19 Nisan 2008 Cumartesi

Festival Günlükleri - 9 (18 Nisan)

Bir festival daha sona erdi. 28. İstanbul Film Festivali de böylece sona erdi. Başta IKSV olmak üzere tüm iştirakçilere teşekkürler. 18 filme gittim, hepsinin tadı ayrıydı. Bir ikisinden belki hoşnut kalmadım fakat onlar bile birer deneyimdi, farklıydı.

Son günden çok keyif aldım. Her ne kadar resmi kapanış pazar olsa da ben cumadan Nokta filmi ile noktayı koydum. Son gün enteresandı gerçekten. Önce ne zamandır izlemek istediğim bir Türk filmi. Ardından tokat gibi bir Çin filmi. Son olaraksa Derviş Zaim’in son filmi. Harika bir sinema günüydü.

Anayurt Oteli’nin yapısını ben hiçbir Türk filminde görmedim. Yabancı filmlerde karşılaşıyoruz ancak, belki de bu yüzden filmi izlerken ve sonrasında aklıma örnek olarak hep yabancı filmler geldi. Filmi şöyle resmedebiliriz mesela: Psycho ile The Shining’in karışımının dram versiyonu. Bir otel var ana eksende. Adsız bir Anadolu kasabasında istasyonun tam karşısında konaktan dönüştürülmüş bir otel ve onun işletmecisi: Adı Zebercet. Film Zebercet’in psikolojisi üzerine. Tüm hayatı otel olan Zebercet, başka hayat tanımamış. Annesini erken kaybetmesine paralel olarak çeşitli saplantılara sahip ama bunu dışarıya yansıtmıyor. Böylece içten çürüyor yavaş yavaş. Bir pirinç taşı dişi kırar misali otele gelen yalnız bir kadın Zebercet’in kabuğunu kaşıyor. Kaşınan yara daha da kaşınıyor ve sonunda kabuk yarılıyor. Film çok faklı analizler barındırıyor. Ayrıca son zamanlarda üzerinde çok kafa yorduğum ‘sistemin bireyi kontrole alıp bireyliğini yok etmesi’ düşüncesine harika bir görsel örnek. Türk Sineması’nda türünün tek örneği ve başyapıtı.

Kör Dağ, bana kocaman bir tokat attı. Kanımı dondurdu resmen, şoke oldum. Filmden çıktıktan sonra bir süre öylesine yürüdüm, hedef belirlemeden. 10 dakika sonra birisiyle konuşmazsam bu halden çıkamayacağımı anlayıp telefona sarıldım. Film, üniversite mezunu bir kızın yakın bir arkadaşı tarafından bir dağ köyündeki aileye satılmasını ve sonrasını anlatıyor. Kız satıldığını köyde sabah uyanınca anlıyor ve yapabileceği bir şeyin olmadığını kavrıyor. Köy zır cahil, en yakın kasaba uzakta, iletişim yok ve polis köylünün yanında. İbretle izledim. Belki Avrupa’da yaşasam beni bu kadar etkilemezdi ama Türkiye’de buna benzer durumların olabileceğini (gerçi bu kadarını duymadım) bildiğim için daha da etkiledi beni. Bir ara erkekliğimden utandım ve nasıl bir dünyada yaşadığımı kavradım. Ama en berbatı filmin finaliydi. Film boyunca gerilen bedenim sanki bir anda tuzla buz oldu.

Derviş Zaim ulusal sinemamızda sembolizmin 1 numaralı temsilcisi. Filmlerinde her hareketin başka bir anlamı var. Bundan önceki filminden itibaren de eski sanatlara merak sardı. Cenneti Beklerken minyatür üzerine bir denemeydi, konu olarak çok iyi bulmasam da minyatürün perdeye aktarımı çok başarılıydı ve bunun başka bir örneğinin olmaması filmi eşsiz yapıyordu. Nokta’yı da hat sanatı üzerine kuruyor. Onu yazmak, yazmak için inanmak, inanmak için de arınmak gerektiğinden bahsediyor ve film boyunca bunu anlatıyor. Konu yine çok çekici değil ama rahat akıyor. Filmin eşsizliği tekniğinde yine. Öncelikle hatla yapılmış jenerik harikulade, hayran kaldım. İkincisi film sadece tek planlardan oluşuyor, toplamda maksimum 15-18 plan var yani ki bunu çekebilmek yürek ve zeka ister. (Normalde bir filmde 300-500 plan olur) Yine hayran olmamak elde değil. Üçüncüsü plan geçişlerine bayıldım. Müzik kullanımı enfes. Ama Türk seyircisi yine bu filmi pas geçecek ve bilmeyecek çünkü izlemek de farklı bir bakış açısı istiyor.

Anayurt Oteli

Oyuncular: Macit Koper, Şehika Tekand, Serra Yılmaz, Orhan Çağlar, Osman Alyanak, Osman Çağlar, Yaşar Güner, Kemal İnci – Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz – Müzik: Atilla Özdemiroğlu – Senaryo: Ömer Kavur (Yusuf Atılgan’ın romanından) – Yönetmen: Ömer Kavur - *****

Kör Dağ/Mang Shan

Oyuncular: Lu Huang, Youan Yang, Yuling Zhang – Görüntü Yönetmeni: Jong Lin – Senaryo ve Yönetmen: Yang Li - ****

Nokta

Oyuncular: Mehmet Ali Nuroğlu, Serdar Çelik, Settar Tanrıöğen, Mustafa Uzunyılmaz – Görüntü Yönetmeni: ?? – Müzik: Mazlum Çimen – Senaryo ve Yönetmen: Derviş Zaim - ****

18 Nisan 2008 Cuma

Festival Günlükleri - 8 (17 Nisan)

Türk Sineması sonunda yolunu bulmaya başladı. Yereli anlatarak dışarıya açılmak, basit ama zorlu bir formül. Bizim yapımcılarımız, Türkiye’deki her sivri zeka gibi yabancı formülleri kopyala/yapıştır yaptığından kısır döngü içinde, anlatacak bir şeyi bulunmayan, kof filmler yaptılar. Yeşilçam geleneği uzun yıllar sürecek sandılar, oysa ki gün gelince maddi anlamda da çöktüler. Keza günümüz popülist filmlerinin benzerleri yurtdışında sürüyle çekiliyor. Karakter adları ile mekanları Türkleştirince sorunun çözüldüğünü zannedenleri gelecekte büyük fiyaskolar bekliyor.

Oysa yereli anlatmak farklı, orijinal. O hayatı solutmak başarı. Örnekleri giderek artıyor ve artmaya devam edecek. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ile Dondurmam Gaymak bunun yerinde örnekleriydi. Bunlara şimdi de Tatil Kitabı ekleniyor. Silifke’de yaşanan bir yazı anlatıyor. Dört erkek karakterin yaşamlarını değiştiren yaz aracılığıyla yerelin daha sonra da ülkenin sorunları hakkında saptamalarda bulunuyor. Gerçek manada hoş bir deneme. İnsanı sakinleştiren, ferahlatan bir havası var, bunun yanında düşünmeye de sevk etmesi takdire şayan. Müziksiz olmasının dezavantajını yaşatmadan temposunu tutturabilmiş. Amatör, yerel oyuncular gayet iyi, yalnız oyuncu yönetimi biraz aceleye gelmiş. Toparlarsak, gururla izlenebilecek yalın bir film var karşımızda fakat bu yalınlığı gişede tepebilir.

Bu yolda devam ederse Türk Sineması büyük bir başyapıt çıkarabilir bu tarzda. Aman dikkat, şımarmadan yola devam.

Tatil Kitabı

Oyuncular: Tayfun Günay, Harun Özüağ, Taner Birsel, Ayten Tokun, Osman İnan, Rıza Akın – Görüntü Yönetmeni: Arnau Valls Colomer – Senaryo ve Yönetmen: Seyfi Teoman - ***1/2

17 Nisan 2008 Perşembe

Mezun Olurken...

“İTÜ MAKİNA FAKÜLTESİ” Bir Temmuz günü kapısından girdiğim binada bu tabela vardı. O zamanlar benim için ne ifade edeceğini de bilmiyordum. Tercih yapmadan önce bir görmek istiyordum. Hoş, büyük, haşmetli, karanlık. Sanırım aklıma gelen ilk kelimeler bunlardı.

Peki beni bu binaya getiren neydi? ÖSS puanı mı? Zannetmiyorum. Bir kağıt parçasındaki rakama göre mi okul seçiliyor? Sanırım biraz özeleştiri yapmalıyız. Maddi hayatın kuralına göre hareket eden dişlilere benziyoruz. Bizi önemli kılan çevrim sayımız mı? Komik. Nasıl bu hale geldik? Nasıl koyunlar misali sürü takip eder olduk. Hayattaki tek amacımız karın doyurmak. “Aşk karın doyurmuyor!” cümlesi mottomuz olmuş, hababam çalışıyoruz. Aşk derken salt karşı cinse duyulan duyguyu kastetmiyorum. Hayata olan aşkı, heyecana duyulan aşkı, sanata karşı olan aşkı da anlatmak istiyorum.

Hayat işte. Seni götürdüğü yer hiç belli olmuyor. Seçtiğini zannediyorsun ama öyle olmadığını anlıyorsun. Mesela ben İstanbul’da daha entelektüel bir ortam bekliyordum. İnsanlar cafede oturup şarap içerken kitap konuşacak, filan falan. Yok öyle bir şey abicim. İnsanlar gayet kahvede king ve pişpirik atıyor. İnsanlar İstanbul’un büyüklüğünden yakınıyor lakin herkes aynı yere gidiyor. Sonra da İstiklal neden çok kalabalık? Peh! Kalamış Parkı’na giden kaç öğrenci vardır acaba? Yada Rumeli Feneri’ne?

Haydi sosyal hayatı bir kenara bırakalım. Bu çürümüş hayatta zaten kim ya da ne sağlam kaldı ki? Herkeste bir başıboşluk, umursamazlık, kolaycılık. “Günaydın” demeyi evde unutanlar, “Çok yaşa!” demeyi rahatsızlık (veya çıkarcılık) sananlar. Arabalı erkek peşindeki kızlar, bir gecenin derdindeki erkekler. Maddiyat beklentisi, paradan da çıkmış; insan vücuduna yapışmış, vıcık vıcık.

Ya eğitim sistemi? 3 saatlik sınav bile ülkedeki en adil sistem. Hiç olmazsa optik okuyucuya para veremiyorlar. Bir şekilde üniversiteye giriyorsunuz ve şok! 2. liseye hoş geldiniz. Sizden beklenen derslere gidip ortalama yapmanız. Kulüpmüş, etkinlikmiş, gösterimmiş, ne gerek var? Düşüneceksiniz de ne olacak? Ülkeyi mi kurtaracaksınız? İhtilal mi yapacaksınız? Haşa! Otur, ödevini yap, sınavına çalış. “Bizim zamanımızda okul 6 gündü, çocuklar! Ancak sinemaya gidebilirdik.” Bir sorum var, hocam. Ne ara, 3 tane ihtilal yapıldı bu ülkede? Pazar günleri mi?

Dersini çalış, okulu bitir, bir işe gir, annenin bulduğu kısmetle evlen. Bizden beklenen budur. Bizim ne istediğimiz mi? Bizim için düşünen kepçe ile, düşüneceksin de ne olacak? Bu kapitalist dünyada her şey, sen doğmadan belirlenmiş. Uymazsan da toplum dışına itiliyorsun.

Böyle bir dünya bizi bekliyor işte. Okuldan mezun olunca içine dalacağın deniz yansımalardan ibaret. Birkaç yakamozla karşılaşırsak ne ala. Çünkü hava her zaman bulutlu, ha yağdı ha yağacak. İşin kötüsü, okulda gördüğümüz hayat, bunun çok küçük bir kısmı. Gerçek hayatımızda değil sosyal hayat, normal hayatımız olmayacak; geriye kalan 3-5 dakika içinde bizden beklendiği üzere evlenip, çoluk çocuğa karışacağız ve bir ömür böyle geçecek. Sonra, günün birinde geriye bakıp şöyle diyeceğiz: “Ben ne zaman mezun olmuştum yahu?”

‘İTÜ MAKİNE FAKÜLTESİ’: 2 ay içinde mezun olurken çıkacağım kapıda asılı tabela. İçimdeki duygu tamamen nötr. Eksiler artıları götürüyor ve ben fakülteme karşı bir sıfır hissediyorum. Güldüğüm, eğlendiğim, hayatımı etkileyecek anlar oldu. Sıkan, eziyet eden, kendinden nefret ettiren anlar da. Belki bu duyguların sorumlusu fakülte değil, benim de hatalarım var. Yine de bu sıfır duygusu beni üzüyor, 5 yılı boşa geçirdiğimi anlatıyor sanki. Belki haksız da sayılmaz.

Şu anda tek merak ettiğim, belli bir yıl sonra arkama dönüp baktığımda fakülteme karşı ne hissedeceğim. İlkokulum gibi boş bir sayfa mı, lisem gibi şükranla andığım bir parıltı mı?

Festival Günlükleri - 7 (15 Nisan)

Biraz alternatif bir gündü. Hatta fazla alternatif bile denilebilir. Önce Çeçen-Rus savaşını sorgulayan bir Rus filmi. Sonra tarihin en ‘underground film’lerinden bir Meksika filmi. Gerçekten garipti. Hafif de festival yorgunluğu başladı. Neyse ki çarşamba boş.

Alexandra, sıkıcı bir film. 80 yaşındaki bir kadının torununu ziyarete cepheye gitmesini anlatıyor. Kadının gözünden askerleri, ordugahı ve savaş gerisini görüyoruz. Saptamalar ilginç tabii. Ama şahsen Rus-Çeçen Savaşı pek ilgimi çekmiyor, bence dünyanı en saçma savaşı. Hal böyleyken film de pek çekici gelmiyor. Galina Vishnevskaya’nın inanılmaz doğal oyunu şaşkınlık verici. Eli yüzü oldukça düzgün bir film ama konusunun ilgi çekmesi gerek.

Dünyanın en garip filmlerinden biri herhalde. Konusu, çekimleri, oyuncuları, dekoruyla külliyen garip. Anlatılacak gibi de değil hani. Şöyle söyleyeyim: Bir ara ciddi manada Cüneyt Arkın’ın gözükmesini bekledim ve gözükseydi hiç garipsemezdim. O kadar saçma şeyler var yani. Soft pornoya da kayıyor, sonra western oluyor, bir ara komedi oldu, sonra yine westerne döndü. Dini göndermelerle dolu. 60’lara atıflar var. Var da var. Ne kadar yazsam boş, izlemeniz gerek. Yalnız sizin zevkinize gider mi, orası meçhul. Bu arada filmin adı El Topo, hiç ticari gösterime girmemiş, ciddi fanatikleri var (John Lennon, Dennis Hopper, Marilyn Manson gibi) ve son 10 yıldır devam filmi çekilecek ama çekilemiyor.

Alexandra

Oyuncular: Galina Vishnevskaya, Vasily Shevtsov, Raisa Gichaeva, Andrei Bogdanov, Alexander Kladko – Görüntü Yönetmeni: Aleksandr Burov – Müzik: Andrei Sigle – Senaryo ve Yönetmen: Aleksandr Sokurov - **1/2

Köstebek/El Topo

Oyuncular: Alejandro Jodorowsky, Brontis Jodorowsky, Mara Lorenzio, Jacqueline Luis, Robert John – Görüntü Yönetmeni: Rafael Corkidi – Müzik: Alejandro Jodorowsky, Nacho Méndez – Senaryo ve Yönetmen: Alejandro Jodorowsky - ***

16 Nisan 2008 Çarşamba

Festival Günlükleri - 6 (14 Nisan)

Tüm duyularımın açık olduğu bir gündü. Tam film izlemelik yani. Belki de o yüzden izlediğim iki filmde de kendimden bir şeyler buldum. Alıp götürdüler beni, çok uzaklara. Zaten amacımız bu değil mi? Bu saçma sapan, maddiyatçı dünyadan 1-2 saat olsun kaçıp kurtulmak?

İlki İsrail’den gelen ilginç bir film: Denizanası. 3 farklı kadının hayatından kesitler izliyoruz. Yer yer depresif ve klişe olsa da garip bir şekilde ferahlatıcı bir etkisi var. Parçalanmış aile kavramı üzerinde oldukça duruyor fakat yaptığı saptamalar yeni açılımlarda bulunmuyor. Festival ortamında farklı tatlar tatmak için izlenebilir yoksa bir sürü benzeri var.

Günün ikinci filmi uzun zamandır izlemek istediğim bir Türk filmi: Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu. Çok beğendiğimi, hatta umduğumdan daha fazla beğendiğimi itiraf etmeliyim. Film, zamanlar hakkında: geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman. Günümüzün maddiyat yüklü dünyasında, yani şimdiki zamanda, geçmişin unutulup ihmal edildiğini hatırlatıyor. Geçmişte yaşadığımız bazı deneyimlerimizi iyi kavrayamadığımızı, ama gelecek zamanda o anı anlayacağımızı ama işin işten çoktan geçmiş olacağını ifade ediyor. Ve tüm bunları o kadar güzel ifade ediyor ki hayran olmamak elde değil. Ana eksende imkansız bir aşk var: Udi Cemal Bey ile Assolist Irmak Hanım arasında. Cemal Bey, assoliste platonik aşık ve bunu şimdiki zamanda yaşıyor. Irmak Hanım ise aynı aşkı geçmiş zaman halinde yaşıyor, Cemal Bey ölünce hatıraları hatırlayarak. Türk Sineması’nda izlediğim en iyi 10 filmden biri. Çok farklı tatlar alacağınız bir film. Filmi izlerken Cengiz Onursal’ın bir sözü aklıma geldi, ne kadar doğruymuş: “Klasik Türk Müziği öldü. Ruhuna el fatiha!”

Denizanası/Meduzot

Oyuncular: Sarah Adler, Tsipor Aizen, Bruria Albek, Ilanit Ben-Yaakov, Ma-nenita De Latorre, Miri Fabian, Shosha Goren – Görüntü Yönetmeni: Antoine Héberlé – Müzik: Christopher Bowen – Senaryo: Shira Geffen – Yönetmen: Shira Geffen, Etgar Keret - **1/2

Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu (Udi)

Oyuncular: Türkan Şoray, Ekrem Bora, Gülsen Tuncer, Bülent Ufuk, Alev Koral – Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay – Müzik: Melih Kibar – Senaryo ve Yönetmen: Engin Ayça - ****1/2

13 Nisan 2008 Pazar

Festival Günlükleri - 5 (13 Nisan)

Bugün daha rahat olduğu kesin. Programımda sadece tek film var. Çoğu arkadaşımın gelmek isteyip de ya bilet bulamadığı ya da zamanının uymadığı bir film. Bunca talep boşuna değil. Kült film Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ın yönetmeninin son filmi. Emek ağzına kadar doluydu. Doğal olarak seyirci genç ağırlıktaydı. Merak ettiğim şey ise ESOTSM’a 1 yıldız veren Atilla Dorsay’ın da seyirciler arasında olmasıydı. Acaba o, filmden sonra ne düşündü?

Be Kind Rewind’a dönelim biz. Gondry’den yine deli işi bir film. Video dükkanında takılan iki salak kafadar, tüm video kasetlerini silerse ne olur? Hepsini kendileri çekmeye başlarlar. Çekim sahneleri gerçek manada komik. 2001, Ghostbusters, Rush Hour II gibi filmlerin çekimleri gerçek manada komedi. Tabii işin içine biraz duygusallık eklenince film yörüngeden sapıyor. Hatta finaldeki duygu yoğunluğu sanki konsepte tamamen ters. Bu bakımdan The Science of Sleep daha tutarlıydı, aşk filme güzel yediriliyordu. Ama bu filmde olmamış. Sonuçta keyifli bir seyirlik ama… Aması biraz da size kalsın.

Lütfen Başa Sarın/Be Kind Rewind

Oyuncular: Jack Black, Mos Def, Danny Glover, Mia Farrow, Melonie Diaz, Irv Gooch, Chandler Parker – Görüntü Yönetmeni: Ellen Kuras – Müzik: Jean-Michel Bernard – Senaryo ve Yönetmen: Michel Gondry - ***

Festival Günlükleri - 4 (12 Nisan)

Güzel bir cumartesi. 10.45’te Taksim’e ayak bastım, 23.00’te yurt servisine bindim. Arada 4 filme gittim, 2 öğün yedim ve 1 doğumgünü partisine katıldım (2.sine davet edildim, gücüm yetmedi). Biz yine direkt filmlere girelim.

The Savages, 1 yıldan uzun zaman önce duyduğum ve kenara not aldığım bir film. Açıkçası fazla yalın buldum. Bunu demekle aksiyonu kastetmiyorum, olay döngüsü çok yavaş. Planlar uzun olmamasına rağmen uzun geliyor size. Sanırım rejiden kaynaklanan bir sorun. Çünkü senaryo tıkırında işliyor. Laura Linney ve Philip Seymour Hoffman muhteşemler. Ama kesinlikle daha iyi yönetilebilirdi ve daha kaliteli olabilirdi. Yine de keyifle izleniyor.

Çocuk Yönetmen, Güney Kore yapımı bir çocuk filmi. Sıkmadığı kesin ama gerek senaryoda gerek rejide gerekse kurguda bazı sorunlar vardı. Bunlar ilk film handikapları da olabilir. Ama bir çocuk filmi niteliğini aşamıyor.

Bir Sarışının Aşkları, Milos Forman’ın Çekoslovakya’da çektiği erken dönem yapıtlarından. Film, döneminin özelliklerini taşıyor. Komünist rejimin baskıcı ortamında sembolik anlatımı doruğa çıkaran, alt mesaj zengini bir film. Dönemle ilgili geniş bir bilgi birikimim veya deneyimim olmadığından bu mesajları, sembolleri tam göremedim. Yine de ana karakterimiz Andulov’un Çekoslovakya’yı temsil ettiği aşikar. Kızımıza sulanan erkeklerin de rejimlere denk geldiği söylenebilir. Ama daha detaylı bir analiz beni aşar. Film, belki günümüze göre çok demode fakat dönemi anlamak ve bunun sanata etkilerini gözlemlemek için birebir.

Marc Caro, bilindiği üzere birer tasarım harikası olan Şarküteri ve Kayıp Şehrin Çocukları filmlerinde Jeunet’in partneri. İşte bugün izlediğim dördüncü film de Caro’nun ilk solo çalışması. Yine tasarım göz alıcı. Efektler, yakın planlar harikulade. Ama film Alien ve 2001: A Space Odyssey’den çok etkilenmiş. Hele son sahne 2001’in resmen aynısı. Ama o sahneyi de sinemada izlemek harika bir duygu. Keşke 2001’i beyazperdede izleyebilsem dedirttiriyor insana. Eğer izleyecekseniz Caro’nun şu sözü aklınızda olsun (Film başlamadan önce sahnede söyledi): “Bu film, deliler hakkında bir deli tarafından çekilmiş bir film.”

Savage Ailesi/The Savages

Oyuncular: Laura Linney, Philip Seynour Hoffman, Philip Bosco, Peter Friedman, David Zayas, Gbenga Akinnagbe – Görüntü Yönetmeni: W. Mott Hupfel III – Müzik: Stephen Trask – Senaryo ve Yönetmen: Tamara Jenkins - ***1/2

Çocuk Yönetmen/Boy Director

Oyuncular: Young-Chan Kim, Yeo-Jin Choi, Sang-Ho Kim (Kalan bilgiler internette yok) – Yönetmen: Woo-Yeol Lee - **

Bir Sarışının Aşkları/Lasky Jedne Plavovlasky

Oyuncular: Hana Brejchova, Vladimir Pucholt, Vladimir Mensik, Ivan Kheil, Jiri Hruby, Milada Jezkova, Jozef Sebanek – Görüntü Yönetmeni: Miroslav Ondricek – Müzik: Evzen Illin – Senaryo: Milos Forman, Jaroslav Papousek, Ivan Passer, Vaclav Sasek (Milos Forman, Jaroslav Papousek, Ivan Passer’in hikayesinden) – Yönetmen: Milos Forman - ****

Dante 01

Oyuncular: Lambert Wilson, Lihn Dan Pham, Dominique Pinon, Yann Collette, Bruno Lochet, François Levantal, Simona Maicanescu, Gerald Laroche, François Hadji-Lazaro, Lotfi Yahya Jedidi, Dominique Bettenfeld – Görüntü Yönetmeni: Jean Poisson – Müzik: Raphael Elig, Eric Wenger – Senaryo: Marc Caro, Pierre Bordage – Yönetmen: Marc Caro - ***1/2

Festival Günlükleri - 3 (11 Nisan)

Bugünkü ilk filmime heyecanla gittim ve buna da değdi. İkinci filme ise alternatif olarak gittim, yani güzel çıkabilir diye ama çıkmadı. İsterseniz detaylara inelim.

Before the Rain, başucu filmlerimden biridir. Dolayısıyla Milcho Manchevski, takip ettiğim bir yönetmen. Açıkçası bu son filmi de beni gayet tatmin etti. ‘Atalara saygı’ özünden hareketle bir gerilim filmi çekmiş. Geçmişe saygı, hayatın anlamını arayış, ebevyenlik ilgilenilen ana konular içerisinde ve tabii Makedonya’ya dair yorumlar. Çoğunun ilk denemesi olsa da oyunculuk dikkate değer. Manchevski izlenmeyi, takip edilmeyi hak ediyor ve bu film de bunun gayet güzel bir kanıtı.

Şu ana kadar gittiği en sıkıcı film herhalde. Hiçbir şey anlamadım. Sanırım bir adada yaşayan bir gayin hayatından bir kesitti.

Gölgeler/Senki

Oyuncular: Borce Nacev, Vesna Stanojevska, Ratka Radmanovic, Sabina Ajrula, Filareta Atanasova, Salaetin Bilal – Görüntü Yönetmeni: Fabio Cianchetti – Müzik: Ryan Shore – Senaryo ve Yönetmen: Milcho Manchevski - ****

La Leon

Oyuncular: Jorge Roman, Daniel Valenzuela, Jose Munoz, Juan Carlos Rivas – Görüntü Yönetmeni: Paula Grandio – Müzik: Vincent Artaud – Senaryo: Santiago Otheguy (Santiago Otheguy ve Juan Diego Solenas’ın hikayesinden) – Yönetmen: Santiago Otheguy - *

10 Nisan 2008 Perşembe

Kevin Smith Külliyatı

Kevin Smith denilen adam bir baş belasıdır. Beni sandalyemden yere düşürebilen tek yönetmendir. 90 dakika şuh kahkaha atmamın tek sorumlusudur. Yaptığı ince esprilerle, romantizme ve din kurumuna bakış açısıyla, Star Wars fanatiği olmasıyla ve yarattığı View Askewnerse evreniyle büyük saygı duyduğum adamdır.

Söz konusu şahıs, 1970 doğumlu bir film manyağıdır. Film okuduktan sonra çalıştığı bakkalda (Quick Stop, NJ) yaşadığı deneyimlerden esinlenip yazdığı ve yönettiği Clerks ile 28000$’a film yapılabileceğini kanıtlayan bir dahidir. Doğup büyüdüğü New Jersey’e delicesine bağlıdır, tüm filmleri orada vuku bulur. Oyuncu kadrosu kankalarından oluşur ki bu kankalar arasında Matt Damon, Ben Affleck, Jason Lee, Ethan Suplee ve Jason Mewes vardır. Hazır Damon-Affleck ikilisinden söz açılmışken ikiliyi şöhrete kavuşturan da Smith’dir, Good Will Hunting’te potansiyel görüp stüdyoya veren ve sonra da para koyan el Smith’e aittir. Daha önce kimsenin yapmadığı şeyleri yazan da bu adamdır. Kısaca size tanıtmamın şart olduğu adamdır.

İlk filmi Clerks tam bir bağımsız yapımdır. Kankalar arasında, zaten çalıştığı yerde çekilmiş, sadece 28000$ harcanmıştır. 1994’te Sundance Film Festivali’nde bomba etkisi yaratmış ve kısa zamanda külte dönüşmüştür. Öykü basittir: Dave ile Randall adlı iki tezgahtarın bir gününü anlatır bizlere. Tabii olaya arkadaşlar, sevgililer, müşteriler ve polis katılır. Yapılan muhabbetler akıllara sezadır. Basitinden bir örnek veriyim de tadı kaçmasın: Randall video kiralamaya gelen bir anne-kızın önünde telefonda 25 porno film sipariş vererek, kızın ilelebet filmlerden nefret etmesini sağlar. Zaten Randall müşterilerine eziyet etmekten zevk almaktadır. Ayrıca dükkanın (Quick Stop gerçek bir market ve şu anda turistlerin gezi düzenlediği bir yer) önünde uyuşturucu satan Jay ve Silent Bob ile de ilk defa tanışırız bu filmle. Jay, hiç susmayan ve durmadan küfreden biriyken kankası Silent Bob, adı üstünde çok özel durumlar hariç konuşmayan bir tiptir.

Filmin başarısı üzerine View Askewnerse evreninin ikinci filmi çekilir: Mallrats. Bu sefer de alışveriş merkezinde takılan iki çiftin bir gününü izleriz. Filmin başında yani sabah ayrılan çiftler gün boyunca çeşitli maceralardan geçer. Bu maceralarda Jay ve Silent Bob, Stan Lee (Spider-Man, Hulk’ın yaratıcısı), Türkiye’de bir ara ‘Saklambaç’ adıyla yayınlanan yarışma, göğüs falı bakan bir falcı teyze yer alır. Clerks kadar iyi olmasa da rahatlıkla gülünüp geyik yapılabilecek bir filmdir.

Üçüncü film ise bence en iyisidir. Romantik-komediye yepyeni bir bakış açısı getirir. Filmin adı Chasing Amy’dir ve bir çizgi roman çizerinin bir lezbiyene aşık olmasını anlatır. Aşka bambaşka açıdan yaklaşarak yeni bir şeyler söyler. Tabii olayın içine yine Jay ve Silent Bob karışır, hatta Bob ağzını açarak monolog atar ki izlenmesi gerekir. Değişik olay örgüsü ve finaliyle tüm türdeşlerinden ayrılan film, 90’ların en iyilerinden biridir.

Dördüncü film, din kurumuna yönelik şimdiye kadar yapılmış en iyi eleştiridir (Monty Python’s Life of Brian’ı saygıyla anıyoruz tabii). Olayın içine melekler, 13. havari (evet, meğerse 13. de varmış ve zenciymiş), ilham perisi (Muse), Azrail ve bizzat Tanrı (Alanis Morissette silüetinde bir Tanrı) karışıyor. Kul kontejanında ise ateist bir kadın ile Jay ve Silent Bob katılıyor olaya. Tahmin edersiniz ki olaylar karışıyor ama gayet komik bir halde. Ana akım komedisinden farklı tatlar arayanlara şiddetle tavsiye edilir.

Beşinci film özel biraz: Jay and Silent Bob Strike Back. Jay ve Silent Bob her zamanki gibi Quick Stop’ta uyuşturucu satarken Hollywood’da ikisine dair bir film çekildiğini öğrenirler, üstelik internette küçük çocuklar film hakkında kötü yorumlar yazmaktadır. Duruma tabii ki Jay ve Silent Bob el koyar ve hemen Hollywood’a hareket ederler. Yolda ve Hollywood’da çeşitli gariplikler onları bekler. Yer yer aşırıya kaçsa da zevkle izlendiği test edilmiştir.

View Askewnerse evreni dışındaki tek Kevin Smith filmi The Jersey Girl’dir. Babalık üstüne küçük bir güzelleme denilebilir. Klişeye düşmeden ayakta kalabilen bir yapımdır. Liv Tyler her ne kadar etkiyi azaltsa da zevkle izlenir. Will Smith diyalogu ise çok özeldir.

Kevin Smith’in (şimdilik) son filmi ise ilkinden 12 yıl sonra çekilen Clerks II’dir. Gülmekten sandalyeden düştüğüm film işte budur (aralıksız 10 dakika güldüm). İlk filmdeki ana karakterler üzerinde giden yapım, yine Dave ile Randall’ın bir gününü anlatır. Yine Jay ve Silent Bob olay yerindedir. Eğlence baştan sona kadar aralıksız sürer. Kaçırılmamalı.

Gelecekte Kevin Smith çalışmaları devam edecek elbette. Bunlar evren içinde mi yoksa dışında mı olacak Alanis Morissette bilir. Ama bildiğim bir şey var, o da bu filmlerin çok eğlenceli olacağı. Sıkı bir Smith hayranı olarak ilelebet bu filmleri izleyeceğim ve izlettireceğim (ilk adım bu yazı, geçmiş olsun, okudun bile, muahahahhahaha).

NOT: Yazıda sıklıkla geçen Silent Bob, Kevin Smith’in ta kendisidir.

9 Nisan 2008 Çarşamba

Festival Günlükleri - 2

Bugünkü filmim bir garipti. Hani bazı duygular vardır ya adlandıramazsınız, kelimelere dökemezsiniz. Bu filmin de neyi anlatılmalı, iyi mi, kötü mü karar veremiyorum. Fransız bir adam Kazakistan’a giriyor ve durmadan doğuya gidiyor. Önünde ne olursa olsun! Neden gidiyor, nereye gidiyor bilmiyoruz. Öyle gidiyor salak salak. Biz de onu izliyoruz, başka bir salaklık olarak. Doğal olarak karşısına çeşitli kişiler çıkıyor. Zaten o kişiler de olmasa, filmi çöpe atın. Hatta filmin adı da bunlardan biri: Ulzhan. Uzun lafın kısası, ne idüğü belirsiz bir film. Yalnız sonunda bir şeyler hissettirdi bana. Nasıl oldu, onu da anlamadım. Garip, hatta garip ötesi.

Ulzhan
Oyuncular: Philippe Torreton, Ayanat Ksenbai, David Bennent, Zhaina Abdieva – Görüntü Yönetmeni: Tom Fæhrmann – Müzik: Bruna Coulais, Kuat Shildebayev – Senaryo: Jean-Claude Carriére (Regis Ghezelbash’ın fikrinden) – Yönetmen: Volker Schlöndorff - **1/2

Festival Günlükleri - 1

İlginçtir bu yıl o kadar heyecanlı değilim. Artık alıştım galiba. Her nisanda 2 hafta boyunca film manyağı olmak aşırılıktan çıktı. Bu yıl aldığım 18 bilet bile sonradan az geldi. Programa bakıp kendi kendime “Ne kadar çok boş günüm var!” dedim. İnsanın gözü doymuyor. Allah doyursun valla.
Dediğim üzere başlangıç heyecanı olmadığı için ilk filmime gayet sakince gittim. Zaten festivalin ilk 2 gününü bay geçtim. 3. gün yani 9 Nisan Pazartesi iki film vardı programımda. Okuldan çıkıp gayet rahat biçimde yemeğimi yedim ve Atlas’ın yolunu tuttum.
İlk filmim bir Amerikan bağımsızı: King of California. Sıra dışı bir baba-kız hikayesi. Olgun kız, deli babasına ayak uydurmaya çalışıyor. Başarılı oyunculuklar ve dinamik reji filmi izlettiriyor. Ama oldukça naif senaryo bir noktada etkileyiciliğini kaybediyor. Bu da filme çok kan kaybettiriyor. İlginç işler aranan festival için dikkate değer ama başka yerde olsa dikkat çekmeyecek bir yapım.
İkinci film 2000 yılından. O yıl Avrupa sinemaseverlerini bayağı etkilemiş bir Tayvan yapımı: Yi yi. Bana göre ise ilk başta fazla dikkat çekmeyen ancak üstüne kafa yorunca anlam kazanmaya başlayan bir film. Filmin ana cümlesi “Gerçeğin sadece yarısını görebiliriz.” Filme de bu cümle üzerinden baktığınızda anlam kazanıyor. Yani bir nevi anahtar cümle. Bu cümleyi bulamazsanız film, oldukça uzun, sıkıcı ve yavaş. Ama anahtarı taktığınızda film, ilham verici, dokunaklı ve hatta eğlenceli. Başta mimari (sanat tasarımcısına alkış) üslup olmak üzere detaylar önem kazanıyor filmde. Hayata dair çok önemli şeyler söylüyor, üstüne de benim çok hoşuma giden saptamalarda bulunuyor. Kesinlikle izlenmeye değer. Fakat alelade izlenmemeli, zaman ayırarak dikkatle seyredilmeli.

Define/King of California
Oyuncular: Michael Douglas, Evan Rachel Wood, Willis Burks II, Laura Kachergus – Görüntü Yönetmeni: Jim Whitaker – Müzik: David Robbins – Senaryo ve Yönetmen: Mike Cahil - ***

Bir, İki/Yi yi
Oyuncular: Nien-Jen Wu, Elaine Jin, Issei Ogata, Kelly Lee, Jonathan Chang, Hsi-Sheng Chen, Su-Yun Ko, Shu-shen Hsian – Görüntü Yönetmeni: Wei-han Yang - Müzik: Kai-Li Peng – Senaryo ve Yönetmen: Edward Yang - ****