18 Mayıs 2010 Salı

Kısa Kısa Sinema

Chloe, gerilim soslu bir soft core. Amanda Seyfried’ın harika vücudu eşliğinde zaman akıp geçiyor. Bir de buna Julianne Moore eklenince ortalık coşuyor. Onun haricinde film vasat bir gerilim. Zaten tek numarayla tüm filmi taşımaya çalışan senaryo da çökünce ortada izlenecek bir şey kalmıyor. Moore ve (Liam) Neeson bunun gibi filmlerle harcanıyor. Ama bir erkek olarak filmden keyif aldığımı söylemeliyim.

The Last Picture Show, 70’lerin en iyi filmlerindendir. Neden? Çünkü küçük bir kasaba ekseninde dönem Amerika’sı (film 50’lerde geçiyor) hakkında harika bir kesit sunar. Çünkü insan ilişkilerini tüm sadeliğiyle anlatan nadir filmlerdendir. Çünkü ilk defa oynattığı yüzler sonradan yıldız olmuştur (bkz. Jeff Bridges). Çünkü teknik unsurları (görüntü, müzik, dekor, vs.) tam kararında kullanmıştır. Ama Cybil Sheppard’ın ilk filminde stripriz yapmasının bunlarla alakası yoktur. (O dönemde bu kadar çıplaklık kullanıldığına çok afalladım.)

Alice in Wonderland çok vasat bir Tim Burton filmi. Heyecan yok, mizah yok, şaşırma yok, hiçbir şey yok! Oyuncular o garip hallerinde o kadar gülünçler ki sizi ekrandan itiyorlar. (Hele Helena Bonham-Carter ilk göründüğünde o kadar Ufuk Kaplan’a (Aşk-ı Memnu’daki Katya) benziyordu ki histerik bir kahkaha attım.) Bence bir fiyasko.

Avatar’ın en fazla Bluray’i filan çıkar diyordum ki VCD’si bile çıktı. Şaka!

Celda 211 harika bir fikirle başlıyor: Gardiyanlığa başlayacak adam bir gün önceden hapishaneyi gezerken, isyan çıkar. İsyanın ortasında kalan adam da kendini kurtarmak için mahkum rolü oynamaya başlar. Fikri batırdığını söylemek haksızlık olur. Gayet keyifle izlenilen bir macera filmi. Ama bundan çok daha iyisi çıkabilirdi bence. Filmin Hollywood versiyonu çekilecekmiş ama ondan hiç umudum yok.

Hafta sonu tam 4 saat Dances with Wolves’u izledim. Filmin yönetmen kurgusu tam 236 dakika! Sıkmıyor ama bir filmi izlemek için çok uzun be! Yine de güzel bir film olduğunu belirtiyim.

Geçenlerde İsveç yapımı Girl with the Dragon Tattoo’yu izledim. Sürükleyici bir polisiye. Hatta ne zamandır izlemediğim kadar iyiydi. Filmin şimdi Brad Pitt’li Hollywood versiyonu çekilecekmiş. Acaba kızı kim oynayacak? (Carey Mulligan dedikodusu var, doğruysa kesin izlerim.)

Bob Fosse’un All That Jazz’ını izledim. Ağzım açık kaldı. 10 numara bir müzikal. Hacimli bir yazı yazacağım onun için.

Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı olanlar şaşkınlığıma karşı ciddi şekilde örgütlenmeye başladı. İmza kampanyasına ben de katıldım. Dün de sinemanın dünyada kalan son 50 barok sinemadan biri olduğunu öğrendim. Hala diyorlar ki biz onu yenileyeceğiz! Yahu kim inanır buna? Olsa olsa Kadir İnanır!

11 Mayıs 2010 Salı

Kick-Ass

Cuma akşamı Iron Man 2’yi izledim. Bir önceki yazıda yazdığım gibi eğlenceli bir süper kahraman filmiydi ve fazlası hiç yoktu. Bu yazıda size bahsedeceğim film ise hem süper kahraman filmi hem de değil!

Dave Lizewski, çizgi roman manyağı bir inektir (nerd). Dave’in en çok istediği şey ise süper kahraman olmaktır. Böylece hem sevdiği kızı kazanacak (Örümcek Adam gibi) hem de kötülere karşı amansız bir mücadele verecektir (Batman gibi). Tabii çelimsiz ve sıradan olması onun önündeki başlıca nedenlerdir. Ama o buna aldırmaz. İnternetten bir kostüm alır ve giyip sokağa çıkar. Adı ise Kick-Ass’tir. Şansının yardımıyla ilk gününde bıçaklanır ve bir süre okula bile gidemez! İkinci denemesinde ise internette fenomene dönüşen bir dövüşe karışır ve balına dövüşü kazanır.

Film, bu noktaya kadar inanılmaz eğlenceli gidiyor. Aslında tipik bir lise genci filmi gözüyle bakılabilir ama kanında bambaşka heyecanlar da barındırıyor. Film, bu noktayı geçince biraz 1. viteste takılıyor. Çünkü filmin başka kahramanları da var ve onların da tanıtılması gerek. Hit-Girl ve Big Daddy’yi beraber görmek bile sizi kopartmaya yetiyor ki ikilinin sahneleri her ne kadar duygusal olsa da kahkahalara vesile oluyor. Sakin ve bol hikayeyle geçen gelişme faslından sonra bol aksiyonlu ve bol kahkahalı bir sonuç bölümü sizi bekliyor.

İnanın The Dark Knight’tan sonra bu kadar aksiyonu yüksek ve gerçekçi bir film izlememiştim. The Hangover’dan beri de bu kadar kahkaha atmamıştım.

Çok iyi bir senaryo, çok iyi bir kadro (Nicolas Cage’i uzun zaman sonra rahat oynarken izledim), enfes bir ses kaydı (soundtrack) (Hit-Girl’ün mafya evine daldığı sahnede Joan Jett’ten ‘Bad Reputation’ın çaldığı sahne kendimden geçtiğim andır!) ve akıllardan çıkmayacak bir film. 2010’u hatırlatan nadide filmlerden olacak.

Oyuncular: Aaron Johnson, Chloe Moretz, Christopher Mintz-Plasse, Nicolas Cage, Mark Strong, Lyndsy Fonseca – Görüntü Yönetmeni: Ben Davis – Müzik: Marius De Vries, Ilan Eshkeri, Henry Jackman, John Murphy – Senaryo: Jane Goodman, Matthew Vaughn (Mark Millar ve John Romita Jr.’un çizgi romanından) – Yönetmen: Matthew Vaughn – ****1/2

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Iron Man 2

Mayıs ayıyla birlikte büyük stüdyolar kozlarını yine teker teker çıkarmaya başlıyor. Mayıs ayı içerisinden üç büyük bütçeli aksiyon filmi izleyeceğiz ki bunlardan ilki bugün izlediğim Iron Man 2.

İlk filmi bu blogta da yazdığım gibi bayağı beğenmiştim. Çünkü gayet eğlendiriciydi ve kendi içinde tutarlıydı ama belki de daha önemlisi kendi olmayı başarıyordu. Kendine has bir hava yaratmayı başarmıştı.

Sırf bu yüzden bile devam filmi, ikinci filmin gerisinde kalıyor. İlk ve biraz da haklı bir davranış olarak selefinin gölgesinde kalıyor. Bununla da kalmayarak diğer süper kahraman filmleri gibi ‘kahramanın kendiyle hesaplaşması’ kozunu oynuyor, hikayeyi derinleştirmek uğruna. Lakin bu hamle ciddi bir dezavantaj haline geliyor, seyirciyi sıkmaktan başka bir işlev taşımıyor. Bunların da üstüne, çok ciddi bir senaryo hatasına düşüyor: Şipşak çözüm. Film boyunca Tony Stark’ın karşılaştığı tüm sorunlar tek hamlede çözülüveriyor, neredeyse çabalamadan. Aniden ortaya bir manyak mı çıktı, hemen Iron Man olunup işi bitirilir. Birisi sizi mi suçluyor herkesin önünde, şaklabanlık yapılarak rakip kepaze hale getiriverilir.

Bunların yanında film, yine de izleyenlerini hayal kırıklığına uğratmıyor. Bunun ana sebebi çok iyi kadro oluşturulması. Downey Jr.’dan Rockwell’e, Paltrow’dan Rourke’a hatta Garry Shandling’e kadar çok iyi oynanıyor. Yer yer güldürüyor, aksiyonu da fena değil. 2 saatinizi boşuna harcatmıyor yani. Lakin ilk film gibi hatırlanılır bir aksiyon filmi olmanın çok uzağında seyrediyor. Bu da Marvel Studios’un gelecekteki projeleri açısından umutlarımızı aşağıya çekiyor.

Oyuncular: Robert Downey Jr., Don Cheadle, Mickey Rourke, Gwyneth Paltrow, Scarlett Johansson, Sam Rockwell, Samuel L. Jackson, Jon Favreau, John Slattery, Garry Shandling – Görüntü Yönetmeni: Matthew Libatique – Müzik: John Debney – Senaryo: Justin Theroux (Stan Lee, Don Heck, Larry Lieber ve Jack Kirby’nin çizgi romanından) – Yönetmen: Jon Favreau – ***

Not: Son jenerikten sonra yine (artık bir Marvel özelliği olan) 20 saniyelik ek sahne bulunuyor. Salondan hemen çıkmayın, AC/DC'nin müzikleriyle vakit geçirin biraz.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Kısa Notlar

  • En sevmediğim özelliklerimden biri kitap okuma alışkanlığımın sıfır olmasıdır. Ay gelir 4 ayrı dergiyi baştan sona okurum da 1 yıl boyunca kitap kapağı açmam. Tembellik biraz. Ama nasılsa son 1 aydır 2 kitap bitirdim.
  • İlki Osman Ulagay'dan 'AKP Gerçeği'ydi. Değişik bir görüş okumak isteyenlere öneririm. İçindeki fikirlerin çoğuna da katılıyorum. AKP bugün hala halkın çoğunun desteğine sahipse bunun haklı bir sebebi var.
  • İkinci kitap George Orwell'in ünlü 'Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü. Gerçekten efsane bir roman. Okurken içiniz bir hoş oluyor. Biraz abartı kaçacak ama okurken cidden payanoyaklaştım hafif. Büyük Birader bu yazdığımı okuyordur, değil mi? Kesin!
  • Biraz geç oldu ama Lady Gaga dinlemeye başladım. Fena halde beğeniyorum üstelik. Güzel bir elektronik-pop kıvamı tutturmuş.
  • Oylama bittiğine göre yazabilirim artık: Bu blog, 1 ay boyunca 2010 Blog Ödülleri'nde 'Kişisel Bloglar' kategorisinde adaydı. Çok yakınlarım hariç kimseye söylemedim. Gerek yoktu çünkü. Birinci sebep, blogumu ödüle layık görmüyorum, sıradan bir blog. İkincisi, asla ona buna oy verdirerek bir şey elde etmek niyetinde olmadım.
  • Öyleyse neden aday oldun derseniz şunu derim: Blog okumayı seven bir kitlenin bloguma daha kolay ulaşabilmesi için.
  • Total Film'in İngiltere baskısı bu ay hediye olarak 3 boyutlu mouse pad veriyor. Teması da Iron Man 2. İlgilenenlere...
  • Bant'ın yeni sayısı çıktı. Yine bir sürü okunacak şey var. Bu arada Bursa Korupark D&R yeniden Bant getirmeye başlamış. İngilizce dergi bölümünün de genişlemesini umuyoruz.
  • Koca bir milletin Fener'den bu kadar nefret etmesini anlamıyorum. Herkesin sebebi Aziz Yıldırım nedense. Bu ülkenin en nefret adamı Yıldırım'sa yani bir futbol takımı başkanıysa o ülkede ciddi bir sorun vardır. Türk milletinden ciddi bir manada korkuyorum. Gayet de ciddiyim.
  • Pazartesi vize görüşmesi için Fransa Başkonsolosluğu'na girdim. Hani şu İstiklal'in başındakine. Tüm şaşkınlığıma rağmen cep telefonumu içeri aldılar, açıktı da. İlginç geldi. Almanya ve İtalya Konsoloslukları'nda kapalısı bile yasak!
  • Vizemi aldım hele şükür. 6 Haziran'da Seine nehri kenarında yazı yazacağım. Defterimi aldım bile. Sonra o yazılar buraya naklolunacak.

2 Mayıs 2010 Pazar

Kosmos

Yaklaşık 1 ay önce Hayat Var’ı izlemiştim. Tek kelimeyle benzersiz bir deneyimdi. Sıkıcıydı ama yeni ufuklar açıyordu, çok bariz. Kosmos ise hem benzersiz bir deneyim hem de sürükleyici bir film.

‘Deneyim’ kelimesini bilerek seçtim çünkü bazı filmlerde ‘izleme’ kavramı yaşadığınız duygu yoğunluğunu tam olarak karşılamaz. O zaman aralığında yaşadığınız şey daha başkadır. Bir deneyimdir. Hayata dair bir şey daha öğretir o film. Sizi tecrübelendirir. Tıpkı hayatın başka bir anı gibi. Normalde bir film size hiçbir şey katmaz. Sadece eğlendirir. Farklı bir hayatın bir kesitine belli bir süre boyunca dahil olmanızı sağlar. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse benim de kilometre taşı saydığım Avatar böyledir. Kimse o filmden çıkınca hayata bakış açısının değiştiğini söylemez (yada ben rastlamadım). Ama bazı filmler sizi etkiler, sarsar deyim yerindeyse. Bu sarsma görsel efektlerden ötürü olmaz, hayata bakışınızda yeni bir açı daha gösterdiği içindir.

Kosmos çok ciddi kelamlar eden bir film. İnsanlığın haliyle, ilişkilerle, daha da önemlisi aşkla alakalı sade ama öz cümleler sarf ediyor. Hele ki günümüzün gittikçe maddileşen dünyasında ruhun önemini ortaya çıkarıyor. Bu önemli ikilem bazı sahnelerde filmde de yer alıyor. Kahvedekiler yabancı adamdan çalışmasını isteyince, adamımız çalışmanın insanı maddileştirdiğini, bu yüzden de çalışmaktan vazgeçtiğini söylüyor ve ekliyor: “Ben aşkı arıyorum. Aşka tapıyorum.” Kahvedekiler de “Yani hem çalışmazsın hem de karı istersin.” diye dalga geçiyorlar. Halbuki adamın derdi o kadar başka ki…

Reha Erdem bunları pelikülde anlatmaya çalışırken yine benzersiz bir dünya kuruyor. Kars’ı isimsiz sınır kasabası siluetinde karakterleştirirken orada yaşayan insanlara birer kimlik yaratmış oluyor. Gaipten gelen adamın halkla tezatlığı daha da belirginleşiyor böylece. Yağan karın görüntülere olan hükmü, filme masalsı bir hava katıyor. Bir de adamımızın yetenekleri de işin içine film iyice gerçeklikten sıyrılıyor. Bambaşka bir boyuta taşınıyor. Hele o enfes bağırmalı sevişme sahnesinde. Birbirine hiç dokunmadan ve tamamen giyinik iki insanın sadece bağırarak seviştiğini izliyoruz. Antolojilere geçecek bir sahne.

Oyuncu kadrosu da o kadar iyi seçilmiş ki hayran oluyorsunuz. Başka bir boyuttaki ana adamımızda Sermet Yeşil bence hafif teatrala kaçsa da enfes bir kompozisyon çiziyor. Diğer oyuncular da çok iyi. Artık tüm bağımsızlarda görmeyi kanıksadığımız Serkan Keskin mesela. Ayrıca babasını öldürmekle suçlanan kardeş rolünde ilkokul arkadaşım Murat Deniz’i görmek beni inanılmaz şaşırttı ki Murat da iyiydi rolünde.

Türk Sineması’nın en benzersiz filmlerinden birini daha hediye ediyor Reha Erdem. İzlenmeli, üstelik defalarca.

Oyuncular: Sermet Yeşil, Türkü Turan, Hakan Altuntaş, Serkan Keskin, Akın Anlı, Murat Deniz, Nadir Sarıbacak – Görüntü Yönetmeni: Florent Herry – Senaryo ve Yönetmen: Reha Erdem – ****1/2