28 Kasım 2007 Çarşamba

Sinemada 80'ler

80’ler garip bir dönem. Tam bir arada kalmışlık abidesi. Ne bilgisayar çağında, ne mektup. Klasik zevkler hızla evrimleşiyor. 70’lerin politik ve biraz da müzikal mirasıyla daha zinde bir dönem yaşanıyor. Soğuk Savaş’ın son demlerini yaşamasıyla kapitalizm hızla yükselişe geçiyor ve bu, her alanda kendini hissettirmeye başlıyor. Politik anlamda Bush-Thatcher dönemi başlarken (Türkiye’de de Özal dönemi), ticari anlamda çok uluslu şirketler giderek yayılıyor. Dünya daha da küçülüyor ama bu değişimin sancıları da geliyor. MTV ilk klibi yayınlarken, CNN 24 saat haber vermeye başlıyor. Bilgisayar gündelik hayata ilk adımlarını atıyor (Çok şükür ki Bill Gates daha küçük!), atari salonları ve Commodore 64’ler fırtınalar estiriyor. Rock giderek trash metale dönüşürken, siyahi bir çocuk popun ilahına dönüşüyor. Tabii ki de moda! Deri ceketler, Harley Davidsonlar, ince kravatlar, vatkalı döpiyesler, çılgınca saç modelleri, Lambada etekleri.
Bütün bu saydıklarım, 80’ler sinemasında kendine yer ediniyor. Çünkü o da arada kalmışlığın derdini yaşıyor. Punk ve videoklip etkisi yavaş yavaş hissedilmeye başlanıyor. 70’lerin sağlam yönetmenleri bireyselleşmeye başlıyor. Auteur kavramı yeniden hortluyor. Stephen King uyarlamaları alıyor başını gidiyor. Teknolojinin gelişmesiyle kameralar küçülüyor ve ev yapımları büyük ekrana yansımaya başlıyor.
İşte kimilerinin kendi ruhu olmadığını söyleyip yok saydıkları, kimilerinde hasta oldukları bir dönem 80’ler. Çoğu kimse yok saysa da, 80’leri çok özlediğimiz bir gerçek. 80’lerin tüm popüler ikonları hayatımıza yeniden girmeye başladı. En son Ninja Turtles ve Transformers’ı tekrar aramızda gördük. İçinde bulunduğumuz zamanı anlayabilmek en iyisinin 80’lere bakmak olduğunu düşündüm ben de, o yüzden bir çırpıda 80’ler turumuza başlayalım. Bu yazıda sadece Hollywood sineması üzerine duracağımızı da belirtelim.
Tabii ki 80’leri anlamak için öncelikle 70’lere bir göz atsak fena olmaz. 70’ler, sağlam filmler yapan, klasik Hollywood’u okumuş yutmuş bir yönetmen kuşağıyla başladı. Bazılarının ‘Sakallılar’ dedikleri bu grup, bence asıl üretkenliklerini 80’lerde vereceklerdi, halbuki başyapıtlarını 70’lerde armağan edeceklerdi. Spielberg Jaws ile popüler sinemaya yeni bir açı getirirken, Scorsese Mean Streets ve Taxi Driver ile sokağa inecekti. De Palma, daha Tarantino çocukken kopya çekmenin başyapıtını çekecekti: Carrie. Coppola arka arkaya efsane filmler çekip Apocalypse Now ile başyapıt çekerek nasıl batırılır, gösterecekti. Nick daha çocukken babası John Cassavetes bağımsız sinemanın ilk örneklerini verecekti. Sergio Leone spagghetti western çekmekten yorulacak ama Clint Eastwood yorulmayacaktı. George Lucas ise Star Wars ile ‘blockbuster’ kelimesini yaratacak, paranın sadece gişeden kazanılmadığını anlayacaktı.
Böylece 80’lere girildi. Yukarıda saydığım tüm yönetmenler, ilginçtir, 70’lerdeki filmlerini tekrarlamadılar, bambaşka işlere imza attılar. Mesela Coppola Apocalypse Now sonrası batınca iki tane gençlik filmi çekti ve bu filmler gerek kadroları gerek içeriğiyle efsaneye dönüştü, ama bu filmlere sonra değineceğim. Ardından Cotton Club ile caza dair en özel filmi yaptı. Spielberg yüreğinin sesini dinledi ve en kişisel projesini beyazperdeye aktardı: E.T. Sonuç başka bir efsaneydi, ortalık “iiiiiiiiiiiiii……tiiiiiiiiiiiii……..” diye dolaşan tiplerle doldu. Ardından ise benim favori Spielberg filmim Color Purple geldi. Scorsese önce Raging Bull ile 70’lere devam etse de ardından sıkı Scorsese hayranları hariç kimsenin izlemediği ama bence The Departed’a beş basan After Hours’u çekti. Lucas Star Wars efsanesini tamamladı, ortalık Jedi’den geçilmedi; arada da Spielberg ile Indiana Jones efsanesini yaratıp arkeolojik dedektif türünü açtılar. De Palma sinemaya iki sağlam tür filmi hediye etti ki hala taklit edilemiyor: Scarface ve The Untouchables. Leone ise 20 yıllık projesini sonunda hayata geçirecekti: Once Upon Time in America. Tıpkı okyanusun öteki tarafında son başyapıtı Fanny och Alexander’ı çeken Bergman ile öbür yakada aynı durumda olup Ran’ı çeken Kurusowa gibi.
Eskinin yönetmenleri alıp başını giderken yeni nesil kendine yavaş da olsa yer açmaya başlıyordu. Yeni türler de ortaya çıkmaya başlıyordu. Mesela 70’lerin sonlarında erken dönem ürünlerini veren gençlik korku (slasher) filmleri gibi. Bu türde genelde bir grup gencin başına musallat olan sapık ya da deli seri katili izliyorduk ve her nedense sadece bakire kızlar hayatta kalıyordu (Katolik propagandasının bu kadarı!). Halloween, Nightmare on Elm Street ve Friday the 13th en popülerleri olacak ve sürüsüne bereket devam filmleri çekilecekti. Diğer yandan ucuz duran zombi filmleri kıymete binecekti ve onların yönetmenleri sonradan 100 milyon dolarlık bütçelerle çalışacaklardı. Evet, Sam Raimi ve Peter Jackson’dan söz ediyoruz. Yeni yeni gelişmeye başlayan özel efekt piyasası ilk başyapıtlarını verecekti: Terminator 2: The Judgment Day’deki T100 veya Ghostbustesr’ın şekil hayaletleri gerçekten görülmeye değerdi. Daha piyasada Pixar yokken Disney The Beauty and the Beast ile kaliteli animasyonların ilkine imza atacak, 90’lardaki animasyon patlamasının sinyallerini verecekti.
Hal böyleyken bir tür var ki 80’lerde altın çağını yaşayacaktı: Bu yıllarda çekilen gençlik filmleri hemen her açıdan çok önemli unsurlar içerir. Öncelikle, gençlere oldukça gerçekçi yaklaşır ve onların ruhunu perdeye yansıtır. Tabii bunu yaparken dönemi analiz eder. 80’lerin müziği, modası, argosu, sokak kültürü ve hatta politikası gözler önüne serilir. İkincisi, bu filmlerde görünen genç oyuncular 90’lar ve 2000’lerde birer yıldıza dönüştüler. Mesela Matt Dillon, Demi Moore, Tom Cruise, Kiefer Sutherland, John Cusack, Matthew Broderick, vs. Bu filmlerin teknik kadrosundakiler de ileride önemli işlere imza atacaklardı. Dönemin flaş yönetmen ve senaristi John Hughes’tu. Halen daha onun filmleri kadar gençleri yakalayan filmler yapıldığına inanmıyorum. Breakfast Club bu türün başyapıtı olup herkesin içinde bir şeyler bulacağı bir filmdir. Ayrıca Pretty In Pink, Sixteen Candles, Ferris Bueller’s Day Off (enfes bir okulu kırma filmidir) ve Weird Science dönemin ve türün tüm özelliklerini taşıyan özel filmlerdir. Ayrıca Coppola’nın çektiği efsanevi gençlik filmleri The Outsiders ve Rumble Fish birer başyapıttır. Arka arkaya çekilip kadrosunda Matt Dillon, Diane Lane, Mickey Rourke, Dennis Hopper, Tom Cruise, Nicolas Cage, Laurence Fishburne gibi starları barındıran bu filmler basit ama çok katmanlı filmlerdir. Ayrıca Rob Reiner’ın çektiği Stephen King uyarlaması Stand By Me katıksız bir arkadaşlık filmidir. Yine döneme ait olan gençlik müzikalleri ise başka bir rüzgardır. Patrick Swayze ve Kevin Bacon’un genç kızların kalbini fethedip müzik kültürüne efsanevi şarkılar armağan ettiği filmlerdir: Flashdance, Dirty Dancing ve Footloose en iyileridir.
Bu arada modern romantik komediler ilk ve en sağlam örneklerini veriyordu: Meg Ryan-Billy Crystal ikilisinin When Harry Met Sally’si, Julia Roberts ve Richard Gere’yi ilk defa bir araya getiren Pretty Woman ve John Cusack’ın efsane repliği “I gave her my heart and she gave me a pen!”i söylediği Say Anything.
Bilimkurgu sineması ise artan özel efektlerle yükselişini yaşıyordu. Terminator serisi, Alien serisi, felsefik tür karması Blade Runner. Bu arada David Lynch ve David Cronenberg ilk başyapıtlarını şiddet ve cinselliği iç içe geçirerek veriyordu ki Videodrome ve Blue Velvet döneminin çok ilerisindeydi.
Ticari sinemada ise kanki-zıt ikililer çok para yapıyordu. Eddie Murphy-Nick Nolte 48 Hours, Mel Gibson ile Danny Glover Lethal Weapon ortalığı dağıtıyordu. Bruce Willis Die Hard ile maceraya daha yeni başlıyordu. Eddie Murphy’nin asi polisi ile Steve Martin’in salak karakteri pek popülerdi. Police Academy serisi daha Türkiye’ye gelmemişti ama Amerika’yı sallıyordu. Tom Cruise ve Rob Lowe kızların sevgilisiydi. Top Gun’dan sonra nedense herkes deri ceketle motorsiklet sürerek kızlara hava atıyordu.
Son olarak savaş filmleri pek maçoydu. Stallone ve Schwarzanegger sulu zırtlak savaş filmleri yapsa da Oliver Stone Platon, Alan Parker Birdy ve Kubrick Full Metal Jacket ile ortalığı birbirine katıp, barışı haykırıyorlardı.
Okuduğunuzda günümüzle bir sürü paralellik olduğunu fark etmişsinizdir. Mesela yazının yazıldığı hafta gösterime giren Superbad, 80’ler gençlik filmlerine çok şey borçlu. Keza geçtiğimiz yaz gişe rekorları kıran Rush Hour 3 80’lerin kalıplarını kullanıyordu. Bunun gibi sayısız örnek bulabilir. Baksanıza Stallone yine Rambo-Rocky serilerine döndü. Suç filmleri yine moda olurken (önümüzdeki aylarda başta Anerican Gangster olmak üzere bolca göreceğiz.) gençlik müzikalleri yine çekilmeye başlandı (Across the Universe ve yakında izleyeceğimiz ABBA müzikali), bağımsız filmler ise kendi sektörlerini yaratıyor. Hal böyleyken 80’leri şükranla anmak kaçınılmaz.
Belki de içimizdeki çocukla ilgilidir 80’lere duyulan özlem. Daha internetin, cep telefonunun olmadığı naif yıllardı onlar. Belki de o yüzden Donnie Darko kendi çapında bir hit oldu yada aynı sebepten o yılların çizgi filmleri, çizgi romanları yeniden popüler oluyor. İşte bu saydıklarım için 80’ler bizim kuşağımız içi apayrı bir mana taşıyor ve hep de taşıyacak.

Hiç yorum yok: