22 Mayıs 2011 Pazar

Kısa Kısa Filmler - 2

Filmlere devam ediyoruz:

Senna

Her ne kadar makine mühendisi olsam da ve hatta otomotiv sektöründe çalışsam da F1 ile hiç bir zaman çok alakam olmadı. Bildiğim şoför sayısı iki elin parmaklarını geçmez ama Senna bunlardan biridir. Sadece pistte ölen efsane pilot olarak tanırdım onu. Ama kendi adını taşıyan belgeselini izledikten sonra durum oldukça değişti.

Belgeselin tek odağı var, o da Aryton Senna. Kalan herkes figüran. Öyle ki söyleşi yapılan kişilerin adı bile yazmıyor filmde. Çünkü gereksiz, gerekli olan tek şey Senna. Zaten filmin çoğu F1 kayıtlarından ve Senna'nın özel kayıtlarından oluşuyor.

Yönetmen Asif Kapadia, belki belgesel türü açısından çığır açıcı bir film yapmamış ama öyle bir duygu yoğunluğu kurmuş ki daha önce Senna'nın adını duymamış biri bile finalde ağlar. Sırf bu muazzam özelliği için bile bu sıra dışı ve uzun belgesel izlenmeyi hakkediyor!

Barney's Version

Ocak ayında Paul Giametti'ye Altın Küre kazandıran bu film, son zamanlarda izlediğim en iyi film. Türkiye'de Benim Hikayem adıyla gösterilen ve pek de ilgi görmeyen film, bence 2011'in sayılı filmlerinden olacak.

Totally Unnecessary Pictures ile uzun süreli pembe diziler çeken Barney Panofsky'nin evlilik yaşamını izliyoruz. İlk evliliğini Roma'da yapan, doğan çocuğun zenci olduğunu görüp eşini terk edince, onu intihara sürükler Barney. İkinci evliliği ise görücü usulüdür ve düğününde başka birine aşık olur. Sonrasında oldukça gereksiz bir evlilik yaşar ve karısını yakın arkadaşıyla yatakta yakalayınca da aradığı bahaneyi bulur ve boşanırlar. Boşanma kağıdını imzalarken aşık olduğu kişiye telefon açar ve ardından üçüncü evliliğini yapar...

Oldukça samimi, haddini bilen, zeka dolu, şaşırtıcı ve komik bir film. Tek istediği aşık olduğu kişiyle beraber olup sonsuza kadar onunla yaşamak olan bir erkeğin 40 yıla yayılan hikayesi, klişe tabirle, sizi hem duygulandırıp hem de kahkahalar attırıyor. Bana oldukça dokunan hüzünlendiren ve en önemlisi keyif veren bir film oldu.

Oyuncu kadrosu muazzam. Paul Giametti, Dustin Hoffman, Rosemund Pike, Minnie Driver ve Bruce Greenwood'dan oluşan kadro, resmen döktürüyor. Makyaj çalışması, kostümler, vb. yan unsurlar da çok iyi. Kaçırmayın!

Unknown

Klasik bir Hollywood aksiyonu ama kendisini izlettiren ve izletmek için de saçmalamayan bir film. Kadrosu gayet iyi. Liam Neeson'dan Frank Langella'ya kadar işini yapan profesyonelleri izlemek keyif veriyor. Senaryodaki bazı eksiklikleri de hızlı temposuyla kapatmayı bilen film, türün sevenlerine hoş bir 2 saat vaat ediyor.

The Mechanic

Saçmalayan ama keyifli bir Hollywood aksiyonu isterseniz de bunu öneririm. Ben Ryan Gosling var diye izledim, pişman da olmadım ama o kadar.

Çakal

Bu Türk filmi, 2010'un sonlarında sinemalara uğradı. Bir gencin, mafyaya girip olaylar içinde kendini harcamasını anlatıyor. Fikir güzel, gayet de iyi niyetli. Ama bütçe sorunundan mı, ilk film olmasından mı bilmiyorum, çok küçük çaplı düşünülmüş. Bir mafya hikayesi için fazla ufak bir anlatı. Zaten finale doğru, bundan ötürü saçmalıklar başlıyor.

The Way Back

Has sinemaseverler bilir ki Peter Weir deyince akan sular durur. Her Weir filmi, küçük de olsa bir incidir. Ama ne yazık ki The Way Back, Weir'in en kötü filmi. Gayet güzel izleniyor ama gerisi gelmiyor. Klişelere saplanmış oldukça vasat bir film. Hele finali, Weir için bir fiyasko! Kesinlikle unutulmalı!

Limitless

Bu garip gerilim, kaçırılmış bir fırsat. The Butterfly Effect misali küçük bir külte dönüşebilecekken daha fazla gişenin heyecanından gereksiz aksiyon sahneleri ve hikayeler anlatmak zorunda kalan, bunun yüzünden de kendi hikayesini derinleştiremeyen bir filme dönüşmüş. Bradley Cooper hariç tüm oyuncuların birer karikatürü oynadığı film, ne Robert De Niro'nun ne de Abbie Cornish'in hakkını verebiliyor. Yazık olmuş.

No Strings Attached

Bir oyuncu ne kadar iyi olsa da bazı türlere yakışmaz. Natelie Portman da komedi oynayamıyor, ışıldayamıyor, her an ağlayacakmış halde olan yüzü dramlara yakışırken komedilerde ters tepki veriyor. No Strings Attached de izlenilmesi keyifli ama boş bir romantik komedi. Ashton Kutcher zaten iticiyken Portman da keyif vermeyince, yan oyunculardan medet umuyorsunuz. Onlar fena değil neyse ki. Olivia Thilby yine çok iyiydi kısa rolünde, ileride daha da ünlü olacak.

Love and Other Impossible Pursuits (The Other Woman)

İşte Portman bu tür için biçilmiş kaftan. Bu sade melodram, vasat ve bilindik hikayesiyle bir tek Portman sayesinde izlenebiliyor. Melodram sevenler için güzel bir seçim ama sevmeyenler uzak dursun.

Kaybedenler Kulübü

Son 2 ayda orada burada çok konuşuldu bu film. 90'ların kült radyo programının hikayesini anlatan film, kimilerini tatmin etti kimilerine de hiç keyif vermedi.

Bu bir Beyaz Türk filmi bir kere. Okumuş etmiş, belirli bir kültüre sahip, entelektüel takılan alt kültüre önem verenlerin filmi. Sezen Aksu çalmayan bir film. Eller havaya kültürüne karşı bir film. Çok içine giremese de Kadıköy yaşantısının filmi. Moda'da yürüyüp, bir bankta kitap okuyan, geceleri ucuz birayla sarhoş olup kaldırdığı kız/erkekle tek gecelik ilişki yaşayanların filmi. Bu açıdan bakınca bir ilk film ve hasbelkader hakkını da veren bir film.

Ama daha genelden bakınca asla bir High Fidelity ya da 24 Hour Party People kıvamına ulaşamayan çünkü çok sığlarda gezinen, klişelere takılan bir film. Ama keyifli mi? Sonuna kadar. İlerisi için umut verir mi? Evet.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Kısa Kısa Filmler - 1

Festivaller harici uzun zamandır film yazısı yazmadığımı fark ettim. Bunun çeşitli sebepleri var. Dizilere fazlasıyla ağırlık vermem gibi ki 1-2 hafta içinde detaylı bir yazı hatta yazı dizisi hazırlama niyetindeyim. Ama ana sebep, artık beni heyecanlandıran filmlerin çok azalmış olması ve izlediğim filmleri yazma isteğimin azalmış olması. Yani çok azı, gerçekten üzerine düşünülüp yazmak için vakit harcamaya değiyor.

Bu yüzden son 3-4 ayda orada burada izlediğim filmlerden bir seçki sunacağım. İzlediğim bazılarını açıkçası unuttum bile.

Flipped

Bu filmi duyanınız var mı? Şahsen ne çekildiğini, ne gösterime girdiğini duydum (Türkiye'de girmedi zaten). DVD'si çıkınca haberim oldu. Filmde ilgimi çeken ilk şey yönetmeni: Rob Reiner. Son 20 yıldır kayda değer pek film çekmedi farkındayım ama 84-90 arası 4 önemli film çekerek sinema tarihine girdi ve ben hala takip ediyorum Reiner'ı, herkes bıraksa da. Son filmi Flipped çok şeker bir film!

'Aşk'ı bu kadar basit ve güzel anlatan oldukça az filme rastladım. Film, iki çocuğun 6-15 yaşları arasındaki hayatlarını ve aralarındaki aşkın filizlenmesini anlatıyor. Çocukların okul ve aile hayatları işleniyor ve bu yolla hayata dair küçük ama önemli ayrıntıların altı çiziliyor. Hayattaki 'küçük şeyler'i anlatan ve bunların arasında aşkı ön plana çıkaran bir film. Pazar sabahı filmi olarak da çocuk filmi olarak değerlendirilebilecek ama bence bu iki sınıfa girse de çok daha fazlasını barındıran küçük bir cevher. Ayrıca yardımcı oyuncu kadrosu harikulade!

The Romantics

Pek önemsenmeyen başka bir film. Çok da güzel değil zaten. Ama enteresan bir çekiciliği ve tadı var. Oyuncu kadrosu gerçekten ağız sulandırıcı. Katie Holmes, Anna Paquin, Malin Akerman, Elijah Wood, Josh Duhamel, Candice Bargen gibi isimler barındırıyor. Hikaye hafif bayat olsa da düzgün bir kurguyla izlettiriyor.

Üniversite arkadaşlarının toplandığı bir düğünde, damadın nedimeyle olan eski ilişkisinin gölgesi ve günümüz ilişkilerinin yüzeyselliği filmin damarı. Akşam vakit geçirmek adına iyi bir film.

Howl

Bu filmi izleyeli çok oldu. Beat kuşağını anlatan son derece farklı bir çalışma. Şiir, edebiyat, ahlak ve sansür hakkında düşünmenizi sağlıyor. Günümüz toplumunu oluşturan dinamiklerden pek bilinmeyen birini, Beat kuşağını enteresan bir dille anlatıyor. Filmi izledikten 1 ay sonra AKP, filmde adı geçen şairlerden Burroughs'un kitabı hakkında soruşturma başlattı. Filmdeyse aynı olay, 1950'lerde oluyordu. Güldüm.

10 Mayıs 2011 Salı

Bir Jülide Özçelik Konseri

'Paylaşmak Üzerine' adlı yazımda belirtmiştim, Jülide Özçelik konserine gideceğimi. Nitekim o gün işten çıkıp Üsküdar servisine atladım. Cuma iş çıkışı olmasına rağmen köprü yolu bomboştu! Altunizade durağında neredeyse bomboş bir metrobüse binip boğazı seyre dalarak Avrupa yakasına geçtim. Gayrettepe'de metroya geçerek Tünel'de gün ışığını tekrar gördüm.

Eski bir arkadaşımı bekledim oralarda, orta okul ve lise arkadaşım Aylin'i. Birazdan o da metrodan çıktı. Hemen yemek dedim, itiraz etmedi. Tramvay'da oturduk, 2 yılı geçmiş görüşmeyeli. Biraz benden, biraz ondan bahsettik, eskileri anımsadık, kim neler yapıyor dedik. Güzel ve keyifli bir yemek oldu. Hem karnımızı hem de dimağımızı doldurduk.

9 buçuğa gelirken kalktık, konseri önceden söylemiştim ona. Beni Alt Nokta'nın girişinde bırakırken, "Ben de gelsem mi?" dedi, daha sorusunu bitirirken 2 bilet aldım ve içeri girdik.

Alt Nokta, İstiklal Caddesi'nde Tünel'e doğru yürürken, Galatasaray'ı geçince solda kalan House Cafe'nin sokağında. Daha doğrusu sokağın en ucunda. Caz üzerine bir mekan. Diyebilirim ki Türkçe caz yapan çoğu kişi ayda bir mutlaka burada sahne alıyor. İçerisi küçücük. 3 masa vardı, biz girdiğimizde, üçü de rezerveydi. Sahnenin önünde dört de kokteyl masası var. Biz onların birine tünedik. Bunların dışında bar ve yine küçücük bir sahneden başka da bir şey yok. En fazla 70-80 kişilik bir yer, camı yok. Kapalı alan fobisi olanlara sakıncalı yani.

Bilet fiyatı inanılmaz uygun. 20 TL! Jülide Özçelik ve arkasındaki üç müzisyen için ödemeniz gereken ücret bu kadar ucuz. İçki fiyatları da normal. Bira istedik, Tuborg şişe geldi, 8 lira. Ben 2 şişe aldım o gece. Yani 36 liraya mekandan çıktım. İstanbul'da böyle bir aktivite için şaka gibi bir para.

Konser 10'daydı ama 10 buçukta başladı. Başlamadan hemen önce başka bir arkadaşım daha katıldı aramıza. Böylece konsere hazırdık.

Jülide Özçelik'i yayınladığı ilk albümle tanıdım ben. 'Jazz İstanbul' adındaki albüm, bence harikuladedir. Özçelik'in enfes sesiyle her şarkının ayrı bir tadı vardır. Konserde ikinci albüm hazırlıklarına başladığı duyduk, sevindik.

Özçelik konsere 'Mecnunum Leylamı Gördüm'le başladı ve sakince albümdeki diğer parçaları sıraladı. Arada iki de Özdemir Erdoğan parçası söyledi. En sevdiğim şarkısını sonlara doğru söyledi, 'Bugün Neden Gelmedin?'. Belki çok depresif bir şarkı ama çok hoş, çok farklı bir tadı var. Zaten meğerse şarkının ikinci bir adı varmış, 'Saplantılı Şarkı' diye. Konser sonunda da yine 'Mecnunum Leylamı Gördüm'le bis yaparak konserini sonlandırdı. Ara dahil 2 saat sürdü.

Konser hakkında yapabileceğim ilk tanım, ferahlatıcı olduğuydu. Huzur buldum, keyif aldım. Birazcık kendi etrafında dans ederek kurtlarımı döktüm. Caz gerçekten farklı bir tür.

Konser çıkışı sokakta gençler dımtıs müziklerle parti yapıyordu, çok ters geldi bana. Caz çıkışı, tekno parti. Sonradan o partinin ilerleyen saatlerinde DJ Gazali'nin de çaldığını öğrendim ve takıldım: "Oğlum ne öyle, sokaklarda parti yapıyorsunuz, mekan mı kalmadı?"

Biz ise rahat adımlarla meydana doğu yürüdük üç kişi ve evlere doğru dağıldık.

Ayın 20'sinde yine Alt Nokta'da Birsen Tezer çıkıyor. Ben orada olacağım.


9 Mayıs 2011 Pazartesi

21. Yüzyılda Milliyetçilik

Milliyetçilik nedir? Aynı milletten gelen insanların birbirini kollaması mıdır? Öyleyse millet nedir? Bir devleti oluşturan kişiler mi yoksa aynı ırktan gelen kişiler mi?

İkinci sorunun cevabı ne olursa olsun, artık milliyetçilik ölmüştür. Çünkü kapitalizm, daha basitiyle sistem giderek küreselleşen bir dünyada 'milliyetçilik' engeliyle kendini sınırlamak istemez. Giderek büyüyen bir şirket, asla bir millete (ister bir ırka, ister bir devlete) saplanıp kalamaz. Kapitalizmin yapısı gereği hep büyümek zorunda kalacaktır, bu da şirketi uluslararası yapmaya, yani milletler üstü hale gelmeye zorlayacaktır. Aksine çalışan bir şirket ya bir süre içinde yok olur ya da başka bir şirket tarafından alınır. Bunun bir sürü örneğini ekonomi tarihinde görebilirsiniz. Hatta bunun küçük çaplı örneği olarak aile şirketlerini düşünün, kurumsallaşmayan bir aile şirketi bir süre sonra batmaya mahkumdur.

Milliyetçilik ölmüştür ama ilginç bir şekilde hala etkisi devam etmektedir. Çünkü çoğu insan, buna inandırılmaktadır. Çünkü milliyetçiliği öldüren kapitalizm, milliyetçiliği bir afyon olarak kullanmaktadır, halkı uyutmak için. Tıpkı din de olduğu gibi halkın kolay kandığı bir kavramdır. Millet olmak, bir millete ait olmak, yada en ilkel haliyle bir sosyal çevreye ait olabilmek!

Milliyetçilik, aslında Fransız İhtilali ile ortaya çıkmış bir kavram. Ondan önce feodal ve hatta klan olarak kümeleşen bir yaşam biçimi hakim. Devlet denen olguysa, bu feodal/klan yapıların şeflerinin oluşturduğu bir birlikten ibaret. Bugünkü anlamdaki ırklar o zamanların üstün klanların adları veya bir coğrafyada yaşayan klanlara verilen genel bir ad sadece. Yoksa, her klan yine son derece özgür, dış ilişkiler haricinde.

Fransız İhtilali'nden gelişen siyasi ve ekonomik sebeplerle 'millet' diye bir kavram atılıyor ortaya. Bir ülkeyi oluşturan tüm halka, millet deniyor; ya da denmeye çalışılıyor. Çünkü insan doğası gereği durağan değildir, hep hareket etmiştir. Siz, ömrü boyunca 3 ülkede yaşayan bir insana, hangi milletten diyebilirsiniz ki? Klişe tabirle, doğduğunuz yer mi, doyduğunuz yer mi?

Bundan ötürüdür ki milliyetçiliğin en popüler olduğu 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında bile, geleceğe yönelik adımlar atılıp kavramın içindeki ırksal anlam eksiltilmeye çalışılıyor. Ziya Gökalp'ın düşüncelerini özetleyen Atatürk, "Ne mutlu Türk'üm diyene!" diyerek olayı özetliyor aslında. Olayın ırkçılıkla hiç alakası bulunmadığını, bilakis "Türk'üm!" demenin kafi olduğunu anlatıyor bu 4 kelimelik efsane söz!

Ama birtakım siyasi ve ekonomik rantlar peşindeki güç unsurları, bu kavramı kullanarak hala prim yapıyor, yapmaya da devam edecektir.

Artık klanlar halinde yaşamadığımız kesin. Devletler halinde yaşama biçimi de 20. yüzyılın sonlarına doğru sona erdi bence. İnsanlar artık bir ekran vasıtasıyla dünyanın öbür ucundaki arkadaşıyla iletişim kurabiliyor. Gerekirse evinden çıkmadan işini halledebiliyor. Hal böyleyken, bireyin ne komşusuna ne hemşehrisine ne de vatandaşına ihtiyacı kaldı artık. Bu, iyidir yada kötüdür ama bir gerçektir ve artık geri döndürülemeyecek bir gerçektir.

Durum böyleyken, hala daha milliyetçiliğe sığınanları, insanları Türk/Kürk/Laz/Çerkez/Ermeni diye sınıflandıranları gördükçe tüylerim diken diken oluyor. Çünkü bu tarz insanlardan hem iğreniyorum hem de korkuyorum.

Dönemin getirisi gereği ortaya atılan politik bir kavram, başımıza dert olmuştur. Artık şunu herkes anlamalıdır: Her devirde öyle olsa, bilhassa 21. yüzyılda gerçek olan tek sıfat insanlıktır. Irk, dil, din, mezhep, cinsiyet ayrımcılığı gayet saçmadır, sadece güç unsuru oluşturmak üzere üretilmiş sıfatlardır, etiketlerdir. Bu etiketlere bağlı kalmayın, yırtın, atın onları! Bu dünyada uğraşılacak daha nice güzel şeyler varken, hele!

1 Mayıs 2011 Pazar

Bir Karadeniz Seyahati

Günümüzde artık çok az kişiye güvenebiliyorsunuz. Hele dostum diyebileceğiniz kişi sayısı daha da az. İso benim için bu nadir insanlardan biri. Kendisi Karadeniz Ereğli'sinde yaşıyor. Türkiye'nin en büyük demir çelik fabrikalarından bir olan Erdemir'de çalıştığından 1 yıl önce oraya taşındı. Ben de hem İso'yu göreyim hem daha önce hiç görmediğim bu Karadeniz kasabasını göreyim diye bir cuma gecesi otobüse bindim.

Yolculuk, Ataşehir'den itibaren, mola dahil, tam 4 saat sürüyor. Ben giderken gece olduğundan çoğunlukla uyudum, zaten o zifiri karanlıkta bir şey de göremezsiniz. Sabah 5'te Erdemir otogarında indiğimde hemen bir taksiye atladım. Kasaba olduğundan taksimetre yok. Gideceğiniz yere göre sabit ücret alınıyor. Gidince İso'yla biraz konuşup yattık.

Sabah 11 civarına kalkıp yine otogara gittik çünkü başka bir dost, Cum'u alacaktık. Cum da gelince kahvaltı için kasabanın meşhur bir pidecisine gittik. Cum ile ben Ereğli pidesi yedik. Ereğli pidesi dediğim, aslında kapalı kıymalı pide ama tereyağ burnunuza geliyor, gayet hoş.

Çıkınca sahile indik. Kıyı şeridi boyunca yürüdük. Havanın açık olması sebebiyle insanlar dışarıdaydı. Ayrıca 23 Nisan olduğundan, çeşitli etkinliklerde vardı sahil boyunca. Biz bir çay bahçesine girip tavla attık. Ardından da başkasına girip kağıt oynadık.

Burada biraz Ereğli'yi anlatayım. Zaten tahmin edebileceğiniz gibi, Erdemir ile tamamen bütünleşmiş bir kasaba. Neredeyse kasabanın yarısı Erdemir'e ait. Hal böyle olunca oldukça büyük bir kasaba aslında. Çoğu yerde Erdemir'e ait çeşitli kapılar var. Diğer türlü pek de bir şey yok. Bir müze koymuşlar, girmedik ama ne sergilediklerini merak ettim, çünkü Erdemir olmasa burası basit bir balıkçı kasabası aslında. En çok doğaseverleri mutlu edebilir. Çevresi Karadeniz'in o rengarenk ormanlarıyla çevrili. Çevrede mağaralar da varmış. Trekking veya basit doğa yürüyüşleri için alternatif rota olabilir.

Biz ise biraz alışveriş yapıp İso'nun odasına döndük. Konuştuk, dertleştik, güldük. Güzel bir gece geçirdik. Sabah erkenden kalktık. Sahildeki Mado'da kahvaltı yaptık. Oradan otogara geçtik. Önce Cum'u Bursa'ya yolcu ettik. Ardından ben bindim.

Dönerken çevreye daha iyi gözlemleyebildim. Ormanlar gerçekten çok güzel. Benim gibi bir şehir insanı için bile iç açıcı bir görüntü. İstanbul'un boğucu ve keşmekeş havasından kaçmak için uzak olmayan, hoş bir haftasonu kaçamağı.