29 Nisan 2009 Çarşamba

Önyargı!

Şu sıralar önyargı konusuna takmış durumdayım. Nedir önyargı? Kırılmalı mı, kırılmamalı mı? Yararlı mı zararlı mı? Valla işin içinden çıkamıyorum. Farklı bakış açıları daha da farklı sorunlar getiriyor. Giderek bir paradoks haline dönüşüyor kısaca ve bunun da iyi mi kötü mü olduğunu kestiremiyorum.

İşin kökeninde subjektiflik var bir kere. Yani objeye göre değil, kişinin kendisine göre karar verme güdüsü. Mesela önünüzde bir olay oldu. Bu olayı da bir şekilde yorumlamanız istendi. Şimdi bu olayı kendi bilgi ve birikimlerinize göre mi yorumlarsınız, yoksa olayın kendi içi dinamiğine ve etkenlerine göre mi? Aslında sorulması gereken asıl soru şu olmalı: Getirdiğiniz yorum ne kadar nesnel olacak? Çünkü elbet yeni doğmuş bir bebek kadar objektif olamayacaksınız. Eğitiminize, kültürünüze, memleketinize göre oldukça değişecek yorumunuz. Boşuna dememişler "Değer yargıları zamana, mekana ve kültüre göre değişir." diye!

Önyargı da bundan ibaret aslında. Ancak sıfır saniyelik bir bebek önyargısız olabilir. Çünkü daha 1. saniyede annesini görecek ve ona karşı konulamaz bir sevgi besleyecektir. 2. saniyede de ağlamaya başlayacak ve acının kötü bir olgu olduğunu yorumlayacaktır. Yani daha 2 saniyelik bir bebekte bile önyargı oluşmuştur. İşte burdan yola çıkarsak, kişinin karşılaştığı olaylar, yaşanmışlıklar, okuduğu kitap ve dersler, hatta izlediği filmler bile birer önyargıya dönüşecektir.

Şimdi gelelim, konunun 2. aşamasına: Bu edinilen önyargılar yararlı mı, değil mi? Aslında sorunun cinliği kelime oyununda. 'Önyargı' kelimesinin yerine 'ders' yada 'deneyim' koyun, sorunun cevabı mutlak bir 'evet'e dönüşecektir. Kastettiğim olgu, daha 'önyargı' kelimesine bile önyargılı yaklaştığımız. Ona negatif bir mana yüklemişiz çünkü bize öyle öğretilmiş.

Bir kısmınız kesin "Eee, ne var bunda canım? Negatif işte!" demiştir. Haklısınız ama iş 'önyargıyı kırma' olgusuna gelince faka basıyorsunuz. Çünkü insanoğlu 'hangi önyargının kırılması' gerektiği sorusunun cevabına yanıt veremiyor yada veriyor ama işine gelecek şekilde.

Bir örnek daha: Önünüzdeki tabağa hiç yemediğiniz bir ot kondu, yediniz ve zehirlendiniz. 1 yıl sonra aynı ot yine tabağınıza kondu. Ne yaparsınız?

1. şık yememek tabii, önyargılısınız ve zehirlenmek istemiyorsunuz. Ama ya 1 yıl önceki sorun otta değil yağındaysa ve bu seferkinin yağı farklı olduğundan zehirli değilse! Şimdi bu kırılması gereken bir önyargı değil mi?

Bunun gibi sürüyle örnek verebiliriz, gerek basit gerek karmaşık. Basitlerde sorun yok da, karmaşıklaşınca örnekler işler paradoksa kaçıyor. Örnek mi?

İş veren olsanız bir Kürt'e iş verir misiniz? Nefret ettiğiniz bir şarkıcının, İsmail YK diyelim, yeni albümünü sonuna kadar dinleyebilir misiniz? Geçmişte sizi binlerce kez arkadan vurmuş bir millete (Ermeniler!) dost diyebilir misiniz? Kazıklandığınız bir dükkandan bir daha alışveriş yapar mısınız? Tipine gıcık olduğunuz biriyle konuşur musunuz?

Sorular uzar gider! Hepsinin bambaşka cevapları var ama hangisi daha nesnel yada kime göre nesnel? Paradoksa uzanan sorulardır bunlar, hiçbir zaman çözemeyeceğimiz. Bazen tartışılıp çözüme yaklaşılır, bazen de inadına körüklenir. Belki de ben bu konuya çok önyargılıyım. Ne bileyim?

14 Nisan 2009 Salı

Veeeeeeeeeeeeee Action

Son 2 haftada daha taptaze olan 4 tane aksiyon filmi izledim. Bilerek izlediğim bir sıra değildi, öyle denk geldi. Ama ilginç tarafı, yeni nesil aksiyonların nasıl olup olmaması gerektiğinin bir şemasını oluşturmasıydı. O yüzden kronolojik (izlediğim) sırada değil, belirli bir yapı içinde filmlere bakmaya çalışacağım.

İlk filmimizin adı The Spirit. Film, ünlü bir çizgi-roman uyarlaması, üstelik uyarlayan da Frank Miller. Evet, Miller sağlam çizgi-roman çizerlerinden biridir ama bu sefer Will Eisner'ın eserini uyarlıyor. Filmden beklentiler büyük, bunun da 2 nedeni var. İlki Miller'ın kendi eseri olan ve Robert Rodriguez ile beraber yönettiği Sin City. Malumunuz film, çizgi roman uyarlamalarına yepyeni bir soluk getirmişti. İkincisi ise Miller'ın sadece 'çizen' ünvanıyla yetindiği 300 ki o da belli bir heyecana sebebiyet vermişti (Filmin harika bir DVDsi çıkmış, hayranlarına duyurulur). Şimdi siz böyle bir adamdan alalade bir film bekleyemezsiniz lakin The Spirit pespayenin önde gideni. Ne bir heyecan, ne bir aksiyon hareketi, ne bir nükteli monolog. Sıfır artı sıfır, elde kalmış sıfır. Filmde Eva Mendes ile Scarlett Johansson ablalarım var bir de ama Mendes'in 5 saniyelik nüryan görüntüsü dışında bir artı da yok. Demek ki neymiş, color correction ile film çekilmiyormuş!

İkinci filmimiz The International. Bu filmin fragmanını izlediğimde, "İşte!" dedim, "Adam gibi bir aksiyon." Clive Owen ile Naomi Watts başrolde, Tom Tykwer yönetmen, konu muhalif, İstanbul sahneleri var ve Haluk Bilginer oynuyor. Ama fragman küçük bir parça ne yazık ki. İş filme gelince dağılıyor. Bir kere, konu gerilimden ve inandırıcılıktan çok uzak ki bir aksiyon filminin ana öğeleri bunlar. Çok rahat izlenen ve klişelerle örülmüş bir seyir deneyimi yaşıyorsunuz. Ayrıca tüm film boyunca bekledikten sonra olaylar İstanbul'a gelince iş iyice klişeye bağlanıyor. Sadece Ayasofya ve Yerebatan'dan oluşan bir İstanbul görüyoruz ki Bond buraları 40 yıl evvel ziyaret etmişti zaten. Yani Hollywood'un gözünde Türkiye etiketi çok bariz. İşin en üzücü yanı da 10 yıl önce Lola Rennt ile aksiyon sinemasına yepyeni bir stil getiren Tom Tykwer'in bunu çekmiş olması. (Owen harici oyuncu yok zaten filmde, hepsi figüran)

Başka bir çizgi roman uyarlaması daha çıktı karşıma. Watchmen 8. sanatın ustalarından Alan Moore alegorisi yine. Bir grup süper kahramanın hikayesini kara film tadında izliyoruz. Söz konusu kahramanlar her şeyden bıkmış, görevlerinden ihraç edilmiş, eski günlerin özleminde dolanıyorlar etrafta. Bir tek mavi dev Dr. Manhattan devlette çalışmaya devam ediyor. Yıllar 80'leri işaret ederken Nixon hala başkan. Anarşi (akla V For Vandetta geliyor) ve çürümüşlük diz boyu. Hal böyleyken eski kahramanlardan Comedian öldürülüyor. Eski partneri Rorscharch olayı araştırmaya başlıyor ve kah şimdiki zamanda kah 40'larda kah 60'larda film akıyor. Temposu oldukça yavaş, süresi 3 saate yakın süren film sizi kimi zaman sıksa da elindeki ışıldayan öykü sizi perdeye çekiyor. Ayrıca çok yerinde bir görüntü çalışmasıyla izlenebilirliğini katbekat arttırıyor. 40'lardaki 'Film Noir'in altın çağına yapılan saygı hareketleri hayranlık uyandırıyor. Ama yine de Zack Snyder'in yerinde daha sağlam bir yönetmen olsa ne olurdu tahmin edemiyor insan, ben kafayı çizerdim herhalde. Moore ustanın anlattığı şeyler o kadar bol ve karmaşık ki bundan bir Hollywood aksiyonu çıkarmak deli işi. Önümüzdeki film de ne bir aksiyon filmi ne de kara film. Arada kalmış bir ucube!

Gelelim Alex Proyas'ın son eserine. Proyas çok nadir film çeken, ama çekti mi sağlam çeken bir görsel efekt ustasıdır. Dark City ve I, Robot bunu çok iyi kanıtlar. Vesselam Knowing bu bakımdan ilgimizi çekiyor ve yanılmıyoruz. Sizi diken üstünde tutan bir aksiyon filmi izliyorsunuz ki ben nicedir bunu yaşayamamıştım. Uçak ve metro sahnesi sizi sizden alcak kadar adrenalin bombası sahneler. Ayrıca finalde Proyas amcam bir de yakışıklı insanlık portresi çekiyor ki sormayın gitsin. Filmin dayandığı teoriler ve onları işleme becerisi de cabası oluyor. Ama filmin eksileri de göze batıyor. İlki Nicolas Cage olmak üzere filmin önemini çakamamış oyuncu kadrosu. Hepsi de son derece ruhsuz oynuyorlar ki! Ayrıca gereksiz İncil göndermeleri ve çok klişe bir müzik kulak tırmalıyor. Ama o finali defalarca izleyebilirim ben, üzerine de harika felsefe yapılır valla.

Oyuncular: Gabriel Macht, Eva Mendes, Jamie King, Samuel L. Jackson, Scarlett Johansson, Sarah Poulson, Louis Lombardi - Görüntü Yönetmeni: Bill Pope - Müzik: David Newman - Senaryo: Frank Miller (Will Eisner'i çizgi serisinden) - Yönetmen: Frank Miller - *1/2

Oyuncular: Clive Owen, Naomi Watts, Armin Mueller-Stahl, Ulrich Thomsen, Haluk Bilginer, Brian F. O'Byrne, Michel Voletti - Görüntü Yönetmeni: Frank Griebe - Müzik: Reinhold Heil, Johnny Klimek, Tom Tykwer - Senaryo: Eric Singer - Yönetmen: Tom Tykwer - **1/2

Oyuncular: Jackie Earle Haley, Jeffrey Dean Morgan, Patrick Wilson, Malin Akerman, Billy Crudup, Matthew Goode, Carla Gugino, Matt Frewer, Stephen McHattie - Görüntü Yönetmeni: Larry Wong - Müzik: Tyler Bates - Senaryo: David Hayter, Alex Tse (Alan Moore ile Dave Gibbons'un çizgi kitabından) - Yönetmen: Zack Snyder - ***

Oyuncular. Nicolas Cage, Chandler Canterbury, Rose Byrne, D.G. Maloney, Lara Robinson, Nadia Townsend - Görüntü Yönetmeni: Sşmon Duggan - Müzik: Marco Beltrami - Senaryo: Ryan Douglas Pearson, Juliet Snowden, Stiles White (Ryan Douglas Pearson'ın öyküsünden) - Yönetmen: Alex Proyas - ***1/2

9 Nisan 2009 Perşembe

Issız Adam'a Uzaktan Bakış

Kasımda yazdığım yazıda Issız Adam'ı son yılların en iyi filmi diye nitelemiştim. Aradan 5 ay geçti ve film üzerinde daha çok kafa yordum. Bilhassa DVDsini bir daha izlediğimde kafamdaki yorum daha da netleşti.

Bir kere ilk yorumumun fevkalade abartılı olduğunu kabul etmem lazım. Issız Adam, 2008'in en iyi filmi olmaktan çok uzak. Vesikalı Yarim gibi bir film olduğunu sanmak da keza. Bir kere tamamen tür kalıplarına sıkı sıkıya bağlı bir film. Yani hiç bir anlamda yeni bir şey söylediği yok. Hatta sürüyle benzerini bulabilirsiniz, bilhassa Fransa'da. Hele bu Fransız olanlar sıklıkla çekildiğinden daha iyilerini bulabilsiniz. Ama...

Evet, bir 'ama' var burada da. Çünkü benzerleri sürüyle olsa da hala tüm dünyada çekilmesinin sebebi var: Farklı (hatta yepyeni) stillerde anlatabiliyorsunuz. Kalıplar aynı kalsa da içine döküleni hafif farklılaştırmak yetiyor bu türde. Bunu da en çok yapan Yeşilçam sektörüdür zaten. Burada da Çağan Irmak yurtdışındaki çoğu örneğini Türkçeleştirerek farklılaşıyor. Modern romantik film türünü ilk defa doğru şekilde Türkiye'ye uyguluyor Irmak ve bunun ekmeğini de yiyor tabii ki.

Demek istediğim o ki Irmak'ın yaptığı esas hamle, High Fidelity, Notting Hill gibi popüler ama aynı zamanda bir şekilde farklılaşan romantik filmlerin ilk Türk versiyonunu gerçekleştirmesi ve bunu layığıyla yapması. Öbür türlü Irmak'ın bu filmle başyapıt yaratmak, ödülleri toplamak, vb. gibi ulvi amaçları yok. Bir mesaj verme kaygısı da yok (Onu Ulak'la yaptı, anlayan anladı.). Sade bir romantik film çekmek amacı. Bunu da türün kalıplarına uygun yapabilmek.

Bu türün başlangıcı, benim de aşık olduğum, When Harry Met Sally...'dir. Filmde, ilk başlarda birbirine zıt giden Harry ile Sally, önce arkadaş olurlar, sonra da aşık! Film ana cümlesi (tagline) de "Erkekle kadın arkadaş olamaz!"dır ve tüm film bu cümle üzerinden yürür. Bunu yaparken de enfes bir soundtrack filmi takip eder (Harry Connick Jr.'a saygılar), zeki diyaloglar havada uçuşur ve tüm hepsini yerinde performanslarla bağlar.

Issız Adam'a da baktığınızda tamamen bu kalıbı görürsünüz (tek eksiği zeki diyalogları), tıpkı When Harry Met Sally...'yi takip eden sürüyle film gibi. Issız Adam'ın ana cümlesi ise "Sen dizime yattın; ben bir hikaye anlattım ve sen büyüdün!" ve film bu cümleden hareketle 21. yüzyılda sıkışıp kalmış şehirli erkeğin analizini çıkartıyor. Hepsi bu! Kadını aşağılamıyor (Altın Bamya Ödülü'ne teessüfler!), maçolukla uğraşmıyor, seksi monotonlaştırmıyor! Dikkatli izleyenler bunların tersini yakalayacaktır.

Ama bir ilk olmasının eksilerini de yaşıyor Irmak! Ömründe aklı başında romantik film izlememiş, onu bırakın gerçek romantizm nedir, kavrayamamış insanlar da izliyor filmi. Filmdeki şarkıları sömürmekle suçlayanlar, intihalle itham edenler, her anını aşağılayan, vb. Sürüsüne bereketi çıkıyor, filmden rant kapmaya çalışıyor. İşte bu, Türk sinema sektörünün neden oluşamadığının da kanıtıdır bir bakıma.

Issız Adam belki bir başyapıt değil ama şimdiden Türk Sinema Tarihi'nde yerini aldı. Kültleşme yolunda da sağlam adımlar atıyor. Kim ne derse desin, Çağan Irmak hedefini tam on ikiden vurmuştur.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Güneşi Gördüm (mü?)

Vittorio De Sica demiş ki “Bir Akdeniz ülkesi olarak İtalya’da melodramlar satar her zaman.” Her zaman dediğim üzere, Hrıstiyan olmalarının dışın İtalyanlarla Türklerin en ufak farkı yoktur. Bizim ülkede de melodramlar en çok gişeyi getirir. Bu, hep böyle olmuştur. Şu anda bile televizyonların reytingi ağlatma dakikasıyla ölçülüyor. Hatta Sina Koloğlu’nun bu konuda küçük bir istatistiği bile vardır.(1)

Mahsun Kırmızıgül de bu kanaldan giriyor. En çok satanın melodram olduğunu bildiği için onu çekiyor. Peki bu yanlış mı? Hayır, adam gibi çekersen başyapıt bile çıkarabilirsin. Çağan Irmak tam da bunu yapıyor mesela. Sade melodramlar çekiyor. Peki neden ona kimse saldırmıyor da olan Mahsun’a oluyor?

Mahsun ne yaptığının bilincinde değil de ondan. Ya da bilincinde de tribünlere oynuyor. İki türlü de Mahsun batıyor, her ne kadar halktan paye aldığını sansa da. Durum şu ki Mahsun kendini bu filmleri çekerek başyapıt çektiğini zannediyor. Bunun için ne yapıyor Hollywood sinemasının tüm trüklerini kullanıyor. Sonra da kendisinin otoritelerce kutsanmasını istiyor. Bunun için de türlü numaralar çeviriyor. İlk filminde Türkiye’de kayda değer bir tane ödül alamayınca Amerika’da parayla ödül satın aldı.(2)

Her şeyi unutup kendimizi yeni filmine yoğunlaştırsak da çare olmuyor. Çünkü Mahsun kutsanmaya o kadar aç ki aklına ne geliyorsa kullanıyor. Bir tane tartışmalı konu yetmez diyor, iki, üç, hatta dört olsun ki film konuşulsun. Ünlü köşe yazarları çareler üretsin sayfalarca. Ve bu hamle, en büyük hatasını tetikliyor, senaryo o kadar şişiyor ki ikinci yarıda dayanamayıp dağılıyor. Bilhassa bazı konulara yapılan gereksiz odaklanmalar filmin temposunu iyice düşüyor.

Hadi, ikinci filmidir, daha acemidir, umut vaat ediyor diyelim ve bu hatasını es geçelim. Değindiği konulara bakıyoruz, Mahsun’un sistemle bir derdi var. Bize sistemi eleştiriyor. Valla güzel, hele bir popüler filmde bu konulara değinilmesi takdire şayan. Lakin bir şeyler göz bozuyor. Derken beylik diyaloglar birbiri ardına patlatılınca işin rengi belli oluyor. Adamın derdi sistemi eleştirmek de değil! (Zaten Mahsun’un ‘Kardeşlik Türküsü’ haricinde bu yönünü onayan tek hareket ve cümlesini bulamazsınız geçmişte.) Adamın eleştirisi bile popülistlikten ötürü. Dikkatli de bakarsanız aslında değindiği hiçbir konuda gerçekleri anlattığını ve çözüm vaat eden saptamalarda bulunduğunu söyleyemeyiz. (3) Suyu sabuna dokunmaktan başka bir şey yapmıyor ve bu konuda da Holivuttaki ağabeylerini taklit ediyor. (4)

Bunların ötesinde Mahsun, vaat ettiği tek şeyi gerçekleştiriyor ve ağlatıyor. Çünkü müziği çok güzel kullanıyor. Alper Maral Hocam izlediyse (ki zannetmem) klişeden uyumuştur herhalde. (5) Mahsun yazdığı metne kendisi de güvenemediğinden ağlatmak için bol kemanlı müziği her kritik sahnede son ses açıyor.

Filmin en affedilir hatası ise figüranlarda bile ünlüleri oynatıp filmin (bence zaten olmayan) gerçekçilik duygusunu zedelemesi. Yılmaz Erdoğan da bu hatayı çok tekrar ediyor. Ümidimiz bu modadan süratle vazgeçilmesi.

Toparlarsak, filmin gerçek bir seyirlik olduğu bir gerçek. Lakin kendini üstün görme hevesi filmin tüm artılarını çöpe fırlatıyor. Edebiyle melodram çekse ağzını açan olmaz valla.

Oyuncular: Mahsun Kırmızıgül, Demet Evgar, Buğra Gülsay, Altan Erkekli, Murat Ünalmış, Şerif Sezer – Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan – Müzik: Mahsun Kırmızıgül, Yıldıray Gürgen – Yazan ve Yöneten: Mahsun Kırmızıgül - **

(1) Milliyet gazetesi TV eleştirmeni Sina Koloğlu, Sanem Çelik’in yeni dizisindeki ağlanılan süreyle, reytingi oranlamıştı şubat 2009’da.

(2) WorldFest Houston’un resmi adresi olan www.worldfest.org ‘a girerseniz hangi ödülü kaça alacağınızı öğrenirsiniz.

(3) Altyazı dergisinin Nisan 2009 sayısındaki film hakkındaki eleştiriden detaylı bilgileri alabilirsiniz.

(4) “Devlet ana çok iyi ama devlet baba çok kötü!” cümlesi her şeyi özetliyor zaten.

(5) Alper Maral, TV-Sinema’da Müzik konusundaki Türkiye’deki tek akademisyendir. Çok iyi saptamaları bulunur bu konuda.