29 Ağustos 2009 Cumartesi

Kürt Açılımı Hakkında

Şimdi yazacaklarımı çoğu insan yanış anlayabilir. O yüzden baştan söylüyorum ki olabildiğince tarafsız düşünmeye çalışıyorum bu hassas konuda.

16 yaşımda, en sonunda kendi inancıma karar verdikten sonra bir idealin de hep arkasında durdum: Sınırları olmayan, kamplaşmamış bir dünya! Bu gerçekleşemeyecek bir ideal, bir ütopya farkındayım lakin bu ideale yaklaşan her adımı da her zaman alkışlarım.

Son bir ayda gündemin en ağır konusu Kürt açılımı. Her konuda olduğu üzere, Türkiye’de konuyu bilip bilmeyen herkes bu açılımı tartışıyor. Yani yine ağzı olan konuşuyor. O zaman benim de yazmamda sakınca yoktur.

Bir kere ardında hangi neden olursa olsun ben açılımı destekliyorum. Neden mi? İşte bu koca yazı bunun için yazılmıştır.

Birkaç hafta önce sinema klasiklerinden La Battaglia di Algeri’yi izledim. Film, Cezayir’in bağımsız olmak için yürüttüğü terörist eylemleri ve Fransa’nın bastırmak için uyguladığı eylemleri neredeyse belgesel kıvamında (filmin ünlü olmasının sebebi de budur zaten) gösteriyor. Cezayir tarafından İtalyanlara çektirilmesine karşın filmde Fransızlara karşı belirgin bir antipati yok. Fransa Cezayir’i kendi toprağı sayıyor ve ne olursa olsun vermemekte kararlı. Ama diğer yandan filmin geçtiği kent çoktan ikiye bölünmüş durumda. Casbah denilen Cezayirlerin tarafı, tipik bir Afrika-Müslüman kentiyken diğer taraf tam bir Avrupa şehri ve Fransızlar gayri resmi de olsa Cezayir yerlisini hor görüyor. Buna karşın Cezayirliler bağımsızlık istiyor. Fransa vermiyor, Cezayir Kurtuluş Örgütü eylemlere başlıyor, her iki taraf da sivil kayıplar veriyor, Fransa ordu yolluyor kente ve döngü sürüyor. Sonunu herkes biliyor, 1962’de bağımsız oluyor Cezayir!

Filmi izlerken tarafsız bakmaya çalıştım. Hor gören kim? Fransa. 150 yıldır onu toprağı saydığı halde üzerindekini eğitmeyen kim? Fransa. Buna karşı kısasa kısas deyip sivilleri öldüren kim? Cezayir.

Şimdi açık konuşalım, filmi izleyen biri Fransızları tutmaz. Filmi nesnel çekmemişlerdir diye düşünseniz de (ki her olayı gerçek!) Müslüman oldukları için Cezayirlilerin tarafını tutarsınız. Ama iş Türkiye’ye gelince olay başkalaşıyor sanıyoruz. Halbuki özü aynıdır. Tamamen aynı demiyorum, tabii ciddi farklar var. Ama sonuçta demokratik hak isteyen bir topluluğa karşı çıkıyorsunuz. Sizce Fransa kendini üstün görmeyip o halkla eşit koşullarda yaşamayı kabul etseydi 1960-72 arası o olaylar olur muydu?

Sakın biz Kürtlere eşit davranıyoruz demeyin. Davranmıyoruz işte. Davransak zaten bu olaylar olmazdı. Son 20 yıldır savaştayız diyelim, ya ondan önce? Ben gencim, o zamanlar yoktum ama kitap okudum, oraya gidenleri dinledim. Siz de iyi biliyorsunuz ki 80 öncesi doğuda hiçbir şey yoktu. Ne fabrika, ne iş, ne su, ne elektrik. Tabii bunların da tek sebebi Türkiye değil, yöredeki derebeyliği sistemi de çok etkili. Ama sonuçta o sisteme politik hesaplarla karışmayan da Türkiye! “Bırakın, kendi aşiretlerinde yaşasınlar!” diyen de Türkiye! Batıya geldiklerinde onların adetleriyle dalga geçip, onları aralarına almayan da Türkiye!

Herkes kendini melek zanneder. Değiliz işte. Zamanında ne onları aramıza almışız ne de eğitimlerine değer vermişiz. Sonra iyice geri kaldıklarında iyice yüz vermemişiz. Bazı insanlar çıkıp “Ama onların da okumuşları var!” diyebilir. Var da kaç tane, sen 1000 doktor çıkarırken o 5 tane çıkarmış, sana bu yeter demişsin ki o okuyanlar da ağa çocukları. Çoğu çocuğun okumaya hakkı bile yok ve sen devlet olarak kılını kıpırdatmamışsın, üç maymunu oynamışsın.

Sonra da o insanlar “Biz hakkımızı istiyoruz!” deyince resmen dışlamışsın. 20 yıldır o bölgede savaş olmasının sebebi sadece Kürtler ve arkasındaki büyük güçler mi sizce? Evet diyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Olayları nesnel gözlerle, gerçeklerle incelemedikçe sadece kendimizi kandırmış oluruz.

Günümüze gelirsek, Kürtler demokratik haklar istiyor. Bir kısmı da özerklik hatta bağımsızlık istiyor. Madem ilk istedikleri demokrasidir, o zaman önce oturup konuşulması gerek, eşit birer insan gibi. Sorarsın ne istediğini, tartışırsın insan gibi. Eğer “Ne mutlu Türk’üm diyene!” felsefesine uyuyorsan onu da tıpkı kendin gibi bir Türk kabul edersin ve öyle masaya oturursun. “Ben bir Kürt ile değil, ben bir Türk ile masaya oturuyorum.” dersin.

Diğer taraftan şu da var karşındakini kendini ne olarak görüyor? Eğer o da “Ne mutlu Türk’üm diyene!” felsefesine inanıyorsa yani kendini bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak görüyorsa, ortada büyük bir sorun olmaz. Ama böyle düşünmeyebilir de! Ki bu da çok anormal bir şey değildir. Bunca yıl hor görülen bir topluğun ferdi olarak kendine Türk demek istemeyebilir. Bu noktada durum daha da hassaslaşıyor. Bir sürü seçenek var bu takdirde. Ya zorla onu asimile edeceksin (sömürgeci mantığı), ya ona ağır cezalar uygulayıp eski haline dönmesini isteyeceksin (2. sınıf insan muamelesi yapacaksın, yine sömürgeci taktiği), ya İskoçya misali özerklik verip ağzına bir parmak bal çalacaksın (geçici çözüm bence), ya da bağımsızlık vereceksin. (Aklıma gelmeyen seçenekler de vardır elbet.) Benim görüşüme göre (ki hiçbir politik bağı olmayan sade bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım) bu durumda bağımsızlık verilmelidir. Kendini bizden biri olarak hissetmeyen biri kesinlikle vatandaşımız olmamalıdır ve eğer üzerinde yaşadığı yer şu an onun eviyse onun olarak kalmalıdır. Ama şu da kesinlikle garantiye alınmalıdır: İsteyerek bağımsız olan topluluk hiçbir şekilde Türkiye’nin imkanlarından yararlanmalıdır. Yani oranın vatandaşı olup burada çalışıp, yiyip, okumamalıdır. Madem bu ülkeden ayrılmak istiyor, tüm şartları göz önüne alarak ayrılmalıdır.

Şu anki açılımın arkasında tüm düşmanlarımız olabilir. Bu açılım, bir ülkeyi parçalama planı da olabilir. Ama bu komplo teorilerinin hiçbiri (ne kadar doğruluk payı bulunsa da), yazdığım gerçekleri değiştirmiyor, değiştirmemelidir de. Bırakın, bağımsızlık istiyorlarsa bağımsız olsunlar. Sanki öyle olursa bir anda cennete mi dönüşecek o bölge? Kim kimi kandırıyor? Onları zorla Türkiye’de tutunca bir anda barış mı olacak? Sıkılıp 2. sınıf insan olmaya geri mi dönecekler? Kendinizi neden, niçin kandırıyorsunuz?

Inglorious Basterds

Işıklar karalıyor ve bir ışık huzmesi beyaz perdeye düşmeye başlıyor. Universal’in logosunu görüyoruz lakin bu, trampetler eşliğinde dönen bir dünya değil. 50 yıl öncesinin sade dünya resimli logosu. Tarantino daha ilk kareden sıradan bir film izlemeyeceğimizin sinyalini veriyor.

Hemen ardından kadrodaki isimler, teker teker perdeye yansıyor. Bu jenerik stili de günümüze ait değil. Westernlerde ve sonraları spaghetti westernlerde sıklıkla kullanılan bir stildir kullanılan. Zaten Tarantino’nun “Ben 2. Dünya Savaşı filmi değil, 2. Dünya Savaşı’nda geçen bir spaghetti western çektim.” sözü de buna uyuyor zaten.

İlk sahnemizde de kulübesinin önünde odun kesen bir adam görmek şaşırtmıyor bizi nedense. Birkaç western izlemiş bir seyirci bile tanıyacaktır bu sahneyi. Çölün ortasında bahçesinde iş yapan bir adam çocuğunun uyarısıyla gözünü ufuk çizgisini diker. Biraz sonra ya şerif ve yardımcıları gelip önemli bir haber verirler aileye ya da bir hırsız çetesi tüm aileyi öldürüp evi yağmalar. The Searchers’tan Pat Garrett and Billy the Kid’e dek sürüyle film benzer şablonu kullanmıştır.

Nitekim, kızı odun kesen adama ufuktaki arabayı işaret eder. Az sonra o araba kulübenin önünde durur ve bir Nazi subayı arabadan iner. Subay, adamı civarda saklanan Yahudi aileleri hakkında sorguya çeker. Sıradan bir yönetmen bu sahneyi en fazla 10 dakikada noktalardı. Ama Tarantino imzalı bir sahne çıkıveriyor karşımıza. Subayla Fransız çiftçi 20 dakikadan fazla konuşuyor, kah konuyla ilişkin kah geyiğine. İlginç pipolar çıkıyor, viski yerine süt içiliyor! Ardından da şablona geri dönüp şiddet dolu bir katliam sahnesi izliyoruz. Katledilmek istenen bir kız kurtulup çayır boyunca var gücüyle koşuyor. Elinden bir şey gelmeyen Fransız çiftçi, kapının arkasından kızın gittiği yöne bakıyor, ona kamera da eşlik ediyor. Akıllara The Searchers’ın ünlü sahnesi geliyor tabii ki.

Böylece bol göndermeli bir film izleyeceğimizi anlıyoruz. Bunun yanında nükte ve mizah dolu diyaloglar, bazen aşırıya kaçan şiddet sahneleri izleyeceğimizi ama tüm bunların mantık çerçevesini aşmayacağını ve buna rağmen eğleneceğimizi de anlıyoruz.

Tarantino 90’larda çektiği üç filmden sonra bir Tanrı edasıyla karşılanmıştı. Mizahi, grotesk, sinema tarihine hakim; ayrıca ciddi ve mantıklı. Ne yazık ki 2000’lerde Kill Bill ve Grindhouse saçmalıklarıyla kendi kredisini fazlasıyla harcadı. Inglorious Basterds bu açıdan eski günlerin dönüşünün habercisi. Tarantino’yu Tarantino yapan tüm özellikler Inglorious Basterds da mevcut hatta naçizane fikrime göre Pulp Fiction’dan bile daha iyi.

Film boyunca ilk sahnedeki gibi bir masa etrafındaki konuşmalar öne çıkıyor. Bu sahnelerde, kimi zaman mizah dozu artıyor kimi zaman gerilim öne çıkıyor, kimi zamansa diyalogların vuruculuğuyla film ivme kazanıyor. Diğer yönden de komplo teorilerinden oluşan garip bir savaş filmi izliyoruz. Herkes karşısındakine tuzak kurmaya çalışıyor, onun aptal olduğunu farz ederek. Hal böyleyken birbirinden bağımsız bu komplolar bir yerde birleşip koca bir düğüm oluşturuyor. Çözüm ise, doğal olarak, hem çok eğlenceli hem de adrenalin dolu. Doğrusu böyle parlak senaryolarla her gün karşılaşmıyoruz.

Kısaca Tarantino 10 yıllık bir kabustan sonra sinema dünyasına geri dönüyor. Bize de izleyip onu takdir etmek kalıyor.

Oyuncular: Brad Pitt, Melanie Laurent, Christoph Waltz, Eli Roth, Michael Fassbender, Diane Kruger, Daniel Brühl, Til Schweiger, Gedeon Burkhard, Jacky Ida, B. J. Novak, Omar Doom – Görüntü Yönetmeni: Robert Richardson – Senaryo ve Yönetmen: Quentin Tarantino - ****

16 Ağustos 2009 Pazar

My Sister's Keeper

Yaz mevsimi vizyon filmleri açısından çok kurak geçiyor. Temmuz ayındaki üst üste gelen birkaç filmi saymazsak tabii. Hayri Pıtır’dan bu yana 1 ay geçmiş ki sinemaya gitmemişim. Nick Cassavetes’in mendil ıslatan melodramıyla yolum sinemaya düştü sonunda.

Normalde Amerikan melodramlarına pek itibar ettiğim söylenemez. Lakin, yönetmene göre film seçtiğimden bazen konu ayrımı yapmıyorum. Söz, Nick Cassavetes olunca merak ettim filmi. Konu da çok ilginç zaten:

Anna, üç çocuklu bir ailenin son çocuğu. Ama onun doğma hikayesi normalden biraz farklı. Şöyle ki sırf kanser olan ablasına donör olmak için laboratuar ortamında yaratılan bir çocuk ve 12 yaşına kadar ablası için defalarca bıçak altına yatmış bir çocuk. 12 yaşında da ablasına bir böbreğini vermesi istenince “Artık yeter!” diyor ve ailesini mahkemeye veriyor.

Konu, tamamen bir ikilemden ibaret. Bir yanda 13 yıldır ölmemesi için tüm hayatı felç olmuş bir aile var. Bilhassa anne, kızının yaşaması için tüm benliğinden vazgeçmiş bir durumda. Diğer tarafta da hiç gereği yokken defalarca ameliyat olan ve bunların sorunlarıyla boğuşan bir kız çocuğu var. Davanın ana konusu bile ilginç: ‘Beden üzerindeki hakları geri almak’!

Filme giderken de, filmin ilk 1 saati boyunca da salt bu ikilem üzerinden filmin yürüyeceğini zannetmiştim. Ama senaryo zekice bir hamleyle ikilemin merkez noktası olmasından sıyrılıyor finale doğru. Böylece o ana kadar filmin ana karakteri sandığımız Anna bir anda ikincil karaktere düşüyor. Kanserli abla, Kate de başrole yerleşiyor. Bu hamle hem filmin (tipik bir Hollywood filmi gibi) ahlaki sorularından güzelce kaçmasını sağlıyor, hem de filmdeki bazı gereksiz sahnelerin anlam kazanmasına yol açıyor. Yani bir şeyler götürürken bir şeyler de getiriyor. Lakin ilk başta verilecek bir kararla iki sorunun da çözüleceğini düşünebiliriz ama çözümü birden fazla olasılıkla aramak saçma olur.

Bir de işin diğer yönü var: Filmin uyarlandığı kitapta final tamamen farklıymış (dolayısıyla bahsettiğim hamle kitapta yok). Bazı kitap hayranlarını durumdan şikayetçi olsalar da kitapta final oldukça gerçek dışı* olduğundan çoğu hayran mutlu. Bu yönden bakınca filmin yaptığı mantıklı geliyor. Ama yine de vaat ettiği ana ikilemden kaçınması hayal kırıklığına uğratıyor. Ben işin içinden çıkamadım, çıkarsanız söyleyin.

Son olarak bu filmle Cameron Diaz Oscar adayı olmak istiyormuş. Bence çok zor. Ama aynı rolle sağlam bir aktris rahatlıkla aday olabilirdi, gerçekten bıçak sırtı bir rol.

Oyuncular: Sofia Vassilieva, Abigail Breslin, Cameron Diaz, Jason Patric, Alec Baldwin, Joan Cusack, Evan Ellingson, Heather Wahkquist, Thomas Dekker, Jeffrey Markle – Görüntü Yönetmeni: Caleb Deschanel – Müzik: Aaron Zigman – Senaryo: Jeremy Leven, Nick Cassavetes (Jodi Picoult’un romanından) – Yönetmen: Nick Cassavetes – ***1/2

*: Kitapta Anna mahkemeyi kazanıyor ama eve giderken kaza geçirip ölüyor, o sırada tamamen rastlantı sonucu böbrek bekleyen ablasına böbreği veriliyor ve Kate ölümden kurtulup ileride bir dans hocası oluyor.

The Soloist

The Soloist, 1 yıl önce duyduğum bir film. Daha önce Pride & Prejudice ile Atonement’la radarıma giren Joe Wright’ın 3. uzun metrajı. Başrollerinde son birkaç yılın favori ismi Robert Downey Jr. ile Jamie Foxx var. İlk duyduğumda film, 2009 Oscarı için yarışacaktı. Diğer deyişle 2008 Aralık’ta gösterime girmesi bekleniyordu. Okuduğum haber, filmin birkaç dalda aday olabileceğini söylüyordu.

Sonra ne olduysa, ABD vizyon tarihi 2009 Nisan’a itildi ki bu da Oscar için yarışacak bir film için kötüdür. Film, gerçekten de geçtiğimiz nisan Amerika’da gösterime girdi, pek fırtına koparttığı da söylenemez. Daha Avrupa’ya geçmedi lakin. Türkiye’ye de ekim gibi gelmesi bekleniyor şu an.

Filmin konusu pek sıradan değil. LA Times yazarı Steve Lopez, haber ararken sokakta yaşayan bir evsiz dikkatini çekiyor. Biraz araştırma yapınca, bu ilginç adamın konservatuara gitmiş bir çello virtüözü olduğunu buluyor. Hem adamın hikayesini gazetesine taşırken hem de adama yardım etmeye çalışıyor.

Tahmin edebileceğiniz gibi gerçek bir hikayeye dayanıyor, film. Steve Lopez haberiyle Pulitzer ödülünü aldıktan sonra kitabını da yazmış ve film de bu kitaptan uyarlanmış. Bu arada filmle kitap arasında tek fark varmış, o da Steve Lopez’in gerçek hayatta boşanmamış olmasıymış. Film yapımcıları (nedense) boşanmış bir adam istemişler.

Genel olarak film, ilgiyle izleniyor çünkü konusu oldukça sıra dışı. Lakin yılın en iyileri arasına sokamam. Bekleneceği gibi oyunculuklar vasatın üstünde. Belki Jamie Foxx birkaç adaylık kapabilir. Diğer türlü göze çarpan bir özelliği yok filmin.

Oyuncular: Robert Downey Jr., Jamie Foxx, Catherine Keener, Artel Great, Tom Hollander – Görüntü Yönetmeni: Seamus McGarvey – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Susannah Grant (Steve Lopez’in ‘The Soloist: A Lost Dream, an Unlikely Friendship and the Redemptive Power of Music’ adlı kitabından) – Yönetmen: Joe Wright

Blog Formatında Önemli Değişiklik

Yaklaşık 1 ay önce bu blogta neler yazılacağını yazmıştım kısaca. Zaten belli bir süreden beridir de bunu uyguluyordum. Ama bir şeylerin eksik olduğunun farkına vardım, o da şu ki kendimi yeterince ifade edemiyorum veya etsem de yanlış anlaşılıyorum. Biraz bu cümleyi açalım:

Konumunuz, kişiliğiniz ve toplumdaki yeriniz gereği birtakım şeyleri yazamıyorsunuz. Bu da benim 'Herkes şeffaf (maskesiz) olmalı' görüşüme ters düşüyor açıkçası. Diğer taraftan, bazı şeyleri açıklıkla yazsam da insanlar bunları ters anlayabiliyor, hatta direkt ters anlıyor. Daha önce herkese açık bir alanda hiç böylesine itiraf görmemiş bir kişi, bunun ardında artniyet aramaya kalkışıyor veya beni çok saf bulup acımaya kalkıyor. Şunu açıklıkla belirtiyim ki acınmaktan nefret ediyorum. Fiziksel özelliklerim dolayısıyla hayatımda bir sürü kişi tarafından acınmaya, küçük görülmeye ve hatta aşağılanmaya maruz kaldım. Ve artık buna mecbur kalmak istemiyorum. Hiç olmazsa asgari düzeye indirmeye çalışıyorum.

Bütün bu sebepler yüzünden, bu blogta kişisel hayatıma notlar bulamayacaksınız artık. Sadece sinema, müzik, vb. tanıtım ve eleştirileri; kişisel düzeye inmeden politik ve felsefik yazılar ve gezi yazıları okuyacaksınız bu blogta. Diğer tüm yazılar da günlük formatında başka bir yere yazılacaktır. Belki günün birinde bunları da okursunuz.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Mad World'ün Alternatif Çevirisi

All around me are familiar faces
Çevremizde her gün tanıdık bir sürü yüz görüyoruz. Kimi gerçekten tanıdığımız, kimi de sadece benzeyen. Çevremiz bu kadar kalabalık olsa da yalnızız yine de.

Worn out places, worn out faces
Çünkü çevremiz o kadar dejenere olmuş ki! Gittikçe güzelliğini kaybeden, anlamını yitiren mekanlar. Daha da önemlisi maskeler kuşanmış binlerce insan, artık yüzleri bile tanınmayan.

Bright and early for their daily races
Hepsi de basit oyunlar etrafında dönüyor. Her gün tekrarlanan, sahte numaralar lakin herkesin katıldığı.

Going nowhere, going nowhere
Hepsinin ödülü de aynı: Hiçbir şey. Belki de sadece yeni oyunlara katılma hakkı veriyor, yine sonucu bulunmayan.

Their tears are filling up their glasses
Tabii bu manasız yarışları kaybedenler de var. Ödülleri de gözyaşı. Ama bu yaşlar dışarıya akamıyor, kişinin içinde birikiyor.

No expression, no expression
Çünkü hala dışarıyı düşünüyorlar. Utandırmak istemiyor kendini, o yüzden de yüzü ifadesiz. Ama bilmiyor ki zararı yine kendine.

Hide my head I want to drown my sorrow
İçine attıkça da insan, gömüyor başını, tavuskuşu misali. Acısını kendi çekmek istiyor.

No tomorrow, no tomorrow
Sonuçta ne kazanan, ne de kaybeden yarına ulaşamıyor. Edindiği şey, yine bugün.

And I find it kind of funny
Bense tüm bunları biraz komik buluyorum. Bazen onları izleyip dalgamı geçiyorum.

I find it kind of sad
Bazen de çok üzülüyorum. Yüreğim burkuluyor, çünkü ben de içindeyim.

The dreams in which I’m dying
Öyle bir hale geldik ki artık en iyi rüyalarımız…

Are the best I’ve ever had
içinde öldüklerimiz. Çünkü bu düzenden tek çıkış yolu var.

I find it hard to tell you
Söylemesi çok zor, inanın.

I find it hard to take
Kabullenilmesi belki de daha zor.

When people run in circles
İnsanlar bu düzenin içinde sonu olmayan daireler çiziyorlar. Hiçbir getirisi olmayan!

It’s a very, very
Mad World
Mad world

Bu dünya çok ama çok çıldırmış. Yörüngesinden tamamen sapmış!


Children waiting for the day they feel good
Her çocuk o günü bekler. Hediyelerin alındığı, pastaların yendiği, oyunlarda kazananın o olduğu.

Happy Birthday, Happy Birthday
Nice yıllara doğum günü çocuğu! Ama hakkın sadece 1 gün, ya kalan günler?

And I feel the way that every child should
Her çocuğa bunlar anlatılır, ders olsun diye. Oysa ki çocuğa yalanı dolanı öğretiriz böylece.

Sit and listen, sit and listen
Oturup dinler her biri ama korunmayı öğreneceğine düzeni öğrenir.

Went to school and I was very nervous
Okula ilk başladığımda çok huzursuzdum. Evin huzurlu ortamından ilk adımdır.

No one knew me, no one knew me
Kimse seni tanımaz, sen de kimseyi. Herkes temizdir (olacağı kadar).

Hello teacher tell me what’s my lesson
Buyurun hocam, bana dersimi öğretin. Bana düzeni öğretin.

Look right through me, look right through me
İçime bakarak yargıla beni. Ne olacağımı söyle. Sisteme nerden dahil olacağımı.

And I find it kind of funny
Hala bunları komik buluyorum.

I find it kind of sad
Biraz da buruk. Ama elden ne gelir ki?

The dreams in which I’m dying
Hala içinde öldüğüm rüyalar en keyif aldıklarım.

Are the best I’ve ever had

Belki de en iyileri hakikaten.

I find it hard to tell you
Bunu söylemek zor gelse de bu böyle.

I find it hard to take
Anlaması farklı olsa da

When people run in circles
İnsanlar bu döngüde döndükçe dönüyor, fark etmeseler de.

It’s a very, very
Mad World
Mad World
Enlarging your world
Mad World.

İşte bu yüzden bu dünya çok çılgın! Gittikçe de genişleyen bir halde üstelik.

Şarkı: Mad World - Gary Jules

4 Ağustos 2009 Salı

İkilemler Denizinde Yol Almak

"Hayat, seçeneklerden oluşan bir yoldur." tanımına sahip bir felesefe vardır. Kader kavramı karşısında, insanların hür iradeleriyle eylemlerini seçtiğini ve hayatın bu seçtiğimiz kararlardan oluştuğunu ifade eder.

Şüpheyle yaklaştığım bir felsefe sistemidir kendileri ve aklıma genelde Mavi Sakal'dan 'İki Yol'u getirir.

Son zamanlarda düşünüyorum ciddi halde. Hayat hakkında, kavramlar hakkında, genel işleyiş hakkında. Ve geçen gün fark ettim ki her yerde ikilemlerle karşılaşıyorum.

Bunlardan birini geçenlerde yazmıştım: Türkiye'de bir doğu kültürü ferdi olarak doğuyoruz ama tamamen Batı kültüründe yetişiyoruz. Büyüyünce de hayatımız arabeskleşiyor böylece. Alın size ikilem. Bir tarafta bir topluğun bir parçası olan bir kişi, diğer tarafta birey olmaya itiliyor. Şu anki hükümet politikalarının ana sorunu da bu zaten: Söylemde (üç çocuk örneği gibi) doğu kültürüne atıflar, iltifatlar; icraatta (devlet kurumlarının özelleştirilmesi gibi) batı kültürünü taklit etmeler.

Bunun gibi bir sürü ikilemi günlük hayatımızda görebilirsiniz. Alın size bikaç gün önce algıladığım bir ikilem:

Bu blogta da okuyorsunuz, her zaman istediğim gibi yaşamak, bu doğrultuda, yalansız, maskesiz bir yaşam kurmak istiyorum. Ne başkalarının işleriyle uğraşmak ne de başkalarının benim hakkımda düşüncelerini duymak istiyorum. İçimden geldiği gibi davranmak, göründüğüm gibi olmak istiyorum. Yalnız istediğim gibi yaşamam için yeterli para kazanmalıyım. Bu para için de bazı şeyleri görmezden gelmeliyim, hatta kimi zaman yalan söylemeliyim. Çünkü kapitalist dünyanın kuralı bu ve benim kişisel prensiplerim bu dünyada eksi nitelikler. Doğruyu söylemek, her gördüğüne tepki vermek 'enayi' kelimesinin karşılığı artık! Ve böylece ortaya koskoca bir ikilem çıkıyor: Prensip mi, para mı?

Peki bu ikilemlerle nasıl başa çıkacağız? Hangi seçeneği benimseyeceğiz? İşte cevabı kişiye göre değişen sorular. Bana göre ise cevapları çok muğlak. Ama doğruyu konuşursam, prensiplerden biraz ödün vereceğim galiba. Sonuçta birtakım hedefler için birtakım fedakarlıklar da yapılmalıdır.

Belki ileride pişman olacağım ama bu ikilemler denizinde bir yöne doğru karar vermeliyim. İki tarafın da eksileri, artıları olacaktır, önemli olan da bunları öngörebilmektir. Benim de öngörülerim pek iyi olmadığından geriye bir tek şans kalıyor.

Hadi rast gele! Bu ikilemler denizinde hayırlı seferler!