27 Kasım 2008 Perşembe

Son Zamanlarda İzlediklerim

Son zamanlarda pek üzerinde durmadığım filmleri izliyorum. Aklıma takılmış ama iyi olmadığını umduğum, sanki bir görevmiş gibi izlemeye koyulduğum filmler. Lakin bazıları şaşılası derece iyi çıkıyor. Buna öncelikle kendim çok şaşırıyorum.

Yaklaşık 10 gün önce Issız Adam’ı ikinci defa izlemişim. Eve döndüm, filmin kokusu benliğime sinmiş. O gün başka türde bir film izlemenin imkanı yok. Film listemi açtım, gözüme Once ilişti. Açtım, izlemeye koyuldum. Bir süre sonra film bitti. Nasıl yani? O kadar çabuk mu? Film o derece hızlı aktı yani. Yüreğinizi hem serinleten hem de ısıtan şarkıların arasında çok ayrıksı bir aşkı anlatıyordu. Filmden sonra ilk işim filmin soundtrack albümünü indirmek oldu. O günden beri yollarda dolanırken kulaklığım “If you want me/Satisfy me!” diye inliyor.

3 gün geçti, bir arkadaşın isteği üzerine gecenin bir vakti, 2 bira sonrası; 1,5 yıldır hard diskimde durup izlemememi bekleyen Zelig’i izledim. Ne zamandır bu kadar eğlenip güldüğümü hatırlamıyorum. Film başlı başına bir olay. En koptuğum replik: “Küçükken hahama gidip hayatın anlamını sordum. Bana söyledi ama İbranice, sonra da haftada 600 dolara İbranice kursu önerdi.” Tam 1 gün bu repliğin etkisinden çıkamadım.

Ertesi gün aynı arkadaşla adına kurban olduğum How to Lose Friends and Alienate People’ı izledim. Bir film adı, bir filmi bu kadar güzel tanımlayabilir yani.

Ertesi gün de Keire Knightley’in son kostümlü draması The Duchess’i izledim. Aklımda tek kalan Knightley! Film de hoştu gerçi.

Bugün de Moonlight Mile’ı seyreyledim. Bana çok dokundu. Hiç ummadığım halde bu kadar dokunması daha da koydu. Filmlerde aşkın oluşumunu izlemeyi çok seviyorum ya! Beni fena vuruyor her seferinde. Neden böyle duygusalım ya? Amaaaaaaaan! Ben buyum işte!

25 Kasım 2008 Salı

Bir İstanbul Seyranı

Bu sefer İstanbul daha bir güzeldi. Nedeni belirsiz. Daha çok keyif aldım, daha çok yer gördüm, daha çok arkadaş gördüm. İstanbul da sanki narin bir kız gibiydi, sürekli bana “Bak ne kadar güzelim ama sen benden uzaktasın.” der gibiydi.

Çarşamba günü her zamanki gibi hızlı bir Nilüfer yolculuğuyla başladı her şey. Daha İstanbul’a iner inmez arkadaşlar kokumu duymuş. Servisle Makine’nin önünden geçerken EPGİK’ten Yiğit aradı: “Abi seninle konuşmam gerek.” Telefonda hallediverdik sorunu. Ben de hemen Cihangir’de Gaea&Baykuş Sanat Evi’ne gittim. Orta okul kankam Barbaros ortaklarından biridir. Mekana bir tanıtım filmi çektirmek istiyormuş, beni düşünmüş, sağ olsun. Konsept hakkında uzunca konuştuk. Belalım ekonomik kriz onu da vurmuş, derin bir sohbet de kriz hakkında yaptık. Gitmeye yakın oda arkadaşım (eski oldu gerçi) Engin damladı. Engin’le oradan çıkıp İstanbul’daki ev sahibim Şero’yu beklemeye başladık. Şero vizeden çıkınca yine Cihangir’de çok ilginç bir lokantaya misafir olduk. ‘Misafir olduk’ dedim çünkü mekan evden farksızdı, zaten çok leziz ev yemekleri yapıyor. Cihangir’de olması sebebiyle sunumu gayet şık, kare tabak filan. Ama fiyatları şaşılası biçimde ucuz. Üç kap yemeğe sadece 5 YTL ödedim, hala şoktayım. Mekanın adı Pazı, şiddetle tavsiye ederim. Ardından bir cafede hafiften lafladık. Uzun gün böylece nihayete erdi.

Perşembe günü Şero ile öğlen yemeği ve ufak bir batak partisiyle başladı. Sonra ayaklarım beni ne hikmetse Maslak’a yönlendirdi. Okul hem değişmiş, hem değişmemiş. Metro inşaatı çehreyi değiştirmiş ve kampus hayatındaki değişiklikler dikkat çekici, mesela kütüphaneye bir tiki cafesi açılmış. Diğer yandan İTÜ bildiğiniz gibi, somurtkan tipler cirit atıyor. Yurt depozito işimi hallettikten sonra Müge ile biraz lafladık. Ders lafından hala sıkıldığımı o zaman anladım. Ne ise ardından Cevahir’e yollandım. D&R’da dolanırken sadece “Cevahir’deyim.” dediğim Engin beni buluverdi. Çok şey paylaşmışlık bu olmalı. Ertesinde Gloria’da kahve içerken entel takılarak beraber kitap okuduk. Şero damladığında yemek için sadece 15 dakikamız kalmıştı. Bu acele yemekten sonra Devlet Tiyatrosu’nda Ful Yaprakları’nı seyrettik. Türkiye için gayet modern, hatta postmodern bir oyundu. Bol felsefik diyaloglarına rağmen asla sıkmadığı kesin ama her beğeniye de uymaz.

Cuma yine Şero ile öğle yemeğiyle başladı. Niyetim boğazda güzel bir yürüyüştü. Ufak zihin fırtınalarından sonra Akmerkez’e kadar yürüyüp Ortaköy otobüsüne bindim. Ortaköy’den başladım yürümeye. Kulağımda Ipod, yavaş adımlarla Kuruçeşme’ye geldim. Oradaki bir parkta oturup biraz kitap okudum. Sonra Bebek’e kadar yürümeye devam ettim. Bebek’in ünlü badem ezmesinden 50 gram alıp (kilosu 100 YTL) Makine’ye gittim. EPGİK simalar haricinde değişmemiş. Aynı heyecanla çabalıyorlar ve eğleniyorlar. Ortabahçe toplantısı benim için eski günlere dair güzel bir yad oldu ama kulüp toplantılarının beni ne kadar sıktığını da hatırlamış oldum. Toplantıyı bitirmeden meydana çıktım. Atletizm tayfasıyla özleştik. Önce Asmalımescit’te bir yemek, ardından bir bar faslı. Barda bir içme oyunu oynadık. Herkesi daha iyi tanısam daha eğlenceli olacağı kesindi. Taksim’den sonra Kanyon’da Şero ile Hale’ye katıldım. Zaten onlar da kalkmak için beni bekliyorlardı Numnum’da. Günü güzel bir tavla maçıyla noktaladık.

Cumartesi sözde Şero, Hale ve İso’yla gezecektik. Şero’nun ani bir toplantısı çıkınca planlar suya düştü. İso’yu Kanyon’dan aldım. Burger King’te yemeğin ardından İstiklal’e çıktık. Pandora’nın yeni açılan (6 ay oldu gerçi) İngilizce kitapçısını inceledik. Enfes kitaplar vardı lakin okumaya zaman yetmez. Asmalımescit’te bir tavla attık. Ardından Karaköy’e indik. Batan iskeleyi şaşkınlıkla gördük, daha doğrusu göremedik. Odakule’de bir kahve içerken Şero aradı, eve dönün dedi. Engin’i de alarak evin yolunu tuttuk. Gece batak ve hemen ardından king partisiyle geçti. Disco Kralı’na biraz baktıktan sonra yattık.

Pazar günü uyanmamız 13.30’u buldu. Giyinip çıkmamız 15 etti. Şero’nun geldiğimden durmadan söylediği ciğerciye gittik. Levent’te Edirne Köftecisi’ni size de tavsiye ederim. Ciğeri, yoğurdu ve peynir helvası muazzam. Mideniz bayram ediyor resmen. Sonra Taksim’de yine king ve batak attık. İstiklal’i boylamasına yürüdük. Tramvay’da yenilen tatlının ardından eve döndük. Üçlü bir batak partisiyle günü sonlandırdık.

Pazartesi günü de İso ile beraber Bursa’ya döndük ve bu seyran da böyle bitti. Geriye anılar kaldı, bloga eklemek üzere.

12 Kasım 2008 Çarşamba

Issız Adam



Kalbimi ılık suda yıkadıktan sonra iyice temizleyen, sonra keskin bıçak darbeleriyle ince ince doğrayan, ardından süt ve kekikle terbiye eden, yayvan bir tavada doğranmış biber, domates ve soğanla kızgın ateşte pişirdikten sonra kare tabakta servis eden film.

Stephen Frears’ın çektiği 2000 yapımı bir film vardır, High Fidelity diye. Hiçbir zaman çok popüler olmadı ama çok sıkı hayranları bulunur, ben dahil. Filmin özelliği erkekler için bir romantik film olmasıdır. Yani daha çok aksiyon, komedi ve korku seven erkek cinsine yapılmış bir filmdir. Bu yüzden de genelde kıyıda köşede izlenir.

Issız Adam’ı izlerken High Fidelity’nin kulaklarını çok çınlattım. Çünkü Issız Adam, kadınlardan çok erkekleri ön planda tutuyor. Zaten film de bir erkeği anlatıyor tamamen. Dünyaya onun gözünden bakıyor. Ama kadını da ihmal etmiyor, ona da söz veriyor. Çünkü sonuçta erkeği tamamlayan unsur kadındır. İşte bu özelliğiyle de High Fidelity’nin önüne geçiyor.

High Fidelity’de bir monolog vardır, sizinle paylaşmak istiyorum: “Fantezilerden sıkıldım çünkü onlar gerçekte varolmayan şeyler. Onlarda sürprizler yoktur ve onlar sonuç vermez. Bütün bunlardan sıkıldım ama senden sıkılmıyorum.”

Bu cümleler aslında Issız Adam’ı da anlatıyor. Çünkü onun da derdi şehirli bir erkeğin bağlanma sorunu. Kadınlar belki anlamaz ama bu sorun hatta ikilem çok önemlidir. Çünkü fiziksel özelliklerinden dolayı biz erkekler; her an, her yerde, her kadınla birlikte olabiliriz ve bundan vazgeçme düşüncesi bile çıldırtabilir. Tek eşli yaşamak, sadece ona ait olabilmek. Bu, kadın fizyolojisine ne kadar uygunsa, erkek fizyolojisine de o kadar terstir. İşte bu yüzden aşk bir mucizedir. Erkeğin bu özelliğini tersine çevirebilen yegane duygudur. Ama tabii bir de durumu anlayabilmek olayı var. Yani erkeğin, aşkın bu özelliğini kavrayabilme yetisi. Daha sade bir ifadeyle, erkeğin doğasına karşı kalbiyle mücadelesi.

Genellikle kadınların daha duygulu oldukları ifade edilir. “Erkekler ağlamaz!” geyikleri filan yapılır. Oysa en güzel biz ağlarız. Çünkü gerektiğinde ve derinden ağlarız. Çünkü içimizde birikir bizim, duygu yoğunluğu oluşur. O yüzden erkekler daha iyi aşk şiiri yazar. Issız Adam, bu duyguları da betimliyor. Erkeğin daha güzel kek yapması mesela. O kekin içinde umut vardı, aşk vardı. Biliyor musunuz, bazen bir bakış milyonlarca “Seni seviyorum!”a bedeldir. İşte bunu da filmde görüyoruz.

Bunun için sinema en sevdiğim sanat. Bazı şeyler vardır, harflerle, notalarla, imgelerle anlatamazsın. Hepsinin birleşimi ancak o duyguyu verir. Çağan Irmak bunu yapıyor. Önce metnini yazmış, sonra bunu kameraya çekmiş ve bunu görüntüsüyle, oyuncunun performansıyla, müziğiyle süslemiş. Mesela sonlara doğru adamın sahilde yürüyüp bir kız çocuğu gördüğü bir sahne var. Gökhan Tiryaki o kadar iyi bir iş çıkarmış ki görüntü konuşuyor. Başka bir sahnede bir şarkı çalıyor, sizi sizden alıyor.

Bizim ülkemizde aşk tabudur, ayıptır. Aşık olmak tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Bu yüzden çok az yapıt aşkı anlatabilir (gerçek aşkı kastediyorum). Ben sinemada 3 Türk filminde aşkı görebildim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu ve Vesikalı Yarim. Şimdi ne mutlu ki bunlara Issız Adam ekleniyor.

Oyuncular: Cemal Hünal, Melis Birkan, Yıldız Kültür, Aslı Aybars, Şerif Bozkurt, Gözde Kansu – Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Müzik: Aria (Cengiz Onural, Bora Ebeoğlu, Cenk Erdoğan) – Yazan ve Yöneten: Çağan Irmak



***** G.T.: 7 Kasım Y.T.: 12 Kasım
NOT: Filmin enfes müziklerini dinlemek için: http://rapidshare.com/files/163994147/Issiz_Adam_OST.rar (kendi upload'ımdır)

Devrim Arabaları

Bu filmin benim adıma iki önemi var. İlki bu ülkenin ne mühendisler çıkarttığını görebilmek. Onlarla gurur duyabilmek. Ne şartlarda çalıştıklarını görebilmek. İkincisi Türk Sineması’nın nitelikli ticari sinemayı adam gibi yapabildiğini sonunda görebilmek. Salondan çıkarken bu iki önemli unsur yüzünden çok rahattım.

1961 yılında dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, bir yerli otomobil yapılmasını ister. Bir avuç da idealist makine mühendisi bu hayali gerçekleştirmeye çalışır. Bu film, o avuç dolusu mühendisin macerası. Onların gerek teknik zorluklarla gerekse bürokrasiyle savaşlarının hikayesi.

Bu film, dört dörtlük bir nitelikli ticari film. Hollywood’da çekilseydi Oscar’a aday olması kaçınılmazdı. Ama bunların ötesinde bir başyapıt olamaz. Zaten Tolga Örnek de başyapıt olsun diye değil, insanlar izlesin de ibret alsın diye çekmiş. Yani hedefini tam on ikiden vuruyor.

Filmin teknik kalitesi gerçekten çok iyi. Kostümlerden sanat yönetimine çok ciddi emekler verildiği belli. Aynı şekilde yıldızlardan (belki siz demezsiniz ama onlar benim için yıldız) oluşan oyuncu kadrosu döktürüyor. Bir adı yazsam diğerine hak geçer, öylesi. Tolga Örnek de hazmı çok kolay, çok güzel akan bir film çekmiş. Daha ne olsun.

Son paragrafım, o cesur mühendislere yine. Ben meslek olsun diye okudum İTÜ Makine’yi. Üstelik otomotiv dersleri de aldım. Ama ben kendime mühendis demem. Bu filmi gördükten sonra olmaz. Gerçek mühendisler onlardır. Yaptığı işi seven, hayran olan ve bunu ülkesi için de yapandır. Bazı işler için o olarak doğman lazımdır, makine mühendisliği de onlardan biri desem abartmış mı olurum?

Oyuncular: Taner Birsel, Ali Düşenkalkar, Altan Gördüm, Vahide Gördüm, Selçuk Yöntem, Halit Ergenç, Onur Ünsal, Uğur Polat, Sait Genay, Serhat Tutumluer, Seçil Mutlu – Görüntü Yönetmeni: Hasan Gergin – Müzik: Demir Demirkan – Senaryo: Tolga Örnek, Murat Dişli – Yönetmen: Tolga Örnek
**** G.T.: 24 Ekim Y.T.:12 Kasım

10 Kasım 2008 Pazartesi

Quantum of Solace

Quantum of Solace, çok yerinde bir devam filmi. Selefini aşmıyor ama ondan sonraki aşamaları güzelce devam ettiriyor.

Bir kere şu ayrım alenen yapılmalıdır: İki tür dizi türü vardır. Birinde olaylar birbirini takip eder. Bir bölümü kaçırırsanız olayları kaçırırsınız. İkincisinde ise her hafta farklı bir konu vardır. Karakterler ve ana unsurlar aynı olsa da her bölüm birbirinden farklıdır. Bu türde bölüm kaçırmanız sizi etkilemez.

Bond serisi ilk 20 filminde ikinci türü tercih etti. Her film, öbüründen bağımsızdı. Ama Casino Royale ile birlikte birinci türe geçiş yaptı. Aslına bakılırsa Sean Connery’li Bond filmlerinde de bir nevi devamlılık vardı. Roger Moore ile birlikte bu, tamamen unutuldu. Şimdi Bond, hem Connery’li günlerine geri dönmeye çalışıyor hem de zamana ayak uydurmaya. Hal böyle olunca birinci türe atlayış kaçınılmaz oluyor.

Dün biraz Ekşi Sözlük’teki yorumları okudum. Çoğunluk Roger Moore-Pierce Brosnan çizgisine göre filmi yorumluyor. Oysa ki mantalite tamamen farklı. Quantum of Solace, Casino Royale’in kaldığı yerden başlıyor. Yani Bond Le Chiffre’yi alt etmiş lakin en büyük aşkı Vesper tarafından ihanete uğratılmış. Sonunda da köstebeğin Mr. White olduğunu bulmuş. Bu film ise, Bond’un Mr. White’ı sorgulamaya götürmesiyle başlıyor. Amaç Le Chiffre ile Mr. White’ın içinde olduğu örgütü bulmak. Aynı örgüt Vesper’in de Bond’a ihanet etmesini sağlamış.

Başka bir durumsa, Casino Royale’da Bond’un daha yeni ajanlığa başlaması. Yani Bond daha çaylak. Daha neyi nerde ne zaman yapacağını yeni anlamaya başlıyor. Bu yüzden tipik Bond hareketleri de daha yeni oturmaya başlıyor. Mesela ünlü “My name is Bond, James Bond!” repliğini önceki filmin finalinde duymuştuk. Bond’un her kızla yatmaya başlaması bu filmle başlıyor henüz. Çünkü Vesper’dan hayatının kazığını yemiş, bir daha hiçbir kıza güvenmemeyi öğrenmiş. Bir de içki olayı var, “Shaken, not stirred martini”. Bu filmdeki bir sahnede Bond barda içkisini içiyor. Felix geliyor ve içkinin nasıl olduğunu soruyor. Bond “Tam istediğim gibi!” diyor ve sonra barmen Felix’e karışımı açıklıyor. Böylece tipik içkiyi de Bond daha yeni keşfetmiş oluyor. Yine Bond’un CIA’deki dostu olan Felix ile önceki filmde tanışmıştık. Bu filmde ikisi arkadaşlıklarını geliştiriyorlar. Belki de 23. filmde dost olurlar.

İşte bu açıdan bakıldığında Quantum of Solace, oldukça iyi bir Bond filmi. Karakteri bir adım ileriye taşıyor ve sonraki filmler için açık alanlar bırakıyor. Bir sonraki filmde bu boşluklar dolacak ve esas şenlik o zaman başlayacak. Mesela Quantum örgütünün başının kim olduğu veya Mr. White’ın örgütün neresinde olduğu. Ben 23., en bilemediğin 24. filmde bir zirve bekliyorum. Hadi hayırlısı!

Oyuncular: Daniel Craig, Olga Kurylenko, Mathieu Amalric, Judi Dench, Giancarlo Giannini, Gemma Arterton, Jeffrey Wright – Görüntü Yönetmeni: Roberto Schaefer – Müzik: David Arnold – Senaryo: Paul Haggis, Neal Purvis, Robert Wade – Yönetmen: Marc Forster
***1/2 G.T.: 7 Kasım Y.T.: 9 Kasım

Öylesine Notlar - 8

  • Televizyonlarda aniden çıkan yeni trendlere gıcık oluyorum. Çıkıyorlar, sonra tüketilip bir kenara fırlatılıyorlar. Daha yavaş tüketemez miyiz? Ya da hiç aynı bir şeyi sevemeyecek miyiz? Kapitalizm bu mudur?
  • Star Wars Episode 2.5: The Clone Wars bariz çocuk filmi. Ama SW etkisine de sokabiliyor sizi. Senaryo çok bariz yazılmış. En kötüsü de filmin adıyla alakası bulunmaması. Anakin ile yamağının görevini izliyoruz sadece.
  • Eskiden sevdiğim kimi önemli (yada öyle olduğunu sandığım) şeyleri sevmemek bana acayip koyuyor. Büyümek bu mu?
  • Öykü & Berk neden bu kadar şapşal?
  • Bazen düşünüyorum, film indirmek mi yoksa film izlemek mi beni daha çok mutlu ediyor. Normali ikicisi elbet ama bazı anlarda şaşırıyorum.
  • Bugün internet aleminde Ozu’nun filmlerini arattım. Sinefiller arasında kilit isimdir Ozu. Hiç popüler değildir ama her sanatçı ona imrenir. O kadar ki Kurosawa, Ozu’nun öldüğü günü Japon Sineması’nın bittiği gün iddia etmiştir. Neyse ki tek film de olsa buldum. Ben de Ozu izleyeceğim yani. Heyo!
  • Hale Caneroğlu’nu çok yapmacık buluyorum.
  • Dün akşam doğumgünüm şerefine Tike’nin Bursa şubesine gittik. Şık bir kebap restaurantı. Kebap seven zenginlerimiz böyle yerlere hastadır. Ne ise, gittik. Kapıda kocaman “Mediterrian Grill” yazıyor. Ne kadar cafcaflı ama boş bir tanım! Çünkü Akdeniz havzasında kebap yoktur! Akdeniz’de ızgara denilince biftek, pirzola gibi tek parça kırmızı et gelir. Menü geldi ilk önce. Fiyatlar uçuk zaten. Sonra yemekler gelmeye başladı. Efendim, ana yemek başına 20’li bir rakam veriyorsanız çok leziz, orijinal bir yemek beklersiniz. Gelenler sıradanın ötesine pek geçemeyen işlerdi. Adam bariz malzemeyi iyi almış ve bol kullanmış hafif, o kadar. Ekstra hiçbir şey yoktu! Bence bu konsept ufak çaplı bir fiyaskodur.
  • Tike’de yemek yerken aklıma Unkapanı, Sur dibindeki Sur Kebap geldi. Hem gözünüz, hem mideniz doyuyor. Ben öyle bir şey hayatımda yemedim. Fiyatı da değerine göre ucuz.
  • Annemle yaş konusunda uyuşamıyoruz. Kendisi girdiği yaşı baz alıyor, ben ise bitirdiğim. Benim düşünceme şiddetle karşı çıkıyor. Mesela ben 1984 doğumluyum. Bugün 24 yaşımı doldurdum ve bir yıl boyunca 24 yaşında olduğumu dile getireceğim. Anneme göreyse 25 demem gerekiyor.
  • Geçenlerde arka arkaya 1940 yapımı iki romantik-komedi seyrettim. İlki olan His Girl Friday, sıkılma ihtimaliniz bulunamayan bir film. O kadar çok ve o kadar hızlı konuşuyorlar ki dikkatinizin dağılması imkansız. Zaten bu film, gerçek hayatta olduğu gibi konuşmaların birbirinin üzerine bindiği ilk filmmiş. İkincisi ise screwball tarzının klasiklerinden The Philedelphia Story. Cary Grant-Katherine Hepburn-James Stewart üçlüsü nasıl döktürüyor görmelisiniz. İzlerken aklıma 60’ların salon komedilerinden High Society geldi. Konuları birbirine çok yakın.
  • Adalet kavramı benim için çok önemlidir. O yüzden 73 dakikalık The Ox-bow Incident beni çok etkiledi. Film, kasabanın ileri gelenlerinden birinin bir ordu tarafından vurulduğunun salonda duyulması ile başlıyor. Hemen diğer kasabalılar intikam için bir grup oluşturuyor. Orduyu takip ediyorlar ama geceyarısında onları bulduklarında sadece 3 kişi oldukları çıkıyorlar. Çoğunluk hemen asılmalı taraftarı olsa da birkaçı mahkeme yanlısı çıkar. Sonuçta asma taraftarları ağır geliyor ve 3 kişi de asılıyor. Kasabaya dönerlerken o ana kadar kayıp olan şerif çıkıyor ve neden toplandıklarını soruyor. Cevap karşısında şoke oluyor çünkü öldürüldü denilen adamın ölmediğini söylüyor. Kalan kısım tam bir vicdan muhasebesi!