26 Temmuz 2009 Pazar

Sinemasal Sayıklamalar - #4

  • Şu sıralar eve bolca film izler oldum. Bunun sebebi hafif bunalım takılmam mı, bilemiyorum. Ama eskilerle yeniler arasında bayağı mekik atar oldum.
  • 80’lerin en popüler filmlerinden, hatta filmi geçin vakalarından Flashdance’ı izledim. MTV ekolünün sinemaya ilk yansımasıdır sanırsam. 83 ve 84’te bir sürü yeniyetmenin duvarını Jennifer Beals posterleri süslüyordur eminim. Ama kız film çekerken Yale’de (sanırım hukuk) okuyormuş. İşte ABD farkı budur, hem güzel hem kültürlü hem de popüler. Filmde ise pek bir şey yok. Ama kendini izlettiriyor kesinlikle. 83’te genç olsaydım filme hayran kalabilirdim herhalde. Müzikleri süper çünkü. ‘What a Feeling’ ile ‘Maniac’ı arka arkaya çalması bile yeter. Ayrıca nasıl bir fanteziyse film, esas kızımız hem dansçı hem kaynakçı (bildiğiniz oksijenli metal kaynağı işte)!
  • Hani şöyle filmler vardır ya: Kentin varoşlarında bir okul vardır; öğrenciler umursamaz, çete üyesi, vb.; öğretmenler de kendi hallerinden şikayetçi; sonra bir öğretmen gelir, bir sınıfla sorun yaşasa da finalde sınıfı mum yapar. Düzinelerce örneği vardır. İşte bu türün ilk örneğini izledim: The Blackboard Jungle. 1955 yapımı siyah-beyaz bir film. Renkleri eskimiş ama film taş gibi. Türün tüm klişeleri bu filmden araktır diyebiliriz. Müzikle yola getirme fikri mesela. Öğrenciler çok iyi döktürmüş, aralarında Sidney Poitier var örneğin. Şarkılar da ayrı bomba. ‘Rock Around the Clock’ bu film için yapılmış meğerse. Küçük bir cevher yani.
  • 2009’a gelelim biraz da: Duplicity’yi izledim, sırf Julia Roberts-Clive Owen ikilisi için. Olmamış. Tony Gilroy harika bir senarist ama bu sefer elindekini o kadar karıştırmış ki konuyu anlayayım derken eğlenemiyorsunuz ve film eğlencelik diye çekilmiş! Roberts’ın devri geçti de Owen böyle rollerle kendini harcıyor.
  • Adventureland’ı herkese öneririm. Çünkü hiçbir yerde ismi duyulmamasına rağmen gayet güzel bir film. Nick&Norah’s Infinite Playlist de aynı dertten mustaripti. Gençlik filmi diye kaale alınmıyorlar lakin çoğu yetişkin filmine 10 basarlar. Hele N&N! Adventureland, aşkın realitesini çok iyi yansıtıyor. Sorunu klişeleri fazla kullanması. Ama 87’de geçerek ve dönemin enfes şarkılarını arkadan dinleterek bizi bizden alıyor.
  • Eskilere yine dönelim: Bambi’yi izledim. Bilmeyeniz varsa Walt Disney’in en başarılı animasyonudur. Yurt dışında izlememiş çocuk yoktur! Bir geyiğin olgunlaşma macerasıdır anlatılan, hafif hüzünlü hafif gerilimli. Ama o kadar tutmadım filmi. Fazla naif geldi bana. Mesela geyiklerin başı Bambi’nin babasıymış meğerse (öyle okudum), ama filmde baba hiç oralı değil. Ayrıca koca ormanda en büyük hayvan geyik ve tek düşman insan! Tamam insan kötüdür ama bunun aslanı, yılanı, kaplanı var!
  • Stalag 17’de güzel bir 2. Dünya Savaşı öyküsünden gayrı elle tutulur bir şey bulamadım. Robert Strauss’un harika oyunculuğu tüm filmin önünde bence.
  • Yine Billy Wilder’ın çektiği The Lost Weekend’i izledim yine. Filmle ilgili en ufak bilgim yoktu izlemeden önce. Kara film izleyeceğimi ummuştum. Bir alkoliğin sayıklamalarını izledim 100 dakika boyunca. Yine de fena değildi. En beğendiğin sahneyse Don’un kapıyı zincirlemeye uğraşırken nişanlısının yedek anahtarı bulmaya çalışması ve burada yaratılan olağanüstü gerilim. Billy Wilder gerçekten çok büyük bir usta.
  • Daha da eskilere gidelim. Yıl 1923, filmin adı Safety Last! Bir tezgahtarın köşeyi dönme maceralarını komediye döküyor. Film sessiz tabii ki de. Harold Lloyd amcamın en önemli filmi. Şarlo’nun yandan yemişi diyebiliriz. Ama onun kadar komik değil, bana kahkaha attıramadı. Halbuki Chaplin her zaman 1-2 kahkahayı garantiler. Yine de film hoş bir komedi. Güzel gaglar (durum komedisi, sitcom’un atası) yakalamışlar, hatta bazıları bizim salak sitcomlara 100 basar.
  • 2003’e ilerleyelim: School of Rock, hep izlesem mi izlemesem mi diye ikileme düştüğüm bir film olmuştur ve izledim en sonunda. Başlarda çok sıktı, kendime “İzlememeliydin!” dedim ama sonlara doğru beli doğrulttu. İyi ki izlemişim!
  • 2009 ile bitirelim: Romantik-komedilerde şöyle bir yapı vardır: Hiç ciddi bir ilişkisi olmamış erkek/kız bir gün biriyle tanışır, ya çıkmaya başlarlar hemen ya da biraz aşk acısı çekilir; sonra tam işler yoluna girmişken, bir olay olur ve çift ayrılır; finalde de yeniden birleşirler. İşte I Love You, Man bu yapıyı alıp iki heteroseksüel erkeğin kanka haline geliş sürecinin üzerine kuruyor. Bunu da gayet hoş ve yer yer kahkaha attırarak yapıyor. Böylece yılın en hoş komedilerinden biri oluveriyor.

Hiç yorum yok: