14 Aralık 2008 Pazar

It's a Wonderful Life

İki gün önce bir dağ yolunda yürüyüş yapıyordum. Daha öğlen olmadığı için güneş kendini ancak hissettirmeye başlamış. Sabaha karşı yağan kırağı, güneş görmeyen köşelerde gözlere kar etkisi yapıyor. Derken küçük bir dereye denk geldim. Üzerine tahtadan bir köprü yapılmış. Geçerken kırağının üzerine bastım. O anda nedense aklıma George Bailey geldi. Şu ünlü It’s a Wonderful Life filminin başkahramanı yani. O da filmin başında karlı bir köprünün üzerinde yürür. Onun amacı benim gibi sabah yürüyüşü yapmak değildir ama olsun.

It’s a Wonderful Life, çekildiği yıl olan 1946’nın noel gecesinde geçer. Film dünyada değil; göklerde, yıldızlar arasında başlar. Bedford Falls kasabasında bir sürü kişi bir anda George Bailey için dua etmeye başlar. En sonunda Tanrı dayanamaz ve gözden düşmüş bir meleğini George’a yardıma gönderir. Ama önce George’un hayatından bazı kesitler göstererek derdini anlatır. Eğer melek, George’a yardım edebilirse kanatlarına yeniden kavuşacaktır.

George Bailey, bu küçük kasabada bir bankacının oğlu olarak doğmuştur. 10 yaşında, buz tutmuş gölde kayarken kardeşini suya düşmekten kurtarmış ama bu sırada sağ kulağı sağır olmuştur. 14 yaşında, eczacı çıraklığı yaparken patronunun yanlış ilaç vermesini engellemiş ama patronundan feci bir dayak yemiş ve kulağı daha da kötüleşmiştir. 18 yaşında, üniversiteye gideceği gün babası kalp krizi geçirerek ölmüş, bunun üzerine bankanın başına geçmek zorunda kalmıştır. İlerleyen yıllarda evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, kasabanın emektarları için bir site kurmuş ve düşük faizle herkesi ev sahibi yapmıştır. Bu uğurda kasabanın zengini Mr. Porter’la hep kavga etmiştir. Derken günümüze geliriz. Noel sabahı bir müfettiş bankaya gelir, birkaç gün içinde borçlarını ödemezse bankaya el konulacağını ve hacize gideceklerini bildirir. George, bunun üzerine tüm gün çareler arar ama bulamaz. En son Mr. Porter’dan para istemeye gider. Mr. Porter onun yüzüne güler, bankasını alacağını söyler. Bu halde eve gider, tüm çocukları bir hareketiyle bir anda ağlamaya başlar. Bağırarak dışarı çıkar, arabasına binip bir ağaca çarpar. Acınası halde yürürken köprüyü görür ve intihar etmeye karar verir.

Melek Clerence suya düşerek George’u kurtarır ve neden intihar ettiğini sorar. George, artık yaşamasının anlamı olmadığını söyler. Clerence, öyleyse artık yaşamıyorsun der ve George’nun dünyaya gelmediği bir Bedford Falls’a getirir ikisini. George önce adamın saçmaladığını düşünür ve arabasını almaya çarptığı ağaca gider. Araba orada değildir! İlerdeki bara girerler, kimse onu tanımaz! Koşarak evine gider, evi virane haldedir, kimse yaşamıyordur! Kasaba merkezine iner, şehrin adının Porterville olduğunu görür! Bir arkadaşına rastlar, arkadaşı da onu tanımaz ve tüm kasabanın Mr. Porter’a borçlu olduğunu öğrenir! Derken karısını görür; hiç evlenmemiştir ve kütüphanede çalışıyordur! Ağlarken eczacıya rastlar, hapishaneden yeni çıktığını öğrenir, kamburu çıkmıştır! Mezarlığa koşar babasını görmek için, bir yerde ayağı kayar ve bir mezara düşer, mezarın üzerinde kardeşinin adı vardır ve daha 7 yaşındayken göle düşerek ölmüştür!

Sonunu da siz izleyin! Ama gelmiş geçmiş en güzel finallerden biri olduğunu belirtiyim. It’s a Wonderful Life yada Türkçe adıyla Şahane Hayat sinema tarihinin en iyi ‘Feel Good/Kendini İyi Hisset’ filmidir. Artık demode olan bu türün ustası Frank Capra tarafından çekilmiştir. Bu tür bilhassa 30’lardaki ünlü Ekonomik Buhran zamanında doğmuştur. 2. Dünya Savaşı zamanında ise başyapıtlarını vermiştir. Nitekim, It’s a Wonderful Life da savaşın hemen sonrasında 1946 yılında çekilmiştir. Savaştan bıkan, hatta çöken halk için bir nevi moral olmuştur. Bu arada, 2009’da bu türün yeniden küllerinden doğması çok olası. Geçirmekte olduğumuz küresel ekonomik kriz, elbette antitezlerini de beraber getirecektir.

Tüm bunların dışında It’s a Wonderful Life aynı zamanda en çok seyredilen noel filmidir. Biliyorum, noel bizim kültürümüzde yok ve hatta çok ters. Dahası filmdeki Hrıstiyanlık propagandası hemen göze çarpıyor. Lakin tüm bunlar, filmin insanın içini ısıtan özünü değiştiremiyor. Çünkü karlar altında George Bailey’ın bağırarak koşması, bence tüm dini öğretilerden daha gerçek. Çünkü sonuçta George anlıyor ki hayat gerçekten çok güzel. Hayata hep bardağın boş tarafından baktığımızı görüyor ve belki de en önemlisi sevdiklerimizin kıymetini anlıyor.

Ben bu filmi ilk defa 2002’nin son günlerinde karlı bir kış gecesi izlemiştim. Ertesi sabah erkenden dershanede sınavım vardı. Filmin bana verdiği moralle o karlı yollardan neşeyle yürümüş ve hiç telaşlanmadan sınavı yapmıştım. Bu etkiyi anlayabilmeniz için filmi izlemeniz gerek. Yoksa birbirinin prototipi, ruhsuz filmlere alışkın günümüz seyircisi için tahmin edilebilmesi zor bir duygu. Tavsiyem en yakın zamanda filmi bir şekilde edinip bir kenara koymanız. Moralinizin en berbat olduğu bir zamanda (ki ne yazık ki artık böyle anlar çoğalıyor) çıkarıp izlemeniz. Eminim film bitince bana hak vereceksiniz ve ileride karlı bir dağ yolunda yürüyüş yaparken siz de filmi hatırlayacaksınız.

Oyuncular: James Stewart, Donna Reed, Lionel Barrymore, Henry Travers, Thomas Mitchell, Beulah Bondi – Görüntü Yönetmeni: Joseph F. Biroc, Joseph Walker, Victor Milner – Müzik: Dimitri Tiomkin – Senaryo: Frances Goodrich, Albert Hackett, Frank Capra, Jo Swerling, Michael Wilson (Philip Van Doren Stern’in ‘The Greatest Gift’ adlı hikayesinden) – Yönetmen: Frank Capra

Hiç yorum yok: