30 Eylül 2007 Pazar

Aydın-Halk Ayrımı

Son zamanlarda tarihle ilgili birkaç kitap okuma fırsatı buldum. Kitaplarda esas olarak Tanzimat dönemini daha dikkatli okudum. Çünkü son birkaç yıldır Türkiye’nin Tanzimat devrinden pek ileri gidemediğini gözlemliyorum. 19. yüzyılda Ahmet Mithat Efendi’nin yazdığı karakterler hala aramızda dolaşıyor. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanındaki olaylar hala güncel. Sanki hiç ileri gitmiyormuşuz gibi, sadece teknik oyuncaklarla kendimizi kandırıyormuşuz gibi. Sakın Türklerin yeni teknoloji düşkünlüğünün sebebi bu olmasın? Yani baktığınızda modern bir toplum görüntüsü çizen ama aslında 200 yıldır mantalitesi hiç değişmeyen bir toplum.

Fuzuli’nin ünlü mısrasını hatırlayanlar olacaktır: “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar.” Düşünün 16. yüzyılda ana sorunlardan biri rüşvetmiş, 21. yüzyılda hala öyle. Millet kayırmadan, para almadan kılını kıpırdatmıyor. Tam 500 yıldır aynı durumdayız yani, rüşvetsiz herhangi bir sektör bulmak zor.

Ama benim asıl derdim şu ‘aydın’ denilen kemsin tanımı. Bana aydın kime denir söyleyebilir misiniz? TDK’ya göre “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, münevver’. Şimdi de bu tanıma göre bana isim verin. Bu saydığınız isimlerin nerelerde yaşadıklarına, ne yaptıklarına göz atın bir de. Sizce de bir gariplik yok mu? Aydın kesim her şey hakkında görüş belirtiyor ve bu görüşlerini halkın benimsemesini istiyor. Sanki halkın hiç düşünme hakkı yok, tek seçeneği onun için düşünene boğun eğmek! İlk paragrafta da değindiğin gibi bu, 200 yıllık bir mesele.

İlk aydınlarımız II. Mahmut zamanında Avrupa’ya elçi ve öğrenci gönderilmesiyle oluşmaya başlamış. Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi ertesinde yeni bir çağa giren ve demokratikleşme ve teknolojiyi aynı potada eritmeye başlayan Batı etkisinde düşünceleri şaşkına dönen ilk aydınlarımız, dönüşlerinde çöküşe doğru yürüyen devletlerini durdurmak istediler. Bu amaçla da bir sürü fikir/akım/parti/dernek ortaya çıktı. Tanzimat Dönemi de, Jön Türkler de, İttihat ve Terakki de bu rüzgarın eseridir. Fakat olayları biraz dikkatli analiz ederseniz, şu husus gözünüzden kaçmayacaktır. Hiçbir fikir ya da dernek halka inmeye ulaşmamıştır, hedefi daima üst kesim, daha doğru tabirle okumuş kesim olmuştur ki 19. yüzyılda ülkede nüfusun kaçta kaçının okumuş olduğuna bakarsanız durumun vahimi daha iyi görülecektir. 19. yüzyıl Türk akımların tutmamış/benimsenmemiş olmasının asıl sebebi budur. Akımın fikir adamları ortadan kaldırılınca fikir de otomatikman kaldırılmış oluyordu. Oysa Batı akımlarının ana dayanağı halktır. Akım, daha su yüzeyine çıkmadan halk için propaganda yapmaya başlar, sonra bir şekilde açığa çıkınca desteğini de halktan alır. Oysa ki İttihat ve Terakki’nin ana kadrosu sadece 5 kişiydi ki bunlar da pek açık değildi. Ne zaman 1. Cihan Harbi başladı, bu 5 kişi ortaya çıkarak yurtdışına kaçtılar ve böylece İttihat ve Terakki dönemi sona erdi. Şu örnekle bu saptamayı pekiştirelim: Nazilerin lideri her kesin bildiği üzere Adolf Hitler’dir. Ama Hitler 2. Dünya Savaşı’ndan çok daha önce halka inmiştir. Bu alanda çeşitli yöntemler kullanmıştır ki bunların en önemlisi Leni Riefenstahl’ın yönetmenliğinde çekilen belgeseller olmuştur. Bu yüzdendir ki savaş bitiminde Naziler hezimete uğrasalar bile ideolojileri hep ayakta kalmıştır. Günümüzde bile çeşitli Neo-Nazi gruplarını faaliyetleri sürmektedir. Bana söyler misiniz hayatınızda hiç İttihat ve Terakki’nin ideolojisini devam ettiren, birkaç menfaatçi general hariç, kişi gördünüz mü?

İşin en acı tarafı da bu gelenek hala daha devam etmektedir. Aydın, hala halka tepeden bakmakta, onu eğitmeye yanaşmamaktadır. Sonra da beklediğinin tersi olunca bas bas bağırmaktadır. 2007 seçimleri buna en bariz örnektir. Hiçbir aydın AKP’nin %47 oy alacağını tahmin etmiyordu çünkü halk onlara uzaktı. Kendileri halk olmak istemiyorlardı ama halkın kendilerine riayet etmesini istiyorlardı. Halkı küçük gören bu kesim, hala suçu halka atmaktadır çünkü hala sorunun kökünü bulamamıştadır, zaten bulmaya da çalışmıyordur. Onlar gazeteden köşe yazmakla, TV’de birkaç afili cümle kurmakla işin olabileceğini düşünüyorlar. Bazı kesim buna da cüret etmiyor, direkt iktidar olmak istiyor. Durum böyle devam ederse, halkımız 21. yüzyılda yaşıyor görünüp 18. yüzyıl düşüncesiyle yaşamaya devam edecek; aydın kesimi de kendi oyunlarını oynayıp şaşırmaya devam edecekler.

27 Eylül 2007 Perşembe

Son Sınıf Sancısı

Şu günlerde ciddi bir fırtına yaşanıyor beynimde. Uzun süre de dineceğe benzemiyor. Çünkü ne zaman güneşin huzmeleri içeri sızsa gündemdeki yeni bir bulut önünü kapatıveriyor. Ben de artık umursamamaya başladım, lakin bu, hiçbir şeye çare değil. Tam tersi negatif etki ediyor.

Geçen haftanın başından beri resmen üniversite son sınıftayım. İlkokul sıralarında başladığım öğrenim ve eğitim hayatım sona ermek üzere hızla gün saymakta. Yalnız bu son, beni herhangi bir sondan daha çok korkutuyor. Çünkü bu sonun ötesinde vereceğim kararla hayatımda dönüşü olmayan bir yolculuğa başlayacağım. Çoğu arkadaşım bu duyguyu ÖSS korkusuna benzetiyor. Bence, alakası yok. ÖSS 3 saatlik bir sınavdı. Evet, o sınav da hayatını belirliyordu fakat hiç olmazsa neyi ne zaman yapacağın belliydi. Sınava nerde, ne zaman, nasıl gireceğin belliydi. Sınav sonrası nasıl bir hayata adım atacağın az çok belliydi. En azından ben tahmin edebiliyordum ve çok da yanılmadım. Lise 3’te düşündüğüm çoğu şey, üniversitede oldu.

Oysa şu anki duygu bambaşka. Tam bir belirsizlik içindeyiz. Okul bitince ne olacak? Ben yalnız değilim. Şu an Türkiye’nin herhangi bir üniversitesinin son sınıfındaki herhangi bir öğrenci de benimle aynı düşüncelerde. Çünkü bu sorun, tüm Türk gençliğinin sorunu. Türkiye’de sadece sınırlı sayıda genç, okul bitince ne yapacağının bilincinde, diğer deyişle geleceğinde endişe etmiyor diyebiliriz. Aslında benim de o gruptan olmam gerek. Sonuçta bu ülkenin en köklü üniversitelerinden birinin en eski bölümünü bitireceğim. Diplomamda İTÜ Makine Mühendisliği etiketi olacak. Ama yine de umutsuzum. Neden? Sorun sadece iş mi sadece? Gazetelerde okumuyor muyuz, pazarcılık yapan üniversite mezunlarını. Sonuçta işse iş. Ama önemli olan nasıl bir iş olacağı. Yani ben makine mühendisi olarak üç kuruşun hesabını yapacaksam ortada yine bir sorun var demektir. İşe girdiniz, hal bu ya hastalandınız. Size arka çıkacak bir güvenceniz yoksa yandınız. Takım elbiseyle sabah 5’te kalkıp SSK’ya mı gideceksiniz. Olayı küçümsediğimden değil, yanlış anlaşılmasın. Sistemden kaynaklanıyor olay. Bu ülkede sağlık, eğitim ve adalete ne kadar güveniyorsunuz. İleride çocuklarımı nasıl bir çevrede yetiştirebileceğim? Başıma bir haksızlık geldiğinde devlet bana hakkımın karşılığını verebilecek mi? Yaşanan politik krizleri saymıyorum bile. Ben insan gibi yaşamaktan bahsediyorum. Ben çalışırken, çalıştığımın karşılığını alabilecek miyim? Devlete ödediğim verginin karşılığında istediğim hakları kullanabilecek miyim? Yaşadığım şehrin belediyesi bana huzurlu bir kent sunabilecek mi?

Şu anda tamamen karmakarışık bir kafayla ortalarda dolaşmaktayım. Çözüm yurtdışı mı? Öyleyse nasıl? Yurtdışında yaşmak sorunları hallediyor mu? Ülkenden gidip yabancı statüde, hiç bilmediğin bir yerde çalışmak yeterli mi? Belki sana insan gibi davranacaklar ama bir kısmın hep yaban kalacak. Savaşmaya değer mi? Ailenden uzaklaşmaya değer mi? Orada yeni bir sayfa açabilir misin? Farklı bir kültürle yetişmiş biriyle evlenebilir misin?

Bir yanda bu, bir yanda o. Tam iki ucu boklu değnek. Bir karar versem! Demek son sınıfın sancıları böyleymiş!

23 Eylül 2007 Pazar

The Bourne Ultimatom

Bütün yıl beklediğim filmi nihayet izleyebildim. Film beklendiği çok tempolu ve heyecanlı. Bourne kaldığı yerden devam ediyor. Ama nedense 2. filmin yaptığını yapıp konuyu bir adım ileriye götürmüyor. Bunun yerine ilk iki önemli anlarını harmanlıyor. Gerçi, bu bile bize yetiyor ama insan bir adım ötesini bekliyor.

Bourne, bu sefer, beklendiği üzere, gerçek kimliğini arıyor. Tabii bu olay CIA’in hoşuna gitmiyor ve peşine bir suikastçi daha takıyor. Klasik Bourne senaryosu yani. Tekrara düşmek hatasına ramak kalan bir senaryo yazılmış. Muhtemelen 4. film olursa (ki inşallah olmaz) bu hataya düşülecek. Çünkü filmin başka genişleyecek yeri yok.

Kadro yine süper, bir aksiyon filminde görebileceğiniz en iyi kadro sanırım ve performanslar da çok iyi doğal olarak. Greengrass’in sallanan kamerası da filme cuk oturuyor, ben hayranım açıkçası. En önemlisi film yine Moby’den ‘Extreme Ways’ ile bitiyor. Bir Bourne filminden tüm beklentilerinizi karşılayan güzel bir aksiyon olmuş. Umarım yapımcılar burada son noktayı koymuşlardır.

Oyuncular: Matt Damon, Julia Stiles, David Strathairn, Scott Glenn, Paddy Considine, Edgar Ramirez, Albert Finney, Joan Allen – Görüntü Yönetmeni: Oliver Wood – Müzik: John Powell – Senaryo: Tony Gilroy, Scott Z. Burns, George Nolfi (Robert Ludlum’un romanından) – Yönetmen: Paul Greengrass

***1/2 G.T.: 7 Ekim Y.T.: 23 Eylül

Knocked Up

ABD’de yazın ‘sleeper hit’i yani beklenmeyen gişe devi olan bu komedi, gerçekten izlenmeye değer. Öncelikli saçma sapan esprileri yok, ne yaptığının bilincinde ve ona göre oynayan bir komedi. Bunun yanında günümüzde artık değeri kalmamış bazı değerleri öne çıkaran bir komedi. Bundan daha iyisi harbiden Şam’da kayısı.

Kaybedenin sözlük karşılığı olabilecek Ben’in, güzeller güzeli, başarılı Alison ile yaşadığı tek gecelik ilişkisini ve sonucunda Alison’un kazara hamile kalmasını anlatıyor film. Daha doğrusu, yönetmenin ifadesiyle ‘bir kaybedenle bir güzelin sıra dışı ve komik ilişkisi’ni anlatıyor. Filme bunu bekleyerek giderseniz çok eğleneceğiniz kesin. En önemlisi de içinizde gizli kalmış bazı duyguları açığa çıkarması. Filmin finalin de inanın baba olasım geldi. Bebek sahibi olmaktan daha güzel bir duygu var mıdır hayatta? Ciddi ciddi düşündüm filmden çıkınca.

Oyuncular çok iyi, senaryo iyi yazılmış. Kaçırmayın gerçekten, çok hoş ya.

Oyuncular: Seth Rogen, Katherine Heigl, Paul Rudd, Leslie Mann, Jason Segel, Jay Baruchel, Jonah Hill, Martin Starr – Görüntü Yönetmeni: Eric Alan Edwards – Müzik: Joe Henry, Loudon Wainwright III – Yazan ve Yöneten: Judd Apatow

Not: Bebeğin odasında Eternal Sunshine of the Spotless Mind posteri var, hangi filmde böyle bir detay vardır?

**** G.T.: 21 Eylül Y.T.: 21 Eylül

Ratatouille

Animasyonlar artık çıtayı o kadar yükseltti ki bunun yükseğine çıkmak çok zor. Olay şuna benziyor: Geçen ay Berlin’de düzenlenen Golden League’de uzun atlama rekor denemesi yapıldı, denemeyi yapan da rekorun sahibiydi zaten ama yeni rekor gelmedi. İşte her Pixar animasyonunda ister istemez yeni bir rekor denemesi bekliyorsunuz çünkü dünya rekorunu kıran da Pixar. Hal böyle olunca rekor gelmeyince hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Film bitince benim duygum da aynen öyleydi, halbuki film gayet güzel.

Bir farenin baş aşçı olmasını anlatan tatlı bir animasyon izliyoruz. Projenin arkasında Brad Bird olunca pek endişe duymadan, zevkle film izliyorsunuz. Film hakkında fazla söze de gerek yok. Muhtemelen bu yılın en iyi animasyonu olacak.

Seslendirenler: Patton Oswalt, Ian Holm, Lou Romano, Brian Dennehy, Peter Sohn, Peter O’Toole, Brad Garrett, Janeane Garofalo – Görüntü Yönetmeni: Robert Anderson, Sharon Calahan – Müzik: Michael Giacchino – Senaryo: Brad Bird, Emily Cook, Kathy Greenberg (Brad Bird, Jim Capobianco ve Jan Pinkava’nın öyküsünden) – Yönetmen: Brad Bird, Jan Pinkava

***1/2 G.T.: 24 Ağustos Y.T.: 21 Eylül

No Reservations

Film adları çok önemlidir. Aslında genelleme yaparsak her şeyin adı çok önemlidir ama bu, film bazında bir adım öne çıkar. Çünkü filmi tanımlamak isteğinizde ilk önce adını söylersiniz ve bu ad size film hakkında birkaç ipucu verir. Bu yüzden gerek yapımcılar (Abdullah Oğuz Mustafa Hakkında Her Şey’in adına karşıymış) gerekse dağıtımcılar adlara mutlaka müdahale ederler. Bu yüzdendir ki Türkiye’de gösterime giren çoğu romantik-komedinin Türkçe adında ‘aşk’ kelimesi vardır. Seyircinin adı görür görmez filmin yapısını anlaması amaçlanır böylece. Ne yazık ki her Türkçe ad, orijinali kadar yerinde olmuyor. Filmimize dönersek ‘Aşkın Tarifi’ adı filme uymuyor çünkü aslında film tersini söylüyor: “Aşkın tarifi yoktur!” Oysa ki orijinal adı olan ‘No Reservations/Rezervasyon Yok’ filmdeki birkaç konuyla örtüşüyor. Mesela Kate’in hayatında aşka yer olmaması gibi ve ya Zoe’nin annesinin aniden ölümü gibi. Bunun için ad konusuna biraz daha dikkat edilmesi gerekildiğini düşünüyorum.

Filme bakarsak vasat bir romantik-komedi olduğunu görüyoruz. Bir romantik-komedinin tüm işlevlerini başarıyla gerçekleştirse de bunu bir adım öteye götüremiyor. Ama bunu yan unsurlarıyla destekleyerek vasatın üstüne çıkmayı başarıyor. Buradaki en önemli yan unsur, müzikler. Philip Glass’ı ne zaman dinlesem hayran kalıyorum zaten ve yine kendisine hayran bıraktı. Adam film müziği nasıl yapılır çok iyi biliyor. İkinci unsur, oyuncular. Catherine Zeta-Jones yaşlanma emareleri göstermesine rağmen zevkle izlettiriyor kendini. Aaron Eckhart yine rolünün hakkını veriyor. Ve Abigail Breslin Oscar adayı olmasının hakkı veriyor. Yan kadro da iyi oluşturulmuş ama Patricia Clarkson rolüne uymamış. Üçüncü ve son unsur ise Shine ve Hearts in Atlantis gibi iki sıra dışı film yöneten Scott Hicks.

Ama bu üç unsur, filmin vasat olmasını pek değiştiremiyor. Çünkü şablon çok önceden belli zaten: Kate yalnız yaşayan, işine aşık, başarılı bir aşçıdır. Kardeşi ölünce yeğenine bakmak zorunda kalır, aynı zamanda da mutfağına bir yardımcı gelir, opera sevdalısı, Kate’in zıddı Nick. Bu hikayeyi daha önce izlediğinizin farkındayım ama bu 3 unsur için değişiklik yapmaya değer.

Oyuncular: Catherine Zeta-Jones, Aaron Eckhart, Abigail Breslin, Patricia Clarkson, Bob Balaban – Görüntü Yönetmeni: Stuart Dryburgh – Müzik: Philip Glass – Senaryo: Carol Fuchs (Sandra Nettelbeck’in Bella Martha adlı senaryosundan) – Yönetmen: Scott Hicks

**1/2 G.T.: 7 Eylül Y.T.: 21 Eylül

17 Eylül 2007 Pazartesi

Empire-UK Vs. Empire-Tr

Şu anda önümde aynı derginin Eylül sayısına ait iki kopyası var. Lakin iki kopya da farklı çünkü bir orijinal Empire baskısı (İngiltere), öbürü ise Türkçe edisyonu. İki baskının da diğerine göre iyi tarafları var. Şimdi bunlara bir göz atalım:

Empire-tr, Aralık 2006’da basılmaya başlanan aynı adlı İngiliz dergisinin Türk versiyonu. Doğal olarak Empire-tr’nin çoğu kısmı orijinalinden kopyalanmış ve çevrilmiş. İlk dikkat çeken, kapağı. Eylül sayısının kapağı aynen Empire-UK’nin ağustos sayısı kapağı. Empire-UK’nin eylül kapağını da muhtemelen ekim ve ya kasımda göreceğiz (Kapağın ortasında Iron Man, yanlarında Indy ve Batman var). İçeriğe baktığınızda formatın birebir olduğunu görüyoruz ki başka bir format beklemiyorduk zaten. Sayfa sayısına baktığımızda 186 sayfalık doyurucu İngiliz baskısına karşı114 sayfalık nispeten zayıf Türk baskısıyla karşılaşıyoruz.

Türk sinema dergileri içinde en fazla haber sayfasına sahip olan Empire-tr’nin açık ara Empire-UK’den zayıf olması dikkat çekiyor. İçimden Türk versiyonun da bir o kadar doyurucu olması gerektiği geçiyor. Doğal olarak çoğu haber birebir çevrilmiş.

Eleştiri bölümünde Türk baskısı daha iyi. Sebebi basit aslında. İngiltere’de daha çok film vizyon şansı bulduğundan, bunlara ayrılan yer azalmış ki sayfa sayısı daha çok. Keşke Türkiye’de de bu kadar filmi (ve bilhassa klasikleri, Raging Bull vizyona girmiş!) vizyonda görebilsek dedirtse de eleştirilerin hacmi tam yerinde. Sadece tek eleştiri (Knocked Up) çevrilmiş, kalanları Türk eleştirmenler tarafından yazılmış.

Dosya kısmında iki taraf da kıyaslama yapılmayacak kadar iyi. Türk baskısında çeviriler tabii ki var ama bunlar iyi adapte edilmiş. Sadece Jessica Biel röportajı gereksiz (kendisini de sevmem zaten, üstelik iki baskıda da var!). Bourne, Knocked Up yazıları ve Cusack röportajı çok iyi. Yine Türk yazarların hazırladığı dosyalar da iyi. Bilhassa duayen Agah Özgüç’ü okumak heyecan verici. Antonioni-Bergman yazısı da çok güzel. Ama Empire’ın en önemli bölümü kesinlikle ‘Perde Arkası’, bu ay Türk baskısında Roger Corman, İngiliz baskısında da Leni Riefenstahl vardı. İkisi de sinema tarihine damgasını vuran çok özel yönetmenler ve Empire bunu çok iyi yansıtmış. İngiliz baskısındaki diğer yazılar da çok hoştu, bazıları yakında çevrilir bence.

‘Ev Keyfi’ bölümünde İngiliz baskı önde. Belki Türk DVD piyasasının kısıtlığından dert yanabiliriz fakat yazılar da daha iyi. Şu gerçek var ki Empire, dergi olarak DVD ekstralarına hiç değer vermiyor ki DVD alınmasının önemli bir nedeni de ekstralardır. İngiliz baskısı, bu yönden bir gıdım daha iyi. Şöyle söyleyeyim: İngiliz baskısında DVD bölümü üçe ayrılmış; gündem, klasik ve TV olarak ki başarılı bir konsept. Ayrıca Empire-UK’de bulmaca var, çözmesi çok eğlenceli.

Bunlara karşılık İngiliz baskısında hediye yok. Türk baskısı da (diğer dergilerle rekabet edebilmek için, gayet de iyi oluyor) her ay 2 afiş ve 1 DVD veriyor.

Son olarak fiyata gelirsek, Türk baskısı 9 YTL yani £4-4,5 (bunda ana etken DVD) oysa ki İngiliz baskısı £3,7.

Buradaki amaç hangisi iyi hangisi kötü değil, sakın yanlış anlaşılmasın. Elime her 2 baskı da geçince bir değerlendirme yapmak istedim sadece. Bahaneyle dergiyi yorumlamış oldum. Neredeyse 8 yıldır düzenli sinema dergisi okuyan biri olarak gayet doğal hakkım herhalde.

Yaz Biterken

Bu sabah kalkınca soğuk, rüzgarlı bir havayla karşılaştım. Dalgalar kıyıya hunharca vuruyordu. Her zamanki renginden farklı olarak koyu laciverde bürünmüş olan deniz sanki kaşlarını çatmış, kıyıya tüm öfkesini boşaltıyordu. Zaten bizim evin panjurları da normal bir günden farklı olarak tamamen açılmamıştı. Çoğu kapalı bırakılmıştı. Anneannem üzerine yeleğini giymiş kahvaltıyı hazırlıyordu. Bir an, kahvaltıdan sonra okula gidecekmişim gibi hissettim. Sonra kendime güldüm. “Yavaş ol, oğlum, daha okula 9 gün var!”

Bu yaz nedense hiç sonbahar gelmeyecekmiş gibiydi. Havalar o kadar sıcak, yağışsız ve boğucuydu ki sanki hiç soğumayacakmış gibi geliyordu. Doğa her zamanki gibi yanıltmıştı beni. Herhalde hayatım boyunca tam olarak çözemeyeceğim tek varlık, doğa olacak. Bir de kadınlar var ama o ayrı konu. Hayatım boyunca doğanın ne getireceğini hiç kestiremedim. Ağustosta gittiğim Sicilya’ya yağmur bıraktı. Bu yıl da Almanya buz gibiydi, üstelik aynı vakitlerde Türkiye kavruluyordu. Böylesi de güzel ama. Doğanın gizemli olmasını seviyorum. Hiç umulmadık sürprizler hazırlarken bambaşka duyguların ortaya çıkmasına sebebiyet veriyor. Yoksa sanatçıların hali nice olurdu. Çölün ortasında ayakta kalmış tek bir ağacın verdiği estetik duygusundan ilginci var mıdır?

Güz yavaş yavaş hayatımıza sokulmaya başladı böylece. Genelde güz, hüznün mevsimidir, boşuna hazan dememişler. Evet, belki o heyecanlı dolu, capcanlı, sıcak yaz sona eriyor. Ağaçlar yavaştan dökülmeye başlayıp patikaları sarı yaprak istilası altında bırakıyor. Pantolonların, T-shirtlerin boyları uzuyor. Ama yeni bir dönem de başlıyor. Buna tam ne denilebilir bilemiyorum ama kışlık dönemi adı verilebilir. Kışlık döneminde, artık yazlıklar bırakılır, esas ikametgah adresine herkes geri döner. Büyük şehirler yine dolmaya, trafik kalabalıklaşmaya başlar. Okullar açılır. Kış hazırlıkları başlar; odun/kömür depoları dolar; tarhanalar, salçalar, turşular hazırlanır; tiyatro sezonu başlar; dizilerin yeni bölümleri ekranda dönmeye başlar, dolayısıyla televizyona bir canlılık gelir; sinemalarda da canlılık artar, sezon filmleri birbiri ardına vizyona düşer; en önemlisi arkadaşlarla buluşulur, kafe/bar/okul köşelerinde yaz anıları ballandırarak anlatılır. Yani sonbahar her ne kadar bir şeylerin sonunu anlatsa da o da bir başlangıç aslında. Bana göre esas yılbaşı da sonbaharın ilk günüdür. Eski yıl acısıyla tatlısıyla tamamen geride kalır, o günden itibaren yepyeni bir yıla başlarsın, önceki günle en ufak alakası olmayan.

İşte yeni bir kışlık dönem başlıyor. Bir sürü bilinmeyen denklemiyle, yeni umutlarla, kalp kırıklıklarına gebe olarak. Doğaya saygımız sonsuz. Yeni yılınızda mutluluklar dilerim.

“Bir yaz daha bitiyor

Gökyüzü bulutlandı

Dalgalar yorgun ağır, kıyıda soluklanırlar gibi

Çadırlar söküldüler, pansiyonlar boşaldı

Ağırlaştı yürekler, ayrılıklar bir oyun gibi

Bir yaz daha

Umutlar umutsuzluklar gizlice

Biraz daha doyumsuz

Biraz daha aşklar ümitsizce"

Harry Potter ile Büyümek

Harry Potter serisi 10 yıllık bir dönemi kapsıyor. Son kitap, Harry Potter ve Ölümcül Takdis, ile birlikte bu seri de nihayete erdi. Öyle bir seri ki her kitabın çıkışı yeni bir satış rekoru kırdı. Yazarını alt-orta sınıftan en üst sınıfa çıkardı. Rowling şu anda İngiltere’nin en çok kazanan ve belki de Kraliçe’den sonra en güçlü kadını. Hatta öyle ki çevirenleri bile zengin etti. Sevin Okyay bunca yıl sonra para kazandı. Bir sürü makale ve yazıya konu oldu. Hollywood hala daha filmleri çekmekle meşgul ki o filmler gişe rekorlarını allak bullak etti. Oyuncaklar, temalı ürünler derken kendi ekonomisini yarattı bir nevi. Bu ekonomi de sona ereceğe hiç benzemiyor. Kısacası Harry’ciğimizin daha çok kulağını çınlatacağız.

Seri 97’de başladı. Gazetelerde çıkan haberleri hayal meyal hatırlıyorum. ABD ve İngiltere’nin genç bir büyücünün maceralarını merakla takip ettiği yönünde ilginç haberleri her medyada kendine yer buldu. O zamanlarda da ben fantastik edebiyatla gayet içli dışlıydım. Aradan 3-4 yıl geçti, filmlerin çekileceği duyuruldu, ben de bir okuyayım dedim. Kitabı alış, o alış. Daha yeni bırakabildik işte. İlk kitabı, Harry Potter ve Felsefe Taşı, ne kadar sürede bitirdim, tam hatırlamıyorum ama 5 günü geçmediğine kalıbımı basarım.

Kitap inanılmaz sürükleyiciydi, elinizden bırakamıyordunuz resmen. Bunda da deneyimli edebiyatçımız Ülkü Tamer’in başarısı unutulmamalı. Hemen ardından kitapçıya gidip ikinci kitabı, Harry Potter ve Sırlar Odası, aldım, sadece 2 gün sürdü okumam. Ben okumaya başladığımda yurt dışında 4. kitap yeni çıkmıştı. Dolayısıyla 3. kitap, Harry Potter ve Azkaban Tutsağı, bir ay içinde, dördüncüsüyse, Harry Potter ve Ateş Kadehi, 3 ay içinde çıkmıştı. Vesselam 6 ay içinde Harry Potter fanatiğine dönüşmüştüm. Her kitabın öncekine göre daha iyi ve doyurucu olması harikaydı. Bu arada Ülkü Tamer çevirmen koltuğunu sinema eleştirmeni Sevin Okyay’a bırakmış ama çeviri pek zarara uğramamıştı. 4. kitaptan itibaren Okyay’a, kendi oğlu ve yine sinema eleştirmeni Kutlukhan Kutluk yardım etti.

6 aylık sürede 4 kitabı arka arkaya okumam bir devamlılık yaratmıştı ve galiba bu, kitapları daha çok sevmemi sağlamıştı. En çok sevdiğim kitap 4. kitaptı (ve hala öyle) ve bir daha aynı tadı alamadım. Geri kalan 3 kitap beni heyecanlandırsa da hep bir şeyler eksik kaldı. Bu durumun ana etkeni kitapların çıkması sırasında geçen ara sırasında büyümem (diğer manasıyla olgunlaşmam) olabilir. Ama esas etken zamanla kitabın büyüsünden uzaklaşmış olmam. 4. kitabı lise 2’de sıra altında okuyordum. 7. kitabı ise üniversitenin son yaz tatilinde okudum. Aradaki zamanda geçirdiğim değişim çok büyük. Belki Harry de her kitapla büyüyordu ve dolayısıyla kitap daha karmaşık bir hal alıyordu ama bu büyümeyle, gerçek hayattaki büyüme birbirinden ayrılıyordu. Sonuçta Harry’nin hedef kitlesi belliydi, bir çocuk kitabından bir polisiye kitabındaki karmaşıklığı bekleyemezdiniz. Ayrıca Harry bir Yüzüklerin Efendisi ve ya ardından gelen FRP kitaplarına da benzemiyor. Sonuçta Harry bir masal kahramanı olarak çocuklara hitap ediyor. Evet, alışageldik bir kahraman değil, biraz daha gerçekçi, fantastik edebiyatın ekmeğini yiyen bir kahraman ama bu, onun esas kitlesini hiç değiştirmedi.

Harry hiç cinsellikle uğraşmadı, hiç mastürbasyon yaptığını okumadık, tek düşündüğü Zo Chang’i ya da Ginny’yi öpebilmekti ve öptü zaten ama ileriye gitmedi. Ron’un Hermione’yi sevdiğini herkes biliyordu ama el ele tutuşmadılar bile. Kitaplarda da hiç gri karakter olmadı, ya kötü vardı ya da iyi. Bazı iyi karakterlerin kötü taraflarını öğrendik (Harry’nin babası herkese yukarıdan bakarmış mesela) ama bu yönleri onların iyi olmasına gölge düşürmedi hiçbir zaman. Kötüler de hep kötüydü, ancak son anda tövbe edip iyi olabilenler vardı (Dudley bile son kitapta iyi olabildi). Ayrıca hiçbir kitap edebi kitap mertebesine ulaşamadı, ileride klasik çocuk kitapları arasına girebileceğinden bile şüpheliyim.

Ama tüm bunlar kitabı heyecanla okumamı engellemedi. Son kitapta bile Snape hakkındaki gerçeği okurken çok heyecanlandım. Rowling’in hakkını vermek gerek, harika bir evren yarattı ve bu evrene karakterlerini sağlam yerleştirdi. Tek hayal kırıklığım kitabı çok klasik bitirmesi. Tamam, Voldemort’u öldüreceği belliydi ama bunun ceremesini de çekmesini bekliyordum. Hatta Voldemort’un Ginny yoluyla şantaj yapmasını bekliyordum, tabii fos çıktı. Seri fazla iyi bitti. 3. kitap bile 7’den daha karanlıktı.

Bu arada 5. kitap, Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı, okuduğum son çeviri oldu. Son 2 kitabın çeviri süresine dayanamayarak orijinalini okudum, daha iyi olduğu gerçekti. 6. kitap, Harry Potter ve Melez Prens, daha insani geldi bana ve kesinlikle en karanlık kitaptı. Sonuçta koskoca Dumbledore ölüyordu, çoğu hayran (ben dahil) 7. kitap, Harry Potter ve Ölümcül Takdis, çıkana kadar Dumbledore’un öldüğüne kesin olarak inanmadık. Hatta 7. kitaba ilk başladığımda Fransız arkadaşım Louis ile Dumbledore’un nasıl geri gelebileceğini tartıştık.

Filhakika, 7 kitaplık Harry Potter serisi sona erdi. Çok konuşuldu ve konuşulmaya devam edecek. Belki elle tutulur bir şey bırakmayacak geriye fakat popüler kültüre yaptığı büyük katkı es geçilmemesi gerek. Sonuçta Harry’yi benim babam bile biliyorsa bir şeyler başarmış demek. Beyaz zamanında Hayri Pıtır diye az mı dalga geçti, hem?

2 Eylül 2007 Pazar

Tangonun Ritmi

Almanya’daki kampta yan aktivite olarak tango dersi aldık. Hayatlarında tango yapmamış 11 kişi olarak tökezleyerek dans etmeye çalıştık. Tabii tango öyle 2-3 derste öğrenilip döktürülecek bir dans türü olmadığı için 3 haftada sadece emekleme devresini geçebildik.
Her şeyden önce, tango ataerkil bir dans, yani erkek egemenliğine dayanıyor. Dansın ritmini belirleyen müziği algılamak, işlemek ve bunu hareketlerine yansıtıp kadını idare etmek erkeğin işi. Yani erkek bir cümlede özetlemeye çalıştığım özü başarabilirse iş bitiyor. Ama bu iş de çok zor. Hocamız Peter, tangonun ne olduğunu ancak derslerin 2. yılında anladığını söylemişti. Bu söz, gruptaki erkekleri bir nebze rahatlatsa da olayı kolaylaştırmadı. Kadının ne görevi var diyebilirsiniz? Sonuçta her kesin bildiği üzere tango bir partner dansı. Kadın, erkeğin hareketlerine gözü kapalı ayak uydurmalı. Aslına bu da, hiç kolay bir iş değil. Erkeğin bir sonraki hareketinin ne olacağını algılayıp ona göre hareket etmeli. Geri geri yürüdüğü için erkeğe tam olarak güvenmeli ve ona mütemadiyen ayak uydurmalı. Bu da, partnerlerin uyumunu gerektiriyor.
Tango, tahta bir dans pistinde dairesel yörüngede pozitif yönde (saat yönünün tersi) dans ediliyor. Erkek, dansı yöneten kişi olduğu için ileri doğru hareket ederken, kadın da doğal olarak geriye doğru adım atıyor. Her şeyden önce şarkının ritmi çok önemli. Ama ilk aşamada buna dikkat edilmiyor. Mesela, ben hala ritmin dansa nasıl yansıtılacağını öğrenemedim. Onun için öncelikle temel adımlar öğretiliyor ki ritmi duyduğunda nasıl hareket edeceğini hemen kestirebilirsin.
İlk önce, dairesel bir yörüngede sapmadan yürümelisiniz. Bu sırada, partnerinizle aranızda mesafe korunmalı, gerek göğüsler arası uzaklık, gerekse adımların uzunluğu sabit olmalı. Okuyunca kolay gelebilir ama aslında gayet zor bir olay. Partner uyumu bu noktada önem kazanıyor. Kadın ve erkeğin arasındaki bacak uzunluğu farkı bile önemli bir hale geliyor. Bu yüzden boyunuza uygun bir partner seçmeniz, iki tarafın da işini kolaylaştıracaktır. Tabii hareketi yaparken daima ayaklarınıza bakmamanız, hareketi beyninizde halledip bitirmeniz gerekiyor. Bu hususta kadınlara daha çok görev düşüyor çünkü erkek hareketi başlatan kişi olduğu için hareketi sonlandıran partner olarak kadın, aradaki mesafeyi ayarlamalı, adım uzunluklarına dikkat edip adımını ona göre atmalı. Bunun için de erkeğin göğsünün her zaman dik durması gerekiyor ki kadın bu görevini bakmadan yapabilsin. Kadın, bu aşamada biraz zorlanabilir ama bu aşamayı geçtiği anda tango yapabilecek seviyeye geliyor. Fazladan birkaç figür daha öğrenmesi yetiyor. Oysa erkeğin işi daha yeni başlıyor.
Sonra geliyor asıl temel hareketler. 8 adımlık ana hareketle başlayıp bunun türevlerini öğreniyorsunuz. Bu adımların her birinde erkeğin kafasında ayakların adımları ile göğsün hareketi iyi düşünülüp uygulanmalı. Bilhassa göğüs hareketi iyi yapılmalı (neredeyse milimetrik) ki kadın, bu hareketle bağlantılı olarak hareketi anlayıp kendi hareketini yapabilsin. Tabii, kadının buradaki (ve sonraki aşamalarda) tek görevi, erkeğin hangi hareketinin karşısında hangi hareketi yapması gerektiğini bilmesi. Bu hareketlerin de en zoru, kadının, tek ayak üzerinde yaklaşık 120 derece döndüğü hareket. Dediğim gibi asıl zorluk, erkeğin kadını düzgün yönetebilmesi.
Bizim 3 haftalık temel eğitimimiz burada sona erdi. Bunun üzerine çalışıp kendimi geliştirmem gerek. Asıl önemlisi de müziğin ritmini dans esnasında hissedebilmek. Ama sanırım, bu uzun tecrübe gerektiriyor. Tango, uğraştıran ve zaman harcamanız gerektiren bir dans türü. Ama bir kere yapınca da insanın bırakası gelmiyor. Çünkü sonucu çok çarpıcı ve büyüleyici. Eğer sizin de tango seyrettiğinizde içinizde bir şeyler kıpırdanıyorsa, bu zorlu ve yorucu uğraşa kesin girin. Çok seveceksiniz.

Demokrasi Kavramı

Demokrasi nedir? Gayet ciddiyim. Bana demokrasinin tam manasını verebilir misiniz? Siz demokrasi ile yönetiyorsunuz, hiç onun hakkında düşünüp kafa yordunuz mu? “Kardeşim, ben demokrasi ile yönetiliyorum ama bu demokrasi denen ithal şey de neyin nesi?” dediniz mi? Yoksa hala ilkokul tanımlamasıyla mı yetiniyorsunuz? Yani, sizce demokrasi halkın kendi kendini yönetmesinden mi ibaret?
Siz hala demokrasinin antik Yunan’dan sonra 1789’da aniden ortaya çıkan bir kavram olduğunu mu düşünüyorsunuz? “Ben oyumu verip işime gücüme bakarım, öyle alengirli işlere kafam çalışmaz!”diyenlerden misiniz? Ama bütün bunlara rağmen kendini demokrat görüp, her güncel tartışmada görüş belirtenlerden misiniz?
Hiç utanıp sıkılmayın. Hiç yalnız değilsiniz. Üstelik tahminlerime göre ülkenin yaklaşık %80’ini temsil ediyorsunuz. Peki suçlu musunuz? Hayır. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp demişler. Size öğreten mi vardı da öğrenmediniz. Vatandaşlık derslerini okulun en salak hocalarını verdirdiler, “Çocukların kafasını niye bulandıralım, nasılsa yönetilecekler, öğrenseler ne olur?” dediler, tanım öğreteceklerine antlaşma tarihleri gibi hiçbir yararı olmayan bilgilerle kafaları doldurdular. Kendi adına öğrenenleri “Pis komünist!” etiketiyle yıldırdılar. Çünkü politika 50 yaş üstünde yapılabilirdi, 18’lik gençler için sakıncalıydı. Peki 21. yüzyılda olmamıza rağmen neden hala bu vaziyetteyiz? Batı, nasıl öğrendi de biz öğrenemedik?
Bir kere şöyle bir saçmalık olmadı: 1789’da ihtilal olur olmaz tüm Avrupa demokrasi ile yönetilmeye başlanmadı. Peki noldu? Avrupa yaklaşık 100 hatta 150 yıla yayılan bir süreçte demokrasinin ne olduğunu yavaş kavradı. Yani bir geçiş dönemi yaşadı, üstelik çok sancılı bir geçiş. Uğruna kim bilir kaç bin kişi öldü, kaç düzine ayaklanma yapıldı? Türkiye’deki gibi hep aydın kesimin halka verdiği bir ayrıcalık olmadı, çünkü halk bunu istedi ve elde etti. Onun için tüm batı halkları şu an demokrasinin ne olduğunu biliyor. Türkiye’deki gibi ağlamadan alınan bir oyuncak değil onlarınki; ağlayarak, küfrederek, kavga ederek alınan bir değer. Kimileriniz cumhuriyetin Kurtuluş Savaşı sonucu kazanıldığını zannedip hala hayal görüyor olabilir. Kurtuluş Savaşı adı üstünde bir bağımsızlık mücadelesiydi. Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’nun artık tamamen çökmesinden faydalanılarak Türk halkına verilen bir armağandı. Ama ülke halkı, belki de, hiçbir zaman bu armağanın ne olduğunu anlamaya çalışmadı. Nasıl padişah zamanında Tanzimat Fermanı ve ardından Islahat Fermanı’nı yayınlayarak halkına lütfedip hak ve hukuk verdiyse Gazi Paşa da kurtarıcı olması dolayısıyla halkın gözünde bir nevi padişah olduğundan halkına lütfedip halkına demokrasiyi vermişti. Kimse Mustafa Kemal Cumhuriyet’i ilan ettiğinde sözlüğü açıp “Yahu bu cumhuriyet de neyin nesi?” dememiştir herhalde. (O zamanda sözlük mü vardı diyenler olabilir, isteyen gider öğrenirdi gayet.) Tam tersine padişahlık sistemi bir anlamda devam etmiştir (tabii halkın kafasında). Zaten 18. yüzyıldan beri ülkeyi yerel bazda ayanlar yönetmekteydi. Bunlar kimdi? O yöredeki zengin kişiler ve tarikat mensuplarıydı. 1. Meclis’in mensuplarına baktığınızda bu dediğim gayet rahat anlaşılabilir. Mensuplar şeyhlerden, tarikat liderlerinden, zengin aile üyelerinden (ağa, aşiret reisi) ve bir kısım batıda eğitim görmüş entelektüellerden ile batı tarzı eğitim almış askerlerden oluşmaktaydı. Yani halkın gözünde pek bir şey değişmemişti, sadece adı değişmişti, monarşi demokrasi oluvermişti. (Aslında ayan yapısı tüm Türk tarihinde görülebilir, oba reisine denk bir unvandır)
Atatürk’ten sonrada, halk demokrasiyi anlamaya çalışmadı. Bunun en bariz örneğini İnönü’de görürüz. İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı olduğunda kendi adına para bastırıp, ülkeyi kendi kadrosuyla yönetmeye kalkışmıştı. Yani İnönü bile kendini padişah zannetmişti. İnönü’nün anlayamadığı demokrasiyi halkın anlaması çok zordu. (İlginçtir, İnönü demokrasinin ne manaya geldiğini belki de Demokrat Parti zamanında muhalefete düşünce anlamıştır.) İnönü’den sonra da halkın çok farklı olmasını beklemeyin. Demokrat Parti de kendini hanedan zannetmiştir. Hanedanın yıkılması ancak darbeyle sağlanabilmiştir, çünkü halkın hanedanı nasıl devirebileceğinden haberi yoktu çünkü demokrasiyi bilmiyorlardı. Zaten Türk darbelerinin özelliği de budur. Halk, sistem karşıtı bir hareket gördü mü, ayaklanmaz ama şikayet eder ve güçlü bir kurumun bu karşıtlığa müdahale etmesini ister. Türkiye’de bu kurumun karşılığı da ordudur. Yani demokratik hakkını kullanmaz ama bu hakkı başkasının kullanmasını ister, çünkü hala demokrasinin ona verdiği hakları bilmemektedir.
Yıl 2007. Hararetli bir yaz geçirmekteyiz. Hem küresel ısınma kendini ciddi olarak gösteriyor, hem de üst üste gelen siyasi olaylarla boğuşuyoruz. 22 Temmuz seçimlerinde laik kesimin beğenmediği bir sonuç çıktı ve hemen darbe dedikoduları başladı. “Tek umudumuz ordu!”, “Yakında kesin darbe olur!” gibi söylemler her yerde söylenmeye başladı. Hele Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasıyla iddialar katmerlendi. Halk, yine haklarını kullanmak yerine dede-babadan duyduğu anti-demokratik yöntemleri uygulamak niyetinde. Söz konusu eylemin ülkeye kaça patlayacağını hesap bile etmeden icraat istiyor.
Tabii durum o kadar da kötümser değil, demokrasiyi layığıyla sindirebilen insanlar hızla artıyor. Bunun en önemli kanıtı da nisan ve mayısta yapılan ‘Cumhuriyet Mitingleri’dir. Batılıların 1815’te Fransız İhtilali’ni daha yeni yeni sindirip imparatorlara karşı ayaklanmalarını biz daha 2007’de yaşıyoruz. Çin ile Japonya bile bu yollardan 19. yüzyılın sonlarında geçmiş. Biz daha Boxer Ayaklanması yapacak kadar bile bilinçli değiliz çünkü bizim tarihimizde hükümdara karşı gelmek sakıncalıdır, törelere uymaz.
Eğer 21. yüzyılda medeni devletlerin altında eğilmeden yaşamak istiyorsak öncelikle nasıl yönetildiğimizi öğrenmeliyiz. Demokrasinin ne olduğunu başta gençler olmak üzere tüm kuşaklara öğretmeliyiz. Her şeyin başı eğitimdir. Demokrasiyi bilen kişi, ancak kendini yönetmeye muvaffak olabilir.

Almanya Günlükleri-3

Dresden garip bir yer. Tam adını benim de koyamadığım bir tat veriyor insana. Sanat, tarih, eziklik ve Almanlığın birleşimi sanki. Eziklik çünkü şehrin 2. Dünya Savaşı’nda harap olmasının getirdiği bir duygu var. Öbür türlü, şehir tam bir sanat şehri. Eski şehrin her adımında bir müze var. Görkemli binalara köprüler ekleniyor. Ama nedense Edinburgh’un verdiği tada ulaşamıyor. Belki de savaşın bir getirisi. Eski şehrin dışında kalan alan 1945’ten sonra yeniden inşa edilmiş. Gerçi eski şehrin de çoğu kısmı yeniden restore edilmiş ama yeni ile eski arasındaki bir bıçakla ayrılmış kadar belirgin.
Dresden, müzeler olmasa bir günde her yeri gezilebilecek bir şehir. Eski şehri turlamak en fazla 2 saatinizi alır. Yemek yiyip Elbe kenarında yürüseniz ve dünyanın en eski teleferiğine binip şehri yukardan seyir eyleseniz bile 1 gününüzü almaz. Kadınlar için alışveriş yapacak pek bir yer de yok. Ama müzelere 4–5 gün ancak yeter herhalde. ‘Historische Museum’ diye bir resim müzesi gezdim. Benim gibi resimden anlamayıp hızlı hızlı tablolara göz gezdiren biri bile 2 saatte bitirebildi tüm müzeyi. Rafael başta olmak üzere Rönesans ressamlarından oluşan koleksiyon gerçekten de göz kamaştırıcıydı. Ayrıca Otto Dynx ile adı C ile başlayan ünlü bir ressamın (Martin Luther’in kankasıymış) özel koleksiyonları bulunmaktaydı. Bir de Dresden ve çevresine dair 16. ve 17. yüzyılda yapılmış tablolar bulunuyordu müzede.
İkinci olarak şehrin eski hükümdarlarından Güçlü August’un hazinesini gezdim. ‘Yeşil Hazine’ denen bina tamamen hazine için –zamanında- özenle hazırlanmış bir yapı. Odaların iç mimarisi bile göz kamaştırıcı. İçindeki mücevher, heykel, porselen, kristal başyapıtlar baş döndürücü güzellikte.
Aslında Dresden’e 4 gün ayırıp, müzeleri tavaf edip, aralarda biranızı yudumlayarak gezip bir daha da uğramayacaksınız. İşte Dresden böyle bir kent.

Almanya Günlükleri-2

Avrupalıların hepsi aynı, çevre manyağı. Hepsinin altında bir bisiklet ya da ayağında yürüyüş ayakkabısı. Haftasonları her yer onlarla dolu. Mekan pek fark etmiyor aslında. Kah Freiberg’in maden atığı taşlı yolları, kah Dresden’de Elbe kıyısı boyu, kah Saksonya’nın kum dağları. Her yer engellisi, çocuğu, genci, yaşlısı dememden onlarla dolu.
Dresden’in biraz güneyinde kalan kum dağları, sanki sadece yürüyüş amaçlı yaratılmış. Dağın dibindeki yerleşim birimi ise sadece yürüyüşçülere hizmet vermekten ibaret. Elbe kıyısındaki birimde köprü yok, 30 metre genişliğindeki nehri feribotla geçiyorsunuz. Bir Türk’e garip gelse de doğal güzelliği korumak için yapılmıyor herhalde. Başka mantıklı bir açıklama bulamadım. Her neyse, dağın tepesine tırmanmak kolay ama yorucu. Kolay çünkü her yerde merdiven ve düzgün patikalar var (adamlar koca kayayı delip merdiven yapmış!). Yorucu çünkü bine yakın abuk sabuk basamakları çıkıyorsunuz. Ama yorulduğunuza değiyor. Zirvede enfes bir manzara sizi bekliyor. Nehir kenarındaki yerleşim birimine tepeden bakmak gerçekten hoş bir duygu. Ayrıca zirveler arasındaki taş köprülerden geçmek de çok hoş.