28 Kasım 2007 Çarşamba

Sinemada 80'ler

80’ler garip bir dönem. Tam bir arada kalmışlık abidesi. Ne bilgisayar çağında, ne mektup. Klasik zevkler hızla evrimleşiyor. 70’lerin politik ve biraz da müzikal mirasıyla daha zinde bir dönem yaşanıyor. Soğuk Savaş’ın son demlerini yaşamasıyla kapitalizm hızla yükselişe geçiyor ve bu, her alanda kendini hissettirmeye başlıyor. Politik anlamda Bush-Thatcher dönemi başlarken (Türkiye’de de Özal dönemi), ticari anlamda çok uluslu şirketler giderek yayılıyor. Dünya daha da küçülüyor ama bu değişimin sancıları da geliyor. MTV ilk klibi yayınlarken, CNN 24 saat haber vermeye başlıyor. Bilgisayar gündelik hayata ilk adımlarını atıyor (Çok şükür ki Bill Gates daha küçük!), atari salonları ve Commodore 64’ler fırtınalar estiriyor. Rock giderek trash metale dönüşürken, siyahi bir çocuk popun ilahına dönüşüyor. Tabii ki de moda! Deri ceketler, Harley Davidsonlar, ince kravatlar, vatkalı döpiyesler, çılgınca saç modelleri, Lambada etekleri.
Bütün bu saydıklarım, 80’ler sinemasında kendine yer ediniyor. Çünkü o da arada kalmışlığın derdini yaşıyor. Punk ve videoklip etkisi yavaş yavaş hissedilmeye başlanıyor. 70’lerin sağlam yönetmenleri bireyselleşmeye başlıyor. Auteur kavramı yeniden hortluyor. Stephen King uyarlamaları alıyor başını gidiyor. Teknolojinin gelişmesiyle kameralar küçülüyor ve ev yapımları büyük ekrana yansımaya başlıyor.
İşte kimilerinin kendi ruhu olmadığını söyleyip yok saydıkları, kimilerinde hasta oldukları bir dönem 80’ler. Çoğu kimse yok saysa da, 80’leri çok özlediğimiz bir gerçek. 80’lerin tüm popüler ikonları hayatımıza yeniden girmeye başladı. En son Ninja Turtles ve Transformers’ı tekrar aramızda gördük. İçinde bulunduğumuz zamanı anlayabilmek en iyisinin 80’lere bakmak olduğunu düşündüm ben de, o yüzden bir çırpıda 80’ler turumuza başlayalım. Bu yazıda sadece Hollywood sineması üzerine duracağımızı da belirtelim.
Tabii ki 80’leri anlamak için öncelikle 70’lere bir göz atsak fena olmaz. 70’ler, sağlam filmler yapan, klasik Hollywood’u okumuş yutmuş bir yönetmen kuşağıyla başladı. Bazılarının ‘Sakallılar’ dedikleri bu grup, bence asıl üretkenliklerini 80’lerde vereceklerdi, halbuki başyapıtlarını 70’lerde armağan edeceklerdi. Spielberg Jaws ile popüler sinemaya yeni bir açı getirirken, Scorsese Mean Streets ve Taxi Driver ile sokağa inecekti. De Palma, daha Tarantino çocukken kopya çekmenin başyapıtını çekecekti: Carrie. Coppola arka arkaya efsane filmler çekip Apocalypse Now ile başyapıt çekerek nasıl batırılır, gösterecekti. Nick daha çocukken babası John Cassavetes bağımsız sinemanın ilk örneklerini verecekti. Sergio Leone spagghetti western çekmekten yorulacak ama Clint Eastwood yorulmayacaktı. George Lucas ise Star Wars ile ‘blockbuster’ kelimesini yaratacak, paranın sadece gişeden kazanılmadığını anlayacaktı.
Böylece 80’lere girildi. Yukarıda saydığım tüm yönetmenler, ilginçtir, 70’lerdeki filmlerini tekrarlamadılar, bambaşka işlere imza attılar. Mesela Coppola Apocalypse Now sonrası batınca iki tane gençlik filmi çekti ve bu filmler gerek kadroları gerek içeriğiyle efsaneye dönüştü, ama bu filmlere sonra değineceğim. Ardından Cotton Club ile caza dair en özel filmi yaptı. Spielberg yüreğinin sesini dinledi ve en kişisel projesini beyazperdeye aktardı: E.T. Sonuç başka bir efsaneydi, ortalık “iiiiiiiiiiiiii……tiiiiiiiiiiiii……..” diye dolaşan tiplerle doldu. Ardından ise benim favori Spielberg filmim Color Purple geldi. Scorsese önce Raging Bull ile 70’lere devam etse de ardından sıkı Scorsese hayranları hariç kimsenin izlemediği ama bence The Departed’a beş basan After Hours’u çekti. Lucas Star Wars efsanesini tamamladı, ortalık Jedi’den geçilmedi; arada da Spielberg ile Indiana Jones efsanesini yaratıp arkeolojik dedektif türünü açtılar. De Palma sinemaya iki sağlam tür filmi hediye etti ki hala taklit edilemiyor: Scarface ve The Untouchables. Leone ise 20 yıllık projesini sonunda hayata geçirecekti: Once Upon Time in America. Tıpkı okyanusun öteki tarafında son başyapıtı Fanny och Alexander’ı çeken Bergman ile öbür yakada aynı durumda olup Ran’ı çeken Kurusowa gibi.
Eskinin yönetmenleri alıp başını giderken yeni nesil kendine yavaş da olsa yer açmaya başlıyordu. Yeni türler de ortaya çıkmaya başlıyordu. Mesela 70’lerin sonlarında erken dönem ürünlerini veren gençlik korku (slasher) filmleri gibi. Bu türde genelde bir grup gencin başına musallat olan sapık ya da deli seri katili izliyorduk ve her nedense sadece bakire kızlar hayatta kalıyordu (Katolik propagandasının bu kadarı!). Halloween, Nightmare on Elm Street ve Friday the 13th en popülerleri olacak ve sürüsüne bereket devam filmleri çekilecekti. Diğer yandan ucuz duran zombi filmleri kıymete binecekti ve onların yönetmenleri sonradan 100 milyon dolarlık bütçelerle çalışacaklardı. Evet, Sam Raimi ve Peter Jackson’dan söz ediyoruz. Yeni yeni gelişmeye başlayan özel efekt piyasası ilk başyapıtlarını verecekti: Terminator 2: The Judgment Day’deki T100 veya Ghostbustesr’ın şekil hayaletleri gerçekten görülmeye değerdi. Daha piyasada Pixar yokken Disney The Beauty and the Beast ile kaliteli animasyonların ilkine imza atacak, 90’lardaki animasyon patlamasının sinyallerini verecekti.
Hal böyleyken bir tür var ki 80’lerde altın çağını yaşayacaktı: Bu yıllarda çekilen gençlik filmleri hemen her açıdan çok önemli unsurlar içerir. Öncelikle, gençlere oldukça gerçekçi yaklaşır ve onların ruhunu perdeye yansıtır. Tabii bunu yaparken dönemi analiz eder. 80’lerin müziği, modası, argosu, sokak kültürü ve hatta politikası gözler önüne serilir. İkincisi, bu filmlerde görünen genç oyuncular 90’lar ve 2000’lerde birer yıldıza dönüştüler. Mesela Matt Dillon, Demi Moore, Tom Cruise, Kiefer Sutherland, John Cusack, Matthew Broderick, vs. Bu filmlerin teknik kadrosundakiler de ileride önemli işlere imza atacaklardı. Dönemin flaş yönetmen ve senaristi John Hughes’tu. Halen daha onun filmleri kadar gençleri yakalayan filmler yapıldığına inanmıyorum. Breakfast Club bu türün başyapıtı olup herkesin içinde bir şeyler bulacağı bir filmdir. Ayrıca Pretty In Pink, Sixteen Candles, Ferris Bueller’s Day Off (enfes bir okulu kırma filmidir) ve Weird Science dönemin ve türün tüm özelliklerini taşıyan özel filmlerdir. Ayrıca Coppola’nın çektiği efsanevi gençlik filmleri The Outsiders ve Rumble Fish birer başyapıttır. Arka arkaya çekilip kadrosunda Matt Dillon, Diane Lane, Mickey Rourke, Dennis Hopper, Tom Cruise, Nicolas Cage, Laurence Fishburne gibi starları barındıran bu filmler basit ama çok katmanlı filmlerdir. Ayrıca Rob Reiner’ın çektiği Stephen King uyarlaması Stand By Me katıksız bir arkadaşlık filmidir. Yine döneme ait olan gençlik müzikalleri ise başka bir rüzgardır. Patrick Swayze ve Kevin Bacon’un genç kızların kalbini fethedip müzik kültürüne efsanevi şarkılar armağan ettiği filmlerdir: Flashdance, Dirty Dancing ve Footloose en iyileridir.
Bu arada modern romantik komediler ilk ve en sağlam örneklerini veriyordu: Meg Ryan-Billy Crystal ikilisinin When Harry Met Sally’si, Julia Roberts ve Richard Gere’yi ilk defa bir araya getiren Pretty Woman ve John Cusack’ın efsane repliği “I gave her my heart and she gave me a pen!”i söylediği Say Anything.
Bilimkurgu sineması ise artan özel efektlerle yükselişini yaşıyordu. Terminator serisi, Alien serisi, felsefik tür karması Blade Runner. Bu arada David Lynch ve David Cronenberg ilk başyapıtlarını şiddet ve cinselliği iç içe geçirerek veriyordu ki Videodrome ve Blue Velvet döneminin çok ilerisindeydi.
Ticari sinemada ise kanki-zıt ikililer çok para yapıyordu. Eddie Murphy-Nick Nolte 48 Hours, Mel Gibson ile Danny Glover Lethal Weapon ortalığı dağıtıyordu. Bruce Willis Die Hard ile maceraya daha yeni başlıyordu. Eddie Murphy’nin asi polisi ile Steve Martin’in salak karakteri pek popülerdi. Police Academy serisi daha Türkiye’ye gelmemişti ama Amerika’yı sallıyordu. Tom Cruise ve Rob Lowe kızların sevgilisiydi. Top Gun’dan sonra nedense herkes deri ceketle motorsiklet sürerek kızlara hava atıyordu.
Son olarak savaş filmleri pek maçoydu. Stallone ve Schwarzanegger sulu zırtlak savaş filmleri yapsa da Oliver Stone Platon, Alan Parker Birdy ve Kubrick Full Metal Jacket ile ortalığı birbirine katıp, barışı haykırıyorlardı.
Okuduğunuzda günümüzle bir sürü paralellik olduğunu fark etmişsinizdir. Mesela yazının yazıldığı hafta gösterime giren Superbad, 80’ler gençlik filmlerine çok şey borçlu. Keza geçtiğimiz yaz gişe rekorları kıran Rush Hour 3 80’lerin kalıplarını kullanıyordu. Bunun gibi sayısız örnek bulabilir. Baksanıza Stallone yine Rambo-Rocky serilerine döndü. Suç filmleri yine moda olurken (önümüzdeki aylarda başta Anerican Gangster olmak üzere bolca göreceğiz.) gençlik müzikalleri yine çekilmeye başlandı (Across the Universe ve yakında izleyeceğimiz ABBA müzikali), bağımsız filmler ise kendi sektörlerini yaratıyor. Hal böyleyken 80’leri şükranla anmak kaçınılmaz.
Belki de içimizdeki çocukla ilgilidir 80’lere duyulan özlem. Daha internetin, cep telefonunun olmadığı naif yıllardı onlar. Belki de o yüzden Donnie Darko kendi çapında bir hit oldu yada aynı sebepten o yılların çizgi filmleri, çizgi romanları yeniden popüler oluyor. İşte bu saydıklarım için 80’ler bizim kuşağımız içi apayrı bir mana taşıyor ve hep de taşıyacak.

Yumurta

Semih Kaplanoğlu merakla değil ama ilgiyle takip ettiğim bir yönetmen. Her filmiyle beni ikilemde bırakan biri çünkü tamamen sanat sineması yapıyor. Bundan kastım tamamen içinden gelen, imgelere dayalı, öyküye yaslanmayan, minimal bir sinema yapışı. İlk filmi olan Herkes Kendi Evinde’nin özel gösterimine katılmıştım, bu filmle bile farklı olduğunun altını çiziyordu fakat öyküye de dayanan ve belki de bu yüzden ikinci filmiyle bile bu yapıdan 180 derece dönmesine sebep olan bir filmdi. İkinci filmi Meleğin Düşüşü’nü izlemek bu yaza kısmet oldu çünkü imgeye dayalı bir film olduğunu biliyordum ve bu beni pek cezp etmiyordu. Yine de izlediğimde farklı duygular barındıran, sıkmayan bir film olduğunu gördüm. Yeni filmi Yumurta ise ikinci filmi bir adım daha ileriye taşıyor. Bu tarz filmlerin en önemli handikaplarından sıkıcılığı önlemesinin yanında bir şeyler de anlatıyor ve bu şeyler, filmin can damarını oluşturuyor.
Film mekan olarak köşede kalmış bir kasaba olan Tire’de geçiyor. Böyle bir kasabadan çıkıp şair olan Yusuf’u ana düzleme yerleştiriyor. Rotasını ise annesinin ölümüyle kasabasına geri dönmesi oluşturuyor. Daha Yusuf’un önceki hayatını bilemiyoruz (ileride gösterilecek Bal ve Süt’te izleyeceğiz) ama daha ilk plandan itibaren Yusuf’ta bir bıkkınlık seziyoruz. Bu bıkkınlık kime karşı, belki birine ya da hayata bilemiyoruz. Yusuf, kasabasına dönünce kendini adet ve göreneklerin içinde buluyor. Bunlar büyük şehirde artık olmayan, Tire gibi köşede kalmış yerlerde devam eden ritüeller. Bunlarla Yusuf, yeni bir sürecin içine sürükleniyordu. Bir yandan çocukluğundan gelen anılarla yüzleşirken, diğer yandan bugünün sıkıntılarını yaşıyor. Annesine bakan akrabası Ayla ise bu sürece katılan bir element haline geliyor. Böylece Yusuf’un hayatında bizim göremeyeceğimiz yeni bir dönem başlıyor.
Yumurta minimal sinemanın görebileceğiniz en katıksız örneği. Doğal oyunculukları, gerçek mekanları, basit ama sağlam senaryosuyla istediğini yapabilen bir film. Bu akımın diğer örnekleri olan Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz filmleriyle kimi zaman çakışan (bilhassa Uzak ile) ama kendine ait özgün bir dil yaratabilen bir film izliyoruz. Kaplanoğlu muhtemelen yukarıda andığım iki isim ve Reha Erdem ile Türk Sineması’nın bağımsız kanadını oldukça sağlam bir temel üzerine kuruyor. Sırf bu temelin nasıl oluştuğunu görmek için bile Yumurta görülmeli.
Oyuncular: Nejat İşler, Saadet Aksoy, Ufuk Bayraktar, Tülin Özen, Gülçin Santırcıoğlı, Kaan Karabacak, Semra Kaplanoğlu – Görüntü Yönetmeni: Özgür Ekin – Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal – Yönetmen: Semih Kaplanoğlu
**** G.T.: 9 Kasım Y.T.: 27 Kasım

Superbad

Bu filmle de belli oldu ki Judd Apatow-Seth Rogen ikilisi yeni bir komedi akımı başlatmak üzereler. Umut verici bir başlangıç sayılabilecek 40 Year-Old Virgin’den sonra hepimizi kırıp geçiren Knocked Up ile büyük bir çıkış yakalayan ikili şimdi de Superbad ile başarılarının şans olmadığını kanıtlıyorlar. Benim dikkat çekmek istediğim asıl nokta ise saydığım 3 filmin de farklı komedi alttürlerinden olması ve bu farklılığa rağmen aynı tatlar barındırması.
Superbad’e gelecek olursak karşımızda bir gençlik komedisi görüyoruz ama bu, American Pie ve türevleri gibi değil; daha gerçekçi, insancıl ve komik olan 80’ler gençlik filmleri düzeyinde. Böyle olunca da o yıllara tutkun birçok sinemaseveri kendine çekiyor, bunun yanında gerçekçi yanıyla günümüz gençliğinin de ilgisi oldu.
Lise son sınıftaki iki arkadaşın bir gününü anlatan film, öncelikle arkadaşlığa, bağlılığa, yan öykülerde de sadeliğe, dürüstlüğe ve samimiyete parmak basıyor. Günümüzde bu değerlerin çoğunun ortadan kalktığını düşünürseniz, filmin eğlendirmenin yanında ciddi bir mesaj içerdiğini de göreceksiniz. Bunların yanında yoğlu, sıska, sivilceli karakterleriyle gerçekçi imajını ısrarla ön plana çıkardığını görüyoruz ki günümüzün silikonlu, jöleli tiplerle örülü dünyasında oldukça rahatlatıyor insanı. Bunların yanında filmin tek aşırı karakterleri fazlasıyla karikatüre kaçan polisleri.
Bunlardan başka bizleri yeni yüzlerle tanıştırıyor film ki birkaçı ilerde çokça karşımıza çıkacak. Bilhassa Anthony Mitchall Hall’un reerkarnasyonuna benzeyen Christopher Mintz-Plasse fevkalade bir keşif. Hatta yönetmenin bile yeni bir keşif olduğu söylenebilir.
Superbad arkadaşlarla keyifle izlenebilecek, çok gülünecek bir film.
Oyuncular: Jonah Hill, Michael Cera, Christopher Mintz-Plasse, Bill Hader, Seth Rogen, Martha MacIsaac, Emma Stone – Görüntü Yönetmeni: Russ T. Alsobrook – Müzik: Lyle Workman – Senaryo: Seth Rogen, Evan Goldberg – Yönetmen: Greg Mottola
***1/2 G.T.: 9 Kasım Y.T.: 26 Kasım

8 Kasım 2007 Perşembe

American Gangster

İşte 2008 Oscarları’nın en favori filmi. Muhtemelen 5-10 adaylık elde edecek ama kaçını alır bilemem. Teknik kadro rüya takımı misali: Ridley Scott, Steven Zaillan, Russell Crowe, Danzel Washington. Konu, çok Hollywood kokuyor, tam Akademi’nin seveceği türden: Bir adamın çıkış ve iniş hikayesi. Üstelik adam gangster. Bir de onun peşinde olan dürüst polis var. Maceraya bakın.

Ocak ayında tüm Türkiye filmi konuşuyor olacak. Hollywood özentisi yazarlarımız performansları, görüntüleri ve Scott’ı yere göğe koyamayacaklar. Şimdiden ‘Empire’ filmi Heat’ten sonra çekilmiş en iyi suç filmi olduğunu iddia etti. Siz de bu senaryoyu bir yerlerden hatırlıyor musunuz? Yoksa her yıl olan geyik değil mi bu? Geçen yıl iyi çekilmiş bir yeniden çevrimden öteye gidemeyen The Departed’a da aynı geyikler yapılmıştı. Scorsese’nin bu filmle Oscar alması bile utanç vericidir. Neyse, konumuz o değil.

Uzun yıllar şoförü olarak çalıştığı mafya babasının yoğun eğitimine maruz kalan Frank Lucas, o ölünce fevkalade bir hamleyle Harlem’in yeni uyuşturucu kralı olur. Fakat kurduğu yepyeni sistem sayesinde kısa zamanda görülmeyen efsane haline gelir. Diğer yandan takip ettiği bir arabada bulduğu 1 milyon doları devlete verecek kadar dürüst ama fena halde çapkın Richie Roberts ise uyuşturucu kirliğini çözmek adına gizli bir birim kurar ve direkt işin başındakileri hedef alır. Bundan sonrasını yazmama bilmem gerek var mı?

Gerçekten güzel çekilmiş bir suç filmi. Kararlı, sert karakterler; düşüp kalkılan güzel kadınlar; bolca takip sahnesi; kokuşmuş polis teşkilatı; ekip olma duygusu; gerilim; kan; patlayan kafalar. Bir suç filmden bekleyeceğiniz her şey mevcut. Yalnız bunları fazla bariz yapıyor. “Bak, benim filmimde kan da var, şiddet de var, kadın da var. Hadi bana para ver.” Sırf Heat’e özenmek için Crowe ile Washington’un bir masada karşılıklı oturduğu, ortada kahve bile olan bir sahne bile çekilmiş. Ama ne Crowe-Washington’un karizması ve parıltısı De Niro-Pacino’nun yanına yaklaşıyor, ne de oyunculukları, role yakışmaları. Çok eğrelti duruyorlar, resmen ben filmi kurtaran adamım diye bas bas bağırıyorlar. Birbirlerini tamamlayamıyorlar.

American Gangster, sırf ödül ve ticari para için çekilmiş, geleceğe hiçbir şey bırakmayacak olan bir yapım. Film ilk izleyenler başyapıt izlediklerini sanıp (IMDB ilk 250 listesine 100. sıradan girdi ve gittikçe düşüyor, şimdiden) boyalı laflar söyleyecekler ama 2-3 yıl sonra TV’de gösterilen bir prime-time filmi olacak. Doğru ya, A Beautiful Mind’ı hatırlayanız var mı?

Oyuncular: Danzel Washington, Russell Crowe, Chiwetel Ejiofor, Josh Brolin, Lymari Nadal, Ted Levine, Roger Guenveur Smith, Cuba Gooding Jr., John Hawkes – Görüntü Yönetmeni: Haris Savides – Müzik: Marc Streitenfeld – Senaryo: Steven Zaillian (Mark Jacobson’ın ‘The Return of Superfly’ adlı makalesinden) – Yönetmen: Ridley Scott

*** G.T.: 25 Ocak 2008 Y.T.: 8 Kasım 2007

An Overview of Ethanol

Ethanol is simply a type of alcohol that people use in beverages. But ethanol is also used as an alternative fuel for oil. Brazil, USA and some other countries like Sweden use widely ethanol.

Ethanol is mainly produced from glucose as a byproduct with carbon dioxide. In the present, 5% of ethanol is produced from petroleum. It is made by the catalytic hydration of ethylene with sulfuric acid as the catalyst. It can also be obtained from ethylene or acetylene, from calcium carbide, coal, oil gas, and other sources. Bio-ethanol is obtained from agricultural feedstocks which are carbon based. Examples of these feedstocks are sugar cane, bagasse, miscanthus, sugar beet, sorgum, switchgrass and etc.

There are mainly four different ways of large scale production of ethanol. Microbial fermentation of sugar, mainly from sugar cane, is one of them. Also, water can be removed to be able to used as a fuel, this process is called as distillation. Ethanol can also be purified by a molecular sieve (ZEOCHEM Z3-03). And, there is another process called denaturing.

Pure ethanol (E100) is only used in some special cases. For instance, Indy Racing League (IRL) made its former fuel E100 in 2007. But mainly ethanol blends are used in daily life. E10 (10% ethanol-90% unleaded gasoline) can be used in normal engines. But for blends beyond 10% ethanol, special engines must be used. For example, for using E85, flexible fuel vehicles (FFVs) must be used.

Advantages of using ethanol blends are various. Most important issue in this point is environment. By some researches, some facts are shown useful of ethanol: Ethanol blends reduce carbon monoxide emissions in vehicles by between 10%-30%. The American Lung Association of Metropolitan Chicago states ethanol-blended fuel has reduced smog-forming emissions by 25% since 1990. The use of E10 reduces greenhouse gas emissions by 12-19% compared to conventional gasoline. Ethanol contains 35% of oxygen, making it burn more cleanly and completely than gasoline. E85 has the highest oxygen content of any fuel available and also contains 80% fewer gum-forming compounds than gasoline. Ethanol is highly biodegradable, making it safer for the environment. Furthermore, ethanol is considered renewable because it is produced from plants. With increasing usage of plant cellulose and other plants such as grasses, this point becomes more important. Moreover, using ethanol has economy and job creation benefits. It also brings development of agriculture, farmers and rural communities. As a final word, if ethanol is used as a gasoline additive, it is not as poisonous as MBTE and lead; is a soluble deposit-controler and is an anti-icer.

On the other hand, some features of ethanol aren’t beneficial. Aldehyde, a function of ethanol volume, is a threat to nose, eyes, throat and possibly causes cancer. E85 costs 33% more to consumer’s annual budget. Ethanol blends are not available everywhere, only in certain stations. Moreover, ethanol prices at the pump are a function of percentage of ethanol in the blend. Also driving ability of ethanol is lower: It has lower per liter energy value; it takes more to drive the same distance and consumers have to fill their cars more often. Consumers who are driving regular cars have to pay at least $1200 US to have their engines adapted and have to drive extra distances to special gas stations to buy ethanol. Furthermore, ethanol can absorb water and if water enters the fuel tank, it dilutes ethanol and causes problem with corrosion and phase separation. Also, ethanol absorbs and carries dirt and is highly flammable, so requires more attention.

In 26th October 2007, ethanol price is $1,768 per gallon in US markets. In USA, E85 is priced to be competitive with 87-octane gasoline. But in the future, by the help of increasing producing cellulose, the prices will be hoped to reduce.

In conclusion, ethanol has become more important day by day. With invents of new methods of producing and using ethanol as a fuel, in the future ethanol will become a major fuel, alternative to gasoline.

2 Kasım 2007 Cuma

Yaşamın Kıyısında

Fatih Akın’a karşı hep soğuk kalmışımdır. Son iki filminde hep kusurlar buldum ve başkalarının beğendiği kadar başarılı bulmadım. Bir tek Im Juli’yi seviyordum, onda da bariz senaryo hataları olmasına rağmen sıcacık olmasının getirdiği bir duyguydu. Halbuki Yaşamın Kıyısında çok farklı. Kendini sevdirmesini biliyor ve çok başarılı bir film.

21. yüzyılın ilk on yılına kesinlikle damga vuran parçalı hikayeli ve kesişen insanları anlatan filmlerden biri daha var karşımızda. Filmdeki 6 insanın hayatları bir şekilde birbirlerine teğet geçiyor. Üstelik bu örgüyü alelade kullanmayarak zoru başarıyor. Neye nerede müdahale etmesini bildiğinden film dağılmıyor, tam tersine finalde birleşiyor.

Filmde 3 ana bölüm var: ‘Yeter’in Ölümü’, ‘Lotte’nin Ölümü’ ve ‘Yaşamın Kıyısında’. Yönetmen/senarist her bölümün başlığını başında vererek, bize ne olacağını zaten söylüyor ama, hep dediğim gibi, sinemada sorun ne olduğu değil, nasıl olduğudur. Bunun da onlarca örneği vardır. En barizi de Titanic’tir, herkes geminin batacağını bile bile sinemaya gitmiştir fakat asıl merak edilen geminin nasıl batacağıdır.

Bu filmde de bölüm sonlarını bilsek de merak ediyoruz, nasıl olacak diye. Mesela ilk bölüm: Karadenizli Ali, genelevde tanıdığı Yeter’i yanına alır. Yeter de toplum baskısından kurtulmak için kabul eder. Bir yandan Türkiye’deki kızını özleyen Yeter, içini Ali’nin Alman Dili Profesörü oğlu Nejat’a açar. Tam ortalık durulmuşken vahim bir kaza sonucu ölen Yeter, Nejat’ın Türkiye’ye gitme sebebini oluşturur. İstanbul’da Yeter’in kızını arayan Nejat, en sonunda bir kitapçı açarak İstanbul’a yerleşir.

İkinci öyküde ise Yeter’in kızını görürüz. Onun da hikayesi, kendisinin olgunlaşıp dünyaya farklı açıdan bakmasıyla sonuçlanıyor. Yani filmdeki 6 ana karakterden ikisi olgunlaşırken, ikisi ölüyor, kalan diğer ikisiyse çocuklarını anlama ve onlara kendilerini anlatabilme çabasında. Ölüm hakkında çeşitlemeler sunan film, bir yandan da evebyenlik ve çocuk olma durumunu masaya yatırıyor. Yeri gelince anne/babalarını anlamayan çocuklar hayatlarındaki deneyimlere paralel onları anlamaya başlıyor ve hayata farklı bakıyorlar.

Filmin esas derdi yukarıda anlattıklarım olsa da ve bunları anlatmada çok başarılı olsa da yan hikayeciklerde bir bocalama söz konusu. Yıllar önce senaryo yazma hakkında sohbet ettiğim bir arkadaşımın dediği gibi, başlangıç ve sonuç ortada ama problem onları nasıl bağlayacağın, yani problemi matematiksel olarak nasıl çözeceğindir. Burada da Akın, ana iskeleti harika kursa da onu destekleyen yan unsurlarda bu başarısını gösteremiyor. Mesela? Lotte’nin ölüm sebebinin yüzeysel kalması ya da Nejat’ın hayatını 10 günde tümüyle değiştirmesi gibi. Ama genel tabloya baktığınızda bunlar asla göze batmıyor.

Oyunculuklara gelirsek, 6 ana oyuncu da birbirleriyle yarışıyor diyebiliriz. 2 usta, Tuncel Kurtiz ve Hanna Schygulla’yı izlemeye doyamıyorsunuz. Nursel Köse benim için yeni bir keşif oldu. Baki Davrak çok sakin oynarken, Nurgül Yeşilçay karakteriyle özdeşleşmesini biliyor. Lotte rolündeki Patrycia Ziolkowska ise oldukça dinamik oynuyor, hislerini dışarıya vererek.

Son sözüm filmin ses kaydına. Bence tek kelimeyle şahane diye nitelendirebileceğim kayıtta, Kazım Koyuncu-Şevval Sam’ın ‘Ben Seni Sevdiğimi’ düeti filme damgasını vuruyor.

Siz de ailece sinema salonuna girerek bu güzel yapımı seyredin. Hele o mükemmel, tek plan finalde ayağa kalkmadan sadece huzur bularak jeneriğin akmasını seyredin.

Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Baki Davrak, Tuncel Kurtiz, Hanna Schygulla, Patrycia Ziolkowska, Nursel Köse, Erkan Can – Görüntü Yönetmeni: Rainer Klausmann – Müzik: Shantel – Yazan ve Yöneten: Fatih Akın

****1/2 G.T.: 26 Ekim Y.T.: 1 Kasım