31 Aralık 2008 Çarşamba

2008'de İzlediğim Filmler

Aşağıdaki liste 2008 yılı içerisinde Türkiye'de veya yurtdışında gösterime giren yada festivallerde gösterilen filmlerden oluşmaktadır. '(b)' kısaltması bilgisayarda izlediğim anlamına gelmektedir. 'x2' simgesi sinemada 2 kere izlediğim anlamına gelmektedir.
OCAK

Dikkat, Şehvet (Lust, Caution/Se, Jie) – Ang Lee ***1/2 (b)
Ben Efsaneyim (I am Legend) – Francis Lawrence *** (b)
Benim Aşk Pastam (My Blueberry Nights) – Wong Kar Wai ****
Juno – Jason Reitman **** (b)
Kaldırım Serçesi (La Mome) – Olivier Dahan ** (b)
I’m Not There – Todd Haynes **1/2 (b)
Ulak – Çağan Irmak ****
Şeytan Duymadan Önce (Before the Devil Knows You’re Dead) – Sidney Lumet **** (b)
Across the Universe – Julie Taymor ****1/2 (b)

ŞUBAT

Away From Her – Sarah Polley **** (b)
Avukat (Michael Clayton) – Tony Gilroy ***1/2 (b)
Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı (The Assassination of Jesse James By the Coward Robert Ford) – Andrew Dominik **** (b)
Charlie Wilson’un Savaşı (Charlie Wilson’s War) – Mike Nichols *** (b)
In the Valley of Elah – Paul Haggis ***1/2 (b)
Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi (Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street) – Tim Burton ***1/2 (b)
Margot at the Wedding – Noah Baumbach ** (b)
Into the Wild – Sean Penn ***1/2 (b)
Kıyamet Öyküleri (Southland Tales) – Richard Kelly *
Kan Dökülecek (There Will Be Blood) – Paul Thomas Anderson ****
Lars Sevince (Lars and the Real Girl) – Craig Gillespie **** (b)
Şimdi ya da Asla (The Bucket List) – Rob Reiner ***1/2 (b)
3x3 (The Nines) – John August ****1/2 (b)
Siz, Yaşayanlar (Du, Levande) – Roy Andersson ****1/2

MART

Benimle Evlenir misin? (27 Dresses) – Anne Fletcher **1/2 (b)
Kalbinin Sesini Dinle (August Rush) – Kirsten Sheriden ***1/2 (b)
Yitirdiğimiz Şeyler (Things We Lost in the Fire) – Susanne Bier *** (b)
Kolera Günlerinde Aşk (Love in the Time of Cholera) – Mike Newell **1/2 (b)
Bakış Açısı (Vantage Point) – Pete Travis ***1/2 (b)

NİSAN

Define (King of California) – Mike Cahill ***
Bir, İki (Yi yi) - Edward Yang ****
Ulzhan – Volker Schlöndorff **1/2
Gölgeler (Senki) – Milcho Manchevski ****
La Leon – Santiago Otheguy *
Savage Ailesi (The Savages) – Tamara Jenkins ***1/2
Çocuk Yönetmen (Boy Director) – Woo-Yeol Lee **
Bir Sarışının Aşkları (Lasky Jedne Plavovlasky) – Milos Forman ****
Dante 01 – Marc Caro ***1/2
Lütfen Başa Sarın (Be Kind Rewind) – Michel Gondry ***
Denizanası (Meduzot) – Shira Geffen & Etgar Keret **1/2
Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu – Engin Ayça ****1/2
Alexandra – Aleksandr Sokurov **1/2
Köstebek (El Topo) – Alejandro Jodorowsky ***
Tatil Kitabı – Seyfi Teoman ***1/2
Anayurt Oteli – Ömer Kavur *****
Kör Dağ (Mang Shan) – Yang Li ****
Nokta – Derviş Zaim ****
Banka İşi (The Bank Job) – Roger Donaldson *** (b)
Eski Davulcu (Ex-Drummer) – Koen Mortier ***1/2 (b)
Boleyn Kızı (The Other Boleyn Girl) – Justin Chadwick **1/2 (b)
Ölümcül Oyunlar (Funny Games US) – Michael Haneke *** (b)
Kesişen Yollar (Reservation Road) – Terry George *** (b)
Sokağın Kralları (Street Kings) – David Ayer *1/2 (b)
Uçurtma Avcısı (The Kite Runner) – Marc Forster *** (b)

MAYIS

Iron Man - Jon Favreau ****
Indiana Jones: Kristal Kafatası Krallığı (Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull) – Steven Spielberg ***1/2

HAZİRAN

Mistik Olay (The Happening) – M. Night Shyamalan *
The Incredible Hulk – Louis Leterrier **1/2
Wanted – Timur Bekmambetov **
Aşk Kazası (Forgetting Sarah Marshall) – Nicholas Stoller *** (b)

AĞUSTOS

Kara Şövalye (The Dark Knight) – Christopher Nolan ****1/2 (x2)
Mamma Mia! – Phyllida Lloyd **
Zohan’a Bulaşma (You Don’t Mess With the Zohan) – Dennis Dugan ***

EYLÜL

Hallam Foe – David Mackenzie **** (b)

EKİM

Kartal Göz (Eagle Eye) – D. J. Caruso ***
Hellboy II: Altın Ordu (Hellboy II: The Golden Army) – Guillermo Del Toro ***
Zamanın Külleri (Ashes of Time Redux) – Kar Wai Wong **1/2
Vol-i (Wall-e) – Andrew Stanton ***
Eve Dönüş (En Mand Kommer Hjem) – Thomas Vinterberg ***
Cenova (Genova) – Michael Winterbottom ****
Rüya (Bi-mong) – Kim Ki-duk ***1/2
Orijinal Cinayetler (Righteous Kill) – Jon Avnet * (b)
In Bruges – Martin McDonagh **** (b)
Drillbit Taylor – Steven Brill *** (b)
X-Files: İnanmak İstiyorum (X-Files: I Want to Believe) – Chris Carter ** (b)
Kesinlikle, Belki (Definitely, Maybe) – Adam Brooks *** (b)
Dalga (Die Welle) – Dennis Gansel ***1/2 (b)
Kırmızı Balonun Yolculuğu (La Voyage du Balon Rouge) – Hou Hsiao-Hsien *** (b)
Aramızda Casus Var (Burn After Reading) – Joel Coen *** (b)
Step Brothers – Adam McKay **1/2 (b)
Pineapple Express – David Gordon Green *** (b)
Üç Maymun - Nuri Bilge Ceylan ****
Happy-Go-Lucky – Mike Leigh *** (b)

KASIM

Yıldız Savaşları Bölüm 2.5: Klon Savaşları (Star Wars Episode 2.5: Clone Wars) – Dave Filoni **1/2 (b)
Tropik Fırtına (Tropic Thunder) – Ben Stiller *** (b)
Quantum of Solace – Marc Foster ***1/2
Devrim Arabaları – Tolga Örnek ****
Issız Adam – Çağan Irmak ***** (x2)
How to Lose Friends and Alienate People – Robert B. Weide *** (b)
Düşes (The Duchess) – Saul Dibb *** (b)
Akıllı Ol (Get Smart) – Peter Segal *** (b)
Aşk Geç Gelir (Love Comes Lately) – Jan Schütte **
Deniz Kızı Ponyo (Gake no ue no Ponyo) – Hayao Miyazaki ****

ARALIK

Gölge – Mehmet Güreli **1/2
Vicky Cristina Barcelona – Woody Allen ****
Süt – Semih Kaplanoğlu ***1/2
Zack and Miri Make a Porno – Kevin Smith *** (b)
Osmanlı Cumhuriyeti – Gani Müjde *1/2
Frost/Nixon – Ron Howard ***1/2 (b)
Körlük (Blindness) – Fernando Meirelles ***1/2 (b)
Ghost Town – David Koepp *** (b)
Milk – Gus van Sant ***1/2 (b)
Gomorra – Matteo Garrone **** (b)
Yalanlar Üstüne (Body of Lies) – Ridley Scott ***
The Women – Dana English **1/2 (b)
Sonbahar – Özcan Alper ****1/2
Hunger – Steve McQueen **** (b)
Slumdog Millionaire – Danny Boyle ****1/2 (b)
Revolutionary Road – Sam Mendes ****1/2 (b)
Seven Pounds – Gabriele Muccino ***1/2 (b)
Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi (The Curious Case of Benjamin Button) – David Fincher **** (b)
Bolt – Byron Howard, Chris Williams *** (b)

28 Aralık 2008 Pazar

Revolutionary Road

10 yıl sonra Sam Mendes yine Amerikan banliyösüne dalıyor. Banliyönün sahteliğini, dışarıdan göründüğü kadar masum olmadığını anlatmaya çalışıyor. Bazı insanlar için bu hayat tarzının dayanılamayacak bir zulüm olduğunu altını çiziyor.

American Beauty’yi yaptığında banliyö konusu çok bakirdi. Hemen öncesinde çekilen bağımsız Happiness hariç, banliyö film dünyasında mükemmeliyet ve huzurun simgesiydi. American Beauty dışarıdan mükemmel görünen Amerikan ailelerinin içine soktu bizi. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Herkesin başka bir ideali vardı ama kendilerine yüklenen görevleri yaparak mutsuz oluyorlardı. Bu sahte dünyayı yok etmek içinse bazen bir kıvılcım bile yeterli oluyordu. Hemen sonrasında birkaç film ve dizi daha konuyu ele aldı. Lakin gayet bıçak sırtı bir konu olduğundan başarılı olanlar azınlıkta kaldı. Todd Fields bu tarzda Mendes gibi öne çıktı. In the Bedroom ve Little Children ile banliyö yaşamını yorumladı. İşte 10 yıllık bir aranın ardından Mendes de konuya geri döndü.

Wheeler çifti dışarıdan bakıldığında kusursuzdur: Bahçeli büyük bir ev, iki sağlıklı çocuk, satış yapan baba ile amatör oyuncu anne. Lakin bir şeyler terstir. Bu yüzden anne, April ailece Paris’e taşınıp yeni bir hayata başlamayı önerir baba, Frank’e. Frank de nefret ettiği işinden kurtulma düşüncesiyle fikri kabul eder. Böylece Wheeler çifti hazırlıklara başlar, bu sıkıcı banliyö hayatından kurtulacaklardır. Ama öngörülmeyen iki olay çiftin önüne çıkar: Frank’in terfisi ve April’in hamileliği.

Mendes yine dinamikleri çok ustaca kuruyor. Yavaş yavaş artan iç gerilimleri finalde tavana çıkartıyor. En güzeli de bunu yaparken yan karakterleri çok zekice kullanması. Yan komşular, emlakçı kadın ve deli (!) oğlu, Frank’in iş arkadaşları çok önemli görevler üstleniyorlar. Tabii performanslar da göz kamaştırıcı. Kate Winslet ile Leonardo DiCaprio Wheeler çiftinde döktürüyorlar resmen. Onlara Michael Shannon, Kathy Bates, Zoe Kazan ile David Harbour hiç ezilmeyecek şekilde eşlik ediyorlar. Ayrıca Deakins’in kamerası ile Newman’ın müziği öne çıkan öğelerden.

Son 1 yılda üzerine bayağıdır düşündüğümden olacak, aile kurumunun sahteliği üzerine yapılan bu kaliteli eser beni çok etkiledi. Dışarıdan bakıldığında tekdüze, yavaş ve American Beauty’nin farklı bir kopyası gibi gözükebilir ama sizi temin edebilirim ki bambaşka duygularla salondan ayrılacaksınız. Hele son 30 dakikanın dakik kurgusuna hasta olacaksınız.

Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Kathy Bates, David Harbour, Kathryn Hahn, Zoe Kazan, Michael Shannon, Dylan Baker – Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins – Müzik: Thomas Newman – Senaryo: Justin Haythe (Richard Yates’in romanından) – Yönetmen: Sam Mendes
****1/2 G.T.: 9 Şubat 2009 Y.T.: 28 Aralık 2008

23 Aralık 2008 Salı

Sonbahar

Kendi ölümünü bekleyebilmek! Zamanını bilerek, telaşlanmadan, susarak! Bir nevi kendine ağıt yakarak! Ürperdiniz, değil mi? Buna imkansız bir aşk ve giderek sararan yapraklar ekleyin. İşte karşınızda Sonbahar!

Aslında izlediğimiz öykü bize çok yabancı değil! Her yıl olagelen ama görmediğimiz bir doğal süreç. Önce hava soğumaya başlıyor. Soğuyan hava yapraklara giden odun kanallarını tıkıyor. Böylece yapraklar atığını atamayarak sararıyor ve bir süre sonra dalından kopup düşüyor, yani ölüyor.

Filmdeki Yusuf da yaprağa benziyor. Hayatının baharında katıldığı açlık grevi onun da damarlarını tıkıyor. Akciğerlerini tamamen işlevsiz bırakarak ölümü erkene alıyor. İşte bu koşullarda Yusuf hapishaneden salıveriliyor. O da Hopa yakınındaki köyüne dönüyor. Ölümünü sessizce bekliyor. Geçmişini, hatalarıyla sevaplarıyla hatırlıyor. Bu süreçte karşısına bir kız da çıkıyor ama o da başka bir umutsuz yaprak. Belki ağacından daha kopmayacak lakin bir daha da yemyeşil olamayacak bir yaprak. Ama bu iki yaprak, kaybettikleri yeşilliği bir anlığına olsun birbirlerinde buluyor. Kışa girerken çıkan son güneş misali birbirlerini bir nebze olsun ısıtıyorlar, o uzun soğuktaİtalikn önce son bir sıcaklık.

Özcan Alper bu öyküyü son derece minimal, sağa sola sapmadan, bir yerlerde fazla oyalanmadan, hikaye neyi gerektiriyorsa onu vererek anlatıyor. Malzemesi çok doğal. Oyuncuları o kadar gerçek ki sanki şu an Hopa’ya gitsek dokunacakmışız gibi. Daha da güzeli, Doğu Karadeniz o kadar büyüleyici ki düzgün bir hikayeyle inanılmaz anlamlara bürünüyor. Gerek Alper gerekse görüntü yönetmeni Feza Çaldıran bu güzelliği son derece iyi kullanıyorlar; gerektiğinde bir kaçış mekanı olarak, gerektiğindeyse kendine özgü bir hapishane olarak.

Sonbahar, Türk Sinema Tarihi’ne adını yazdırabilecek kadar iyi bir film. Hafif bir esintiyle başlayan, git gide şiddetlenen ve sonunda gürleyen bir duygu fırtınası oluşturabilecek bir eser. Bu haliyle ‘kum saatindeki zaman akışı’nı dört dörtlük kullanan bir kurgu. Kesinlikle 2008’in en iyilerinden.

Oyuncular: Onur Saylak, Megi Kobaladze, Gülefer Yenigül, Serkan Keskin, Nino Lejava – Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran – Yazan ve Yöneten: Özcan Alper
****1/2 G.T.: 19 Aralık Y.T.: 23 Aralık

Body of Lies

Ridley Scott üzerine diyecek bir şeyim yok. Adam sonuçta işi biliyor. Bir filmi çekeceğini, kamerayı, tekniği, sesi çok iyi biliyor. O yüzden Body of Lies hakkında olan bu yazıda filmi anlatmayacağım, yorumlamayacağım. Film bir başyapıt olmasa da eli yüzü düzgün bir politik gerilim çünkü. Daha detaya inmeye inanın gerek yok. Onun yerine film boyunca aklımı kurcalayan bir konuyu size paylaşacağım.

Aslında benim zihnimi meşgul eden unsur, filmin de odağı: Yalan. Tüm filmin koskocaman bir yalandan ibaret olduğunu da söyleyebiliriz. Nasıl yani? Şöyle:

Filmin üç ana karakteri var: Bir saha ajanı, bir merkez ajanı ve Ürdün istihbarat şefi. Merkez ajanı, ülkesinin çıkarlarını gözetlemek adına saha ajanını ülkesinden kilometrelerce uzakta operasyonlara sokuyor ve onu uydulardan izliyor. Saha ajanı, ülkesi adına çalışsa da olayların içinde olduğundan ve sonuçta insan olduğundan olaylara anlık kararlar veriyor (oysa ki aldığı emir tek ve net!). Mesela kullandığı yemi kurtarmaya çalışıyor, astının ailesine yardım ediyor, bir İranlı’ya aşık oluyor, vs. Öykü içinde saha ajanının karşısına çıkan Ürdün istihbarat şefi ise kendi çöplüğünde kendi borusunun ötmesini istiyor.

Bu üç karakter de kendi hesapları adına birbirine yalan söylüyor. Uzaktan hepsinin amacı bir gözükse de yakından bakınca görüntü değişiyor. Üçü de ittifak gözükse de birbirinin kuyusunu kazarken gözlerini kıpırdatmıyorlar!

Tabii yalanın boyutu bu kadarla da sınırlı değil! Filmde yapılan tüm operasyonların ana harcı yalan! Bu yalanlar bir-iki kişiye de değil gerektiğinde çalışılan kuruma bile söylenebiliyor. Hal böyle olunca tüm film ‘yalanlar üstüne’ kuruluyor. Diğer deyişle filmin ana iskeleti yalanlardan (body of lies) oluşuyor.

İşte buradan bakınca filmin kendisinin aslında yalan olduğunu görüyoruz. Yani bir yalan izliyoruz. Hollywood, her zaman ki gibi, bizi keklemeye çalışıyor. Yerseniz!

Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Russell Crowe, Mark Strong, Golshifteh Farahani, Oscar Isaac, Ali Suliman, Alon Abutbul – Görüntü Yönetmeni: Alexander Witt – Müzik: Marc Streitenfeld – Senaryo: William Monahan (David Ignatius’un aynı adlı romanından) – Yönetmen: Ridley Scott
*** G.T.: 19 Aralık Y.T.: 23 Aralık

22 Aralık 2008 Pazartesi

Aklıma Takılanlar

  • Youtube: Bana başka bir ülke söyleyin ki yasaklı bir sitenin tıklanma sayısı artsın? Öyle bir ülke ki başbakanı bile “Ben de giriyorum! Siz de girin!” desin. Sonra da siz apışıp kalın!
  • Francesca Martinez: Ünlü İngiliz spastik, stand-up komedyen. Sahnedeki malzemesi kendi başına gelenler ve önyargılar. İlginç!
  • Extras: Efsane bir İngiliz komedisi daha. Loser olmanın durum komedisi de denilebilir. Asıl artısı her bölüme konuk olan ünlüler ve kendileriyle dalga geçmeleri. Favorim Orlonda Bloom ve Kate Winslet.
  • Melih Gökçek: Bu ülkeyi yönetenlerin kim olduğunu tüm çıplaklığıyla gösterdi.
  • Disco Kralı’nın 12 Aralık’taki programı: 90’ları son derece saygıyla andı. Son yıllarda her dakikasını zevkle izlediğim tek program oldu.
  • Sima – Her şeye Rağmen: Disco Kralı’nın 90’lardaki klipler sıralamasında hatırladığım enfes şarkı ve klip.
  • Woody Allen: Her seyrettiğim filmiyle şaşırtabilmesi beni büyülüyor.
  • Bant’ın 50. sayı şerefine verdiği Atatürk posteri ve stickerları: Bütün bunların sadece 7 YTL olması takdire şayan.
  • Kum saatindeki zaman mantığı: İlk defa Death in Venice filminde duyduğum ve uygulamasını gördüğüm kavram. Mantık şöyle: En başta zaman yavaş akar, tıpkı kum saatinde aşağıya düşen ilk kum tanelerinin sanki akmıyormuş gibi görünmesi misali. Ama süre bittikçe zaman akışı hızlanır, tıpkı son kum tanelerinin hızla aşağı düşmesi misali. Sonradan dikkat ettiğimde çoğu filmde zaman akışı olarak bu mantığın uygulandığını gördüm. Mesela bugün izlediğim Sonbahar bunu çok güzel kullanmış. Ayrıca cep telefonlarında şarjın boşalması da aynı mantıkta oluyor.
  • İskele ucunda denize bakan kadın sahnesi: Sonbahar’da da görünce aklıma geldi ki bu sahneyi kullananlar çoğunlukla çok iyi oluyor. Aklıma ilk gelenler Dark City ve Age of Innocence oldu.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Son 4 Günün Dökümü

Geçen cuma Altın Küre adayları açıklandı. Böylece Oscar yarışı da resmen başladı. Nitekim hemen ardından Oscar gecesini Hugh Jackman’in sunacağı açıklandı. Ödüle oynayan filmler de bir taraftan ABD’de gösterime girerken diğer taraftan çeşitli kuruluşların listelerine girmeye çalışıyorlar. Pek tabii ki bazı filmler internete sızıyor. Bu sızanlar da kalitelerine göre benim bilgisayarıma iniyor. Bunlarla beraber yeni vizyona girenler de süzgeçten geçiyor.

Ne zamandır merak ettiğim yeni Kevin Smith filmini sonunda izleyebildim. Smith yine çok özgün bir fikirle işe koyulmuş. Filmin başlarında gayet güzel malzeme sağlıyor. Sonlara doğru romantizm işin içine girince hem orijinallik gidiyor hem de tempo düşüyor. Yine de Zack and Miri Make a Porno keyifle izlenilecek bir film, diğer Smith filmlerinde olduğu gibi. Filmin ülkemizde gösterime girme ihtimali bence sıfır.

Gani Müjde’nin son filmi Osmanlı Cumhuriyeti tam bir fiyasko. Fikir güzel ama uygulama berbat. Tek elle tutulan yeri Ata Demirer’in oyunculuğu. Hele ketçaplı bir katliam sahnesi var ki filmin 2008 yapımı olduğuna inanamıyorsunuz.

Bu yıl ödüllerde adını sıklıkla duyacağımız Frost/Nixon, memur yönetmen Ron Howard’ın çektiği biyografik bir filmi. Howard, takip edenlerin bildiği üzere, her biyografik filmiyle Oscar’a oynamaya çalışır. Ama o kadar temiz çeker ki filmlerini, izlerken çok kaliteli zannedersiniz. Halbuki film sadece izlenebilirliği olan bir eğlencelikten ibarettir. Frost/Nixon da tam anlamıyla böyle bir film. İzlerken çok keyifli ama film bitince patlayıp yok oluyor. Aklımda iki şık oyunculuğu kaldı sadece.

Fernando Meirelles takip edilmesi gereken bir yönetmen hüviyetini devam ettiriyor. Le Carre uyarlamasından sonra bu sefer de Nobel ödüllü yazar Saramago’nun Blindness adlı romanını uyarlamış. İlk göze çarpan yoğun stil kullanımı. Nüfusun çoğunluğunun kör olduğu bir dünyada körlüğü stille vermeye çalışmış. Biraz kasvetli kaçsa da başarılı oluyor. Ama en önemlisi atmosferi çok iyi kullanıyor Meirelles. Oyuncuların yardımıyla da izlenilmesi gereken bir eser daha çıkartıyor.

Ünlü senarist David Koepp’in yönettiği Ghost Town keyifli bir seyirlik. The Sixth Sense’in ana fikrini romantik-komedi unsuruna eviren Koepp, sıkmamayı başarıyor. Ama ne yazık ki konusu fazla serbest takılmaya imkan vermiyor. Hal böyle olunca hayalet görme olayını romantizme girme aracı olarak kullanmaktan öte bir yenilik sağlayamıyor.

Zack and Miri Make a Porno
Oyuncular: Seth Rogen, Elizabeth Banks, Jason Mewes, Jeff Anderson, Ricky Mabe, Katie Morgan, Craig Robinson, Traci Lords – Görüntü Yönetmeni: David Klein – Müzik: James L. Venable – Yazan ve Yöneten : Kevin Smith - ***

Osmanlı Cumhuriyeti
Oyuncular: Ata Demirer, Vildan Atasever, Sümer Tilmaç, Ruhsar Öcal, Kerem Kupacı – Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak – Senaryo: Gani Müjde, Fatih Solmaz, Gökhan Karagülle – Yönetmen: Gani Müjde - *1/2

Frost/Nixon
Oyuncular: Michael Sheen, Frank Langella, Matthew Macfadyen, Kevin Bacon, Oliver Platt, Sam Rockwell, Rebecca Hall – Görüntü Yönetmeni: Salvatore Totino – Müzik: Hans Zimmer – Senaryo: Peter Morgan (kendi oyunundan) – Yönetmen: Ron Howard - ***1/2

Körlük (Blindness)
Oyuncular: Julianne Moore, Mark Ruffalo, Alice Braga, Yusuke Iseya, Yoshino Kimura, Maury Chaykin, Danny Glover, Gael Garcia Bernal – Görüntü Yönetmeni: Cesar Charlone – Müzik: Marco Antonio Guimaraes – Senaryo: Don McKellar (Jose Saramago’nun ‘Ensaio Sobre a Cegueira’ adlı romanından) – Yönetmen: Fernando Meirelles - ***1/2

Ghost Town
Oyuncular: Ricky Gervais, Tea Leoni, Greg Kinnear, Bill Campbell, Aasif Mandvi – Görüntü Yönetmeni: Fred Murphy – Müzik: Geoff Zanelli – Senaryo: David Koepp, John Kamps – Yönetmen: David Koepp - ***

14 Aralık 2008 Pazar

It's a Wonderful Life

İki gün önce bir dağ yolunda yürüyüş yapıyordum. Daha öğlen olmadığı için güneş kendini ancak hissettirmeye başlamış. Sabaha karşı yağan kırağı, güneş görmeyen köşelerde gözlere kar etkisi yapıyor. Derken küçük bir dereye denk geldim. Üzerine tahtadan bir köprü yapılmış. Geçerken kırağının üzerine bastım. O anda nedense aklıma George Bailey geldi. Şu ünlü It’s a Wonderful Life filminin başkahramanı yani. O da filmin başında karlı bir köprünün üzerinde yürür. Onun amacı benim gibi sabah yürüyüşü yapmak değildir ama olsun.

It’s a Wonderful Life, çekildiği yıl olan 1946’nın noel gecesinde geçer. Film dünyada değil; göklerde, yıldızlar arasında başlar. Bedford Falls kasabasında bir sürü kişi bir anda George Bailey için dua etmeye başlar. En sonunda Tanrı dayanamaz ve gözden düşmüş bir meleğini George’a yardıma gönderir. Ama önce George’un hayatından bazı kesitler göstererek derdini anlatır. Eğer melek, George’a yardım edebilirse kanatlarına yeniden kavuşacaktır.

George Bailey, bu küçük kasabada bir bankacının oğlu olarak doğmuştur. 10 yaşında, buz tutmuş gölde kayarken kardeşini suya düşmekten kurtarmış ama bu sırada sağ kulağı sağır olmuştur. 14 yaşında, eczacı çıraklığı yaparken patronunun yanlış ilaç vermesini engellemiş ama patronundan feci bir dayak yemiş ve kulağı daha da kötüleşmiştir. 18 yaşında, üniversiteye gideceği gün babası kalp krizi geçirerek ölmüş, bunun üzerine bankanın başına geçmek zorunda kalmıştır. İlerleyen yıllarda evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, kasabanın emektarları için bir site kurmuş ve düşük faizle herkesi ev sahibi yapmıştır. Bu uğurda kasabanın zengini Mr. Porter’la hep kavga etmiştir. Derken günümüze geliriz. Noel sabahı bir müfettiş bankaya gelir, birkaç gün içinde borçlarını ödemezse bankaya el konulacağını ve hacize gideceklerini bildirir. George, bunun üzerine tüm gün çareler arar ama bulamaz. En son Mr. Porter’dan para istemeye gider. Mr. Porter onun yüzüne güler, bankasını alacağını söyler. Bu halde eve gider, tüm çocukları bir hareketiyle bir anda ağlamaya başlar. Bağırarak dışarı çıkar, arabasına binip bir ağaca çarpar. Acınası halde yürürken köprüyü görür ve intihar etmeye karar verir.

Melek Clerence suya düşerek George’u kurtarır ve neden intihar ettiğini sorar. George, artık yaşamasının anlamı olmadığını söyler. Clerence, öyleyse artık yaşamıyorsun der ve George’nun dünyaya gelmediği bir Bedford Falls’a getirir ikisini. George önce adamın saçmaladığını düşünür ve arabasını almaya çarptığı ağaca gider. Araba orada değildir! İlerdeki bara girerler, kimse onu tanımaz! Koşarak evine gider, evi virane haldedir, kimse yaşamıyordur! Kasaba merkezine iner, şehrin adının Porterville olduğunu görür! Bir arkadaşına rastlar, arkadaşı da onu tanımaz ve tüm kasabanın Mr. Porter’a borçlu olduğunu öğrenir! Derken karısını görür; hiç evlenmemiştir ve kütüphanede çalışıyordur! Ağlarken eczacıya rastlar, hapishaneden yeni çıktığını öğrenir, kamburu çıkmıştır! Mezarlığa koşar babasını görmek için, bir yerde ayağı kayar ve bir mezara düşer, mezarın üzerinde kardeşinin adı vardır ve daha 7 yaşındayken göle düşerek ölmüştür!

Sonunu da siz izleyin! Ama gelmiş geçmiş en güzel finallerden biri olduğunu belirtiyim. It’s a Wonderful Life yada Türkçe adıyla Şahane Hayat sinema tarihinin en iyi ‘Feel Good/Kendini İyi Hisset’ filmidir. Artık demode olan bu türün ustası Frank Capra tarafından çekilmiştir. Bu tür bilhassa 30’lardaki ünlü Ekonomik Buhran zamanında doğmuştur. 2. Dünya Savaşı zamanında ise başyapıtlarını vermiştir. Nitekim, It’s a Wonderful Life da savaşın hemen sonrasında 1946 yılında çekilmiştir. Savaştan bıkan, hatta çöken halk için bir nevi moral olmuştur. Bu arada, 2009’da bu türün yeniden küllerinden doğması çok olası. Geçirmekte olduğumuz küresel ekonomik kriz, elbette antitezlerini de beraber getirecektir.

Tüm bunların dışında It’s a Wonderful Life aynı zamanda en çok seyredilen noel filmidir. Biliyorum, noel bizim kültürümüzde yok ve hatta çok ters. Dahası filmdeki Hrıstiyanlık propagandası hemen göze çarpıyor. Lakin tüm bunlar, filmin insanın içini ısıtan özünü değiştiremiyor. Çünkü karlar altında George Bailey’ın bağırarak koşması, bence tüm dini öğretilerden daha gerçek. Çünkü sonuçta George anlıyor ki hayat gerçekten çok güzel. Hayata hep bardağın boş tarafından baktığımızı görüyor ve belki de en önemlisi sevdiklerimizin kıymetini anlıyor.

Ben bu filmi ilk defa 2002’nin son günlerinde karlı bir kış gecesi izlemiştim. Ertesi sabah erkenden dershanede sınavım vardı. Filmin bana verdiği moralle o karlı yollardan neşeyle yürümüş ve hiç telaşlanmadan sınavı yapmıştım. Bu etkiyi anlayabilmeniz için filmi izlemeniz gerek. Yoksa birbirinin prototipi, ruhsuz filmlere alışkın günümüz seyircisi için tahmin edilebilmesi zor bir duygu. Tavsiyem en yakın zamanda filmi bir şekilde edinip bir kenara koymanız. Moralinizin en berbat olduğu bir zamanda (ki ne yazık ki artık böyle anlar çoğalıyor) çıkarıp izlemeniz. Eminim film bitince bana hak vereceksiniz ve ileride karlı bir dağ yolunda yürüyüş yaparken siz de filmi hatırlayacaksınız.

Oyuncular: James Stewart, Donna Reed, Lionel Barrymore, Henry Travers, Thomas Mitchell, Beulah Bondi – Görüntü Yönetmeni: Joseph F. Biroc, Joseph Walker, Victor Milner – Müzik: Dimitri Tiomkin – Senaryo: Frances Goodrich, Albert Hackett, Frank Capra, Jo Swerling, Michael Wilson (Philip Van Doren Stern’in ‘The Greatest Gift’ adlı hikayesinden) – Yönetmen: Frank Capra

8 Aralık 2008 Pazartesi

Süt

Geçen yılın en tartışmalı filmi açık ara Yumurta’ydı. Yurt içi ve yurt dışında bir sürü ödül toplamasıyla ‘sanat filmi’ tartışmalarını da alevlendirdi. Kimisi (ben dahil) filmi gerçekten çok beğendi, kimisi de “Herhalde dalga geçiyorlar!” deyip filmi yerin dibine batırdı. Ama tartışmanın ana ekseninde sanat filmi-popülist film ayrımı vardı.

İlginçtir, bu tartışmaya katılmayan tek kişi filmin yönetmeni Semih Kaplanoğlu oldu. Tartışma sürerken o, sessiz sedasız Yusuf Üçlemesi’nin ikinci filmi Süt’ü çekiyordu. Yumurta’dan yaklaşık 1 yıl sonra da Süt’ü izleyebildik böylece.

Filme geçmeden önce Yusuf Üçlemesi’nin ana hatlarının hatırlayalım. İsmi üzerinde üçleme Yusuf adlı Tireli bir şair hakkında. Üçleme lineer olmayan bir yapıda gelişiyor. Şöyle ki Yumarta’da Yusuf’u 40’lı yaşlarında görmüştük. Süt’te ise Yusuf 18 yaşında. Sonraki film olan Bal’da da çocukluğunu izleyeceğiz. Böyle bir zaman çizgisine karşın, filmlerin zamanı hep aynı, günümüzde geçiyorlar.

Dediğim üzere bu filmde Yusuf, 18 yaşında bir genç. Daha yeni şiir yazmaya başlamış, bunları şiir dergilerine göndermeye başlamış yavaştan. Evde ise annesine yardım ediyor. Annesinin sağdığı sütü şehirde kapı kapı gezerek satıyor. Bu arada annesine çıkan yeni talibi uzaktan izliyor…

Yumurta’ya sıkıcı ve fazla minimal diyenlerin buna ne diyeceğini çok merak ediyorum. Çünkü Kaplanoğlu, bu sefer anlatımını daha da minimalleştiriyor. Semboller daha da önem kazanıyor. Neredeyse diyalogsuz geçen sahnelerde anlam yoğunluğu nesnelere ve duygulara indirgeniyor. Tabii böylece sanat yönetimi, görüntü yönetimi ve oyunculara ekstra yük biniyor. Bu üç unsurun da titizlikle uygulanmasıyla falsosuz bir film ortaya çıkıyor.

Gelelim filmin iç dünyasına. Yusuf bu sefer küçük şehrin kendisini ifade edememesinden mustarip. Tamamen içe dönen Yusuf’un dış dünyayla tek bağlantısı şiirleri. Büyümeyle birlikte annesiyle oluşan iletişim kopukluğu da buna tuz biber oluyor. Ama filmin ana teması Yusuf’un yalnızlığı.

Çok garip bir finalle nihayete eren film, bu tarz filmleri takip eden kitleyi mest edecek cinsten. Konservatif sinemaya yatkın olanlar ise çok sıkılacakları bir buçuk saate hazır olsunlar. Bana gelirsek Yumurta’dan daha az olmak koşuluyla beğendiğimi söylemeliyim. Ama çok sevdiğimi söyleyemem.

Oyuncular: Melih Selçuk, Başak Köklükaya, Rıza Akın, Saadet Işıl Aksoy, Alev Uçarer, Şerif Erol – Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken – Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal – Yönetmen: Semih Kaplanoğlu - ***1/2

5 Aralık 2008 Cuma

Festival Günlükleri

Üniversiteyi İstanbul’da okumam dolayısıyla İpek Yolu Festivali’ne ilk katılışım bu yıl. Ayrıca açıkça söylemek gerekir ki geçen yıllardaki programları da beğenmemem ana etken. Keza bu yılki program da iyi sayılmaz. Seyredilebilir filmler ya Filmekimi’nde de gösterilenler ya da gösterime girmemiş Türk filmleri. Hal böyleyken Filmekimi’nde kaçırdıklarımı izlemek bana yetecekti ki ‘Ücretsiz Sinema Kursları’na seçildiğimi öğrendim. Kursların içeriğini gün gün anlatmak daha hoş olacağından direkt günlüklere geçiyorum.

Festivalin ilk günü’nde Korupark’taydım. Filmekimi’nde yer bulamadığım Palermo’da Yüzleşme’ye gittim ama seyredemedim. Çünkü filmi gösteremediler. Fiyaskoydu anlayacağınız. Zaten ilk matinedeki filmi de gösterememişler! 40 dakikalık bekleyiş sonunda bir sonraki matinedeki filmi gösterdiler. Ona da gideceğimden oturdum, izledim. Film inanılmaz sıkıcıydı. 80 yaşındaki bir adamın fantezilerini anlatıyordu ki takdir edersiniz bu fanteziler son dereceler tekdüzeydi. Her şeyi bıraksam bile 80 yaşındaki birinin çapkınlığı hiç ilginç olmuyor. Dedemin kaçamağını izlemekten farksızdı. O gün başka bir film gösteremeyeceklerini tahayyül ederek günü noktaladım.

Cumartesi günkü mesaim 9 buçukta başladı. Filmekimi’nde biletleri satışa çıktıktan sadece 2 saat sonra tükenen, Miyazaki’nin son filmi Deniz Kızı Ponyo’ya gittim. Miyazaki’nin diğer filmlerine göre daha az sanatsal, felsefi yapısı çok az. Ama her şeye rağmen bir Miyazaki filmi ve inanılmaz şirin. Atmosfere bile aşık olunabilir. Filmden sonra kursa koştum ama 10 dakika geç kaldığımdan ikinci derse girebildim. İlk konu senaryoydu ve anlatıcı Mehmet İnan’dı. Anlattıkları belli gramer kalıplarıydı lakin bunlar bile bir senaryo yazımı konusunda ilham vericiydi. İkinci kurs oyunculuk üzerineydi ve Pelin Batu verdi. Öncelikle Batu çok güzel değildi ama hoştu (benim için artı bir özellik). Ekolleri ve bazı oyunculuk egzersizlerini anlatı ve gösterdi. Yine doyurucu bir kurstu. Günün son kursu Hayk Kirakosyan’ın görüntü yönetmenliği konusuydu. En aç olduğum konu olduğu için zevkle dinledim. Biraz yavaş tempolu anlatsa da yararlı bir çalışmaydı.

Pazar günü çok eğlenceli geçti. Önce sinema tarihçisi diyebileceğimiz (aslında televizyon yapımcısı) Alican Sekmeç, Türk Sinema Tarihi’ni anlattı. Onun da en başından belirttiği üzere bizim tarihimiz kulaktan dolma olduğu için genelde magazinden ibarettir. Ama tabii bu, tarihin eğlenceli olmasını da sağlıyor. Hele konu sinema olunca dedikodular daha da çoğalıyor. Ardından Yetkin Dikinciler oyunculuk ana ekseninde keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.

Pazartesi Semir Aslanyürek, yönetmeliğin ana kalıplarını anlatmaya çalıştı. Çalıştı, dedim çünkü sözden çok lakırdı vardı. Konusunu pek verimli anlatamadı. Ardından Senem Aytaç, Dünya Sinema Tarihi’ni anlattı. Doğal olarak teori ağırlıklı olduğundan konuya ilgi duyanlara göre bir dersti. Kendi adıma yeni bilgiler aldığımı söyleyebilirim lakin çoğunluğun sıkıldığı da bir gerçekti. Dersin sonunda Alican Sekmeç ile özel konuştum. Sinemaya ilgimden ve neler yapabileceğimden bahsettik. Konuşma sırasında festival genel koordinatörü Hülya Hanım ile Sevin Okyay ile de bizzat tanışma imkanı bulabildim. Benim için heyecan verici bir deneyimdi.

Salı günü sıra dışı bir insan olarak nitelendirebileceğim Alper Maral’ın müzik dersi ile başladı. Dersi de kendisi gibi oldukça sıra dışıydı. Hem bilgi birikimiyle hem de dersi anlatış biçimiyle, sadece 2 saat görsem bile, beni çok etkiledi. İkinci derste seslendirmeyi gördük. Gördük çünkü esas olarak TRT’nin hazırladığı ‘Dublaj Tarihi’ belgeselini izledik. Sektörün emektarlarından Necip Sarıcı ise anılarını anlattı. Derse Fikret Hakan’ın da dinleyici olarak katılması diğer bir hoşluktu. Ders sonrasında Mehmet Güreli’nin Gölge’sini izledim. Film, Peyami Safa’nın bir romanından uyarlandığı için dil, anlatım ve üslup bakımından ağırdı. Şu sıralar Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’sunu okuduğumdan dile aşina sayılırım ama bu bile filme beni alıştıramadı. Filmin ana sorunu ise oyuncu seçimiydi. Her ne kadar iyi oyuncu olsalar da Görkem Yeltan ve Kaan Çakır rollerine uymuyorlardı. Lakin görüntü yönetimi (yönetmenin aslen ressam olmasından ötürü) ve sanat yönetimi çok özenliydi. Akşam da Vicky Cristina Barcelona’yı izledim (yazısı ayrı).

Çarşamba gününe Sevin Okyay ile başladık. Visconti’nin Death in Venice’ını izlerken üzerine yorumlar yapıldı. Çok güzel bir çalışmaydı. Ardından Çiçek Kahraman kurguyu anlattı. Daha çok görsel örnekler verdi. Çeşitli filmlerden sahneler vasıtasıyla kurgunun önemini anlattı. Son kursu izlemeyi çok istediğim Süt yüzünden ektim (filmle ilgili yazıyı ayrı yazacağım.).

Perşembe günü de sertifikalarımızı aldık. Çok gereksiz bir tören yapıldı. Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin ile İzzet Günay da törendeydi. Kameralar, fotoğrafçılar filan küçük bir izdiham söz konusuydu. Neyse ki anormal bir olay olmadan tören sona erdi.

Böylece 3. İpek Yolu Film Festivali benim için sona erdi. Kurslar olmasa çok yavan geçebilecek bir programa sahipti. Yine de atmosfer bakımından gayet doyurucuydu. Sinemayla ilgilenenlerin kendilerine yeni bir şeyler katabileceği bir ortam oluşturdu.

Aşk Geç Gelir/Love Comes Lately
Oyuncular: Otto Tausig, Caroline Aaron, Olivia Thirlby, Barbara Hershey – Görüntü Yönetmenleri: Edward Klosinski, Chris Squires – Müzik: Henning Lohner – Senaryo: Jan Schütte (Isaac Bashevis Singer’in ‘The Briefcase’, ‘ Alone’ ve ‘Old Love’ adlı kısa öykülerinden) – Yönetmen: Jan Schütte - **

Deniz Kızı Ponyo/Gake no ue no Ponyo
Seslendirenler: Yuria Nara, Hiroki Doi, Joji Tokoro, Tomoko Yamaguchi, Yuki Amami, Kazushige Nagashima, Akiko Yano – Görüntü Yönetmeni: Atsushi Okui – Müzik: Joe Hisaishi – Yazan ve Yöneten: Hayao Miyazaki - ****

Gölge
Oyuncular: Görkem Yeltan, Kaan Çakır, Serkan Çakır, Mehmet Ali Alabora, Ünal Silver, Zeynep Konan, Hikmet Körmükçü – Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil – Müzik: Mehmet Güreli – Senaryo: Nilgün Öneş (Peyami Safa’nın ‘Selma ve Gölgesi’ adlı romanından) – Yönetmen: Mehmet Güreli - **1/2

4 Aralık 2008 Perşembe

Vicky Cristina Barcelona


Woody Allen garip bir yönetmendir. Herkes sevmez onu, hatta nefret edenler de vardır. Lakin benim gibi ona hayran olanlar da gayet fazladır. Bunun sebepleri de çeşitlidir. Kendime göre cevap verecek olursam entelektüel birikimi ve bunu filmlerinde, bilhassa esprilerinde kullanıyor olması ana sebeptir. Ayrıca genelde komedi çekiyor olsa da bu filmlerin farklı üsluplarda olması çok önemlidir. Örneğin belgesel izlenimine kapılacağınız bir komediyle (Zelig) politik alt metinli bir komedi (Bananas) ancak onun filmografisinde bir arada olabilir. Daha nice sebep de buraya eklenebilir lakin bu, farklı bir yazı olur.

Bu sebeplerle her Woody Allen filmi bende bir heyecan oluşturur. Her ne kadar çoğu eleştirmene göre son 20 yıldır başyapıt çıkaramasa da, genel Hollywood çizgisinde özgün filmler yazıp yöneterek kendini izlettirmeyi başarıyor. Son filmi Vicky Cristina Barcelona da başka bir benzerine rastlayamayacağınız bir film.

Birbirine zıt fikirli iki Amerikalı kanka olan Vicky ve Cristina, yaz tatilini geçirmek için Barselona’ya gelirler. Gece yedikleri bir akşam yemeği sırasında bir ressam tarafından uçakla tatil teklifi alırlar. Bu teklif nişanlı olan Vicky’ye saçma gelse de Cristina kabul eder. Böylece ikisi de Juan Antonio adlı bu adam Odavio’ya uçar. Juan önce Cristina ile ilgilense de Cristina’nın hastalanması sebebiyle Vicky ile muhatap olur. Juan’dan başlarda nefret eden Vicky, İspanya’nın sakin ve büyüleyici atmosferinin etkisi altında Juan’la beraber olur. Oysa nikahına sadece 2 hafta kalmıştır…

Bilerek saçma bir yerde kestim konuyu çünkü yazılamayacak kadar karışık olay örgülerine sahip film. Bir sürü karakter ve her birinin ayrı ama birbirleriyle kesişen öyküleri. Yani tam bir Woody Allen filmi. Dış ses de filmde önemli bir unsur olduğu için filmi Crime amd Misdemeanors’a benzettim. Yalnız o filmin ana unsuru olan suç kavramı bu filmde tutkunun ifade biçimleriyle yer değiştirmiş. Allen çok dakik bir senaryo yazmış.

Ama en önemlisi harika bir casting yapmış. Başrolde 3 kadın var ve üçü de olağanüstü güzellikte. Yazarken bile titriyorum heyecandan, öylesi: Rebecca Hall, Scarlet Johansson ve Penelope Cruz. Offffffffffff be! Şu fanteziye bakar mısınız? Ve Javier Bardem üçüyle de yatıyor filmde! Valla şu narin kalbime çok ağır bir yük!

Woody Allen neyi, nerde, nasıl yapacağını o kadar güzel biliyor ki anlatmaya kelimeler kafi değil. Barselona’yı çok güzel bir sete dönüştürüyor. Sanat üstüne kelamlar ediyor. Üstüne aşkın farklı ifadelerini sorguluyor.

Woody Allen’ı çok seviyorum!

Oyuncular: Scarlet Johansson, Rebecca Hall, Javier Bardem, Penelope Cruz, Patricia Clarkson, Kevin Dunn, Chris Messina, Christopher Evan Welch – Görüntü Yönetmeni: Javier Aguirresarobe – Yazan ve Yöneten: Woody Allen - ****