21 Mart 2010 Pazar

Son 1 Ayda

Son 1 ayın çoğunu ofiste geçirdim. Buna haftasonları dahil. Hal böyle olunca pek bir şey yapamadım. Film izleyemedim. Dizileri zor zar takip ettim vs. Yine birkaç madde var size yazmak istediğim:

  • TTnet ile taşınmadan sonra çok uğraştım. Hala daha nedenini tam anlayamadığım bir olgu yüzünden 1 aya yakın bağlantıda sıkıntı çektim. Şöyle ki nete bağlanıyordu bilgisayar ama sayfalara hiçbir şekilde giremiyordu. Bir tek gtalk'a giriyordu. Uzun lafın kısası çok çektirdi. Bağlantı hızım hala berbat. Ekimde sözleşmem doluyor, kontrol ettim. Kablonet'e geçeceğim, bakalım o nasıl olacak?
  • Nilüfer Tiyatro Festivali varmış. Son anda öğrenip bilet aldım 6 oyuna. İstanbul'da 20-30 tl ödediğiniz özel tiyatrolar 7.5 tl'ye (tam) geliyor. Hala devam ediyor festival. Gerçekten güzel hizmet. Nilüfer Belediyesi ciddi ciddi çalışıyor!
  • İlk oyun Duru Tiyatro'nun Aşk Her Yerde'siydi. Emre Kınay'ı ilk defa izledim sahnede ve beğenmedim. Oyun tipik salon komedisiydi, pek hoşlaşmadığım bir tür. Ama güzel yapılırsa izlenir. Ne yazık ki metin çok zayıftı, tempo konusunda çok açık sıkıntılar yaşandı. Pelin Körmükçü ve diğer iki oyuncu iyiydi lakin Emre Kınay rol yapıyordu çok bariz.
  • İkinci oyun, Zuhal Olcay'ın oynadığı Şölen. Berbat. Gerçi 2. perdeyi izlemedim, yorum yapmak ne kadar doğru bilemeyeceğim ama ilk perde berbattı. Oyunun çevirisi çok yavandı bir kere. Saçma küfürler teferrüat. Konu yavan, metin yavan, oyunculuklar yavan. Zuhal Olcay bile kötüydü, daha ne diyeyim!
  • O oyunun üstüne Levent Yüksel konserine gittik. Güzeldi. Sertab kadar olmasa da Yüksel ne yaptığını biliyor. Bir kere Türk pop müziğinin en iyi vokallerinden biri. İkincisi de gelmiş geçmiş en iyi albümlerden birine sahip: İlk albümü efsanedir. Konserde de buna bir kez daha şahit olduk. Yüksel'in performansı harikaydı.
  • Semaver Kumpanya'nın Lourcine Sokağı Cinayeti'ne gittim. Çok güldüm. Benim için harika bir 65 dakikaydı. Tiyatroyla ilişkim seyirci seviyesindedir, öteye geçmez ama bir seyirci olarak çok keyif aldım ve gördüm ki Nadir Sarıbacak sahnede de döktürüyor. Bravo!
  • Yıldız Kenter'in Kral Lear'ını fazla mesai yüzünden kaçırdım.
  • Bugün de rahmetli Savaş Dinçel'in yazıp yönettiği Uçurtmanın Kuyruğu'nu izledim. Çok iyi. Başyapıt değil belki ama her bakımdan dört dörtlük. İlker Ayrık'ın oyunu ayrı bir efsane. Tiyaroseverler kaçırmamalı bence.
  • Yaklaşık 1 ay önce Bursa Hayal Kahvesi açıldı. Benim eve çok yakın. Açılış sonrası merak ettik, 4 erkek (hepimiz mühendisiz) gittik. İçerisi bomboş, rezervasyon geyiğine almadılar. Yani damsız girilmez muhabbeti çektiler. Şimdi 1. hata: Sen Hayal Kahvesi'siysen dürüst olacaksın. Adam gibi de, damsız almıyoruz kardeşim diye. 2. hata: Sen bir lokanta ve barsın, disko değilsin. Ne demek damsız muhabbetine girmek. Ben içeri girip olay mı çıkaracağım? Korkun ne? Bursa'da hanzo çok, Bursa tarifesi budur mu olay? Öyleyse aç kendi isminle, ne diye hayal kahvesi adını kullanıyorsun, ayıp değil mi? Çok kıl oldum valla. En kıl olduğumsa 2. mevzu.
  • Mirkelam ile Kargo birleşip albüm çıkarmış, adı 'Rackın Rol Disko Parti'. Eğlenceli bir çalışma olmuş. '80'ler' şarkısı favorimdir.

8 Mart 2010 Pazartesi

2010 Oscar Töreni - Canlı Yorum

Evet! 2010 Oscar Ödül Töreni’ne benim saatime göre 19 dakika var. Bu yıl yorumlarımı tören devam ederken anında yazacağım. Tören biter bitmez de bloğa yükleyeceğim.

Her paragraf öncesi saati de not edeceğim. Saat, Türkiye Saati’dir, GMT +2 yani. Tahminlerimi şubat ayında yazmıştım. Değişen olmadı fikirlerimde. Belki yabancı filmde Un Prophete’yi görebiliriz, o da harika bence ama yine de Haneke alır diyorum. Göreceğiz. Bundan sonrası sadece gerçekler:

3.39 : Tören, Neil Patrick Harris, nam-ı değer Barney’in enfes şovuyla başladı. Harris son yılların aranılan şov takdimcisi olarak Oscar’a da adını yazdırdı. Ama bu hareketle Alec Baldwin ile Steve Martin’in dans edemeyeceği anlaşıldı. Bu arada ikilinin başlangıç esprileri çok klişeydi.

3.44 : En İyi Yardımcı Erkek açıklanıyor, Penelope Cruz tarafından…

3.48 : Evet! Christopher Waltz bekleneni gerçekleştirdi. Gecenin ilk ödülünü kaptı. Konuşması kısa ve özdü.

3.58 : En İyi Animasyon ne yazık ki Up oldu. Tahminler doğru çıktı. Ama takdim videosu çok komikti, youtube’dan bakının derim.

4.03 : Çok ilginç, şarkı adayları performans olarak icra edilmedi. Zamanlama konusu herhalde. Ama ödül hak edene gitti. ‘The Weary Kind’ (Crazy Heart) yılın en iyisiydi. Filmi ben dün izleyebildim bu arada. Şarkıları çok iyi ama bu şarkı en iyisiydi.

4.15 : F*ck. İlk yanlış tahminim: Orijinal Senaryo'yu Mark Boal The Hurt Locker ile kaptı.

4.18 : John Hughes özel anma bölümü yapılıyor. İşte vefa budur. Takdimciler de Matthew Broderick ile Molly Ringwald'dı. Harika! Şimdi de özel konuşma yapılıyor, Culkin bile gelmiş. Hollywood Hughes'a bu kadar değer verir miydi?

4.30 : Şu anda kısa filminn önemini anlatan bir video yayınlandı. Çarpıcıydı. Galiba törene ödüller öncesi yayınlanacak videolar damgasını vuracak.

4.38 : Ben Stiller, Navi makyajıyla sahneye çıktı. Şimdiye kadarki en komik performansı gerçekleştirdi. Star Trek Makyaj dalını aldı. Hak etti mi? Yani.

4.49 : Yine yanlış tahmin: Uyarlama senaryo Precious ile Geoffrey Fletcher'in oldu. Up in the Air daha iyiydi kesinlikle.

4.59 : Mo'Nique En İyi Yardımcı Kadın'ı aldı. Çok acıklı bir konuşma yapıyor.

5.07 : Avatar ilk ödülünü aldı, Set Dizaynı dalında.

5.10 : The Young Victoria Kostüm dalnde hak edilmiş bir ödül aldı. Ödülü alan kadın, ödülünü yaptıkları iş pek görülmeyen bağımsız filmlerin kostümcülerine adadı. Şık hareket!

5.18 : Martin ile Baldwin'in ilk komik esprileri Paranormal Activity parodisi ile geldi.

5.25 : The Hurt Locker Ses Kurgusu dalını da kaptı.

5.26 : The Hurt Locker Ses'i de alarak ödül sayısını üçledi. Avatar hala birde.

5.35 : Ne demiştik? Avatar birde miydi? Görüntü'yü alarak iyi bir atak yaptı.

5.41 : Anma (tribute) bölümü yine iyi hazırlanmış. Acıklı oldu yine.

5.46 : Müzik adayları için hazırlanmış özel performanslar yapılıyor. Pandomim ve break dans ağırlıklı, seyri pek keyif vermeyen gösteriler.

5.52 : Müzik'i Up kaptı. Güzel ve sade bestelerle (score).

5.55 : Görsel efekt tabii ki Avatar'ın.

6.01 : Belgesel adaylarını hiç izlemedim, açıkçası da izlemeyeceğim ama kazananı merak ediyorum. 2 dakika içinde belli olacak: The Cove, yunusları anlatan popüler belgesel.

6.07 : The Hurt Locker kurguyu da aldı. Yarış sürüyor.

6.09 : Ara yorum: Gördüğüm en sıkıcı törenlerden biri oluyor. Sunucu seçiminin yanlışlığı çok bariz. Barney ve Stiller hariç akılda yer eden an hiç yok. Senaryo dalları hariç sürpriz de olmadı. Küçük tanıtım videolarının devamını bekliyorum.

6.16: Ve Yabancı Film: F*ck! Bu ne be! Şaka bu: Arjantin'den The Secret in Their Eyes. İzlemedim ama Haneke ve Un Prophete'den daha iyi olmadığına neredeyse eminim. 2 yıldır bu kategori sürprizlere gidiyor, şaşırtıcı.

6.24 : Geçen yılki gibi ana oyuncu kategorilerini 5'er büyük star takdim ediyor. Her oyuncuyu teker teker onurlandırarak: Michelle Pfeifer Bridges hakkında bayağı konuştu. Vera Fermiga da Clooney hakkında gülümsetti. Julianne Moore Firth'ü utandırmakla meşgul şu anda. Ay, Tim Robbins Shawshank'taki kankası Freeman'ı anlatıyor. Colin Ferrell de Renner'i anlattı.

6.32 : Kate Winslett Erkek'i açıklıyor: Jeff Bridges! Hey Dude, you've earned it! Salon ayaklandı!

6.38 : Sadece 3 kategori kaldı. The Hurt Locker sayısal olarak önde ve öyle bitecek gibi.

6.40 : Ve En İyi Kadın: Forest Whitaker, Bullock'u tanıttı. The Queen'den Michael Sheen Mirren'i anlatıyor.

6.43 : Rol arkadaşı Peter Sarsgaard, Mulligan hakkında saçmalıyor. Oprah, Gidibe'yi övüyor.

6.45 : Stanley Tucci de Streep'i anlatıyor. Bakalım kazanan kim olacak? Sean Penn açıklıyor:

6.48 : Komedi gerçekleşti: Dün En Kötü Aktris ödülünü kapan Bullock, Oscar'ı da kaptı. Hak etmediği bir ödül. Zaten şu an diğer adaylardan özür diliyor.

6.51 : Bullock şimdi de ağlıyor. İn o sahneden, yakışmıyorsun!

6.52 : Barbra Streisand Yönetmen'i açıklıyor (açıklarken adayları 3'e indirdi bile).

6.54 : Kazanan Bigelow! Doğru tahmin! :D

6.58 : En İyi Film'i Tom Hanks açıkladı: The Hurt Locker. Ben ihtimal vermiyordum ve 2-3 aday daha iyiydi. Ama ilginç atmosferi ve yapısıyla hak ettiği de söylenebilir.

7.01 : Tören bitti: Sürprizleri ve birkaç anı dışında sıradandı. Billy Cristal'i özlüyorum. Daha yoğun bir yorum ilerleyen günlerde bu blogta olacak.

6 Mart 2010 Cumartesi

2010'da Türk Sineması

Hepinizin bildiği üzere son yıllarda Türk sineması her anlamda ciddi bir atağa geçti. Bir taraftan film sayısı inanılmaz artıyor, her ne kadar çoğu saçma sapan olsa da. Diğer taraftan izlenilebilecek film sayısı da artıyor, bunların kalitesi de. Çünkü o saçma sapan filmler de film ve istemeyerek de olsa sinema sektörünü geliştiriyorlar. Bu da aralarından çıkan kaliteli filmleri arttırıyor. Diğer deyişle, ne kadar saçma sapan film çekilirse o kadar kaliteli film izleyebiliriz.

2010’un başlangıcından itibaren yeni filmlerden 5’ini izledim. Bunlardan birkaçı 2009’un fakat ben ancak fırsat yakalayabildim. Başlayalım:

Yahşi Batı

Valla açıkçası içinde Cem Yılmaz’ın olduğu filmlerden bir tek Her Şey Çok Güzel Olacak’ı beğeniyorum. Gerisini her biri başka bir sebepten olmak üzere beğenmedim. Mesela G.O.R.A.’da hiç gülmedim, keza AROG da bir iki sahne hariç çok eğrelti geldi bana. Hokkabaz’ı klasman dışı tutuyorum, ne idüğü belirsiz bir filmdir bence.

Yahşi Batı ise içlerindeki (kendi yazdıkları arasından) en iyisi bence. İyi bir film mi? Hayır. Ama bu 4 film arasında en iyisi. Yılmaz, anlatmak istediğini anlatmış bence ama hala bunu sinematografik yapamıyor. Hala TV estetiğine ve anlık şakalara yaslanıyor. Ama bunu giderek daha sinemasal hale getiriyor, tabii önünde de çok yolu var.

Ben Cem Yılmaz’ın kendi The Hangover’ını çekeceği günleri bekliyorum ve bu arada çok uzun yıllar olsa da olacakmış gibi duruyor.

Son olarak Ömer Faruk Sorak gözümden çok düştü. Sınav’dan sonra Cem Yılmaz’ı kastederek bir daha star filmi yapmayacağını açıklamıştı. Paşalar gibi yapıp, tükürdüğünü yaladı!

Oyuncular: Cem Yılmaz, Ozan Güven, Zafer Algöz, Demet Evgar, Özkan Uğur, Bünyamin Durgut, İştar Göksever, Graham Hoadly, Yılmaz Köksal - Görüntü Yönetmeni: Mirsad Heroviç – Müzik: Ozan Çolakoğlu – Senaryo: Cem Yılmaz – Yönetmen: Ömer Faruk Sorak – **

Bornova Bornova

İşte 2009’u yılında gösterime giren en iyi Türk filmi. Harikulade A’dan Z’ye.

Küçük ama sağlam senaryosu en önemli özelliği. Küçükten kastım iddiasız olması. Sağlamdan kastımsa çok iyi kurulmuş olması. Topu topu 4 karakterin birkaç gün içinde sokak köşelerinde yaşadığı olayları anlatıyor. Aslında anlatmıyorlar da aktarıyor. Çünkü film tamamen diyalogların birleşiminden meydana geliyor ve karakter gelişiminden tutun da senaryo ataklarına kadar her senaryo öğesi bu diyaloglarla aktarılıyor.

Bu senaryonun üstüne atmosferin yaratımı, her şeyiyle çok iyi. Dekorlara hiç gerek yok çünkü her şey sokak duvarlarının üzerinde olup bitiyor. Bir apartman önü yada bilardo salonu. Egeliler için o kadar doğal mekanlar ki bunlar, hiçbir şekilde yapmacık gelmiyor. Her unsur öylesine hayatın içinden.

Ve oyunculuklar. 10 numara. Sınırlı alan içerinde birer performans şovuna dönüşüyorlar. Karakterler bakkalın önünde oturuyorlar, oynamadan. Sakin ve sessiz.

Kendi halinde mini bir başyapıt. Defalarca izlenmeli. Biraz da 80 sonrası gençliğin ne duruma düşürüldüğünü anlamak için.

Oyuncular: Öner Erkan, Kadir Çermik, Damla Sönmez, Erkan Bektaş, Öner Ateş, Murat Kılıç – Görüntü Yönetmeni: Enrique Santiago Silguero – Müzik: Harun İyicil, Ferit Özgüner – Senaryo ve Yönetmen: İnan Temelkuran – ****1/2

Soul Kitchen

Her ne kadar Fatih Akın Alman sineması içerisinde yer alsa da ve ben de hep böyle düşünsem de; her zaman Türk sinemasına bir yanıyla giriyor olacak. Bazı filmlerini izlemedim ama izlediklerimden en az Türk öğe barındıranı. Gerçi bu tarz sıfatlarla bir filme yaklaşmak çok saçma ama akıldan geçiyor.

Soul Kitchen, eğlencelik bir film lakin frekansınızın tam tutmasa da çok yakın olması lazım. Diğer türlü çok sıkılabilirsiniz de. İçinde sürüyle saçmalık da var çünkü. Ama filmin rüzgarına bir kapılırsanız ayaklarınız yerden kesilir ve sürüklenirsiniz içinde. Acayip de eğlenirsiniz.

Bana dönersek çok kapılamadığımı söylemeliyim. Aktı bir şekilde ama Akın sineması bana biraz sürreal geliyor. Im Juli de böyleydi ama daha keyif almıştım. Senaryonun beni çok şaşırtmaması esas sorun oldu. Bir de absürtlüğün yanında romantizme çok meyletmesi. Genel olarak keyif aldım ama.

Oyuncular: Adam Bousdoukos, Moritz Bleibtreu, Birol Ünel, Anna Bederke, Pheline Roggan, Lukas Gregorowicz, Dorka Gyllus, Wotan Wilke Möhring, Demir Gökgöl – Görüntü Yönetmeni: Reiner Klausmann – Senaryo: Fatih Akın, Adam Bousdoukos – Yönetmen: Fatih Akın – ***

ÖZEL NOT: Soul Kitchen’a Alkazar Sineması’nda gittim. Ana akım dışı filmler izleyenler bilir; İstiklal Caddesi’nin tam ortasında, Tünel’e giderken solda kalır, Ağa Cami’yi hemen geçince. En köklü sinemalardan biridir. Artık 'biriydi' oldu, ne yazık ki! 2 gün önce bir arkadaşın bloğunda okuyunca şaşkına döndüm. Alkazar da yok artık! Bir tarih daha gitti. Merdivenlerinden çıkarken Avrupa Sineması’nın başyapıtlarının afişlerini imrenerek incelerdim. O filmler bir zamanlar bu salonlarda oynamış ve ben izleyememişim diye. Anı olarak kalacak artık. Elveda Alkazar!

Neşeli Hayat

Herkes bir konuda hem fikir: Neşeli Hayat, Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi. Özellikle de ustalıklı senaryosuyla. Lakin hala eksikleri var. Bu sefer senaryo dışı sorunlar baş gösteriyor: Kurgu hataları, atmosfer yaratmada eksiklikler, vb. Ama bu sorunlar hal edilmeyecek sorunlar değil.

Böylece Erdoğan, sinemada da önemli kalemlerden biri olduğunu gösterdi. Bu yolda devam ederse 10 yıl içinde büyük çaplı (kalite manasında) bir film izleyebiliriz ve bu filmle bugünün hayalleri gerçeğe dönüşebilir.

Bu film ise hazmedilir seyriyle her alandan izleyiciyi hak ediyor. Küçük bir hikayeyle küçük kalarak kendinden taviz vermeden nihayete ermesi en önemli artısı.

Oyuncular: Yılmaz Erdoğan, Büşra Pekin, Ersin Korkut, Rıza Akın, Oğuzhan Koç, Erdal Tosun, Cezmi Baskın, Sinan Bengier – Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak – Müzik: Deniz Erdoğan, Yıldıray Gürgen – Senaryo: Yılmaz Erdoğan, İbrahim Büyükak, Oğuzhan Koç, Eser Yenenler – Yönetmen: Yılmaz Erdoğan – **1/2

Hayat Var

Reha Erdem sineması herkese hitap etmiyor. Hele durağan filmleri sevmiyorsanız, kaçının derim. Ama benim gibi, biraz olsun katlanabiliyorsanız inanılmaz dünyalara yelken açarsınız.

Şunu baştan söyleyeyim: 110 dakikalık filmde çok sıkıldım. Bir ara, 20 dakikalık ara bile verdim ki hiç yapmam normalde. Ama bu, filmin kendi içinde bir başyapıt olmasını engellemiyor. Film muhteşem.

İstanbul’u ışıltısından olabildiğince uzak ama bir o kadar içinden ve gerçekçi anlatan ben başka bir film hatırlamıyorum. Başka bir İstanbul izliyoruz lakin bu, bildiğimiz İstanbul değil. Salaş, sade, sessiz, tehlikenin hem içinde hem dışında, bir taraftan küçük bir kabus, diğer taraftan bir rüya kent izliyoruz. Bunu da enfes bir ses çalışmasıyla (şarkı değil, hayatın sesleri) ve olabildiğine doğal görüntülerle özümsüyoruz.

Sessiz ama içe işlenen bir başyapıt. Dayanabilenler birkaç defa izlemeli ama ben birde kalacağım.

Oyuncular: Elit İşcan, Erdal Beşikçioğlu, Levent Yılmaz, Erhan Tekin. Banu Fotocan, Handan Karaadam, Metin Yıldırım, Önder Açıkbaş – Görüntü Yönetmeni: Florent Herry – Senaryo ve Yönetmen: Reha Erdem – ****1/2

2 Mart 2010 Salı

Oscarlıklar 2010 - 5

The Boys are Back

10 yıl önce filan Shine’ı seyrettiğimden beri Scott Hicks’i takip ederim. Çok iyi bir yönetmen değildir, filmleri öyle aman aman izlenmez. Lakin ben severim, ilginç fikirleri perdeye yansıtır.

The Boys are Back de son filmi. Ana fikir güzel. Karısı aniden ölen adam, 8 yaşındaki oğluna göz kulak olmaya çalışıyor. Derken eski eşinden olan oğlu da gelince işler iyice zıvanadan çıkıyor. Harika bir dram konusu. Bundan 30 yıl önce Dustin Hoffman Kramer vs Kramer’da harikalar yaratmıştı benzer bir konuyla. Zaten daha filmin 10. dakikasında benzerlikler başlıyor.

Clive Owen baba rolünde gayet iyi ama çok da gayret göstermediği belli. Çocuklar bence daha iyi, bilhassa büyük oğul rolünde George MacKay filmin en iyisi. Hicks ise gidip gelen bir tempo yakalamış ki filme bariz zarar veriyor. Daha iyi bir senaryo ve rejiyle çok iyi bir dram izleyebilirdik. Ama yine de duygu sömürüsüne girmeden marazını anlatabiliyor.

Oyuncular: Clive Owen, Nicholas McAnulty, George MacKay, Laura Fraser, Emma Booth, Emma Lung, Natasha Little – Görüntü Yönetmeni: Greig Fraser – Müzik: Hal Lindes – Senaryo: Allan Cubitt (Simon Carr’ın ‘The Boys Are Back in Town’ adlı romanından) – Yönetmen: Scott Hicks – ***

The Young Victoria

Kim ne derse desin kostümlü dramaları seviyorum. Şu İngiltere’nin şaşaalı şatolarında geçen entrikalar ve aşklar hoşuma gidiyor. Hele hafif de olsa tarihi dayanağı varsa zevkle de izlerim. Balıma, İngiltere Sineması her yıl 1 tane çıkarıyor, seri imalat gibi. Geçen yıl The Duchess vardı, çok başarılı olmasa da bir düzeyi tutturuyordu.

Bu yıl da Kraliçe Victoria’nın gençliğini, kraliçe oluşunu ve ilk hükümdarlık yıllarını izliyoruz. Ben çok rahat izledim ve sevdim. Artı bir değeri yok yine ama belli bir düzeyde, hiç sırıtmadan film nihayete eriyor. Üstelik başrolde Emily Blunt var. Güzel ve başarılı bir aktris kendisi, sıklıkla izlemeye gayret ediyorum.

Film; kostüm, sanat yönetmeni ve makyajda Oscar’ın favori adayı. Ayrıca yönetmeni de en son absürd Kanada filmi C.R.AZ.Y’i çekmişti.

Oyuncular: Emily Blunt, Rupert Friend, Paul Bettany, Miranda Richardson, Jim Broadbent, Thomas Kretschmann, Mark Strong, Jesper Christensen, Harriet Walter – Görüntü Yönetmeni: Hagen Bogdanski – Müzik: Ilan Eshkeri – Senaryo: Julian Fellowes – Yönetmen: Jean-Marc Vallée – ***

Oscarlıklar 2010 - 4

Uzun süre bloga yazamadığımın farkındayım. Ama son 1 ay oldukça doludizgin geçti. Film bile seyredemediğim ardışık günler oldu. Hal böyleyken oturup rahatça yazı yazamadım. Kaldığımız yerden, Oscar dizisiyle devam ediyoruz.

The Private Lives of Pippa Lee

Bu film, Oscar yarışında değil lakin arada kaynasın. Rebecca Miller, ünlü yazar Arthur Miller’ın kızı ve aynı zamanda günümüzün en usta aktörlerinden Daniel Day Lewis’in karısı. Profesyonel olarak da yazar, senarist ve yönetmen. İlk filmi, The Ballad of Rose and Jack arşivimde nicedir izlenmeyi bekliyor, elbet günü gelecek. Lakin biz son filmine bakacağız.

The Private Lives of Pippa Lee, bir feminist filmi. Gerçi etiket yapıştırmayı sevmem ama nerden bakarsanız bakın, öyle. Tipik bir ev kadınının geçmişiyle beraber günümüzdeki şaşırtıcı durumlarını aktarıyor. Bu durumlar, görünenin arkasında saklı dışavurum reaksiyonları. Film, bunları geçmişte yaşadıklarıyla özleştirerek anlatıyor. Çeşitli okumalar yapılabilir lakin biraz zorlamanız gerek. Ben düz izledim, sıkmadı ama ötesine de geçmedi. Bazı mantık hataları bana göre filmi zedeliyor ama bunları hata olarak nitelemek istemeyebilirsiniz de. Kısacası muğlak bir anlatıma sahip. Enfes oyuncu kadrosuyla nesnelleşmeye çalışıyor ama kafi değil.

Oyuncular: Eobin Wright Penn, Alan Arkin, Mario Bello, Mike Binder, Winona Ryder, Keanu Reeves, Blake Lively, Julianne Moore, Robin Weigert – Görüntü Yönetmeni: Declan Quinn – Müzik: Michael Rohatyn – Senaryo: Rebecca Miller (kendi romanından) – Yönetmen: Rebecca Miller – ***

New York, I Love You

Ben Paris, I Love You’yu çok sevmiştim. Ama bu konseptin 2. ürünü olan New York ayağı ilkinin yanından bile geçemiyor, gerek duygusal gerek teknik anlamda. İlk filmden aklımda kalan rahat 5-6 bölüm var. Bu filmde ise sadece 1! O da Brett Ratner’ın lise balosuna mecburen tekerlekli sandalyede bir kızla giden şaşkın bir oğlanı anlattığı bölüm. Diğerleri unutulmaya mahkum, sıradan kısa filmler. Fatih Akın ile Uğur Yücel’in işbirliği ise rezalet bence.

Oyuncular: Bradley Cooper, Natalie Portman, Shia LaBeouf, Robin Wright Penn, Ethan Hawke, Orlando Bloom, Blake Lively, Hayden Christensen, Christina Ricci, Justin Bartha, Rachel Bilson, Anton Yelchin, John Hurt, Maggie Q, Chris Cooper, James Caan, Julie Christie, Andy Garcia, Eli Wallach, Cloris Leachman, Eva Amurri, Olivia Thirlby, Jacinda Barrett, Qi Shu, Burt Young, Irrfan Khan, Taylor Geare, Uğur Yücel – Görüntü Yönetmeni: Benoit Debie, Pawel Edelman, Michael McDonough, Declan Quinn, Mauricio Rubinstein – Müzik: Tonino Baliardo, Nicholas Britell, Paul Cantelon, Mychael Danna, İlhan Erşahin, Jack Livesey, Shoji Mitsui, Mark Mothersbaugh, Peter Nashel, Atticus Ross, Leopold Ross, Claudia Sarne, Marcelo Zarvos – Senaryo: Emmanuel Benbihy, Tristan Carne, Hall Powell, Israel Horovitz, James C Strouse, Shunji Iwai, Hu Hong, Yao Meng, Joshua Marston, Alexandra Cassavetes, Stephen Winter, Jeff Nathanson, Anthony Minghella, Natalie Portman, Fatih Akın, Yvan Attal, Olivier Lécot, Suketu Mehta – Yönetmen: Fatih Akın, Yvan Attal, Allen Hughes, Shunji Iwai, Wan Jiang, Joshua Marston, Mira Nair, Brett Ratner, Randall Balsmeyer, Natalie Portman, Shekhar Kapur – **

The Princess and the Frog

Animasyonları severim ama zeki olanları, beni hem şaşırtıp hem de eğlendirebilenleri. Böyle animasyonlar da azdır maalesef. The Princess and the Frog bunlardan biri.

Ama film esas klasını geçmişe nur yağdırarak yapıyor. Şöyle ki Disney’in ne zamandır (hatta herhangi bir stüdyonun) çekmediği 2 boyutlu animasyon tekniğini ve ruhunu geri getiriyor. Siz de geçmişin o enfes animasyonlarını (başyapıtım The Lady and the Tramp’tır) anarak izliyorsunuz. Buna rağmen günümüzün anlatım teknikleri de ustaca yedirilmiş filme. Ben acayip keyif aldım, size de tavsiye ederim.

Seslendirenler: Anika Noni Rose, Bruno Campos, Keith David, Michael-Leon Wooley, Jennifer Cody, Jim Cummings, Peter Bartlett, Jenifer Lewis, Oprah Winfrey, Tereence Howard, John Goodman – Müzik: Randy Newman – Senaryo: Ron Clements, John Musker, Rob Edwards, Greg Erb, Jason Oremland, Chris Ure, Jared Stern, Dean Wellins, Will Csakos, Ralph Eggleston (Ed Baker’ın ‘The Frog Princess’ öyküsünden) – Yönetmen: Ron Clements, John Musker – ****

Everybody’s Fine

Bin filme komedi diye başladım. Birkaç sahne hariç hiç gülmeden (onlar da kıkırdama) filmi tamamladım. Ama film başarılı bir dram. Bir babanın çocuklarını anlama çabasını anlatıyor, elinden geldiğince sadelikle. Kadrosu 10 numara. Bir pazar akşamı izleyecek kaliteli bir film ararsanız, seçeneğiz bu olabilir.

Oyuncular: Robert De Niro, Kate Backinsale, Sam Rockwell, Drew Barrymore, Lucian Maisel, Damian Young, James Frain, Melissa Leo – Görüntü Yönetmeni: Henry Brahan – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Kirk Jones (Massimo De Rita, Tonino Guerra ve Giuseppe Tornetore’nin senaryosundan) – Yönetmen: Kirk Jones – ***1/2

The Book of Eli

Arka Pencere’deki (harika bir e-dergi, mutlaka ziyaret edin) eleştirisinde nicedir kıyamet sonrasını anlatan eli yüzü düzgün bir film olmadığından yakınılmış. Ne kadar isabetli bir saptama. Aynı yazı, bilhassa kıyameti adım adım beklediğimiz şu günler de böyle bir filmin yapılmamasını da sorguluyor.

Gerçekten de benim gibi kıyameti düşünen kişi sayısının hızla arttığı şu yıllarda kıyamet filmi çekilmemesini manidar buluyorum. Acaba insanlar cennette mi yaşadıklarını farz ediyorlar? Tabii bu konu uzar gider lakin biz filme dönelim.

The Book of Eli başarılı bir kıyamet sonrası filmi ama bunun ötesine de geçmiyor, zaten niyeti de yok. İnsan sayısının azaldığı, dünyanın neredeyse tamamen kuraklaştığı bir dünyada elindeki son İncil’i insanlığa sunmak isteyen bir adamın tehlikeli yolculuğu anlatılıyor. İsa metaforu, Mad Max anlayışı ve insan yozlaşmışlığı felsefesinin aksiyonla birleşimini izliyoruz. Başarılı, ne zamandır bu türde bir film izlenmediğinizden aç da kaldığınızı hissettirecek kadar keyifli de. Türün meraklılarına kesinlikle önerilir.

Oyuncular: Danzel Washington, Gary Oldman, Mila Kunis, Ray Stevenson, Jennifer Beals, Evan Jones, Joe Pingue, Frances de la Tour, Michael Gambon, Tom Waits – Görüntü Yönetmeni: Don Burgess – Müzik: Atticus Ross, Lepold Ross, Claudia Sarne – Senaryo: Gary Whitta – Yönetmen: Albert Hughes, Allen Hughes – ***

Un Prophete

Bu yıl Oscar yarışında öne çıkan 2 yabancı film var: İlki Haneke’nin Das Waisse Band’ı. Geçtiğimiz kasımda filmi izlemiş, 2009’un en iyi filmi demiştim ki bence hala öyle. İkincisi Fransız Anneud’un Un Prophete’i. Bu da harika bir film.

Film, basit bir suçlu olarak hapse giren Malik’in 6 yıl içinde, istemese de karşısına çıkan çeşitli durumları lehine çevirerek bir suç dehası haline gelmesini anlatıyor. 2.5 saati aşan süresine rağmen 1 saniye bile sarkmıyor ve asla sıkmıyor. Çünkü akıcı kurgusuyla her dakikasını oldukça verimli kullanıyor. Üstelik bunu yaparken ne karakter gelişiminden ne senaryo dinamiklerinden ne de oyuncularına imkan tanımaktan feragat ediyor. Kısacası önümüzde harika bir senaryo var. Klişe bir cümle ama bir örümcek ince ince örmüş sanki. Öylesi!

Üstüne Anneud çok iyi bir yönetim sergiliyor. Hapishane soluyoruz resmen. Ama daha da önemlisi oyuncu yönetimi harika. Tahar Rahim’den aldığı performans sinema tarihine geçecek kadar harika.

Karşımızda bir başyapıt olduğu kesin. Hapishane alt türünün 1 numarası olacak kadar. Bu filmden sonra The Shawshank Redemption çok temiz gözükecek.

Oyuncular: Tahar Rahim, Niels Arestrup, Adel Bencherif, Hichem Yacoubi, Reda Kateb, Jean-Philippe Ricci, Gilles Cohen, Pierre Leccia, Foued Nassah – Görüntü Yönetmeni: Stéphane Fontaine – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Thomas Bidegain, Jacques Audiard, Abdel Raouf Dafri, Nicolas Peufaillit – Yönetmen: Jacques Audiard – ****1/2

Benden Şarkılar - 3

Geçen ayki Sertab Erener konserinden sonra tüm albümlerini tekrar dinlemeye başladım. Her albümde 3-4 şarkı çok hoşuma gitti. Onlardan birini sizinle paylaşıyorum. Aslında bir Sezen Aksu şarkısı ama Sertab'ın ilk albümünde de yer alıyor.

Yalnızlık Senfonisi

Anladım sonu yok yalnızlığın,
Hergün çoğalacak.
Her zaman böyle miydi bilmiyorum.
Sanki dokunulmazdı çocukken ağlamak;
Alışır her insan, alışır zamanla kırılıp incinmeye
Çünkü olağan yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak.

Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte,
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette.
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum...
Hadi gelin üstüme korkmuyorum!

Bulutlar yüklü ha yağdı ha yağacak üstümüze hasret,
Yokluğunla ben başbaşayız nihayet!