26 Temmuz 2009 Pazar

Sinemasal Sayıklamalar - #4

  • Şu sıralar eve bolca film izler oldum. Bunun sebebi hafif bunalım takılmam mı, bilemiyorum. Ama eskilerle yeniler arasında bayağı mekik atar oldum.
  • 80’lerin en popüler filmlerinden, hatta filmi geçin vakalarından Flashdance’ı izledim. MTV ekolünün sinemaya ilk yansımasıdır sanırsam. 83 ve 84’te bir sürü yeniyetmenin duvarını Jennifer Beals posterleri süslüyordur eminim. Ama kız film çekerken Yale’de (sanırım hukuk) okuyormuş. İşte ABD farkı budur, hem güzel hem kültürlü hem de popüler. Filmde ise pek bir şey yok. Ama kendini izlettiriyor kesinlikle. 83’te genç olsaydım filme hayran kalabilirdim herhalde. Müzikleri süper çünkü. ‘What a Feeling’ ile ‘Maniac’ı arka arkaya çalması bile yeter. Ayrıca nasıl bir fanteziyse film, esas kızımız hem dansçı hem kaynakçı (bildiğiniz oksijenli metal kaynağı işte)!
  • Hani şöyle filmler vardır ya: Kentin varoşlarında bir okul vardır; öğrenciler umursamaz, çete üyesi, vb.; öğretmenler de kendi hallerinden şikayetçi; sonra bir öğretmen gelir, bir sınıfla sorun yaşasa da finalde sınıfı mum yapar. Düzinelerce örneği vardır. İşte bu türün ilk örneğini izledim: The Blackboard Jungle. 1955 yapımı siyah-beyaz bir film. Renkleri eskimiş ama film taş gibi. Türün tüm klişeleri bu filmden araktır diyebiliriz. Müzikle yola getirme fikri mesela. Öğrenciler çok iyi döktürmüş, aralarında Sidney Poitier var örneğin. Şarkılar da ayrı bomba. ‘Rock Around the Clock’ bu film için yapılmış meğerse. Küçük bir cevher yani.
  • 2009’a gelelim biraz da: Duplicity’yi izledim, sırf Julia Roberts-Clive Owen ikilisi için. Olmamış. Tony Gilroy harika bir senarist ama bu sefer elindekini o kadar karıştırmış ki konuyu anlayayım derken eğlenemiyorsunuz ve film eğlencelik diye çekilmiş! Roberts’ın devri geçti de Owen böyle rollerle kendini harcıyor.
  • Adventureland’ı herkese öneririm. Çünkü hiçbir yerde ismi duyulmamasına rağmen gayet güzel bir film. Nick&Norah’s Infinite Playlist de aynı dertten mustaripti. Gençlik filmi diye kaale alınmıyorlar lakin çoğu yetişkin filmine 10 basarlar. Hele N&N! Adventureland, aşkın realitesini çok iyi yansıtıyor. Sorunu klişeleri fazla kullanması. Ama 87’de geçerek ve dönemin enfes şarkılarını arkadan dinleterek bizi bizden alıyor.
  • Eskilere yine dönelim: Bambi’yi izledim. Bilmeyeniz varsa Walt Disney’in en başarılı animasyonudur. Yurt dışında izlememiş çocuk yoktur! Bir geyiğin olgunlaşma macerasıdır anlatılan, hafif hüzünlü hafif gerilimli. Ama o kadar tutmadım filmi. Fazla naif geldi bana. Mesela geyiklerin başı Bambi’nin babasıymış meğerse (öyle okudum), ama filmde baba hiç oralı değil. Ayrıca koca ormanda en büyük hayvan geyik ve tek düşman insan! Tamam insan kötüdür ama bunun aslanı, yılanı, kaplanı var!
  • Stalag 17’de güzel bir 2. Dünya Savaşı öyküsünden gayrı elle tutulur bir şey bulamadım. Robert Strauss’un harika oyunculuğu tüm filmin önünde bence.
  • Yine Billy Wilder’ın çektiği The Lost Weekend’i izledim yine. Filmle ilgili en ufak bilgim yoktu izlemeden önce. Kara film izleyeceğimi ummuştum. Bir alkoliğin sayıklamalarını izledim 100 dakika boyunca. Yine de fena değildi. En beğendiğin sahneyse Don’un kapıyı zincirlemeye uğraşırken nişanlısının yedek anahtarı bulmaya çalışması ve burada yaratılan olağanüstü gerilim. Billy Wilder gerçekten çok büyük bir usta.
  • Daha da eskilere gidelim. Yıl 1923, filmin adı Safety Last! Bir tezgahtarın köşeyi dönme maceralarını komediye döküyor. Film sessiz tabii ki de. Harold Lloyd amcamın en önemli filmi. Şarlo’nun yandan yemişi diyebiliriz. Ama onun kadar komik değil, bana kahkaha attıramadı. Halbuki Chaplin her zaman 1-2 kahkahayı garantiler. Yine de film hoş bir komedi. Güzel gaglar (durum komedisi, sitcom’un atası) yakalamışlar, hatta bazıları bizim salak sitcomlara 100 basar.
  • 2003’e ilerleyelim: School of Rock, hep izlesem mi izlemesem mi diye ikileme düştüğüm bir film olmuştur ve izledim en sonunda. Başlarda çok sıktı, kendime “İzlememeliydin!” dedim ama sonlara doğru beli doğrulttu. İyi ki izlemişim!
  • 2009 ile bitirelim: Romantik-komedilerde şöyle bir yapı vardır: Hiç ciddi bir ilişkisi olmamış erkek/kız bir gün biriyle tanışır, ya çıkmaya başlarlar hemen ya da biraz aşk acısı çekilir; sonra tam işler yoluna girmişken, bir olay olur ve çift ayrılır; finalde de yeniden birleşirler. İşte I Love You, Man bu yapıyı alıp iki heteroseksüel erkeğin kanka haline geliş sürecinin üzerine kuruyor. Bunu da gayet hoş ve yer yer kahkaha attırarak yapıyor. Böylece yılın en hoş komedilerinden biri oluveriyor.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Şok Doktrini

Bu sefer kendi düşüncelerimi değil, okuduğum ve önemli olduğunu düşünüp herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm bir dosyanın özetini yazacağım. Hak verip vermemek size aittir.

Bahsedeceğim dosya, Bant dergisinin Temmuz-Ağustos 2009 sayısında yer almaktadır. 19 sayfalık bir yazılar topluluğundan oluşmaktadır. Tabii ben bu 19 sayfanın belli başlı bölümlerine değineceğim. İlginizi çekerse dergiyi alıp tamamını okumak tavsiyemdir.

Dosyanın adı ‘Şok Doktrini’. Naomi Klein’ın ortaya attığı bir kavram bu, orijinali ‘The Shock Doctrine’ olan. Kavramı kabaca ifade etmeye çalışırsak, Chicago Okulu mezunu bir grup liberal ekonomistin son 40 yılda dünyada yaptığı yıkımı anlatıyor.

Her şey 50’li yıllarda, meslektaşlarının ifadesiyle, salak bir psikiyatrist olan Dr. Ewen Cameron’un ‘Şok Terapisi’ adını verdiği yöntemi uygulamak istemesiyle başlıyor. Amaç, fikirleri normalden farklı olan insanları fiziksel tedaviyle bilinçlerini silip, sıfırlanan bilinçleri normal fikirlerle doldurmak. Bu süper fantastik yöntem, CIA’in sponsorluğunda Kanada’da Kore’de esir alınan askerler üzerinde uygulamaya geçiliyor! Tabii insanlara çeşitli işkenceler yapılsa da uygulama, başarısızlıkla sonuçlanıyor. Ama bir grup insanın hafızasını silmeyi başarıyorlar yine de.

Bu acayip deney hiç gerçeğe dönüşmese de, bundan ilham alan Chicago Okulu olarak ünlenen liberal ekonomistler, bu deneyi tüm topluma uygulamayı düşündüler. Bu ekolün başındaysa nasılsa bu yöntemle Nobel Ödülü alacak Milton Friedman vardı! 60’larda kendi ülkelerinde başlayan denemeler başarısızlıkla sonuçlanınca yine CIA desteğiyle üçüncü dünya ülkelerinde uygulanmak istendi.

Kurallar şöyleydi: 1) Askeri bir darbeyle hükümet ve düzeni şoka sokmak (Sonradan doğal afetleri de kullandılar) 2) Dr. Cameron’un şok terapisinin yetkin bir uygulaması ile muhalefet etmesi beklenen yüz binlerce kişiye işkence uygulamak 3) Chicago Okulu ve müritleri askeri cuntaya ekonomik reçeteyi hazırlayarak, halkın kazanımlarını sıfırlamak ve ilkokullar dahil her şeyi büyük devletlere devretmek

Diğer deyişle, her şeyi serbest pazar ekonomisine çevirip özel sektörü ihya etmek!

İlk uygulama 1973’te Şili Devrimi’yle gerçekleştirildi. Devletleştirme yanlısı Salvador Allende’ye yapılan darbeyle General Pinochet diktatör oldu. Darbe günü yapılan idamların sayısı yüzün katlarıyla ifade ediliyor. Buna kayıplar, yaralılar ve kaçanlar dahil değil. Darbenin sonucuna gelirsek; ülke tamamen uluslar arası şirketlere parselleniyor. Tüm dünya ihtilali lanetlese de olayı, ekonomik mucize olarak tanımlıyor. Şili halkı da giderek yoksullaşıyor: %3’lük işsizlik bir anda %30’a vuruyor. Ülke borçları tavan yapıyor.

Bu darbeyi, 1973 Uruguay, 1976 Arjantin darbeleri takip etti. En ironik olay ise, Arjantin’deki en büyük işkence zindanının bir alışveriş merkezinin bodrumundan çıkmasıydı!

70’lerin sonunda Stephen Haggard aslı bir neoliberal siyaset bilimci, yenilikçi atılımların yalnız askeri darbe ve tek parti hükümetlerinde yapıldığını söyleyen bir makale yayımladı. Çok geçmeden Margaret Thatcher bunu İngiltere’de uygulamaya koydu. Küçük militarist faaliyetlerle (ör: Falkland Savaşı) halkı daima arkasına alarak birtakım ekonomik uygulamalarda bulundu: Bütün sosyal konutları (lojmanları) özelleştirdi. British Steel gibi en büyük kurumları elden çıkardı. Hala daha 80’ler İngiltere’de kayıp yıllar olarak görülür. O dönemin izlerini Ken Loach, Shane Meadows ve Stephen Frears’ın filmlerinde takip edebilirsiniz.

1985’te Bolivya’da ise ‘demokratik darbe’ yapıldı. Ülkenin tek ihraç ürününü (koka) yasaklayan ABD, enflasyonun yüzde 14000’e vurmasını sağladı. Ardından ünlü ekonomist Jeffrey Sachs ülkeye çağrıldı ve enflasyon bir yılda yüzde 10’a indi. Götürüsü mü? Caddelerde birkaç ay tanklar gezdi, işsizlik tavan yaptı, aç kalan halk mecburen kokain ekti ve tamamen uyuşturucu bağımlısı oldu, muhalif liderler hapishanelerde çürüdü. Ama Batı buna ‘ekonomik mucize’ dedi.

İngiltere ve Bolivya deneylerinden sonra askeri darbe yapmanın gereksizliği ortaya çıktı. Ufak bir ekonomik kriz tüm gerekli işlemler için yetiyordu. Bir kere ülke, geme alındı mı dış borçları sayesinde sonsuza dek Batı’ya bağımlı kalıyordu.

90’larda benzer bir deneyimi Güney Afrika yaşadı. Ülkedeki zengin yer altı kaynaklarını devletleştirmek isteyen Mandela’nın partisi AMC, iktidar olsa da çeşitli hamlelerle ekonomiden uzaklaştırıldı. Tüm olası devrimlerden sonra tüm ekonomik değerlerin %80’i yine beyazlarda kaldı. Hatta bunların devletçe el konması yasayla engellendi ama yabancı şirketlere satımındaki tüm engeller kaldırıldı. Hala ülkedeki siyahlar arsında %40’ı bulan işsizlik oranları mevcut.

80’lerin sonunda Polonya’da başka bir yanlış anlaşılma oldu. Sosyalist hükümetin et fiyatlarına zam yapmasını eleştiren bir grup, Batı’nın dikkatini çekti. Bir anda ciddiye alınan grup 88’de iktidar oldu ama başkanı “Maalesef kazandık.” açıklamasını yaptı. Çünkü enflasyon ve işsizlik tavan yaptı. Kurtarıcı olarak Jeffrey Sachs çağrıldı! Ardından başbakan birkaç günlüğüne hastaneye yatırılınca şu sonuç ortaya çıktı: Devlet işletmeleri satıldı, borsa oluşturuldu, ağır sanayiden tüketici ürünleri üretimine geçiş kararlaştırıldı ve bütçede kesintiye gidildi. Alınan dış borç ayyuka çıktı. Sonuç: Hala Polonya’da ciddi bir işsizlik ve yoksulluk oranı bulunmakta. 2 yıl önce konuştuğum bir Polonyalı, kendisi ve tüm arkadaşlarının diğer ülkelerde çalışıp ülkesinde uyuduğunu söylemişti.

89’da Çin’deki Tiananmen Meydanı’nda yaşananlar tüm dünyada ‘komünizme yapılan başarısız bir darbe’ olarak nitelendirildi. Ama işin aslı bambaşkaydı. Çünkü Komünist Parti, daha 1980’de Milton Friedman’ı ülkeye çağrılmıştı. Nitekim, olaydan sonra Başkan Deng şöyle bir açıklamada bulundu: “Bu olaylar sayesinde Açık Kapı Politikası’na yönelik reformları daha sağlam, kesin ve hızlı adımlarla yapacağız.” Olayları ilk savunan da Henry Kissinger’di. Sonuç: Hala daha açlık sınırında gezinen milyonlarca fabrika işçisi!

90’larda benzeri olaylar Rusya’da vuku buldu. Chicago Okulu tezlerini reddeden Gorbaçov devrildi. Yerine geçen Yeltsin tüm devlet kurumlarını özelleştirmeye kalktı. Parlamentonun %99’u karara karşı çıkınca darbe yapıp parlamentoyu dağıttı, kendi diktatörlüğünü kurdu ve ne ABD ne AB demokrasiden söz etti. Baş ekonomi danışmanı da Jeffrey Sachs’tı! Sonuç: Abramoviç gibi 17 oligark ortaya çıktı. Ülke kurumları yabancı şirketlere dağıtıldı. 2006’da UNICEF’e göre 3,5 milyon evsiz çocuk ve 4 milyon eroin bağımlısı bulunuyordu.

Gelelim daha yakın tarihlere: 2003’te başlayan Irak İşgali’nin sebebinin nükleer silah olmadığını bilmeyen kaldı mı acaba? Bant’taki dosyada çok güzel gerçekler var ama benim daha inanılmaz bulduğum 2004’te Hint Okyanusu’nda gerçekleşen tsunami felaketinden sonra gerçekleşenler:

Tsunamiden 1,5 yıl önce Dünya Bankası ve IMF ‘Sri Lanka’yı Yeniden Kazanmak’ planını açıkladı. Amaç, tüm arazileri özelleştirip uluslar arası otel zincirlerine satmak ve ülkeden yeni bir turizm cenneti yaramaktı. Ama Sri Lanka bu planı kabul etmedi ve hemen ardından tsunami oldu! Tsunamiden hemen sonra ülkenin başına Washington kontrolünde beş büyük turizm holdingi geçti! 9 ay içinde tüm sahillerde otel inşaatları başlamıştı. Tüm dünyadan toplanan felakete yardım paraları da otellerin altyapısına harcandı! Yerli halk mı, nerede yaşadıkları belirsiz!

Benzeri uygulama, Katrina Kasırgası’nda yaşandı! (Bence de “Yuh!”) Bu sistemin mucidi Friedman, Kasırga’dan hemen sonra şu açıklamayı yapmış: “Hele şükür tüm okullar özelleşecek!” Dediği de oldu, devlet okullarının büyük çoğunluğu özelleşti New Orleans’ta!

Adı geçen ülkelerin arasında Türkiye yok, dikkat ederseniz. Ama olaylar hiç yabancı değil bence. Darbeler ve Özal dönemi doktrinin zamanına denk düşüyor zaten! Benim merak ettiğim 17 Ağustos sonrası Kemal Derviş devrimlerinin sistemle alakası olup olmadığı? Derviş’in geçmişini araştırdım, Chicago’yla ilgisi yok lakin IMF’nin has adamı. Tam 3 ülkede bahsi geçen Sachs da Chicago mezunu değil zaten!

Kısacası mı? Yok aslında bundan kısası! Hepimiz birer piyonuz ve parmağımızı oynatmaya hacetimiz yok! Tek yapabileceğimiz durumun farkında olabilmek! Gerisi boş! Carpe diem beyler bayanlar! Günü yaşayın çünkü geleceğiniz zaten sizin elinizde değil!

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Public Enemies, The Hangover ve 6. Harry Potter

Temmuz ayı vizyon filmleri açısından harika geçiyor. Büyük Hollywood stüdyoları birbiri ardına bombalarını patlatıyor. ABD Box-office’i kıyasıya bir rekabet içinde. Ekonomik krize rağmen stüdyoların keyfi yerinde. Geçen haftanın sıralamasında 100 milyon dolar sınırını geçen 4 film vardı ki rakipleri de hızla bu sınıra yaklaşıyor. Ayrıca henüz tüm bombaların patlatılmadığını da not düşelim.

Böyle bir ortamda sinemaya gitmemek, benim için çok güç. Nitekim 6 günde 3 vizyon izledim, ikisi sinemada olmak üzere. Şimdi teker teker değinelim.

Public Enemies, kadrosu ve yönetmeniyle “Beni izle!” diye bağıran bir film.30’ların ünlü gangsterlerinden John Dillenger’ın son 4 yılını anlatıyor. Bizim için pek olmasa da Amerika için önemli bir figür Dillenger. Ünlü ekonomik buhranda, halkın parasına dokunmayıp sadece kapitalist bankaları soyan bir suçlu ve bu yüzden de halkın göz bebeği. Nerede okuduğumu unuttum ama öldüğü gece kanına batırılmış mendiller hediyelik eşya olarak satışa çıkacak kadar popüler birisi.

Michael Mann de işte böyle bir tarihi figürü peliküle aktarıyor. Bir nevi Heat’in gerçek versiyonu gibi. Ama Mann aynı parametreleri bu filmde de kullansa da Heat yanında oldukça zayıf kalmış. Belki de böyle hissetmemin sebebi perdede yeni bir Heat görmek istiyor olmamdı, bilmiyorum. Dışarıdan bakınca, hiç sarkmayan bir senaryo, harika bir oyuncu kadrosu, olayların içindeymiş hissi veren sanat yönetimi ve görüntü yönetimi var. Lakin bir takım şeyler yine de eksik. Aklıma gelen sebepler şunlar: Dillenger’ın zamanımızda bir mana ifade etmemesi; bu kadar şiddetin 2009 için fazla kaçması; Depp-Bale ikilisinin yeterince perde personalarının olmayışı; senaryoda akılda kalacak kadar sarsıcı sahnelerin olmayışı.

Oyuncular: Johnny Depp, Cristian Bale, Marion Cotillard, Billy Crudup, David Wenham, Stephen Dorff, Jason Clarke, Christian Stolte, Giovanni Ribisi, Channing Tatum, Rory Cochrane – Görüntü Yönetmeni: Dante Spinotti – Müzik: Eliot Goldenthal – Senaryo: Ronan Bennett, Michael Mann, Ann Biderman (Bryan Burrough’un ‘Public Enemies: America’s Greatest Crime Wave and the Birth of the FBI, 1933-34’ adlı kitabından) – Yönetmen: Michael Mann – ***

The Hangover, 2009’un ‘sleeper hit’i. Diğer deyişle bu kadar gişe yapacağı beklenmeyip gişe rekorları kıran filmlerden. Her yaz mutlaka bir tane çıkar ve genelde de komedi olur bu film. Nitekim The Hangover da süzme bir komedi. Ama diğer komedilerden farkı, bunu en mükemmel biçimde yapması. İzlerken gerçekten kasık ağrısı çekiyorsunuz. Çünkü konu başlı başına komedi:: Damat ve üç arkadaşı bekarlığa veda için Las Vegas’a gelir. Ertesi sabah bu üç arkadaş uyandığında oda şu görünümdedir: Tuvalette bir kaplan vardır, giyinme dolabında bir bebek uyuyordur. Birinin ön dişi kayıptır. Üstelik damat ortalarda yoktur. En önemlisi bir önceki gece hakkında hiçbir şey hatırlamamaktadırlar.

Her ne kadar ana fikir klişe gibi gözükse de farklı durum ve espriler sayesinde film tavana vuruyor. Senaryonun oyuncularla da uyuşmasıyla tadından yenmeyecek bir komedi çıkıyor ortaya. Gerçekten yılın en iyilerinden biri olmaya aday.

Oyuncular: Bradley Cooper, Ed Helms, Zach Galifianakis, Justin Bartha, Heather Graham, Ken Jeong – Görüntü Yönetmeni: Lawrence Sher – Müzik: Christophe Beck – Senaryo: Jon Lucas, Scott Moore – Yönetmen: Todd Phillips – ****

Gelelim Harry Potter and the Half-Blood Prince’e. Açık söyleyeyim, bu sefer filme seriyi tamamlamak için gittim. Çok iyi bir film hiç ummuyordum çünkü David Yates’in 5. filmdeki işi çok vasattı. Ama beni şaşırttı açıkçası, çünkü bugün izlediğim film çok iyi kotarılmış bir kitap uyarlamasıydı. Harry Potter filmleri konsept olarak sakıncalı bir seri (frenchaise). Dünyada bu kadar okunmuş bir serinin hele daha popülerliği üzerindeyken uyarlanması önemli dezavantajları da beraberinde getiriyor. Birebir kitap uyarlaması zaten ayrı bir görsel dünya. Chris Colombus bunu ilk 2 filmde çok güzel yerine getirdi. Ama sayfa sayısı giderek artan kitapları birebir uyarlamak sinemasal olarak çok sakıncalı (En yakın örneği de Watchmen’dir). Hal böyleyken senaryonun sıfırdan yazılması gerekiyor ve bu da herkesin harcı olmuyor. Çünkü görselliği ve değindiği konuları bu kadar geniş bir kitabı tek filme sığdırmak gerçek bir yetenek işi. 3., 4. ve 6. filmler bu yöntemi uyguladı ve başarılı oldular. Steve Kloves yazmadığı tek film olan 5. filmse bence bir TV filmi havasındaydı.

Dediğim üzere bu filmde kitaptan uzaklaşmalar had safhada ama bu, genel atmosfere ihanet etmiyor. Tıpkı benim en sevdiğim Harry Potter filmi olan 3. film gibi. Yerinde dokunuşlarla ve bunlara uygun görsel efekt ve benzeri teknik süslemelerle film, izlemesi keyif veren bir yaz eğlencesine dönüşüyor. Geriye tek sorun kalıyor, atladıkları konuları son 2 filmde (aslında tek kitap) nasıl toplayacakları?

Oyuncular: Daniel Radcliffe, Rupert Grint, Emma Watson, Michael Gambon, Bonnie Wright, Jim Broadbent, Julie Walters, Alan Rickman, Helena Bonham Carter, Tom Felton, Robbie Coltrane – Görüntü Yönetmeni: Bruno Delbonnel – Müzik: Nicholas Hooper – Senaryo: Steve Kloves ( J. K. Rowling’in romanından) – Yönetmen: David Yates – ***1/2

16 Temmuz 2009 Perşembe

Neden Bu Blog?

Bu blog açılalı 2 yılı geçti. Ağırlıklı sinema yazmayı düşünürken kimi zaman politika kimi zaman felsefi ikilemler yazıldı bu sayfaya. Kimi gün oldu 3 yazı yazıldı, kimi ay oldu sadece 1 yazı konabildi.

Şimdi şaşırmışsınızdır, neden böyle bir hesaplaşmaya girdin diye. Geçen hafta yazlıkta boş boş düşünürken, bir açıklama yapmak istedim. Bir blogtur sanal aleme açılıyor, lakin nedir, necidir? Mesela martta blogun ana başlığı değişti, neden değişti? Ayrıca genel olarak bir yazı yazmak istedim, bu blogun var olma sebebini anlatan.

Dediğim üzere 2 yıl önce, Mayıs 2007’de açıldı bu blog. O zamanki tek amacım, yazılarımı istediğim gibi yayınlamaktı. Ortabahçe’de (İTÜ Makine dergisi) kimi sayı 3 yazım yayınlasa da beni doyurmuyordu ve öylesine yazmak istiyordum.

Ayrıca sanal şöhret olmak gibi salak bir düşüm de vardı. Daha toyuz tabii, her yerde blogun reklamını yaptık. Sanki bir giren ikinciye hayran kalacak. Sonradan kafaya dank etti ki blog olayı okunmak için değil, yazmak için olan bir olgu. (Tabii ticari blogları konsept dışında tutuyoruz) Şimdilerde gün geliyor, kimse okumasa da salakça yazsam diyorum. Çünkü nedense okunma hissi bende bir otosansür oluşturuyor. Şu sıralar bu garip duyguma ket vurmaya çalışıyorum.

Gelelim isim meselesine. Blogun ismi neredeyse 2 yıl ‘Artun’un Sanal Evi’ydi. Amaç, düşüncelerimin internette toplanacağı bir havuz olduğuydu. Şimdi ise ‘Bir Entelin Sayıklamaları’. İsmin kökeni ocak ayındaki ‘3. Dünya Savaşı’ (link de burada) yazıma dayanıyor. O yazıda şöyle demiştim: “Entel, her boku bildiğini sanıp aslında bir bok bilmeyen insanlık müsveddesidir.” Dalga geçtiğimi sananlar olabilir ama gayet ciddiyim ve ben de bir entelim. Sayıklama kısmına gelirsek, bildiğiniz üzere sayıklama, bir sarhoş, hasta veya delinin saçma sapan konuşmasından ibarettir. Bazen normal insanlar da bir konu üzerine saçma şeyler söyleyebilir. İşte ben de bir entel olarak saçmalıyorum.

Buradaki asıl niyetim bu blogu çok ciddiye almamanız. Sonuçta ben bir insanım ve edebi bir kişilik veya bir gazeteci değilim. Kendime göre bir şeyler karalıyorum. Yazdıklarım bana o anda doğru geliyor lakin bu, sizin doğrunuz olmayabilir. Burası benim sayfam, bir nevi tapulu malım, istediğimi yazarım ama bu hiçbir şekilde sizi bağlamamalı.

Konu olaraksa belli bir başlığı olmayacak bu blogun. Sinema, politika, felsefe, psikoloji, anı, deneme, gezi, vs. O an ne gelirse aklıma o olacak.

Bu blogun hikayesi de böyle işte!

7 Temmuz 2009 Salı

İstanbul'dan Kısa Anılar

  • 2,5 ay sonra İstanbul’a gitmek bende pek bir heyecan yaratmadı. Ne kadar sevsem de döneceğimi bildiğim için bir eksiklik fark ediliyor.
  • İstanbul, her yerde olduğu üzere, hem değişmiş hem de değişmemiş. Neyin iyi neyin kötü olduğu birbirine karışmış durumda.
  • Cuma akşamı İstiklal’e çıktım direkt. Caddenin başları tenha gibi geldi, yaz rehavetine bağladım. Asmalımescit ağzına kadar dolu olarak en kalabalık yerdi. Nevizade coşkulu da olsa adım atmaya yer bulunuyordu gayet.
  • Gece 1’de Kanyon’a girdim ve sadece 3 dakika kalmama karşı birkaç değişiklik sezerek kendime hayret ettim.
  • Cumartesi boğaz gezisine çıktım vapurla. İDO seferi son 4 yılda neredeyse %400 zamlandırmış. Tuttuğu kesin de biraz daha insaf ya.
  • Denizden İstanbul pek salimdi. Yalıları göz kamaştırıcıydı.
  • Anadolu Kavağı’nda kaleye çıktım. İnsanlar manzaraya karşı eğleniyorlardı. Yanımdaki çocuk plastik su şişesini hop diye ormana fırlattı. Aileden ses çıkmadı. İşte biz buyuz sayın okuyucular!
  • Beykoz’da Balıkçı Barınağı’nda balığımı yedim. Balığı pek sevmememe rağmen beni mutlu ediyor bu yer. Harika yapıyor balığı.
  • Yeniköy-İstinye arası yürümek her zamanki gibi huzur vericiydi.
  • İstinye Park gereksiz yere doluydu. Hatta yabancı bir turist kafilesi bile vardı. Koca İstanbul’da gidecek yer mi kalmadı acaba?
  • Nişantaşı aynıydı. Tikiler her yerdeydi!
  • Cumartesi akşamı İstiklal havasını bulmuştu, gayet kalabalıktı. Ara sokaklar bile cıvıl cıvıldı.
  • Cihangir’de ara sokaklardaki mekanlar bile tıklım tıklımdı. Merdivenlerde oturdum, orası bile kalabalıklaşmış. Midye tezgahı açan bile vardı. Oysa çok değil, 1 yıl önce merdivenler gayet sakin oluyordu.
  • Pazar sabahı sakindi etraf. Bebek gayet tenhaydı.
  • Bebek’teki ilginç tezatlık kozmopolitliği vurguluyordu. Bebek Parkı’nda denize giren fakir tabakanın dibinde zengin kesim yürüyordu ve ikisi de birbirini umursamıyordu.
  • Bebek-Ortaköy arası çok hoş bir yürüyüş yaptım. Ama Ortaköy’ün gereksiz kalabalığı beni boğdu.
  • Hepsinin toplamı bana garip bir huzur verdi, hiç sıkılmadığım bir gezi oldu.
  • Yukarıdaki rota yanımdaki arkadaşımı gezdirmek içindi. İstanbul’u bilmeyen birini gezdirmek için 2 gününüz varsa kullanabilirsiniz.
  • Bir dahaki gelişimde Moda’da yürümek istiyorum. Belki bir de meyhane yaparım.

Sinemasal Sayıklamalar #3

  • Fark ettim de sinema üzerine yazmayalı uzun zaman olmuş. Biriktirmeyi sevmeye başladım galiba. Ama unutma sorunu da vuku buluyor ki bazı filmler yazılmadan geçiliyor.
  • Uzun yıllardır izlemek isteyip kopyasını edinemediğim Robert Altman başyapıtı Nashville’i uzun uğraşlar sonucunda buldum ve izledim. Açıkçası beni pek heyecanlandırdığı söylenemez. Bundaki esas neden country müzik sevdalısı olmamamdır. Film, başlı başına bir saygı duruşu çünkü. Ama şu bir gerçek ki Altman hayran olunacak bir yönetmen. Belgesele bu kadar yakın ve bu kadar içten bir eser yaratması harikulade.
  • Geçen haftalarda bir notumda herkesin farklı bir dünyası olduğunu yazmıştım. İşte Notorious da bunu anlatıyor. Brooklyn’li gençlerin ve dolayısıyla Amerikan rap piyasasının bizim dünyamızdan çok farklı bir yaşam biçimi var. Sanki bambaşka bir gezegende yaşıyorlar. Notorious’u salt bu dünyayı gözlemlemek için izleyebilirsiniz, rap müzikten nefret etseniz bile.
  • Geçen yılın Altın Palmiye sahibi Entre les Murs’u yeni izleyebildim. Bakalım Haneke’nin yeni filmini ne zaman izleyebileceğim. Filme dönersek, tek özelliği doğallığı ama bunu öyle bir kullanıyor ki hem zamanı geçiriyor hem de ortaya bir sinema eseri çıkarıyor.
  • Bernardo Bertalucci’nin ünlü filmlerinden Last Tango in Paris’i de yaklaşık 10 gün önce izledim. Film belki başyapıt değil lakin kendi içinde çok nitelikli. Bir kere Marlon Brando’ya sahip ve Brando filmde coşuyor resmen. Oyunculuk şovu yapıyor ki öyle böyle değil. Bazı sahnelerde her şeyi bırakıp Brando’yu izledim ki bu, film adına bir eksi. Öte yandan tamamen bir Bertalucci fantezisi izliyoruz, hafif açık seçik. Ama ben daha çok açıklık var diye okumuştum, gayet normal ve kararında geldi.
  • Transformers’ın devam filmi sinemalardayken ben daha ilk filmi izledim. Evet, film eğlenceli ve komik ama Michael Bay baltalamak için elinden geleni yapmış. Açık söyleyeyim, Spielberg yapımcı olmasa bu filmin yüzüne bakılmazdı. Spielberg bilindik temalarıyla günü kurtarıyor ama sadece günü kurtarabiliyor.
  • Megan Fox kadar itici bir arzu nesnesi görmemiştim. Bu kadar ruhsuz oynanıp, bu kadar sevimsiz olunabilir. Hollywood’da güzel mi kalmadı kardeşim? Kız, çirkin denebilecek kadar berbat!
  • Dayanamadım ve Up’ı korsan çekimiyle izledim. Ama bu Pixar’ın hatası, Avrupa’ya 5 ay sonraya gönderirsen filmi böyle olur. Bak Ice Age 3’e tüm dünyada aynı gün vizyona girdi, sinemada izledim.
  • Up, Pixar’ın en iyilerinden değil ama bir Pixar filmi olarak keyifle izleniyor. Hele filmdeki amcamızın evlilik hayatını anlatan sessiz 3-4 dakikalık kurgu var ki harikulade. Tüm film böyle olsa enfes bir deneyim olurdu. Filmde beni rahatsız eden esas nokta konudaki bariz saçmalıklar. Belki bir animasyon olarak kabul edilebilir ama ana kahramanları insan olan bir filmde mantık aranmalı bence. Koca evin balonlarla uçup, ta Güney Amerika’ya varması fikri bana cazip gelmedi. Pixar daha dahiyane fikirler üretmeli.
  • Ice Age 3, işi tamamen stand-up’a döküyor. Espriler çok iyi. Filmlere göndermeler yapılmış. Hepsi güzel de sinema filmi olarak halefini taklitten öteye gidemiyor. Bariz ticari olarak yapılmış. Her Hollywood filmi belki öyle ama çok belli ediyor. Üstelik artık Scrat da kabak tadı vermeye başladı, Jerry’yi bir türlü yakalayamayan Tom’a dönüşüyor.
  • Dün akşam ikinci defa Nuovo Cinema Paradiso’yu izledim. Mükemmel! Hayatımın filmlerinden birisi. Ayrıca sinema aşkını filme yansıttığı için daha özel bir yere sahip.
  • Cinema Paradiso’nun esas vurucu gücü sahiciliği! Hikayesi o kadar gerçek ve onu o kadar içten ve sıcak anlatıyor ki vurulmamak elde değil. Ennio Morricano imzalı müzikleri, harikulade bir sanat yönetimi, doğal oyunculukları da cabası. Düşünüyorum acaba benim Top 4 filmim, Top 5 mi olsa?