29 Ekim 2009 Perşembe

'The One'ın Türkçesi!

İngilizce’de ‘the one’ tabiri var ya. Hani ‘hayatında aşık olabileceğin tek kişi’ anlamındaki. İşte o tabir, Türkçe’de yok. Sanırım Türkler kavrama alışkın değil!

Aslında geçmişe bakınca mantıklı da geliyor. Düşünsenize, hayatını sadece çocuklarının annesi sıfatı için evlendiği kadınla bilumum metresleri arasında geçiren Türk erkeği. Diğer tarafta da, mahallenin koca karısının bulduğu ilk erkekle evlenen Türk kızı. Zaten ortada aşk diye bir şey yok ki! Nerede ‘the one’ kelimesine ihtiyaç duyulacak?

Hal böyleyken, bizim neslimiz de aynı hastalıktan mustarip hayatını mahvediyor. Hastalığın tanımı şu: Her heyecanı aşk zannetmek. Ama duyduğunuz her duygu aşk değil ne yazık ki! Zaten öyle olsaydı, aşk bakkalda da satılırdı. Hiç unutmuyorum, bir arkadaşım günde 5 kere aşık olduğunu savunuyordu. Yüzüne salak gibi bakmıştım. Meğerse okul-yurt arasında otobüste gördüğü her kıza aşık olduğunu sanıyormuş!

Bir aralar bir mail tüm Türkiye’yi dolaşıyordu. Şöyle hissediyorsanız onun adı tutkudur, şöyleyse şehvettir, şöyleyse takıntıdır diye. Her duygunun aşk olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Ama sadece Türkler değil, tüm dünya aşkı diğer duygularla karıştırıyorlar. Türkler de durum daha vahim çünkü aşkın ne olduğunu daha yeni çakıyorlar. Bir de kapitalizmin çıkarcı ilişkileri arasında aşkı daha da eziyorlar Türk’ün çocukları.

Şimdi ecnebiler, ‘the one’ tabirini ondan bulmuşlar. Sevebilirsiniz, hoşlanabilirsiniz, onu delice isteyebilirsiniz, hatta onu görmeyince ölecek gibi olabilirsiniz ama ‘the one’ olayı daha başka bir şey!

Hiç yaşamadım, sadece tahmin yürütüyorum ama ‘the one’ olmak yanında yatsa da her sabah onu özlemektir, kaç yıl geçse de ilk günkü gibi, hatta daha da çok sevebilmektir. Belki hayallerde yaşıyorsun diyebilirsiniz. Belki de ama ben bundan mutluyum. Günlük, aylık, yıllık ilişkiler beni cezbetmiyor. Mesela evli insanların sıklıkla kullandığı “Sevginin saygıya dönüştüğü yerdeyiz.” safsatasına inanmıyorum. Ya kardeşim madem artık sevmiyorsun neden evlisin, neden hala aynı hayatı paylaşıyorsun, neden kendini, onu ve hatta çocuklarını mutsuzluğa sürüklüyorsun? Bu kadar statükocu olmayın, ey Türk milleti!

Anlamıyorum valla. Bir hayatı 2-3 yıllık tutku için zindana çevirmeyi çakamıyorum, jeton düşmüyor. Görücü usulü evlilikler ile toplum baskısı için evlenenler bile daha mantıklı hatta. Hiç olmazsa onlar baştan kabulleniyorlar durumu. Bir hayat böyle geçecek, diye. Aşık olduğunu sanıyorsun, halbuki adamın arabası filan hoşuna gidiyor, erkek de illa cinsellik istiyor. Bizim kültürde beraber yaşama zaten saçmalık! Tak evleniyorlar, 2-3 ay sonra “Aaaa, aşık değilmişim!” Valla, bravo! Son yıllarda 1 yılı geçmeden boşananlar niye arttı zannediyorsunuz? Hep aynı mantık.

Yazıya başlama sebebim farklıydı, evliliklere girdik. ‘The one’ olmak özeldir ve bunun için illa güzel, alımlı, bakımlı, zeki filan da olman gerekmez. Herkesin ‘the one’ı ayrıdır çünkü. Bir saplantıyla bir kıza yazarsın ama kız seni istemez sonra da senden daha kötüsüyle çıkar. Çıkabilir mi, evet. İlla ‘the one’lık olay da değildir bu. Öyle olmuştur o an.

Tabii bu medya bombardımanı altında herkes Brad Pitt olmak isteyip mini etekli hatunlar tavlamaya çalıştığından oluyor bunlar. Halbuki herkes kendi olsa, ortalık durulacak. Olmadığın biri gibi davranmak belki onu yatağa sokar, peki sonrası? Yatak sana kafiyse diyeceğim kelam yok ama birlikte bir yaşam?

Çok zor be! Issız Adam’da adam diyordu ya: “Çok zor be anne!” Valla, zor be! Onu bulabilmek, bulduğunda da elinden kaçırmamak inanın çok zor!

23 Ekim 2009 Cuma

Günümüze Ait Bir Trajedi

Trajedi, Antik Yunan’dan beri sergilenen bir tür. Sahne sanatlarıyla uğraşanların seyirciye bazı duygular vermek için yaratılan bir sahne sanatı. Kimilerine göreyse, izleyiciye keyif vermek insan acısına dayalı bir sanat biçimi.

İnsanoğlu yüzyıldır, bu türle coştu, ağladı, güldü, hüzünlendi. Ama nedense hiç bıkmadı. Çünkü hayat da bir trajediydi. İnsanların sahneye koyduğu bir oyun! Tabii izleyicisi kimdir, onu bilemem. Ama bir şekilde oynanmaya devam ediyor ve ondan alınan kesitler izlenmeye de devam ediyor.

Ben de size 6 karakterli bir trajedi anlatacağım:

Önce karakterleri tanıyalım: popüler bir yönetmen, onun menajeri, menajerin oğlu, ünlü bir işadamı, işadamının metresi ve işadamının oğlu.

Yönetmen yeni filmi için oyuncu arıyordur. İşadamının metresi oyuncu olma hevesinden yönetmenin kapısını çalar. Kadına vurulan yönetmen başrolü ona verir. İşadamı bunu önce onaylamasa da, sonradan filme yapımcı olarak kontrolü sağlar. Şart olaraksa oğlunun filmin yapım belgeselini çekmesini ister. Yönetmenin menajeri de hem yönetmeni sevdiğinden hem de filme yapılan bu sağlıksız destekten ötürü hoşnutsuzdur. Ama sağlık problemleri olan oğlu asıl derdini oluşturduğundan ses etmiyordur.

Trajik olaylar zinciri, yönetmenle başrol oyuncusunun birbirine âşık olmasıyla başlar. İşadamı, her gün kaydını takip ettiği belgeselden durumu anlar. Metresine baskı uygulasa da ona sırılsıklam aşık olduğundan filme bir şey yapamaz. Ama evdeki kavgalar bardağı taşırır, filmin kurgusu tamamlanmadan yönetmenle kadın, bir sahil kasabasına kaçar. Deliye dönen işadamı berbat bir kurguyla filmi gösterime sokup yönetmenin kariyerini sonlandırır. Bu zalim müdahaleye menajer de ses çıkaramaz, çünkü hem sevdiği adam çekip gitmiştir hem de işadamı oğlunu tedavi ettirmektedir.

Ama yönetmenin kariyerini sonlandıracak asıl olay bir kazayla olacaktır….

Trajedinin sonunu yazmıyorum çünkü bu blogta hiçbir şekilde spoiler (yerine uygun Türkçe kelime bulamadım) vermemeye çalışıyorum. Merak edenler en sevdiğim yönetmenlerden olan Pedro Almodovar’ın yeni filmi Los Abrazos Rotos (Broken Embraces)’ı izleyebilir.

Bu yazıda biraz ikili oynadığımın farkındayım ama Almodovar’ın usta olduğu hikaye anlatma sanatının yeni bir örneği olan bu eserin hikayesini öne çıkarmak istedim. Almodovar (pek sevmediğim bir benzetme olacak ama) bir örümcek misali ince ince örmüş senaryosunu. Bunu araya yerleştirdiği ufak ama sağlam detaylarla da perçinleştirmiş (Fotoğrafın köşesindeki öpüşen çiftin üzerinde yapılan felsefe çok hoştu mesela). Bunlara her filmindeki gibi kusursuz teknik detaylarla birleştirince tadından yine yenmeyen bir film oluşuyor.

Bu demek değil ki Los Abrazos Rotos bir başyapıt. Hable con Ella uzun süre Almodovar’ın zirvesi olarak kalacak galiba. Çünkü Los Abrazos Rotos onun üzerine bir şey koyamıyor. Ama zaten son yıllarda gittikçe azalan melodramların arasında, hele ki çoğu duygu sömürüsünün dibine vururken, nadir başarılı örneklerden biri olmayı başarıyor. Bu yüzden Almodovar’ın her filmi gibi son eseri de izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor.

Oyuncular: Lluis Homar, Penélope Cruz, José Luis Gomez, Blanca Portillo, Tamar Novas, Robén Ochandiano – Görüntü Yönetmeni: Rodrigo Prieto – Müzik: Alberto Iglesias – Senaryo ve Yönetmen: Pedro Almodovar – ***1/2

22 Ekim 2009 Perşembe

Sevmediklerim

  • Garanti Bankası: Çalıştığım şirket gereği yaklaşık 8 aydır bu bankayı kullanıyorum ve tek kelimeyle berbat. Bir kere müşteri memnuniyeti sıfır. Her gün mesaj atıyorlar, olmadı telefonla arıyorlar. Zaten posta kutuma gelen günlük maillerin haddi hesabı yok. Ayrıca telefonla aradıklarında mutlaka saçma sapan bir şey için para istiyorlar. Mesela bir ara benden kredi kartı hayat sigortası (Öyle bir şeyi nereden uydurdunuz?) yaptırmamı istediler. Bana yapmadılar ama arkadaşlarıma istek dışı kredi açmalar mı dersiniz, sebepsiz yere para kesmeler mi dersiniz (bu ay benden de 2 ytl limit aşımı diye para aparttılar ki limitin yarısı doluydu). Akıllarına esiyo, herkesten para dileniyorlar. Telefon şubesi ayrı saçmalık. Hatta internet şubesinde bile saçmalıklar var: Yatırdığım borç 1 ay boyunca ödenmemiş gözüküyor. Halbuki ödeme (zamanından önce hem de) yapılmış! Mecbur olmasam 1 gün durmam.
  • Ağdalı Türk dizileri: Halkımızın melodram sevgisi, ağlama tutkusu bitmek tükenmek bilmiyor. Israrla aynı klişelerle millet ağlatılıyor. Hele Yaprak Dökümü'nün ağlatma yoğunluğu hiçbirinde bulunmaz. Ben annemlerin yanında 10 dakika izleyince afakanlar basıyor. Herkes tam 4 yıldır, 2.5 saat izliyor. Yuh yani.
  • Hıncal Uluç'un sinemasal yazıları: Çok sevdiğim bir köşe yazarı olmasına karşın, sinema yazılarında delleniyor ve saçmalıyor. Hep kendi dediği doğru, kendi beğendiği mükemmel, beğenmediği iğrenç. Bugüne kadar tüm sanat değeri taşıayn filmleri yerin dibine sokan Uluç, Uzak İhtimal'ı beğenince koruyucu gözüktü. Filmde sevişme sahnesi olsaymış, film gişe yaparmış ama bu da onun erdemiymiş. Sanki yeni bir kelam ediyor. İki gün önce ama kimsenin izlemediği filmlere ödül verdi diye Altın Portakal'ı lanetledi. Halbuki övdüğü Cannes'da çoğu film ilk gösterimlerini orada yapar ve çoğu yönetmen de bununla övünür. Zaten Cannes'ın gala festivali olduğunu tüm dünya bilir!

21 Ekim 2009 Çarşamba

Kıyıda İzlenmiş Filmler

Yine bir film birikimi oldu. Uzun zamandır size yazmak istediğim ama gerek vakitsizlikten gerekse tembellikten yazamadığım birkaç film birikti. Çok da kısa geçmeden özetleyelim isterseniz:

Away We Go, haziranda ilk duyduğumda çok şaşırdığım bir proje. Hep büyük starlı ve nispeten büyük bütçeli filmler çeken Sam Mendes'in bağımsız çektiği bir drama. Aslında romantik-komedi denmesi gerek ama ben bu türden çok farklı buldum kendilerini. İlk çocuklarını bekleyen evlenmemiş bir çift, hayatlarına hep destek olmuş oğlanın anne-babasının aniden Avrupa'ya taşınacağını duyduklarında şok oluyorlar. Ama bu, başka bir kararı tetikliyor: Ülkedeki yakınlarını ziyaret ederek yerleşmek için kent seçmek. Böylece birbirinden ilginç akraba/arkadaşlarını teker teker görürken o kentlerin yaşanabilirliğini de sınıyorlar. Aslında çiftin yaptığı, hayatlarını anlamlandırmak ibaret. Ne olacaklarına, nasıl devam edeceklerine karar vermek. Bu yüzden de kendime çok yakın bulduğum ve beğendiğim bir film oldu. Sanki dışarıdan gösterişsiz gözüken ama yakından bakıldığında parıldayan bir mücevher.

Gelelim Woody Allen amcamın son marifetine: Whatever Works, tamamen Allen hayranlarına yapılmış bir hediye. Allen'ın bilhassa satirlerini seven birinin hayran kalacağı ama bu türü sevmeyen birinin hoşlanmayacağı bir eser. Çünkü Allen yine hayat hakkında saptamalarda bulunuyor, onunla ve onu oluşturan tüm öğelerle ("God is gay!") dalgasını geçiyor. Bu açıdan bakabilen bir seyirci acayip keyif alır. Mesela ben çok eğlendim. Ama 75 yaşındaki amcamla 21 yaşındaki yeniyetmenin evlenmesini garip bulanlar, hatta mantıksızlık olaak niteleyenler elbet olacaktır. Allen evreninde her an her şey olabilir.

Okuribito, 2009 Oscarlarının sürpriziydi. Kimsenin beklemedeği halde Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü bu film kapmıştı. Bu Japon yapımı film, işsiz kalan bir çellistin mecburen memleketine dönmesini takriben geleneksel cenaze törenleri yapan bir şirkete girmesini ve bu olayın adamın küçücük çevresindeki yankılarını anlatıyor. Film oldukça klasik bir anlatıma sahip, hatta bazen fazla muhafazakar bile olabiliyor. Ama yönetmen Yojiro Takita, bu klasik anlatımı çok iyi kotarmış. Gerek teknik manada gerek senaryo bağlamında gerekse oyunculuk bakımında tüm ödevlerini layığıyla yerine getiriyor. Bir de son derece başarılı bir komedi-melodram ayarı kuruyor ki izleyiciyi asıl filme bağlayan bu oluyor. Tıpkı Babam ve Oğlum gibi ama daha yetkini. Filmi şöyle özetleyebiliriz: A Beautiful Mind misali geleceğe hiçbir şey bırakmayacak lakin izlenildiğinde başyapıtmışçasına görülecek bir film.

Geçen haftasonu Altın Portakallar dağıtıldı. Ben ise geçen senenin en iyisini (!) daha yeni izleyebildim. Pazar: Bir Ticaret Masalı ilginç bir deneme. Yer yer güzellikleri de olan, derdini artistik biçimde anlatmaya uğraş veren bir yapım. Tempo belki hiç düşmüyor ama son derece çabuk bir sonla nihayete eriyor. Atmosferini ilginç bir şekilde başarıyla kuruyor, hatta yer yer groteskliğiye göz kırpıyor. Performans konusunda da sıkıntı çekmiyor hatta Tayanç Ayaydın gayet başarılı. Ama bir yabancılık hissi gizli filmde. Yönetmen İngiliz olduğundan önyarglı mı yaklaşıyorum, emin değilim lakin hissettiğim bir duygu. Şu da var 2008'in en iyisi kesinlikle Pazar değil!

Away We Go
Oyuncular: John Krasinski, Maya Rudolph, Carmen Ejogo, Catherine O'Hara, Jeff Daniels, Allison Janney, Maggie Gyllenhaal - Görüntü Yönetmeni: Ellen Kuras - Müzik: Alexi Murdoch - Senaryo: Dave Eggers, Vendela Vida - Yönetmen: Sam Mendes - ****

Whatever Works
Oyuncular: Larry David, Evan Rachel Wood, Michael McKean, Patricia Clarkson, Ed Begley Jr., Henry Cavill, Lyle Kanouse - Görüntü Yönetmeni: Harris Savides - Senaryo ve Yönetmen: Woody Allen - ****

Okuribito (Departures)
Oyuncular: Masahiro Motoki, Tsutomu Yamazaki, Ryoko Hirosue, Kazuko Yoshiyuki, Kimiko Yo, Takashi Sasano - Görüntü Yönetmeni: Takeshi Hamada - Müzik: Joe Hisaishi - Senaryo: Kundo Koyama - Yönetmen: Yojiro Takita - ***1/2

Pazar: Bir Ticaret Masalı
Oyuncular: Tayanç Ayaydın, Genco Erkal, Şenay Aydın, Hakan Şahin, Rojin, Övül Avkıran - Görüntü Yönetmeni: Konstantin Kröning - Müzik: Cihan Sezer - Senaryo ve Yönetmen: Ben Hopkins - ***

18 Ekim 2009 Pazar

Sinemasal Bir İstanbul Günü

Sabah 9 buçuk civarında uyandım. Baktım, etrafta ses filan yok, yani ev sahiplerim uyuyorlar. Kapıdan süzülerek kendimi dışarı attım. Apartmandan adımımı attım, ara sokak olmasına rağmen canlı bir İstanbul havası seziliyordu. Metroya doğru yürürken bir fırından simit kaptım, daha sıcak. Elimde simit, yolun keyfini çıkararak Taksim’e geldim. Saat sabahın ilk saatleri olduğundan İstiklal, en boş saatlerini yaşıyordu.

Bir Pandora’ya uğradım, ayıp olmasın misali. Sight&Sound’un son sayısına göz attım. Pek okunacak yazı bulamadım. Alsaydım belki Fish Tank’in hacimli yazısını okurdum. Doğruca D&R’a yollandım çünkü aradıklarım esas ordaydı, farkındaydım. Girer girmez (Bursa’da bulunmayan) dergilerime baktım, ikisi de hazır bir halde beni bekliyordu. Ama önce bir DVD katına göz attım, almamın güzel olacağı birkaç DVD çıkmış. Bir dahaki sefere deyip erteledim DVD alışverişini. Sonra girişte Empire (İngiltere baskısı) ve Bant’ımı aldım ve çıktım.

Emek’e girmeden bir su aldım. Simit susatmıştı. Emek’in önü her festival zamanı gibi enteller geçidine dönmüştü. Direkt balkona çıkıp yerime oturdum. Çantamda birkaç düzenleme yapana kadar ışıklar söndü zaten.

Steven Soderbergh’in son filmi The Informant! zeki bir komedi. Kendini dahi sanan bir aptalın şirketini ve daha da önemlisi FBI’yı keklemeye çalışmasını anlatıyor. Tabii işleri sarpa sarıyor ve battıkça batıyor. Siz de bu durum karşısında gülüyorsunuz sadece. Matt Damon’ın incelikli performansından güç alan yapım, senenin izlenmeye değer filmlerinden.

Filmden sonra biraz etrafta dolaştım. Cine Majestic’te izlemek istediğim filmlerin uygun zamanda olduğunu fark ettim. Diğer filme biraz daha zaman olduğunu görüp Mephisto’ya girdim. Her zamanki gibi kalabalıktı kitapçı. Neyse ki arkadaki DVD bölümü ferahtı, birkaç filmi daha gözüme kestirdim lakin nefsime yenilmeyip erteledim. Ardından da yine Emek’in balkonuna çıktım.

İşte festivale gelmemin esas sebebi buydu ve gerçekten merakıma değdi. Çünkü mükemmeldi. Zaten ‘The Space Oddity’ diye bir şarkı yapan bir adamın (kim, bilin bakalım) oğlundan bu beklenirdi. Gerçek manada son yıllarda izlediğim en güzel bilim kurguydu. 2001 (ki en sevdiğim bilim kurgu filmidir) ile Battlestar Galactica’nın (ki en sevdiğim bilim kurgu dizisidir) garip bir karışımıydı sanki. İnsanlığın doğasına dair, insanı insan yapan değerlere dair ilginç bir çalışma. Neredeyse tek kişiyle çekilen film başlı başına da bir oyunculuk gösterisi. Sam Rockwell harikalar yaratıyor gerçek manada. 2009’un en iyilerinden biri şimdiden bence. Moon’u şiddetle herkese öneririm.

Film bitti, ayaklandım. Eski arkadaşlardan Özgün arkalarda oturuyordu, selamlaştık. Merdivenden indim, biri “Artun!” dedi. Baktım, Ezgi’ymiş. İTÜ Sinema Kulübü’nden tanıyordum. Bu yıl bir de başkan olmuş, sevindim. Kızların sorumluluk almaları her zaman önemlidir bence. Benim üyelik zamanında da iki kız arkadaşımız daha başkanlık yapmıştı, gayet de başarılıydılar. Ezgi’yle o kalabalıkta (çünkü tüm salon boşalıyor) yürürken Onur’u gördüm. Ezgi gitti, Onur’la konuştum bu sefer. Ona hemen Cine Majestic’e gidip filme gireceğimi söyledim, “Ben de katılayım.” dedi, memnun oldum. Böylece hemen (500) Days of Summer’a girdik.

Bu filmi de ne zamandır izlemek istiyordum. Türkiye’ye geldi ama Bursa’ya gelmedi. Gıcık sinemacılar! Ben de İstanbul’da gittim işte. Beklediğim üzere kaliteli bir romantik komediydi. Türün koyu fanatiği olarak gayet ciddiyim, Marc Webb başarmış. Klişelere bağlanmadan filmini çekmiş. Kaliteli bir romantik komedide olması gereken maddeler yerinde: Çift arasındaki kimyanın tutması, zeki diyaloglar, hayatı sorgulayan bölümler ve iyi bir ses kaydı ve şarkılar. Yalnız filmi bir şekilde aşk acısı çekenlere hiç önermem. Film gayet etkileyici çünkü üstü kapanmış yaralarınızı kaşıyabilir. Bugün gittiğim filmlerde hep aynı cümleyi kullandım ama hak ediyorlar: (500) Days of Summer, 2009’un (şimdilik) en iyi romantik komedisi.

Filmden çıktık Onur’la, artık gitme vakti. Meydana doğru yürüdük. Cadde biterken tam ben atıştırmak için büfelere dönecekken başka bir “Artun!” seslenmesi daha geldi. Sevgili dostum Müge ve arkadaşı Nihal (ad doğrudur umarım) karşıma çıktılar. Müge her zamanki gibi bir yerden bir yere koşturuyordu. Azıcık konuştuk meydanın orta yerinde. Sonra ben tıkınmaya Çılgın Dürüm’e girdim. Et dürüm ve ıslak hamburgerimi yedim. Böylece dönüşe hazırdım.

Nilüfer’e gidip biletimi aldım ve hemen servise bindim. İnönü’de maç hazırlıkları vardı. Şoförle Çarşılı arkadaşı güzel bir Beşiktaş kritiği çektiler. Enteresan bir konuşmaydı. Kavacık’a gelmeden de Boğaz’ı bu sefer ilk ve son kez gördüm. Diğer gelişimde bir Boğaz paklar artık beni. Kavacık’ta Nilüfer’in yeri değişmiş, şaşırdım ve açıkçası hoşuma gitmedi. Otobüs tenhaydı neyse ki! Dergilerimi okuyarak Bursa’ya vardım. Eve varmam 11’i buldu.

Tatlı bir yorgunluk var üzerimde, güzel geçen bir günün ardından. Üç güzel film izlemenin ve arkadaşları görmenin mutluluğu da var. Yapmalıyım bolca.

The Informant!
Oyuncular: Matt Damon, Melanie Lynskey, Scott Bakula, Joel McHale, Tom Papa, Tom Wilson, Scott Adsit – Görüntü Yönetmeni: Steven Soderbergh – Müzik: Marvin Hamlisch – Senaryo: Scott Z. Burns (Kurt Eichenwald’ın kitabından) – Yönetmen: Steven Soderbergh - ***1/2

Moon
Oyuncular: Sam Rockwell, Kevin Spacey, Robin Chalk, Dominique McElligott – Görüntü Yönetmeni: Gary Shaw – Müzik: Clint Mansell – Senaryo: Nathan Parker (Duncan Jones’un hikayesinden) – Yönetmen: Duncan Jones - ****1/2

(500) Days of Summer
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Zooey Deschanel, Geoffrey Arend, Chloe Moretz, Matther Gray Gubler, Clark Gregg – Görüntü Yönetmeni: Eric Steelberg – Müzik: Mychael Danna, Rob Simonsen – Senaryo: Scott Neustadter, Michael H. Weber – Yönetmen: Marc Webb - ***1/2

12 Ekim 2009 Pazartesi

Das Weisse Band

Üniversitedeki tarih hocam Eminalp Malkoç, iki dünya savaşı arasında Avrupa’daki politik durumu anlatırken Almanya’yı haylaz bir çocuğa benzetmişti. Daha doğrusu, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’yı haylaz bir çocuk gibi gördüklerini söylemişti. Ailenin haylaz çocuğu bazen dozu kaçırabilirdi ama her zaman ailenin içinde kalmaya devam edilecekti. Aile cezasını kendi verecekti lakin aile dışında bir farklılık olmayacaktı.

Bu dersten yaklaşık 5 yıl sonra Haneke’nin yeni filmi de aynı sözleri söylemeye başlayınca bir an irkildim. Aklım o ders ile film arasında gidip gelmeye başladı. İşte bu sebeple ki film beni çok etkiledi.

1. Dünya Savaşı’nın arifesinde feodaliteyle yönetilmeye devam eden bir Alman köyü. Herkes huzurlu ve halinde memnun. Herkes görevini kabullenmiş, ses etmeden uygulama çabasında. Ama her sessizlikten sonra bir fırtına gelir. Daha doğrusu bir anda gelmez ama belirtileri görülse bile kâle alınmaz.

İşte bu küçük köyde önceleri pek de kimselerin umursamadığı küçük ama hepsi dikkatlice düşünülmüş suç olayları meydana gelmeye başlıyor. Bir atın ince, gergin bir iple düşürülüp sahibinin sakatlanması misali. Giderek artan bu olaylar köyde huzuru bozmaya başlıyor ama hiçbir şekilde sorumlu veya sorumlular bulunamıyor. Yaklaşan siyasi fırtına öncesi herkes olayları anlamaya başlasa da birbirlerine itiraf edemiyorlar. Çünkü en başta kendilerine açıklayamıyorlar.

Das Weisse Band, bu Alman köyünün üzerinden aslında 20. yüzyıl başındaki Avrupa’nın mikrokosmozunu ortaya koyuyor. Çoğu bazı şeylerden huzursuz olsa da hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Israrla statükonun korunacağını farz ediyorlar. Yaklaşmakta olan değişimi fark etmek istemiyorlar. Hatta daha da ileri gidip, değişimi zapt altına almaya çalışıyorlar. Ama değişim bir kere başladı mı durduramazsınız. Üstelik ona karşı kullanılan şiddet, daha çok geri teper. Değişimin daha sancılı, daha acı verici olmasını sağlar.

İşte Avrupa bu sancılı yollardan çok önceleri geçmiştir. Bunlardan hatalarını öğrenerek yoluna devam etmiş, sağlıklı bir toplumsal yapının temelini atmıştır. İşte 21. yüzyıl Avrupası bu temel üzerinden yükselmektedir. Türkiye’nin her alanda ezilmesinin, her hareket altında kavgaya tutuşmasının nedeni de budur. Çünkü Türkiye bu sancılı yolların hiçbirinden geçmemiştir, daha yeni yeni emeklemeye başlamıştır. İçinde yaşadığımız kaosun sebebi de bundan ibarettir.

Esas konumuza geri dönersek, yaşayan en büyük yönetmenlerden biri olan ve her filmiyle daha da ustalaşan Michael Haneke, yine olağanüstü bir deneyim yaşatıyor bize. Olağanüstü kelimesi belki klişe kaçıyor lakin türdeşlerinden fersah fersah farklı bu yapıta başka bir sıfat bulamıyorum.

Her Haneke filminde olduğu gibi diken üstünde izlenilen eser; incelikli senaryosu, abartısız oyunculukları ve gönüllerde huzur verici ama kasvetli bir duygu bırakan siyah-beyaz görüntü çalışmasıyla bambaşka bir dünya sunuyor bize. Aldığı Altın Palmiye’yi bu kadar hak eden bir filmi nicedir izlememiştim. İleride adı 2009 ile anılacak birkaç filmden belki de birincisi!

Oyuncular: Michael Kranz, Christian Friedel, Leonie Benesch, Marisa Growaldt, Ulrich Tukur, Susanne Lothar, Mercedes Jadea Diaz, Josef Bierbichler – Görüntü Yönetmeni: Christian Berger – Senaryo ve Yönetmen: Michael Haneke - ****1/2

11 Ekim 2009 Pazar

Uzak İhtimal

Bu yıl bir maşallahlık durumu var sinemamızda. 70’i aşkın filmin gösterime gireceği konuşuluyor. Bunu doğrularcasına son 1 aydır her hafta 2-3 Türk filmi gösterime giriyor. Tabloya bu 3 cümleden baktığımızda hava hoş da, bundan sonrası hiç hoş değil. Çünkü film sayısı artmasına rağmen seyirci aynı seyirci. 3-5 yıl önce sinemayı dolduran insanla bugünkü kitle aynı! Daha teknik bir tabirle talep aynı ama arz çok artıyor. Hal böyleyken çoğu film batıyor. Sadece adını duyuyoruz bazılarının.

Yukarıda değindiğim durumu tek ben görmüyorum tabii. Geçen ay, Sinema ve Altyazı dergileri sezonun Türk filmlerini içeren dosyalarla çıktılar. İkisinin de yorumu aynıydı: “Bu kadar film yapılıyor, iyi hoş da kaçı maliyetini kurtaracak?”

Bu vahim tablonun içinde şunu da gördüm ki bu kadar filmin arasında beni heyecanlandıran film sayısı o kadar az ki! Kendimi övmek için yazmıyorum ama film oldu mu sinemaya düzenli giden 100.000 kişilik kesimin arasındayım. Ama bu bombardımanda, bazıları izlenilmeyecek kadar berbat, kimi tür klişelerinde boğuluyor, kimi de yanlış zamanda gösteriliyor. Mesela bayram haftası yanılmıyorsam 6 Türk filmi vizyona çıktı ve hepsi birbirini baltaladı. Aynı şekilde kendimi örnek vereyim: Geçen hafta Karanlıktakiler’e, bu hafta da Uzak İhtimal’e gittim ama bu arada gösterimde olan 11’e 10 Kala’yı es geçmek zorunda kaldım.

Neyse, bu karamsar tabloyu kenara bırakıp esas konumuza geçelim: Uzak İhtimal. Oradan buradan az çok okumuşsunuzdur, Uzak İhtimal son 6 ayda bir sürü ödülle döndü katıldığı festivallerden. Hepsi de önemli ödüllerdi bunların. Tüm bunlardan sonra da 2 gün önce vizyona girdi. Türk seyircisi de festivaller gibi düşünürse bahtı açık olur filmin. Temennimiz de odur zaten.

Filmi tek cümleyle özetleyebiliriz aslında: Bir müezzin bir rahibe adayına duyduğu aşk. Çoğu yerde rahibe adayının da müezzine aşık olduğunu okuyabilirsiniz lakin ben buna dair bir emare göremedim.

Konu basit görünüyor, değil mi? Zaten film de gücünü basitliğinden yada film söz konusu olunca herkesin kullandığı kelimeyle sadeliğinden alıyor. Bin bir yolla anlatılabilecek bu hikaye o kadar basit anlatılıyor ki bambaşka bir siluete dönüşüveriyor. Minimum diyalog, maksimum duyguyla kendine has bir sinema dili tutturuyor.

Böyle çekilmiş bir filmde iki unsur öne çıkıyor mecburen. Birincisi senaryo: Bir cümle üzerinden giden filmi 90 dakika izleyecek seyirciyi kaybetmemek istiyorsanız ya atraksiyonlu bir yönetim sergileyeceksiniz ki film bunu asla tercih etmiyor ya da yan öykülerle besleyeceksiniz. Senaristler de yan öyküleri seçmiş, 3-4 yan öyküyle tempoyu düşürmemeye çalışmışlar ve başarmışlar da. Lakin kişisel eleştirim şudur ki yan öyküler bütünle pek uyuşamamış. Zaten uyuşsa harikulade bir film çıkardı. Mesela esnaf Yakup karakteri beni pek inandıramadı. Keza polis baskını ve sonrası da. Tempoyu ayakta tutan hamleler bunlar ama bunun ötesinde bir işlev göremiyor. Bilhassa hapishaneyle sonuçlanan tarihi eser kaçakçılığının ana konuyla hiçbir ilgisi yok.

İkincisi de oyuncular ki bu konuda denecek pek bir şey yok. Filmin kendisi gibi olabildiğince sade (doğal) iki performans izliyoruz. Son derece de yakışıyorlar filmin diline. Ayrı bir parantez de açarsak, Görkem Yeltan gittikçe sağlam bir bağımsız sinema yıldızına dönüşüyor. Zevkle izliyoruz kendisini.

Toplarlarsak, her yerde karşılaşamayacağınız kadar sade bir film perdede. Sırf bu yüzden bile izlenebilir. Ayrıca dini ve aşki ikilemler üzerinde kafa yormak da cabası.

Oyuncular: Nadir Sarıbacak, Görkem Yeltan, Ersan Ünsal – Görüntü Yönetmeni: Refik Çakar – Müzik: Rahman Altın – Senaryo: Tarık Tufan, Görkem Yeltan, Bektaş Topaloğlu – Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun - ***1/2

4 Ekim 2009 Pazar

Karanlıktakiler: Olmamış Bir Deney

Belki size garip bir ifade gibi gelebilir lakin şu an Türkiye’de hangi yönetmenin yerinde olmak istersin deseler, hiç çekinmeden “Çağan Irmak!” derim. Yaptığı işler gıpta ediyorum resmen. Hiç kendini tekrar etmiyor bir kere. Belki her türü layığıyla yerine getiremiyor belki ama hiç olmazsa çabalıyor. Farklı işlerin peşinde koşuyor. Bir iş tuttu deyip de gereksiz kopyalar üretmiyor ki hemen hemen tüm Türk yönetmenler bu hastalıktan muzdarip.

Şimdi ben bu yönetmenin her filmine gözü kapalı giderim, ister iyi olsun ister kötü, hiç parama acımam. Irmak’ın yeni filmi ne yazık ki ikinci şıka giriyor yani kötü bir film. Psikolojik drama yapmaya çalışmış Irmak ama tutturamamış ölçüyü. Birkaç yerden ciddi sapmalar var filmde.

İlk olarak, konuyu çok sıradan almış. Merak duygusu hiçbir şekilde uyanmıyor insanda. Öylesine izliyorsunuz, amacı ne diye filmin. Elbet sonunda birkaç kelam ediyor Irmak ama o kelamları merak etmeniz gerektiğini bile çözemiyorsunuz film boyunca. Hal böyleyken sıra büyük sırra geldiğinde gereksiz bir şeyi öğrenmiş gibi oluyorsunuz.

İkincisi, senaryoda ciddi boşluklar görülüyor. Benim Irmak’tan hiç beklemediğim bir hata lakin çok bariz. Mesela başlı başına filmin esas karakteri olan Egemen’in hiçbir altyapısı yok. Nerede okudu, neden arkadaşı yoktur, hiçbir cevabı yok filmde. Yapayalnız sap gibi biri ama 40’ına dayanmış, öylesine geziniyor etrafta. Teyze ve Umay tipleri ayrı mesele. Hikayede ciddi yeri olan bu iki kişi öylesine varlar gibi. Yani Egemen, Umay’a değil de bir masaya aşık olsa, hiç yadırgamayacağız.

Oyunculuklar fena değil ama karakterler boş olunca onlar da bazen bocalıyorlar, belli yani. Meral Çetinkaya daha iyi bir senaryoya layıktı bence. Rıza Akın aralarda yine parlıyor tabii.

Vesselam diyeceğim o ki Irmak sırf Çetinkaya’ya yakın çekim yapabilmek için film yapmış. İyi de 2-3 plan için tüm filmi boşlamak saçma oluyor! Günaydın İstanbul Kardeş ile Mustafa Hakkında Herşey’in garip bir bileşimi olan Karanlıktakiler, söz konusu iki filmin çok gerisinde kalıyor ve başarısız bir deney haline dönüşüyor.

Oyuncular: Erdem Akakçe, Meral Çetinkaya, Derya Alabora, Rıza Akın, Şebnem Dilligil – Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Senaryo ve Yönetmen: Çağan Irmak – **