14 Şubat 2008 Perşembe

Apocalypse Now


Savaş nedir? Bir güç, iktidar mücadelesi mi? Belki üst düzey yetkililer için öyledir. Ama ya birey için? Bunu sıcak çatışmaya giren her birey için soruyorum. Bu birey için savaş ne ifade etmektedir? Bir gün “Sabahları napalm kokusunu seviyorum.” diyebilmek midir? Modern dünyada Wagner dinleyerek hücuma geçmek midir savaş?
Apocalypse Now savaşı hiç olmadığı şekilde anlatıyor, 30 yıl önce çekilmesine rağmen. Bu filmde, çatışma görmüyorsunuz, düşman da yok, sadece üstlerinin bunları öldürün dediği birtakım insanları katletmek var. Filmdeki teknenin kaptanı Chief’in dediği üzere, birey sadece denileni yapmakla yükümlü, yargılamakla değil. Ama bu yükümlülük öyle bir şey ki sonuçta birey bireyliğini yitiriyor.
İsterseniz en baştan alalım. Apocalypse Now, 70’lerde ardı ardına iki The Godfather ve The Conversation olmak üzere üç başyapıt çeken Francis Ford Coppola’nın bu dönemdeki son filmi. Çünkü bu filmin ticari olarak batmasının ardından bambaşka diyarlara yelken açacaktır. İşte bu Coppola, hem ticari hem eleştirel anlamda büyük başarılara imza atan üç filminin ertesinde çok zor bir işe girişir: Joseph Conrad’ın 19. yüzyılda Kongo için yazdığı ‘In the Heart of Darkness’ adlı romanını Vietnam’a uyarlamak. Roman daha önce hiçbir edebi eserin değinmediği bir kavramı sorgular: Bireyin iç dünyasında, aydınlıktan karanlığa olan yolculuğu. Pantolon giyen, kitap okuyan, çağdaş bir insanın bir takım olaylar neticesinde taş devri insanına dönüşümü anlatılır. Bu birtakım olayların en alenisi de savaştır. Çünkü evinde kitabını okuyan, eğitim gören, insani münasebetlere giren bireyi alıp bilmediği bir coğrafyada eline bir silah verip “Öldür ya da öl!” dersin ve o adam zorunlu olarak bir evrim geçirir. Ölmemesi için öldürmesi gerekiyordur ve bunun için de tıpkı 1000-2000 yıl önce atasının yaptığı gibi vahşileşmesi gerekiyordur. Asıl çarpıcı olan taraf da bu evrimde geri dönüşün olmamasıdır.
Coppola bize ilk karede aslında sonu gösterir, insanlığın sonunu. Yemyeşil ağaçlarla kaplı canlı bir ormanı görürüz. Ses kaydından mekanik bir helikopter sesi gelir. Burası bir cennettir ama garip bir ses onu tehdit etmektedir sanki. Derken birkaç helikopter perdede belirerek napalm bombalarını bırakırlar. Ortalık bir anda ateş çemberine dönüşür ve ses kaydında da The Doors’tan ‘The End’ dönmeye başlar. Burası, artık hiç şüphe yok ki, kıyamettir!
Sonra bir erkek yüzü görürüz. Yatakta sele serpe uzanmış, vantilatörün mekanik sesini dinleyen biri. İç ses konuşmaya başlar. Eve döndüğünü ama bu vahşeti özlediğini anlatır ve bu vahşette de evi. Şimdi Saygon’dadır ve amirlerinden gelecek görevi beklemektedir. Sabah kapısı çalınır ve görevi gelir. “İsteyen er geç amacına ulaşır.” Görevi gizlidir, tıpkı daha önceki görevleri gibi. Ondan istenilen, Vietnam’dan çıkıp Kamboçya’da kendini tanrı ilan eden ordunun en iyi subaylarından Albay Kurtz’u öldürmesidir. Bunun için emrine bir tekne ve dört mürettebat verilir. Nehir boyunca içeri gidecek, hedefini bulacak ve dönecektir. Tabii iş o kadar basit değildir. Öldürmesi gereken kişinin yeri belirsizdir ve en önemlisi geçmişi inanılmaz askeri başarılarla doludur. Yolda bilgileri okurken kendini sorgular. Kurtz, tam bir ölüm makinesidir ve bunu, artık medeni yollarla yapmıyordur. Çünkü karşısındaki düşman medeni değildir ve öyle savaşıyordur. O da aynı yöntemi uygulayınca kendi amirleriyle ters düşer ve elindeki güçle kendi krallığını ilan eder. Aslında ondan istenen de tam olarak budur çünkü ABD’nin Vietnam’da yaptığı budur. Ama bunu ancak devlet yapabilir, birey yapmamalıdır. Bu yüzden de görev gizlidir.
Adamımız, Yüzbaşı Williard, nehir boyunca ilerlerken savaşın farklı yüzlerini görür. İlk olarak Wagner bestesini hücum borusu olarak kullanan Yarbay Kilgore ile tanışır. Kilgore da bir nevi vahşidir, önüne gelir öldürür ve bütün bunlar ona normal gelmektedir. Bir yandan operasyon yaparken bir yandan sörf yapmak amacındadır. “Sabahları napalm kokusunu seviyorum.” ve “Ben bu denizde sörf yapılabilir diyorsam bu deniz güvenlidir! (arkada bombalar düşmektedir)” onun marka sözleridir.
İşin daha ilginci nehrin içine girdikçe daha garip olaylar görmesidir. Karanlıkta nehir boyunca ilerlerlerken birden ışıklı bir amfi ile karşılaşırlar. Karaya çıktıklarında o gece playboy kızlarının şov yapacaklarını öğrenirler. Denildiği üzere kızlar gelir ve en azdıran danslarını yaptıkça sayısı bini aşan asker topluluğu daha da coşar ve sahneye akın ederler.
Kızlar son anda kurtulur ama bu, vahşiliğin başlangıcından başka bir şey değildir.
Birkaç gün sonra buldukları bomboş bir kampta ise aynı kızları deliliğin eşiğinde bulurlar. Üstelik 2 saatlik eğlencenin ücreti sadece 2 bidon yakıttır! Kamboçya sınırına yaklaştıkça delilik sadece kıyıda kalmaz, tekneye de bulaşmaya başlar. Bir köpek yüzünden bir yerli teknesini katleden mürettebat, Williard’dan tek yorum duyar: “Durmamanızı söylemiştim.”
Nehrin son ABD kampında ise başsız bir fare sürüsüyle karşılaşılır. Williard’ın tüm çabasına karşın komutanı bulunamayan kampta askerler, öylesine etrafta kurşun saçıyordur. Bir kısmı ise delilik sınırında tekneye binmeye çalışır. Azimle yola devam eden tekne, kıyıdan yapılan ilk saldırıda Clean’i kaybeder. Bir zaman sonra ise ilginç bir Fransız komüne rastlarlar. Clean’i toprağa veren ekip, bir gün soluklanarak hedefe doğru son adımı atarlar.
Williard’ın Kurtz’u bulması filmin 150. dakikasına denk gelir. Bu zamana kadar medeniyetle vahşiliğin arasındaki her kademeye şahit olan ekip, Kurtz ile son raddeye gelir. Böylece karanlığın kalbine olan yolculuk tamamlanır. Yarı çıplak yerlilerden oluşan bir kitle Kurtz’un etrafında kümelenmiştir. Ekibi karşılayan hippi gazeteci, Kurtz’un ayrı bir varlık olduğuna işaret eder. Zaten ekibin gelmesinin nedeni çok aşikardır. Williard’ı hapseden Kurtz, zaten artık nirvanaya ermiş (vahşileşmiş) olan Lance hariç kalan mürettebatı öldürtür. Burada filmin doruk noktasına gelinir: Williard da nirvanaya erecek midir yoksa içindeki medeni sesi dinleyip Kurtz’u öldürecek midir?
Filmin belgeselinde Coppola, final sahnesinin müziğinin nasıl olması gerektiğini şöyle anlatıyor: “İlk notalar 1968’in ilk kıvılcımlarına işaret edecek, sonra 1950, 1900, 1700, 1500 ve taş devri. Böylece karanlığın kalbine ulaşılacak.”
Filmin sinema tarihinde ismi altın harflerle yazılmış olan bir başyapıt olduğunu yazmama bilmem gerek var mı? Coppola filmi çekerken teknik manada da sınırları zorlamış. 200’ü aşan çekim günü, 1 milyon metrelik negatif uzunluğu filmin çekim şartlarını belki anlatabilir. Bunun yanında çığır açan bir görüntü çalışması, makyaj, kostüm ve bunların yönetimi. Üstüne Dolby Digital’in film uğruna 5+1’i buluşu ve ilk defa kullanması.
3,5 saatlik bu destanı izleyip medeniyet adına uzun uzun düşüncelere dalmalısınız. Kaçmaması gereken, muhteşem bir yapım.

Into the Wild

Kesinlikle sıra dışı bir film. Bir gencin mezuniyetten hemen sonra çıktığı macera, tüylerinizi dikenleştirecek cinsten. Şahsen maddi ve sosyal dünyaya antitez olarak yapılan bu yolculuğa başta gıpta bile ettim ama film ilerlerken gördüm ki asıl ilgimi çeken anti-metaryalist olması. Halbuki işe sosyallik de karışınca neler olduğunu filmde görüyoruz.
Doğduğundan beri anne ve babasının kavgalarına şahit olan Christopher, mezun olur olmaz bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta para, taşıt ve başka bir insan yoktur. Parasız, yürüyerek ve en önemlisi tek başına yaşayacaktır bu deneyimi.
Film, gerçekten içinize işliyor. Hele filmin sonunda olayların gerçek olduğunu okuduğunuzda ve gerçek Christopher’ı gördüğünüzde gerçekten anlatılamayacak bir duygu içinizi kaplıyor. Tabii, enfes manzaralar, içten performanslar, Penn’in olayları yansıtmadaki başarısı ve güzelim bir ses kaydı filme eşlik ediyor. Edinilmesi gereken bir deneyim.
Oyuncular: Emile Hirsch, Marcia Gay Hayden, William Hurt, Jena Malone, Brian Dierker, Carherine Keener, Vince Vaughn, Kristin Stewart, Hal Holbrook – Görüntü Yönetmeni: Eric Gautier – Müzik: Michael Brook, Kaki King, Eddie Vedder – Senaryo: Sean Penn (Jon Krakauer’ın kitabından) – Yönetmen: Sean Penn
**** Y.T.: 9 Şubat

Charlie Wilson's War

Sizi bilmem ama ben bu kadar açık bir şekilde bir ülkenin kendini eleştirebilmesini garip buluyorum. Baktığınızda, filmin açık şekilde ABD’nin El Kaide’yi oluşturmasını anlattığını ve bir fıkra yoluyla bunu eleştirdiğini göreceksiniz. Ama ben filme pembe gözlüklerle bakamıyorum. Filmde hala ‘zavallı Afgan halkı’ geyiği yapılıyor. Kesin tıraşı da açık konuşun.
Bence koca filmde oyuncular hariç tek dikkate değer özellik yok. Onun için her ne kadar Mike Nichols’u sevsem de film benim için bir hayal kırıklığı. Keyifle izlenebilecek bir komediden öte bir anlam taşımıyor açıkçası.
Oyuncular: Tom Hanks, Philip Seymour Hoffman, Julia Roberts, Amy Adams – Görüntü Yönetmeni: Stephen Goldblatt – Müzik: James Newton Howard – Senaryo: Aaron Sorkin (George Crile’in kitabından) – Yönetmen: Mike Nichols
*** G.T.: 8 Şubat Y.T.: 9 Şubat

The Assassination of Jesse James By the Coward Robert Ford

Çok zeki bir yapımla karşı karşıyayız. Ne olduğunu, nasıl yapacağını çok iyi farkında. Ama küçük bir sorun var, o da filmin pazarlanmasında. Yani filmde hiçbir suç yok. Filmin adını Türkçe’ye çeviren kişi, muhtemelen farkında olmadan, bir iyilik yaparak vurguyu Robert Ford’a almış. İngilizce adı ve pazarlanma stratejisi ise Jesse James’i ön plana çıkartıyor. Filmin aslında suikast ile de ilgilendiği yok, onun tek derdi Robert Ford’u anlatmak.
Jesse James, Robert Ford’un çocukluk kahramanı, onun kitaplarını okuyor, onu ilgiyle takip ediyor. 19 yaşında ise ağabeyi yardımıyla çeteye giriyor, Jesse James ile yan yana iş yapıyor. Ama Jesse James de artık yaşını almış ve emekliliğe ayrılmak üzere, yani eski günlerdeki gibi değil. Robert öncelikle onun da insan olduğunu, karısı ve çocuklarını görüyor; sonra da olayların hayalindeki gibi olmadığını görüyor. O ise daha çok genç, hareket istiyor. Ardından gelen birkaç olayla da malum olay gerçekleşiyor. Ama o ‘korkak’ damgası yiyor çünkü halkın gözünde Jesse James hala idol, bir halk kahramanı. O ise para için kahramanı vuran bir korkak.
Filmin en önemli seçimi Robert Ford ve Casey Affleck gerçekten eşsiz bir performans sergiliyor. Brad Pitt ise Jesse James’in karizmasını sağlayabilmiş ki fazlası olmaz zaten. Dominik ise çok yavaş bir tempoda olsa da seyirciyi perdeden ayrılmayan bir performans yakalamış. Bence, film westerne faklı bir açıdan yaklaşsa da bir yenilik getirmiyor ama kendi içinde fazlasıyla iyi.
Oyuncular: Brad Pitt, Casey Affleck, Sam Rockwell, Mary-Louise Parker, Sam Shepard, Jeremy Renner, Garret Dillahunt, Paul Schneider – Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins – Müzik: Nick Cave, Warren Ellis – Senaryo: Andrew Dominik (Ron Hansen’in romanından) – Yönetmen: Andrew Dominik
**** G.T.: 16 Kasım 2007 Y.T.: 7 Şubat

Michael Clayton

Michael Clayton, bir Türk için oldukça sıradan bir film. Çevremizde ya da televizyonlarda gördüğümüz yolsuzluklar, patlayan arabalar ve deliren insanlar var bu filmde de.
George Clooney’in canlandırdığı Michael Clayton, Türkiye’de sık görünen bir avukat tipi. Müşterilerinin açıklarını kapatmaya çalışan bir avukat ama diğerlerinden farkı artık bu durumdan sıkılmış olması. İşte böyle bir ortamda önüne bir dava geliyor. Bir çevre şirketinin önemli mimarlarından biri çıldırarak çıplak halde dışarıda dolaşıyor. Clayton olayı incelerken basit olmadığını, adamın aslında şirketin gizli bir belgesine sahip olduğunu anlıyor. Bu şekilde olaylar gelişiyor.
Michael Clayton; iyi yazılmış, iyi oynanmış ve iyi düşünülmüş bir film. Ama bu özellikleri filmin izlenebilirliğini ne yazık ki etkilemiyor. Her ne kadar belli bir tempoyu tutturup düşürmese de seyirciyi perdede tutma gücü çok az. Buradaki esas pay konunun, bilhassa Türkler için, çok sıradan olması ve olayların çok yavaş ilerlemesi. Ne var ki temposu biraz arttığı anda da kolaylıkla bir John Grisham gerilimine de dönüşebilir. (Bu, iyi mi kötü mü size bağlı) Hatta hemen akla The Firm geliyor.
Genel olarak baktığımızda 7 dalda Oscar’a aday olmuş, kaliteli bir film görüyoruz ama herkesin zevkine hitap etmeyen bir film.
Oyuncular: George Clooney, Tom Wilkinson, Tilda Swinton, Sydney Pollack, Michael O’Keefe – Görüntü Yönetmeni: Robert Elswit – Müzik: James Newton Howard – Senaryo ve Yönetmen: Tony Gilroy
***1/2 G.T.: 23 Kasım 2007 Y.T.: 6 Şubat

Away From Her

Bu bir aşk filmi ama kız ve erkeğin gelgitlerle dolu hikayesini anlatmıyor. Çok daha ilerisini, artık yaşlanmış olan iki aşığın öyküsünü izliyoruz. Julie Christie’nin muazzam canlandırdığı Fiona, Alzheimer hastası. Kocası Grant, eşinin hastalığı ilerlediği için onu bir kliniğe yatırmaya karar veriyor. Birbirinden hiç ayrılmamış çift, klinik kuralı gereği 1 ay kalıyor. Ayın sonunda karısını özleyip kliniğe giden Grant, bambaşka bir Fiona ile karşılaşıyor; başkasına aşık bir Fiona…
Film belki çok basit ama bu basitliğini çok iyi kullanıp bir avantaja dönüştürmeyi başarıyor. 46 yıllık bir evliliği başka bir bakış açısıyla izliyoruz. Grant’ın dramı, bilhassa hala aşık olduğu kadına dokunamamanın acısı yürekleri dağlıyor. Diğer taraftan Alzheimer olan Fiona’nın yeni aşkının sebebi ahlaki bir ikilem, acaba Fiona Grant’ı artık sevmiyor mu yoksa hastalığının etkisi olarak onu unuttu mu? Buna eşlik eden beyaz görüntüler, usta işi oyunculuklar ve abartısız bir senaryo.
Nadir bulunan filmlerden biri daha. Tür meraklıları kaçırmamalı.
Oyuncular: Julie Christie, Gordon Pinsent, Olympia Dukakis, Deanna Dezmari, Alberta Watson, Andrew Moodie – Görüntü Yönetmeni: Luc Montpellier – Müzik: Jonathan Goldsmith – Senaryo: Sarah Polley (Alice Munro’nun ‘The Bear Came Over the Mountain’ aslı kısa öyküsünden) – Yönetmen: Sarah Polley
**** Y.T.: 7 Şubat

5 Şubat 2008 Salı

Before the Devil's Knows You're Dead

Harika bir orta sınıf incelemesi. Tüm dünyada yaşayan ya da yaşamaya çalışan orta sınıfın gayet titiz bir gözlemi. Günümüzde orta tabakayı yok olmaya mahkum tutan kapitalistler, bu tabakanın ortadan kalkmasıyla ciddi biçimde yerinden oynayacak toplum dinamiklerini nasıl düzeltecekler merak konusu.
Önümüzde son derece sıradan bir aile var. Bir baltaya sap olamamış iki kardeş, gündelik sorunlarından kurtulmak için soygun planlıyorlar. Ama soyacakları yer, evebyenlerinin mücevher dükkanı. Daha ilk cümleden bir şeylerin ters gideceği belli oluyor. Nitekim küçük kardeş, soygun için birini tutuyor ve işler sarpa sarıyor. Hem tuttuğu kişi hem de o gün işi olduğundan gelemeyen tezgahtarın yerine bakan ailenin annesi ölüyor. Bu iki ölüm başka sorunlara sebep olurken, olaylar arapsaçına dönüyor…
Eski kurt Sidney Lumet 83 yaşında resmen küllerinden yeniden doğup mini bir başyapıta imza atıyor. Filmin iki ileri bir geri giden zekice kurgusu muntazam işliyor. Tempoyu her zaman ayakta tutarken, “Şimdi ne olacak?” sorusunu gayet doğal bir biçimde sordurtuyor. Ama her şeyin başı senaryo ve senaryo da neredeyse kusursuz. Orta sınıfın analizini çok iyi yaparak perdeye çaresizliklerini, kurtulmaya çalıştıkça nasıl daha da battıklarını çok güzel yansıtıyor. Kelly Masterson sanki bu küçük aile yardımıyla tüm dünyadaki orta sınıfın sorunlarını ve çaresizliğini anlatıyor. Üstüne Lumet’in usta rejisi ve oyunculuk şovu eklendiğinde tadından yenmez bir filme dönüşüyor. Philip Seymour Hoffman, Ethan Hawke ve Albert Finney üçlüsü karşılıklı bir döktürüyorlar ki izlemek heyecan veriyor insana. Orta da sanki bir Coen filmi var ama mizahı daha az ve daha gerçekçi.
Şeytan Duymadan Önce vizyonda nadir rastlanan nitelikli dram-komedilerden biri. Böyle bir fırsat az bulunur.
Oyuncular: Philip Seymour Hoffman, Ethan Hawke, Albert Finnet, Marisa Tomei. Rosemary Harris, Aleksa Palladino, Michael Shannon, Amy Ryan – Görüntü Yönetmeni: Ron Fortunato – Müzik: Carter Burwell – Senaryo: Kelly Masterson – Yönetmen: Sidney Lumet
**** G.T.: 1 Şubat Y.T.: 5 Şubat

I'm Not There

Bob Dylan dinler misiniz? Şimdi bir filmle Bob Dylan dinleyip dinlememenin ne ilgisi var diyebilirsiniz. Ama söz konusu bu filmse var! Şöyle ki Dylan dinlemeyenler bu filmi rahatlıkla es geçebilir, hatta 2 saatlik bir sıkıntıdan kurtulabilir. Dylan sevenlerse yüzlerinde bir gülümsemeyle filmi seyredebilir.
Bir kere film kesinlikle bir Bob Dylan biyografisi değil. Böyle bir film bekleyenler ne yazık ki daha beklemek zorunda. Bu film ise Dylan’ın hit şarkılarından çıkılarak esinlenilmiş 6 karakterin yaşam karakterinden ibaret. Tabii ki bu karakterler bariz şekilde Dylan’dan özellikler barındırsa da hiçbiri Dylan değil. Filme bu açıdan bakılınca her şey açıklığa kavuşuyor. Mesela Richard Gere’ın suretinde canlanan 19. yüzyıl çiftçisi Dylan’ın Pat Garrett filmi için yazdığı ‘Knockin’ on Heaven’s Door’ şarkısından vücuda gelmiş.
Böylece filmde 6 karakter izliyoruz ama hepsi aynı tatta değil. Mesela Heath Ledgar’ın karakteri beni daha çok çekti. Ama Cate Blanchett’in olağanüstü biçimde erkek olduğu karakterin bölümü beni sıktı. Aslında bence bunun aynı sebebi, benim Bob Dylan külliyatına vakıf olmamam, diğer deyişle Bob Dylan dinlemiyor olmam.
Böylece film Dylan dinlemeyen biri için pek çekici bir deneyim değil. Ama diğer taraftan fikir çok orijinal ve güzel. Oyuncu kadrosu göz dolduruyor. Dylan’ın müzikleri de cabası.
Kısaca filmi izlemeden evvel iki kere düşünmeniz de fayda var. Filmden zevk alıp almamak da tamamen size kalmış.
Oyuncular: Christian Bale, Cate Blanchett, Heath Ledger, Richard Gere, Ben Whishaw, Marcus Carl Franklin, Kris Kristofferson, Julianne Moore, Charlotte Gainsbourg, Bruce Greenwood, Michelle Williams - Görüntü Yönetmeni: Edward Lachmann – Müzik: Bob Dylan – Senaryo: Todd Haynes, Oren Moverman – Yönetmen: Todd Haynes
** Y.T.: 28 Ocak

Ulak

Ulak, her şeyden önce bir masal. Anlatıcısı da Çağan Irmak. Her masal gibi bu masalın da iyileri, kötüleri, bir hikayesi, girişi, gelişmesi, sonucu ve en önemlisi bir mesajı var. Masalların tipik bir özelliği olarak da mesaj direkt söylenmiyor. Anlayan anlar hesabı, üstü kapalı biçimde sunuluyor dinleyiciye. Tabii, her dinleyici de farklı biçimde algılıyor masalı ki bu da gayet normal. Esas husus, dinleyicinin mesajı alabilmesi veya almaya niyetli olması.
Masalı filmde anlatan Zekeriya, masalına başlamadan evvel bir tür masal dinleme kılavuzu okuyor kendi zihninden. Diyor ki masalı dinlerken duyduğunuz her karakteri kendi hayatınızdan biriyle özdeşleştirin, yalnız kötüleri düşlemeyin. Sonra da o karakterleri sanki orta oyunuymuşçasına veya karagözmüşçesine gözlerinizin önünde oynatıverin. Alın size sinema. Irmak da bize düşlememize gerek kalmadan masalını anlatıyor.
Bir tür masal içi masal. Irmak bize Zekeriya adlı seyyahın köy köy dolaşıp çocuklara masal anlattığı bir masal anlatıyor. Masal, Zekeriya’nın diğer köylere benzemeyen garip bir köye gelmesiyle başlıyor. Her zamanki gibi çocukları toplayıp masalını anlatacakken köy ahalisi tarafından farklı bulunarak engel olunuyor. Ama o yine de masalını bitirmek istiyor. Çünkü tamamlanmayan masal olmaz.
Her ne kadar Zekeriya’nın hedef kitlesi çocuklar olsa da, Irmak içimizdeki çocuklara hitap ederek tüm dünyaya sesleniyor. Irmak’ın bir derdi var ve masal yoluyla bunu bize anlatmak istiyor. Ama sorun da burada çıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, sorun Irmak da değil, günümüz dünyasında. Vahşi kapitalizmle yoğrulmuş bu dünyada, kaç kişi Irmak’ın mesajını algılayabilecek veya algılamak isteyecek merak konusu. Filmin mesajı herkese farklı görünecek çünkü her ne kadar Irmak bizim yerimize karakterlere yüz verip oynatsa da masalı herkes farklı algılayacak.
Son olarak ise Irmak’ın masalı anlatma biçimine değinelim. Filmin sanat yönetimi çok sade ve kullanışlı böylece daha önce hiçbir Türk filminde olmadığı üzere filmle bütünleşiyor. Çok güzel bir oyuncu kadrosu güzel performanslar çıkarıyor. Yanında kostüm, makyaj, görüntüler ve müzik de filme yakışmış. Daha ne olsun.
Gökten üç elma düşmüş. Biri anlatana, biri dinleyene, biri de…
Oyuncular: Çetin Tekindor, Hümeyra, Yetkin Dikinciler, Şerif Sezer, Feride Çetin, Kaya Akaya, Melis Birkan, Şener Kökkaya, Mahir İpek, Zuhal Gencer Erkaya – Görüntü Yönetmeni: Mirsad Herovic – Müzik: Evanthia Reboutsika – Senaryo ve Yönetmen: Çağan Irmak
**** G.T.: 25 Ocak Y.T.: 26 Ocak

Juno

Juno’yu ilk defa bundan 3 ay önce Kanada’da oturan bir akrabamdan duymuştum. Hatta istenmeyen bir gebelik hakkında olduğunu duyunca Knocked Up’a benzetmiştim. Çağdaş da (söz konusu akrabam) daha gerçekçi ve oturaklı bir yapıda olduğunu söylemişti. Aradan birkaç ay geçmeden Juno’nun ünü Türkiye’de de duyuldu. Bu yılın bağımsızlarının flaş ismi olarak ödül gecelerinde ismi sıklıkla anılmaktaydı. Böylece izlenmesi gerekenler listesine girivermişti.
16 yaşında bir lise öğrencisi olan Juno, erkek arkadaşına bekâretini verdiği gece hamile kalır. Durumu sakinlikle karşılar ve kürtaja karar verir. Ama 2 aylık ceninde ayak tırnaklarının çıktığını öğrenince vazgeçer ve bebeği evlatlık vermeye karar verir. Bundan sonra da önce müstakbel anne-babayı bulur, konuyu ailesine açar ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamına devam eder.
Juno, daha jeneriğinden belli olduğu üzere bir çizgi roman gibi tasarlanmış. Ama bu çizgi romanda süper kahramanlar, silahlı çatışmalar veya komik figürler yok. Bu roman, 16 yaşındaki gebe bir kızın 9 aylık macerasını anlatıyor. Bunu da kendisinin ne olduğunu bilerek, fazla ciddiye almadan ama başarıyla yapıyor. Ortaya da sıra dışı, gerçekçi ve izlenmesi gereken bir yapıt çıkmış. Juno, kesinlikle bir başyapıt olmayabilir ama şirinliğiyle başyapıtmış gibi görünecek kadar iyi kotarılmış ve bu özelliği, ona bu yıl başta Oscar olmak üzere çoğu ödül töreninde adından bahsettirecek gibi görünüyor.
Bu özelliğinin ana sebebi senaryosunun oldukça derli toplu olması ve aşırıya kaçmaması. Bunu, harika oluşturulmuş bir kadro destekliyor. Juno’yu oynayan Ellen Page, sokakta görseniz hayatta dönüp bakmayacağınız bir kız ve bu sıradanlığı rolüne o kadar uyum sağlıyor ki Page rolünde harikalar yaratıyor. Keza sakar erkek arkadaş Michael Cera, Super Bad’den sonra yine hiç sırıtmadan, sıradan bir lise öğrencisini oynuyor. Yan kadro da desteklerini ihmal etmiyorlar. Ayrıca filmin en az kendisi kadar şirin bir ses kaydı var, dinlerken içiniz bir hoş oluyor.
Jason Reitman iddiasız ama yine başarılı Thank You for Smoking’den sonra mini bir başyapıta imza atıyor. Zevkle, rahatlıkla ve sıkılmadan seyredilecek bir film. Daha ne olsun!
Oyuncular: Ellen Page, Michael Cera, J. K. Simmons, Jennifer Garner, Jason Bateman – Görüntü Yönetmeni: Eric Steelberg – Müzik: Matt Messina – Senaryo: Diablo Cody – Yönetmen: Jason Reitman
**** Y.T.: 20 Ocak

Across the Universe

Beatles dinlemeye ben lise 1 sıralarında otururken çıkan ‘1’ albümüyle başlamıştım. 2-3 ay devamlı onları dinleyip kendimden geçmiştim. Halen daha ‘Hey Dude’ başucu şarkılarımdan biridir. Bana göre 20. yüzyılı etkileyen en önemli gruptur. Tabii bu saptamayı yaparken Pink Floyd, Queen veya Nirvana’yı bir kenara atmıyorum. Neyse, Beatles’ın bu öncelikli konumu başta bir dönemin yaşam tarzı olmak üzere tüm hayatımızı etkilemiştir. İşte Julie Taymor da zor olanı yapmış ve bu hayatlardan birini sinematografik şekilde perdeye yansıtmış. Perdedeki çalışma tek kelimeyle olağanüstü. Daha önce yapıldığını da zannetmiyorum.
Jude ile Lucie’nin Beatles şarkılarıyla bezeli aşkını izliyoruz perdede. Arka planda da ünlü 68 dönemini seyreyliyoruz. Dönemin politikası, müziği, yaşam biçimi, modası ve ruhunu içimizde hissediyoruz. Üstelik Beatles’ın güzelim şarkıları o kadar güzel yakışıyor ki görüntülere heyecanlanmamak, izlerken şarkıları söylememek elde değil.
Film hakkında fazla bir yorumda bulunamayacağım çünkü izleyip gerçekten bu şahesere tanık olmanız gerekiyor. Tek kelimeyle enfes.
Oyuncular: Evan Rachel Wood, Jim Sturgess, Joe Anderson, Dana Fuchs, Martin Luther, T. V. Carpio, Spencer Liff, Lisa Hogg – Görüntü Yönetmeni: Bruno Delbonnel – Müzik: Eliot Goldenthal – Senaryo: Dick Clement, Ian La Frensis (Julie Taymor, Dick Clement ve Ian La Frensis’in öyküsünden) – Yönetmen: Julie Taymor
****1/2 G.T.: 2 Kasım 2007 Y.T.: 19 Ocak

My Bluebarry Nights

Bazı filmler vardır, sadece belli bir kitleye hitap eder. Onun dışındaki kesim, filmden resmen nefret eder. Çoğu sıkıcı, anlaşılmaz, çok yavaş gibi sıfatlar kullanırlar. Oysa ki hitap edilen kesim için bambaşka anlamlar yüklüdür film. Filmi bağrına basıp, başucu filmi yapanlar dahi vardır. İşte My Bluebarry Nights böyle bir film. Bu filmin seveninden çok sevmeyeni olacaktır ama bu, filmin –bence- aşk üzerine yapılmış bir başyapıt olmasını engellemez.
Her şey Lizzie’nin aldatılmasıyla başlıyor. Daha doğrusu zaten dünya dönüyor, bizim o dünyaya konuk olmamız aldatılma ile başlıyor. Lizzie önce New York’ta bir barmenle arkadaş oluyor, onunla dertleşip huzur bulmaya çalışıyor. Ama bakıyor içindeki yara kapanacak gibi değil, bir araba için para biriktirme bahanesiyle yola düşüyor. Bazı yerlerde kalıp garson olarak çalışmaya başlıyor. Doğal olarak değişik, garip ama bir o kadar da hayatın içinden insanlarla karşılaşıyor. Biz bunlardan sadece üçünü tanıma şansına erişiyoruz. İlk ikisi ayrılmış olan bir çift. Öbürü de baba hasreti çeken poker manyağı bir kız. Böylece hayatında yeni bir evreye başlayan Lizzie, kah yarasını kapatmaya çalışarak kah da yeni deneyimler elde ederek yola devam ediyor.
Film çok yavaş. Ama bu yavaşlık bir süre sonra bir anlam kazanmaya başlıyor. İşte o anda filmden keyif almaya başlıyorsunuz. (Ne yazık ki o anın biraz sonrasında antrakt giriyor) Bu keyif, country müziğin teskin edici yanını barındıran, sizi gözlemci durumuna sokan ama bunu gayet seviyeli ve iyi anlamda kullanan ve sanki aşka dair kırıntılar barındıran bir tür duygu sanki. Film, o kadar güzel akıyor ki sanki güzel, hayat ve canlılık verici bir şey içiyorsunuz ama onu hızlı veya yavaş değil, her yudumundan keyif alırcasına boğazınızdan geçiriyorsunuz. Eğer benim gibi filmin frekansını tutturursanız, enfes bir tat sizi bekliyor demektir. Ama doğal frekansınız bayağı düşük olmalı.
Filmin performansları harikulade. Norah Jones gayet tatminkar bir ilk oyunculuk deneyimi yaşıyor. Ama esas alkış yan kadroya: Jude Law, Natalie Portman ve Rachel Weisz görülmesi gereken performanslar armağan ediyorlar. David Strathairn ise filmin zirvesini yaparak muazzam bir oyunculuk gösterisinde bulunuyor. Buna ünlü görsel üstat Darius Khondji’nin yağlı boyaya benzer resimleri ve enfes bir ses kaydı eşlik ediyor. Hele filmin başlarında yine Wong Kar Wai’nin In the Mood for Love filminin o yürek burkan tınısı mandolinle çalınınca… Ama tüm alkışlar Wong Kar Wai’ye. Kusursuz bir yönetim gerçekleştirmiş, ne denilebilir ki? Atilla Dorsay filmin eleştirisinde Amerika’yı en iyi yabancı yönetmenlerin anlatabildiklerini düşündüğünü yazıyor. Örnek olarak Wim Wenders’in beni koltuğa çakan filmi Paris, Texas’ı gösteriyor. Hiç haksız sayılmaz.
Oyuncular: Norah Jones, Jude Law, David Strathairn, Natalie Portman, Rachel Weisz, Hector A. Leguillow – Görüntü Yönetmeni:: Darius Khondji – Müzik: Shigeru Umebayashi – Senaryo: Wong Kar Wai, Lawrence Block – Yönetmen: Wong Kar Wai
***** G.T.: 11 Ocak Y.T.:17 Ocak