içi oldukça karışık ama bu kolaylık hiç problem çıkartmıyor.
  • Geldiğim ilk gün Fransa Sinematek'ine uğradım. Sinema müzesi hayal kırıklığına uğrattı beni. Birkaç sinema projeksiyonu hariç pek ilgi çekici objesi yok. Ama sinema öncesi dönem de Karagöz'ü de göstermesi şaşırtıcıydı. Başka bir katta set fotoğrafları sergisi vardı. 50'lere kadarki tüm üstatların set fotoğrafları sergileniyordu. Serginin Scorsese ve Gavras tarafından düzenlenmesi hoş bir detay. Gavras zaten Sinematek'in başkanı gerçi. Sinema tutkunları için ilginç bir ziyaret olur bence yine de.
  • İkinci gün önce Orta Çağ Müzesi'ne girdim. Çok sıradandı.
  • Ardından Pantheon'a girdim. 25 yaş altı kontejanından bedava girdim. Pantheon dev bir kabiristan. İlk katta dev resimler ve Foucoult Sarkacı temsili harici bir şey yok. Asıl olay alt katta. Victor Hugo, Alexandre Dumas, Jean Jacques Rousseau, Madame Curie, Braille (körler için alfabeyi yaratan kişi) gibi önemli şahsiyetlerin mezarları yer alıyor.
  • Foucoult Sarkacı'nı bilmeyenler için birazcık anlatayım. Bu ünlü deney 19. yüzyılın ortalarında ilk defa Pantheon'da gerçekleştirilmiştir. Bildiğiniz sarkaç, tepede tam orta kısma asılmış ve aşağıya salınmıltır. Sarkacın asla durmadığı gözlemlenmiştir. Bu da dünyanın yuvarlak olduğunun bir kanıtıdır.