31 Temmuz 2008 Perşembe

İTÜ Makine Anıları No:2

Bilgisayarlı dersler

Bil101 çok saçma bir dersti, formatıyla her dönem oynadılar. Bana 10 tane uygulamalı, vizesiz olanı düştü. Sonradan kredisini sıfırladılar, bir İTÜ klasiği. Matlab aslında zevkliydi. Ahmet Sirkecioğlu çok iyiydi. Hala esprilerde geçen “Kaldın!” geyiği kendisinin sözüdür. Uygulamalar eğlenceliydi. Bir bakıma yararlıydı, makine ödevlerinde Matlab’i çok kullandık. Tek negatifi, çok kıt not dağıtmalarıydı. Autocad/Solid dersini Erdem Hoca’dan aldım. Zorladı, ders çok gerekliydi ama fazla sıkıydı. Mesela yazılı sınavlar çok gereksizdi: “Workplane is a plane which we work.”

Fizikler

Çok saçmaydı. Bir kere herkes bir hocada yığıldığı için, tüm okul aynı dersi aldığı için, hocalar anlatamadığı için ders çok bayıktı ve bu bayıklık herkesi soğutuyordu. Sonuçta çoğunluk derse gelmiyordu, gelenler de dinlemiyordu. Hadi Fizik 1’de konular basitti, idare ediliyordu ama Fizik 2 tam bir baş belası. Dersten hiç bir şey anlamadan geçtim. Üstelik BB aldım ve nasıl aldığımı ben de bilmiyorum. Sınavdan geçmek için tek yapmanız gereken, Fetih’ten eski soruları alıp ezberlemek.

Bir de laboratuarları vardı 2 dersin de. Çok gereksiz. Bana tek kazandırdığı Şero’dur, ilk labta deney arkadaşımdı.

Kimya

Diğer bir saçmalık! Tüm okula organik kimya öğretip 10 salak deney yaptırmak! Allah’tan tek ders. Hocam iyiydi ama adını unuttum.

Makine Mühendisliğine Giriş

Başka hiçbir lisans dersi vermeyen Metin Gürgöze verir. Tamamen seminer verilir, yoklama zorunludur, çok salak bir ödev yaptırılır (bana helikopter gövde tipleri gelmişti) ve ultra saçma bir finalle biter.

Mekanik dersleri

Hala iddia ediyorum: “Statik Gemi’den alınır!” Makinede işkence çekeceğine (hele Necmi’den alırsan) gemide 2,5 saatte ders yapmadan geçiyorsun. Çok rahat. İyi kötü öğretiyor da. Sonuçta ders momentten ibaret.

“Dinamik mecburen makineden alınır.” Pek iyi hoca yoktur, en iyisi de Bedii Hoca’dır. Çok zekidir, iyi anlatır, çok iyi sorar ama sinirlidir.

Mukavemette Türkiye’de tek hoca vardır: Tuncer Toprak. Üzerine tanımam. Konusunda bir numaradır, harika anlatır, iyi analiz eder ve en önemlisi herkese insan gibi davranır.

Malzemeler

Bu dersleri kimden alırsanız alın tamamen Mehmet Demirkol’un denetimindedir. Hoş, Demirkol da bunların kitabını yazmıştır ve harika öğretir. Dersler çok zorlayıcıdır. Quizler bıktırır, ödevler usandırır ama en berbatı sınavlardır. İmal finalini hala unutamam, eziyetti. Ama sonradan şunu anlıyorsunuz, o kadar sıkıp size öğretiyorlar ama akılda ne kalıyor?

Isı dersleri

Aslında bana en yakın makine dersleridir. İlki ünlü ders termodinamik. Hani şu ünlü ‘termodinamik yasaları’nın öğretildiği. Entropiyi öğrenirsin. Okul hayatımda severek okuduğum nadir konulardandır entropi, çünkü fiziksel olarak açıklanamaz. Bu yüzden işe metafizik etkir. Şöyle ki evrende yapılan her bir hareket entropi denen şeyi üretir ama hiçbir şekilde entropi tüketilemez. Olaya teolojik, metafiziksel yaklaşımlar var ama olay bilimsel. Gerçekten çok acayip bir konu. Ama tabii termoda asıl çevrimleri öğrenirsin. Termodinamiğin 1. ve 2. kanunları çerçevesinde bu çevrimler analiz edilir. Çalışırken teoriye 1 gün, uygulamaya 2-3 gün ayırırdım. Problem çözerdim durmadan, sonra da kütüphanede arkadaşlarla tartışırdık. Sevdiğim bir dersti. Mustafa Özdemir de pek iyiydi. Derslerde de eğlenirdik.

Ertesi dönem Isı alırsın. Çoğu öğrenciye göre makinenin en belalı dersidir. Dersi derste anlamanın pek yolu yoktur ya da ben anlamadım. Kocaman bir kitabı vardır (termo da öyledir ya), ona çalışırsın. Çok formülü vardır, birini unutun mu soru gider. O yönden çok gıcıktır. Çok kıvranmışımdır sınavlarda. Çok teorik olsa da analitiktir. Çok soru tipi vardır. Işınım konusu ilginçtir. Bir konuda da ‘kar’ın aslında siyah cisim olduğunu kanıtlar ki çok garip ama mantıklı bir açıklama yapar.

Aslında 3. ders de var ama ben kaçtım. Uygulamalı Isı ve ya Uygulamalı Termodinamik alabilirsin (artık zorunlu oldu). Onların yerine Akustik ve Gürültü aldım. Temel Belek çok garip adamdı vesselam. Acayip ödevleri vardı. Birinde netten gürültü kanunu bulup bastırmamızı istemişti. Diğerinde ders yaptığımız sınıfın yutum katsayısını hesaplamamızı istedi, tabii ki yapmadım. Ders genel kültür bakımından yararlıydı ama o kadar.

Deneyli dersler

Bunlar makinede 2 adettir. İkisi de işkencedir bana göre. Bir sürü formalite ister çünkü. İlki Ölçme Değerlendirme: Teorisi hafif ilginç olsa da sıkıcıdır. Hatta yıllıkta uyurken çekilen bir fotoğrafım vardır, işte bu derstedir. 8 deneyi vardır. Allah’tan bizim deney grubu geyikti de eğlenirdik. Üç-beş Vedat’ın deneyi çok matraktır. Deney raporları yalandır, copy-paste kralı olursun. Ama hepsini teker teker imzalatmak zorundasındır, asistanların peşinden koşarsın, bazıları gıcıktır, quiz yapar. Sonra onlar birikir, ciltletirsin, vs.

Bir de 4. sınıfın başında Experimental Methods vardır. Kollar da işin içine girer. Haftada 1 ders (o da cuma öğleden sonraya konur, işkence gibi) teorik olur, onda da quiz yaparlar, kaçamazsın. Kalanı 8 deney, bunların 2’si kol deneyi. Yine saçma sapan raporlar hazırlattılar, asistanlar kafalarına göre yazdırırlar üstelik. Kol deneylerimiz OTAM’da yapıldı bizim, otomotivci olduğumuzdan. Fren deneyi filan yaptık. Bir de final yerine proje hazırlarsın grupla. Ama sunumu posterle olur. Kocaman A1 bir poster. Hatırlıyorum, basımı 20 dakika sürmüştü, bir de ona para bayıl. Gereksiz adetler.

Akışkanlar Mekaniği

Akışkanı ben gemiden aldım, Prof. Dr. Ali İhsan Aldoğan’dan. Makinenin kazık akış dersinden kaçarak soluğu İso, Şero ve Cum ile gemide aldık. Önce İhsan Hoca’dan bahsedeyim: Kendisi makine mezunu, geminin kurucularından, dekanlarından, rektör adaylarından (geçen ay yine aday oldu ve yine kaybetti), kendisine göre ülkemizde gemi sektörünün öncülerinden. Pek matraktır, derslerinde mutlaka bel altı espri yapar. (-Hocam, fakültemize Bulgaristan’dan kardeşlerimiz gelmiş ama göremedik!/-Oğlum, sen Laleli’ye git.) Kendisini mutlaka över. Mesela bir gün derse elinde bir kitapla geldi. Kitap Kurtuluş Savaşı’nı mı anlatıyormuş, neymiş. Hoca pek övdü. Biz de kendi aramızda diyoruz ki “Ulan bundan ne çıkacak?” Meğerse yazar bir bölümde Hoca’nın adını zikretmiş! Tabii espri hazır: “Hocam, siz savaşta hangi cephedeydiniz?” Neyse, espriler uzar gider. Ders defterden işlenirdi, sorular defterden çıkardı, çok konu olduğundan zorlanırdı herkes. Lakin, hele makineye göre, gayet kolaydı. Son ders de havuz deneyi yaptırır. Pek eğlencelidir.

Sistem Dinamiği

Hayatta ısınamadığım bir ders. Aslında kolaydır ama çok teoriktir. Lakin artık çok popüler, mekatronik denen bölüm sistemden ibaret. Ben pek hoşlanmadım ama hoşlanan çok arkadaşım oldu. Bilin’den aldım, iyi hocaydı, ben aldığımda hamileydi, pek uğramadı sınıfa, rahattık. Bir Bode Diyagramı vardır, övünmek gibi olmasın pek güzel çizerdim ama ne işe yarar bilmezdim. Yani gerçek hayatta neden Bode çizilir bilmiyordum. Ancak 2 yıl sonra sistemdeki arkadaşlarımdan öğrenebildim, içimde kalmış.

Finite Element Methods

Ben bu dersi niye aldım, hala kendime sorarım, başka bir dersi seçebilirken. Aslında her makinecinin öğrenmesi gereken bir konu, sürüyle paket programı var, çok önemli. Ama çok sıkıcı ve bana çok ters. Hocamı pek severdim, danışmanımdı zaten ki adam bu alanda Avrupa çapında ünlü, öylesi. Ama ben derse ısınamadım, yalan oldu.

Makeller

Makel demek Makine Elemanları demektir. 1. ve 2.’si vardır. Makinenin en temel dersidir. Bu dersleri veren adam bence mezun olmuştur. Çok konusu vardır, her eleman teker teker incelenir. En gıcığı da cıvatadır, 1 ay işlenir, anlat anlat bitmez. Projeleri uzundur, detaylıdır, bıktırır. Ben 1.’yi Talat Hoca’dan aldım. İnsan olarak çok iğrençtir. Herkesi hor görür, anlamaz, işitmez, herkesi aşağılar, kendini yukarılarda sanır. Ama herkes onun ne olduğunu bilir ve kimse muhatap olmaz. Dersi çok eğlencelidir çünkü öyle davranışlarda bulunur ki komiktir. Projesiz ilk ders için bulunmaz hocadır, sorduğu sorular bellidir. Her konuyu tribolojiye bağlar ama en basit ve en kolay tribolojiyi anlatır.

2. dersi Vedat Hoca’dan aldım. Bizim okulda makeli en iyi bilen ve anlatan hocadır. Ama çok detaya iner. Zor sorar. Projeleri kasınçtır ve az puan verir. Ama mutlaka geçirir lakin geçerken harbi öğretir.

Makine Teorisi

Sevene kolay, sevmeyene zor bir ders. Hem matematik hem de fizik işin içine girer. Titreşim konusunu sevemediğimden CB gelmişti. Çok zorlamaz açıkçası. Vahit Hoca’dan aldığımdan gayet rahattım.

ITB’ler

ITB’nin manası İTÜ’de sosyal derstir. Her bölüm farklı sayılarda ITB almak zorundadır. Bir sürü ders seçeneğin vardır ama pek ilgi çekici ders yoktur, olsa da hocası savsaktır. Ben hiç sevdiğim dersleri alamadığımdan 3 derse de öylesine gittim ve geçtim. Arkadaşlarım arasında ünlü olan “Bana ITB demeyin!” sözü de bu isyanımdan çıkmıştır.

Ekonomi

Aslında gereklidir fakat hiçbir mühendis adayının bu dersi salladığını ummuyorum. Herkes öylesine giderdi, geyiğine. Hocalar da bunu bilirdi, o yüzden en yeni hocalar bu dersi verirdi. Mesela benim aldığım hoca, Avustralya’dan yeni dönmüştü.

Etik

Bu dersi zorunlu yapan kişi mutlak olumlu düşüncelerle hareket yapmıştır. Lakin şu anda bu ders tamamen işlevsiz ve gereksiz bir durumda. Bir kere dersi en boş beleş insanlar veriyor. Doğal olarak baştan savma veriyorlar. Hele benim aldığım hoca! Bu kadar gereksiz bir derste inadına kazık soruyor ve inadına bir sürü adam bırakıyor. Çünkü işi yok, gücü yok, bizimle uğraşıyor. Dersten DD alarak geçtim ama nasıl geçtiğimi bilemiyorum. Tamamen karambol!

Bir de işin diğer boyutu var. Etiği neden öğretirsin? Mühendis olunca etik davransın diye. Şimdi bu yüzyılda, bu dünyada kaç kişi tamamen etik davranmaktadır? Bu dersi geçen kişi ileride bu dersini hatırlayıp işinde etik mi davranacaktır? Bu dersi veren kişiler hayatlarında etik kurallarına uyuyor mudur? Hadi canım sen de!

Arşivlik Bir DVD: Almost Famous

1 yıl önce alınmış ama çeşitli sebeplerle açılmamış bir DVD. Tabii bu sebeplerin içinde daha önce seyredilmesi de bulunuyor. Lakin geç olsun da güç olmasın demişler, iyi de etmişler. Gerçek manada arşivlik bir DVD. İzledikten ve DVD içeriğini gördükten sonra arşivime kattığım için gurur duydum.

2000 senesinin Oscar karmaşasını şöyle bir yad edelim. Yanılmıyorsam canlı izlediğim ilk Oscar gecesiydi. Björk’ün kuğu kıyafeti ve Steve Martin’in “Bundan sonra ne giyeceksin? Ayı?” esprisi aklımda kalmış (gereksiz anı kırıntısı). Yanlış hatırlamıyorsam favoriler şöyleydi: Gladiator (kesinlikle Oscar’ı hak etmiyordu), Crouching Tiger, Hidden Dragon (Ang Lee’nin başyapıtının değeri ileride daha iyi anlaşılacak), Traffic (Hatırlayanız var mı?), Erin Brockovich (tek aklımda kalan Julia Roberts’ın büyütülmüş göğüsleri, üzgünüm Soderbergh). O yıl ‘En İyi Özgün Senaryo’yu ise Almost Famous aldı. Türkiye’de gösterime girecekken son anda iptal edilen film. Cameron Crowe’un yarı otobiyografik filmi.

Yıllardan 1973’tür ve William Miller sadece 15 yaşındadır. Ama içindeki müzik tutkusu yaşıyla kıyas kabul etmiyor. Öyle ki Rolling Stones’dan makale teklifi alıyor ve Stillwater grubunun turnesini izliyor. Tabii 15 yaşında olmasının dezavantajlarını da yaşıyor: Her gün telefon bekleyen bir anne, partiler (ki içinde bilumum uyuşturucu, içki ve seks ihtiva ediyor), kızlar. İlk defa karşılaştığı durumlar, ülke çapında yayınlanacak bir makale yazma işiyle birleşiyor. Tabii grubun gelgitleri, konserleri, ünlüler cabası.

Rock tarihine adanmış bir film. Açıkçası müzik tarihini pek bildiğim söylenemez. Grup adlarını bilirim ama müziklerine de vakıf değilimdir. Çoğu müzikal olayı filmlerle tanımışımdır. Mesela Walk the Line çekilmeseydi Johnny Cash’i bilmeyecektim. O yüzden Almost Famous’un ortamına yabancı sayılırım. Ama çok da cahil sayılmam, en azından rock konserine gitmişliğim bulunur (Ne alaka ya?).

Almost Famous halis rock dinleyicileri için bulunmaz fırsat, belki çoğu için bir başucu filmi. Yaptığı referanslar, katıksız ses kaydı, dönemi harika resmedişiyle tüm müzikseverlere hitap ediyor. Sırf bununla da kalmıyor, enfes senaryosu, Frances McDormand, Billy Crudup, Jason Lee, Kate Hudson, Philip Seymour Hoffman ve Anna Paquin’i ihtiva eden oyuncu kadrosuyla apayrı bir tada imza atıyor. Ayrıca başrolde Patrick Fugit ezilmeyen bir performansla filmi sağlamlaştırıyor.

DVD’ye gelirsek, 2 disk ihtiva etmekte. İlk diskte filmin 118 dakikalık sinema versiyonu, çıkartılmış sahneler, çekim notları, fragman, tüm ekibin filmografileri ve Cameron Crowe’un 70’lerde Rolling Stones’da yayınlanan makaleleri bulunuyor. Çıkartılmış sahnelerdeki 15 dakikalık Stillwater performansına dikkat çekerim, çok iyi. İkinci diskte ise filmin 154 dakikalık uzatılmış versiyonu var ve bu versiyon yönetmenin yorumuyla dinlenebiliyor. Ayrıca gerçek Lester Bang (filmde Hoffman oynuyor) ile zamanında yapılmış röportajlar, ‘B-yüzü özelliği’ altında ufak bir kamera arkası montajı (Jason Lee bu çekimlerden birinde Clerks t-shirt’ü giyiyor!) ve Cameron Crowe’un 73’ yılının en iyi albümlerini anlattığı bir monolog ekstralar arasında. Harika denemeyecek bir ekstra seçkisi fakat sıra dışı ve ilginç elemanlar barındırdığı bir gerçek. Filmin hayranları mutlaka izlemekten keyif alacaklardır.

Hasbelkader Almost Famous’u izlemediyseniz bu DVD ilk adımınız olabilir. Yok, izlediyseniz ve hele de beğendiyseniz ara sıra izlemek size vakit kaybı yaşatmayacaktır.

Ufak Bir Ege Turu

Haziran bitti ama koşuşturma bitmedi. Bursa’da 4 gün kaldıktan sonra anneannem ve annemlerle güneye indik. İlk durağımız Kuşadası’ydı. Şunu bir daha anladım: Kuşadası gün gittikçe anlamını yitiriyor. Mahvediyorlar kenti. Ama gariptir denizi hala çok güzel. Nerde o çocukluğumun Kuşadası’sı!

Ertesi gün bu sefer 2. dereceden kuzenim olan Evren Sungur’un düğününe katılmak için Muğla’ya gittik. Bu arada belirtmem gerek, Evren Abi Amerika’da yaşıyor ve gelin de Tayvanlı, yani düğün baştan sürprizlere gebeydi. Neyse Muğla’ya varıp otele yerleştik. Annemler 2 olmadan gitmeye hazırlandı. Ben ses çıkarmadım ama düğün için çok erken olduğu açıktı. Neyse düğünün yapılacağı Muğla’nın yaylası diye adlandırılan mevkideki ailenin çiftlik evine doğru yola koyulduk. İlk gelişme çok erken yaşandı, daha yayla yolunu sorarken düğüne giden bir arabaya rastladık. (Meğerse düğün 1000 kişilikmiş!) Daha eve gelmeden ‘DÜĞÜN EVİNE GİDER’ tabelasına rastladık. Biraz ilerde ise ‘DÜĞÜNE GELENLER İÇİN PARK YERİ’ tabelasına rastladık ki ben ilk dumurumu yaşadım. Çiftliğe girince ise esas dumuru yaşadım: Düğün çoktan başlamıştı! Saat daha 2.30’du. 3.5 dönümlük araziye tamamen masa atılmış, bazıları dolu, davul-zurna ikilisi almış başını, her yerde gözünü sevdiğim Yörük kadınları, gelinle damat da köşede gelenleri karşılayıp gidenleri uğurluyor. Yani durmadan (yaklaşık 10’a kadar) birileri oturup birileri kalktı. Gelenlere hemen keşkek, etli nohut, kuru fasulye, pilav, salata, yoğurtlu kızartma ve sütlaçtan oluşan yemek takdim ediliyor. İçki sınırsız, bahçenin ortasında bar kurulmuş zaten. İsteyenler oynuyor. Tam bir cümbüş yani. Bu arada damat ile gelinin arkadaşları 6’ya doğru geldi, uluslar arası bir topluluk: Hintli, Trinabad&Tobaccolu, Rus, vs. Bu hengamede kına töreni yapıldı! Tayvanlı’ya Yörük kıyafeti giydirdiler ve kına yaktılar. Kızın etrafı kadınlarla çevrildi. Sonradan annem anlattı, kına yakılınca, arka planda da ‘Yüksek Yüksek Tepelere’ çalarken herkes “Ağla! Ağla!” diye tempo tutmaya başlamış. Ama gelin Türkçe bilmiyor, gülerek onlara bakmış “Ne diyor bunlar şimdi?” anlamında. Ben yarıldım tabii. Biz 11 buçuktan sonra kalkabildik ki daha düğün devam ediyordu!

Ertesi gün kahvaltıdan sonra Gökova’ya geçtik. Çünkü düğünün kokteyli buradaki bir otelde yapılacaktı. Aslında Gökova bir bölge adı, yerleşim adı değil. Akyaka beldesi Gökova’nın tek yerleşimi. Biz de kokteylin yapılacağı otele yerleştik. Sonra küçük bir tur attım beldede. Şirin bir belde, beyaz evler, ufak bir plaj, etraf sarp dağlarla çevrili, Ören’den (Milas’taki Ören) farkı yok. 4 gibi annem, babam ve ben Azmak turuna çıktık. 30 dakikalık tur denizden 2 km önce kaynayan Azmak deresini kapsıyor. Yanlarda sazlıklar, su berrak ve çok soğuk, 4-5 °C civarındaydı ayağımı soktum çünkü; yüzemedim, anne faktörü vardı. Su berrak olduğundan içi harika görünüyor, akvaryum misali ve içinde büyük balıklar hemen göze çarpıyor. Turdan sonra kokteyle hazırlandık, 3 saat sürdü sadece! Anlatacak çarpıcı bir şey olmadı.

1 gün daha Akyaka’da kaldık. Onda da 9 saatlik bir tekne turuna katıldık. Güzeldi gerçekten. Ege’ye hayranım zaten. Dağların denizle buluşması, makiler, denizin enfes tonlarına çocukluktan hastayım. Teknenin tepesinden güneşlenerek, kulağımda iPod, enfes manzarayı seyre daldım. Akbük, Cleopatra Plajı (buranın kumları çok özelmiş (!), koruma altında, girişi 10 YTL ama Kadınlar Denizi’nden pek farkı yok), Altınkum ve Lacivert Koyu’nda yüzdüm. Deniz çok güzel gerçekten ama burası bence 2 yolla gezilmeli ve ikisinde de araba kullanılmamalı:

1) Ören’den başlayarak yürüyerek. Sırtta çanta, ayakta terlik ve mayo, yanında ufak bir erzak ve çadır. Datça’ya kadar.

2) Mavi yolculuk. Yavaş yavaş, keyfe vararak.

Bursa’dan çıkışın 5. günü ufak bir Milas yaparak (dedemin mezarını ziyaret ettik ve bal aldık) Kuşadası’na döndük. Ertesi gün ise yine Bursa’daydım.

Bu ufak yolculuktan şu 2 kararla döndüm: Çok yakın bir arkadaş ve ya akrabamın olmadıkça asla düğüne katılmayacağım ve evlenirsem – ki çok zor – düğün yapmayacağım. İkincisi ise, kısmet olursa Çanakkale-Antakya sahil gezisini tek başıma da olsa yapacağım.

İTÜ Makine Anıları No:1

Tam tarihi veremeyeceğim. Sabah erkenden Bursa’dan kalkıp İstanbul’a geldik, ben, babam ve Engin. ÖSS puanları açıklanmış, tercihler yapılacak. Ya İTÜ Matematik Mühendisliği olacak ya da İTÜ Makine. Maslak Kampusu’nu bulduk, arabayı park ettik. Kuzenim, aynı zamanda İTÜ mezunu olan Nüzhet Abla geldi. Yalnız, daha önce nükleer kapıdaki sorumlu ile konuştuk. Bize makineyi bayağı övdü. Nüzhet Abla gelince FEB’e gittik. Matematik’ten bir profesörle görüştük. Derslerin teorik ağırlıkta olacağını söylüyor, ben tipik cevabımı veriyorum: “Sorun olmaz!” Ardından Gölet’e gittik. Bizi bizzat Soyal gezdirdi. Açıkçası gayet beğendik. Oradan Gümüşsuyu’na geçtik. ‘Tercih günü’ varmış, bizi Üzeyir Garih’e çıkardılar. Bir öğretim üyesi ile bir asistan soruları cevapladı. Ardından Gümüşsuyu Yurdu’nu gezdim. Gölet’ten sonra pek iç açmadı.

İşte İTÜ’deki ilk günüm buydu. Sonra tercihlerin açıklandığı günü hatırlıyorum. Odamda bilgisayarın başımda siteyi açtım, ‘İTÜ Makine Müh.’ yazıyordu. Ne hissettiğimi hatırlamıyorum.

Sonra 4 Eylül, ilk profiency sınavım. Sağanak yağmurda İstanbul’a geliş, aynı gün Yıldız Teyze’nin cenazesi var, annem de bizle geldi. Sınava 1,5 saat geç kaldık ama girdik. Fena değildi aslında ama çaktım. 54 puanla sınırdan döndüm.

Sonra kayıt gününe geldik. Pek kalabalıktı. Bu arada Engin’le Gölet’e kaydımız yapıldı.

Sonra ilk defa İstanbul’da yalnız kaldığım gün: Tek başıma Üsküdar’dan tekneyle Maçka’ya gittim. Kur sınavından sonra Taksim’den dolmuşla teyzeme geri döndüm.

3 gün sonra yurda yerleştik, internete bağlanmak için Ethernet kartına ihtiyacımız olduğunu öğrendik.

Ertesi sabah, okuldaki ilk gün! Barbaros uyardı: “Oğlum, ne töreni ya! Gidin okulunuza, dersler başlar.” Ben gazı aldım, nasıl gideceğimi bilmiyorum ama Maçka’ya yola koyuldum. Önce nükleer kapıdan çıktım. Hedefim otobüse binip parayla Beşiktaş’a gitmek, sonra Maçka’ya yürümek. Baktım minibüs geliyor, otobüste para kabul etmezler şimdi diye düşünerek bindim. Minibüste nasıl aklıma geldiyse metro mantıklı geldi ve 4. Levent’te indim. Dedim ki “Ulan, nasılsa Taksim’e gider bu metro. Ordan bir şekilde yolu bulurum.” Metrodan Taksim’de indim. Sonra bir baktım ‘İTÜ Maçka Kampusu’ diye metro içinde ok var. Böylece Gezi Çıkışı’ndan çıktım. Etrafa baktım, okul yok! Simitçiye sordum, şu yoldan git dedi, gittim. Karşıma Taşkışla çıktı. Orada da güvenliğe sordum, teleferiğe bin dediler. Bindim ve karşımda Maçka vardı. Girdim büyük kapıdan. Listeler var her tarafta, baktım, ‘A kuru, şu derslik’ diyor. Dersliğe girdim, tahtada yaz var: ‘10.30 burada olun’, tabii İngilizce. O gün kur hocam Michael’la tanıştım. Pek bir şey yaptırmamıştı, çoğunluk yok diye.

Korktunuz di mi? Muahahahaha. Merak etmeyin gün gün anlatmayacağım. Derslere kısaca değinip İTÜ hakkında birtakım saptamalarda bulunacağım. Bundan sonrası başlıklar halinde olacak. Tabii sadece dersleri değil kulüpleri, yaşamı da kapsayan başlıklar olacak. Kimsenin tamamını okuyacağını zannetmem ya, maksat geyiktir.

Hazırlık

Efendim, o zamanlar inekliğim devam ettiğinden dersleri pek kaçırmazdım. Sabahları servisle Maçka’ya gider, öğlen yemek yiyip dönerdim. Yapacak pek aktivitem yoktu. Nette salak salak dolaşırdım. DC’yi bile 2 ay sonra keşfetmiştim. Yurt daha pek eğlenceli değildi. Haftasonları herkes eve dönerdi. Dersler bayıktı, Michael ve Nate sıradan dersler işlerlerdi. Sıkıntıdan LOTR’u İngilizce okumaya başlamıştım. O dönemde edindiğim arkadaşlar nicelik olarak fazla olsa da nitelik açısından pek iç açıcı değildi. Hala konuştuğum bir tek Eylem var. Nalan, Elvan, vs ile karşılaşınca konuşuyoruz da bundan sonrası yalan olur.

İTÜ Sinema-TV Kulübü

İlk tanışma toplantısını nedense kaçırmıştım. O yüzden ilk gidişim yapılamayan bir Donnie Darko gösterimidir. Gösterim olmadı ama her çarşamba yapım grubunun toplandığını öğrendim. Ben de ilk senaryomun çıktısıyla toplantıya daldım. Kıvanç, Nevzat, Ahmet, Barış, Alper ve 3-4 kişi daha vardı. İlginçtir, beni dinlediler. Hatta o senaryo az kalsın çekilecekti. 10 saatlik deneme çekimi bile yapılmıştı. O yıl çoğu üye son yılındaydı. Yine de birkaç gösterim ve çekim yaptık.

Sonraki yıl eski üye konumuna terfi oldum. Yeni üyemiz 50 civarındaydı. Hayrettir, 1 ay sonra bile 30 kişilik toplantılar yapıldı. Başkan Nevzat’tı. İlk filmim o sene çekildi. İlk dönem her haftasonu bir yerlerde içiyorduk. Birkaç gösterim düzenlendi. İkinci dönem pek kulübe uğrayan olmadı. Sadece gösterimler yapıldı. Başkan Onur oldu. (Sağol Eylem!) Yine de açık hava çok güzeldi.

2. ve 3. sınıflarda pek uğramadım kulübe. Zeynep’le Naci sırayla başkan oldu. Tek katkım hiçbir zaman uygulanmayan bir tüzük yazmak oldu. Gariptir açık havalar yine de güzeldi. ‘Teklif’ çekildi bir de ama hala kasetler kayıp!

4. sınıfta çok garip bir olay oldu: Yeni üyeler kulübü ayağa kaldırdı. Simru’nun başkanlığında hepsi pek çalıştı, geceler, partiler, söyleşiler, vs yapıldı. Uzaktan izledim, hamle olarak harikaydı ama gerisini getirecek heves kalır mı kulüpte, çok şüpheliyim. Ayrıca en büyük eleştirim, birkaç üye hariç çoğunun sinemaya eğlence amacıyla bakması ki bunun zararlarını 2. yılımda görmüştüm. Keşke sinemanın bir sanat dalı da olduğu üzerine yeni açılımlar üretebilseler.

Teknik Resim

Hazırlığı bir dönem okuyunca, çok rahat bir ikinci dönem geçirdim. Sadece 5 ders aldım, bunların en zoru Res105 yani teknik resimdir. Her hafta uygulama (tam 4 saat), 2 saat teorik ders, 2 haftada bir ödev, quizler, vizeler ve final. Öldürücü bir ders. 8 saat hiç masadan kalkmadan çizim yaptığımı bilirim. Uygulama hocam Yusuf Ziya Kocabal, harika bir adamdır, hem insan olarak hem hoca olarak. Beni de severdi. Uygulama notum fiks 60’tı. Notum ise DC ama geçtim ya yeter. Bu ders sırasında çok sağlam arkadaşlar edindim. Uğur, Cem, Birol, Sıvat (????), TG birkaçı.

İngilizceler

3 dersin, üçü de çok anlamsızdı. Tek öğrettiği bağlaç kullanımıdır. İTÜ mantığını birebir uygular: Önemli olan şekildir, içeriği ne olursa olsun. 3 hocam da kadındı ve bariz can sıkıntısından bu dersleri veriyorlardı. Yoksa azıcık bir şey yapma arzusu içinde olan birinin vereceği dersler değildi. Hele ilk hocam Amber Resne. Anılarını dinlemek pek hoştu.

Matematik dersleri

Matematiğim iyidir, o yüzden pek zorlanmadım. İlk hocam Mehmet Ali Karaca, harbi dersi iyi bilir ama anlatamaz. Mat 2’de Cevdet Cerit, iyi anlatırdı. Ama iki dersi de geçmek için yapılması gereken bellidir, Cerit’in kitaplarına çalışmak. Derse gitmeniz pek bir şey katmaz. Diferansiyelde hala haksızlığa uğradığımı düşünüyorum, o notlarla hayatta CB alamam. Ders yine çok basitti. Hocamı anmamam daha sağlıklı. Son olarak Sayısal Yöntemler güzel dersti. Vahit Hoca’yı severim, iyi anlatır, hafif zeka ister ama anlattığını sorar.

Tarih

İki dersi de Eminalp Malkoç’tan aldım ve çok memnunum. Bana çok şey öğretti. Ama en önemlisi Atatürk devrimlerin ne demek olduğunu öğretti. Şükran duyduğum yegane hocalardandır.

Türkçe

Önce Türkçe 2 aldım, Güliz Kapkın’dan. Sıkmayan ama pek bir şey öğretmeyen bir dersti. Seçiciliği zayıftı. Türkçe 1’i 3 yıl sonra Suna Okur’dan aldım. Diksiyonu harikaydı, Türkçe üzerine konuşurdu, o yönden yararlıydı. Seçiciliği çok zayıf.

15 Temmuz 2008 Salı

Il Postino

Şiirle nedense hiç aram olmadı. O duygu yoğunluğuna giremedim. Onun büyülü olduğu söylenen dünyasına bir türlü kapılamadım. Sonuçta da belli başlı şairler dışında pek şair bilmem, çok önemli şiirler dışında da şiir okumuşluğum olmadı. Beni sıkıyor nedense. Bir yerden sonra zevk vermiyor. Bu yüzden Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nı iki kere yarım bıraktım. Keza Goethe’nin Faust’unu da 400. sayfada bırakmışımdır.
Yine de Pablo Neruda kim, bilirim. Kaç senesinde olduğunu bilmem lakin Nobel aldığını bilirim. Neruda karşıma bir filmde çıktı. Öykü gerçek mi bilmiyorum ama insanı yürekten vuran, içine işleyen bir filmdi. Adı Il Postino. Evet, İtalyan yapımı şu ünlü film. İlk defa izleme olanağı bulabildim ve çok sevdim. Ton olarak âşık olduğum diğer İtalyan şaheserler Nuovo Cinema Paradiso ve Mediteriano’ya benziyor. Akdeniz’in yumuşattığı bir ton bu. Sıcak, samimi ve sapsarı.
Film, aylak gezinen bir genci anlatıyor. Adasına Pablo Neruda taşınmasıyla hayatı değişiyor gencin. Neruda’ya mektuplarını yollamak için bir adama ihtiyaç duyuruyor ve Mario başvuruyor göreve. Kendisini ifade etmekten aciz bu genç, her gün mektuplarını taşıyor Neruda’nın. Zamanla Neruda’yla konuşmaya başlıyor, ona özeniyor ve şiirlerini okumaya başlıyor. Tabii önce şiirleri anlayamıyor, Neruda’ya soruyor ne demek diye. Neruda ona ‘metafor’ kavramını öğretiyor. Tam da o sırada kasaba hanındaki garsona âşık oluyor ve metaforu kullanarak kız tavlamayı öğreniyor. (Bu sahnelerde çok eğlendim, enfes!)
Film, şiir ve onun insana olan etkisi hakkında. Balıkçı kasabasında şiirle uğraşan bir gencin vurucu hikayesi.

Haziran Sinema Dökümü

Daha önce de yazdım Haziran ayı pek doluydu. Bu arada vizyondan sadece 4 film görebildim. Gariptir biri hariç (o berbattı) hepsi vasatı geçip geçmemek sınırındaydı. Bahsedince göreceksiniz dördü de sağlam stüdyo projeleri ama pek tat vermediler.

Önce en kötüsü: The Happening. Shyamalan’ı tebrik ederim, daha kötüsünü çekemezdi. Öncelikle filmde konu yok! Bir çift bir şeylerden kaçıyor ama neyden kaçtıklarını onlar dahil kimse bilmiyor! Sadece kaçıyorlar! Sözde bu, doğanın öcüymüş! Valla hiç inandırıcı değil. İki, çekimler berbat! Klişenin klişesi, tipik B filmi açıları. Üç, oyunculuklar kötü, ablak suratlı Mark Wahlberg Forest’a özenmiş anlamsızca koşuyor! Çok kötüydü ya!

Marvel eğlendirmenin yolunu bulmuş. Film tam eğlencelik. Yalnız tek sorun adının The Incredible Hulk olması. Valla film Hulk’ı değil başka bir süper kahramanı anlatsaydı Iron Man’den sonra başka bir başarı olacaktı. Ama Ang Lee’nin psikoanalitik Hulk’ından sonra pek yavan kalıyor. Sorun aslında tek: Hulk’ı ele alış biçimi. Hulk daha fazla çözümlemeyi hak ediyor! Norton Bana’yı geçse de Lee’nin analitik ifadesini veremiyor.

Wanted yılın fiyaskosu olmaya aday. Fragman ve konudan çok şeyler beklettiriyordu. Ama ele alması gereken konuları çok yüzeysel geçip aksiyona ağırlık vermeye çalışıyor. AMA aksiyon sahnelerinde de bekleneni veremiyor, çok daha iyisi çekilebilirdi. Stüdyoya kurban gitmiş. Ayrıca şunu anladım: Angelina Jolie sadece aksiyon çekmeli ve James McAvoy çekmemeli. Morgan Freeman her filmden görününce sağlan filmlerinin değeri azalıyor.

Forgetting Sarah Marshall ise bir Judd Apatow ve tayfası komedisi. Hatırlatmakta fayda var bu ekibin her filminde biri öne çıkıyor, öbürleri sadece ona yardım ediyor. Bu sefer öne çıkan Jason Segel, How I Met Your Mother’ın Marshall’ı yani, hem yazıyor hem başrole yerleşiyor. Ortaya komedisi ağırlaştırılmış, seyri kolay bir romantik-komedi çıkmış. Aslında klişe bir konu üzerinden gitse de doğallığı ve komikliği sayesinde bu eksisini kolay kapatıyor. Harika bir seyirlik olmuş. Apatow ve tayfasının filmleri başımızın tacıdır.

Oyuncular: Mark Wahlberg, Zooey Deschanel, John Leguizamo, Ashlyn Sanchez – Görüntü Yönetmeni: Tak Fujimoto – Müzik: James Newton Howard – Senaryo ve Yönetmen: M. Night Syyamalan - *
G.T.: 13 Haziran

Oyuncular: Edward Norton, Liv Tyler, Tim Roth, William Hurt, Tim Blake Nelson – Görüntü Yönetmeni: Peter Menzies Jr. – Müzik: Craig Armstrong – Senaryo: Zak Penn, Edward Norton (Stan Lee ve Jack Kirby’nin aynı adlı çizgi serisinden) – Yönetmen: Louis Leterrier - **1/2
G.T.: 13 Haziran

Oyuncular: James McAvoy, Angelina Jolie, Morgan Freeman, Terence Stamp, Thomas Kretschmann, Common, Kristen Hager – Görüntü Yönetmeni: Mitchell Amundsen – Müzik: Danny Elfman – Senaryo: Michael Brandt, Derek Haas, Chris Morgan (Mark Miller ve J. G. Jones’un aynı adlı çizgi serisinden) – Yönetmen: Timur Bekmambetov - **
G.T.: 27 Haziran

Oyuncular: Jason Segel, Kristen Bell, Mila Kurris, Russell Brand, Bill Hader, Jonah Hill, Paul Rudd – Görüntü Yönetmeni: Russ T. Alsobrook – Müzik: Lyle Workman – Senaryo: Jason Segel – Yönetmen: Nicholas Stoller - ***
G.T.: 4 Temmuz

Dopdolu Haziran

“Nerden başlasam,
Nasıl anlatsam?”

Öyle bir haziran geçirdim ki hangisini nasıl anlatacağımı tahayyül edemiyorum. Hayatımdaki en dolu yazlardan biriydi şüphesiz ve de en önemlilerinden. Ben yine de kronolojik bir sırada anlatmaya çalışacağım elimden geldiğince.

1 Haziran: Okul hayatımın gayriresmi bittiği gün. Son finalime bu gün girdim. Ardından Şero ile viskili bir kutlama yaptık sadece.

9 Haziran: Okuldaki tüm sorunlarımın çözüldüğü, mezuniyete formaliteler hariç engel kalmadığı gün. İTÜ’ye nefretimin doruk noktası. Sonra bu nefret-zaman grafiğinde sabit bir ivmeyle azalma yaşandı ve ufak sapmalar hariç azalmaya devam edecek. Ama sıfıra uzun zaman ulaşacağını zannetmem.

12 Haziran: İstanbul Yelken Kulübü’nde mezuniyet balosu düzenlendi. Gerçekten güzeldi. Erkancığımın balo sonrası organizasyon eksiği hariç harikaydı. Gariptir, yaklaşık 1 ay geçti ve sadece anları hatırlamıyorum, tümü güzeldi.

20 Haziran: Türkiye-Hırvatistan maçını Nevizade’de arkadaşlarla izledim. Muhteşem bir geceydi. 8 gibi mekana oturduk. Sabırsızca maçı bekledik. Ve maç: Golsüz 119 dakika sonra 2 gol, farklı kalelere. Penaltılardan sonra İstiklal’de yürüdük. Meydan muhteşemdi. Trafik ise kilit. Yaşanması gereken bir gece.

24 Haziran: İTÜ Stadyumu’nda kep töreni düzenlendi. 10000 kişinin katıldığı tören beklemediğim halde düzgündü. Bakanın konuşması çok gazdı ve komikti. Diplomamı almak çok hoştu, hayatımın anlarından biri kuşkusuz. Ardından tek başıma Özsüt’te kutlama yaptım: Bol çikolatalı bir pasta. Değdi!

25 Haziran: Fakültede mezunlar için ödül töreni ve kokteyl düzenlendi. Törende ben de okulda film çektiğimden özel ödül aldım. Çok onore ediciydi. Akşam ise Almanya ile yarı final vardı. Ah Rüştü ah!

27 Haziran: Kuzenim Arda Ezer evlendi. Yine İstanbul Yelken’deydim. Düğünleri sevmediğimden yine sıkıldım ama yapacak bir şey yoktu, sonuçta kuzenim. Günün olayı damadın kardeşinden geldi (kuzenim): Düğünün ortasında elbisesine basıp ayağını kırdı.

28 Haziran: Teyzem şehir dışından gelenlere evinde yemek verdi. Bence gereksizdi ve sıkıntı dolu bir akşam daha yaşadım.

Bu arada düğün sırasında 4 yıldızlı Aden Otel’de kaldık. O otele o kadar yıldızı kim verdi acayip merak ettim. 2 yıldızdan bir gıdım yukarıda değildi.