29 Eylül 2008 Pazartesi

Öylesine Notlar - 7

  • Martin Scorsese’nin ünlü Mean Streets’ini sonunda izledim. Evet, film New York’u güzel betimliyor. Evet, senaryo çok iyi ve dönemine göre oldukça yenilikçi. Evet, film Scorsese’nin ilk başyapıtı. Ama beni heyecanlandırmadı. Filmde iki şeyi beğendim: Harika diyaloglar ve Robert De Niro’nun muazzam oyunculuğu.
  • Amatör atlet olan kankam, ısrarla atletizm hakkında film arar. Dün bir tane seyrettim: Çok farklı bir konuyu anlatan bu filmin baş karakterleri iki atlet. Üstelik her ikisi de 100 metreyi 9.58 koşuyorlar. Filmin adı mı? Gallipoli, Peter Weir’ın ilk dönem çalışmalarından.
  • Sokaklardaki kedi-köpekleri bizim hayvanseverlerimiz pek sahip çıkar. Hepsi de sokaklarda kalmaya devam eder. Sonra o köpekler gelip bir çocuğu ısırır. Kıyamet kopar! Valla bir acayip milletiz!
  • Geçen gün bir araba bir köpeğe çarpıp öldürmüş. Sonra sahibi gelip sürücüden köpeğin bakım masraflarını istemiş. Yorumsuz!
  • Geçen hafta İskoçya’da bir adam bisiklete tecavüz ederken yakalanmış! Öh!
  • Empire yeni bir ‘En iyi 500 film’ listesi yayınladı. 1. film yine The Godfather. Listede pek sürpriz yok aslında. Birkaç ilk kara filmler de listeye girmiş, o kadar. Bu sonuç, yeni neslin kara filmi ne kadar önemsediğinin de kanıtı.
  • Bir ramazan mı, şeker mi tartışması gidiyor. Bahaneyle gerçek adının ikisi de olmadığını, Fıtır (oruç açma) Bayramı olduğunu da öğrendik. Benim çocukluğumda olay gayet basitti: Ramazan (Şeker) Bayramı
  • Başkasının düşüncelerine tahammül edememek sanırım sadece başbakana özgü bir özellik değil. Türklerin genlerinde var. Dünyanın kendileri gibi düşündüğünü, hareket ettiğini düşünüyoruz, en azından umut ediyoruz.
  • Sinema dergisi Yaşayan En İyi 10’ar Kadın ve Erkek Oyuncuyu seçmiş. İçlerinde doğal olarak Türk yok. Şimdi bunu bir önyargı olarak görebiliriz lakin gerçek bu. Türk oyuncular her filmde faklı bir performans sergiliyor. Kategorinin dışında bir tek Erkan Can var bence.
  • Peter Weir’ın ilk ciddi çalışması, Picnic at the Hanging Rock’u izledim. Konusu gibi çok acayip bir film. Bir grup genç kız bir dağlık alana gidiyor. Bunlardan üçü kayalıkta yürüyüşe çıkıp kayboluyor. Sonra onları aramaya çıkan hocaları da kayboluyor ve bir daha da bulunamıyorlar. Sadece biri 1 hafta sonra uyurken bulunuyor. Film bunu anlatıyor fakat arada başka yerlere de kayıyor. Hülyalı bir film, ne dediği anlaşılmıyor ya da ben anlamadım.
  • Bundan sonra zombi filmi izlememeye karar verdim. Korku filmine bir yere kadar tahammül edebiliyorum ama zombiler beni çok iğrendiriyor. Belki Peter Jackson filmleri hariç demeliyim çünkü onda kusmaya niyetlenirken güldüğünüz için olay dengeleniyor. (bkz. Braindead)
  • Lösev reklamının son cümlesi “Bir çocuktan daha önemli ne olabilir ki?” olmamalıydı bence. Reklamın güzelliğini bozuyor bence. Ses o cümleyi söyleyince otomatikman “İki çocuk” diye cevap veresim geliyor. Daha şık bir son cümle olabilirdi.
  • Firefox’un yeni versiyonuna giderek gıcık kapmaya başladım. 2-3 günde bir update ediyor. Benim bildiğim en erken 1 ayda bir update olur. Zaten history düğmesini de geri tuşunun yanından kaldırmışlar.
  • Bugün Empire’ın İngiltere baskısına göz gezdirirken sinema haber notlarında “Jenna Jameson Pregnant” notunu gördüm. Şimdi ünlü bir porno yıldızının hamile kalması, sinema haberi değeri taşır mı sizce?

Hallam Foe

Rapidshare üyeliğimden beri hard diskim filmle dolup taşıyor. Öyle filmler oluyor ki indirdikten 8-9 ay sonra izliyorum. Mesela The Wild Bunch. Kasımda indirmiştim galiba. Uzun süre öylece bekledi, usul usul, sesini çıkarmadan. Ancak geçen ay (ağustos) izlenme olanağı bulabildi. Aynı muameleye Hallam Foe da tabii tutuldu. Neden diyebilirsiniz? Aslında bir sürü sebebi de var, sebebi yok.

Neyse zaten benim asıl yazmak istediğim filmin kendisi. Pek bağımsız film seyrettiğim söylenemez açıkçası. Çünkü çoğu sıkıcı oluyor. Lakin bağımsızların sevdiğim tarafı mutlaka özgün bir tarafları bulunması. Tabii artık ciddi bir sorun da baş göstermiş durumda. Her küçük bütçeli filmin kendini bağımsız sanma sorunsalı. Bir de buna büyük stüdyoların alt şirketlerinin katkısı ekleniyor. Bunların sonucu mu? İyi bağımsızların giderek seyrelmesi. Gerçi şu açıdan yaklaşırsak bu tespiti çürütebiliriz. Dijital devrimin yardımıyla bağımsız sayısı arttı ama iyi olabilenler eski yıllarla kıyaslarsak sayıca aynı. Yani esas sonucun şu olduğu ortaya çıkıyor: Bağımsızlar çöplüğünün içinden iyilerini seçebilmek.

Hallam Foe, Edinburgh ve çevresinde geçen bir film. Filmin ismi, ana karakterin adından gelmekte. Hallam, 2 yıl önce ölen annesini özleyen bir genç. Bu özleyiş, giderek onda saplantı halini almış ve buna babasının sekreteriyle evlenmesi de eklenince içinden çıkılmaz bir hal almış. İşte, film Hallam’ın bu çıkmazdan kurtuluşunu anlatıyor.

Jamie Bell, Billy Elliott’tan beri severek takip ettiğim bir aktör ve bu filmde de oldukça iyi. Filmin esas yükü onun omzunda zaten. Hallam’ın sorunlarını, psikolojisini, çöküşlerini ve sonunda çıkışını harika yansıtıyor. Yani filmin ana kozu Jamie Bell.

İkinci koz da Edinburgh. Benim en sevdiğim Avrupa kenti olmasından mıdır, nedir pek hoşuma gitti filmin orda geçmesi. Orada yürürken hissettiklerimi sanki bir daha hissettim.

Başta senaryo (zaten kitap uyarlaması) olmak üzere filmin diğer unsurları da iyi olunca zaten farklı bir şey ortaya çıkıyor. Tam bir bağımsız gibi. Farklı tatlar, baharatlar içeren ama bir yandan da sizin çok iyi bildiğiniz bir yemek sanki. Ben kendimden çok unsurlar buldum açıkçası. Sizi bilemeyeceğim.

Oyuncular: Jamie Bell, Sophia Myles, Ciaran Hinds, Jamie Sives, Maurice Roeves, Ewen Bremner, Claire Forlani, Ruth Milne – Görüntü Yönetmeni: Giles Nuttgens – Senaryo: David Mackenzie, Ed Whitmore (Peter Jinks’in romanından) – Yönetmen: David Mackenzie - ****1/2

23 Eylül 2008 Salı

Öylesine Notlar - 6

• İnsanların büyüyünce çocukluklarını unutmaları çok yazık. Ben küçükken bana hep oyuncak alınmasını isterdim ama birkaç istisna dışında hep büyük hediyeleri gelirdi. İşte giysi, altın, vb. Şimdi de bir büyüğümüz doğum yapacak, arkadaşlar tutturdu ağaç satın alalım diye. Karşı çıktım, geyik yaptığımı sandılar. Ya o küçücük çocuk o ağaçtan ne anlayacak! Amaç aslında kendi vicdanlarını rahatlatmak.
• Bugün Reha Muhtar da yazmış (19.9.2008) Aragones git gide Toshack’a benziyor. İlginci, İspanya Milli Takımı’nı Aragones’ten sonra Toshack’ın yönetmesi.
• Bugün Il Gattopardo’yu izledim. Enfesti. İki unsurunu çok beğendim: İlki dans sahnesi, Burt Lancester ile Claudia Cardinale arasındaki. Le Notti Blanche’de de böyle unutulmaz bir dans sahnesi vardı. İkisi de sinema tarihindeki favori sahnelerime eklendi. İkinci unsur ise, filmin bir bütün olarak değişim kavramını muazzam bir biçimde anlatması. Eskinin yeniye karşı bir şey yapamaması ve üstelik bunu kabullenip destek vermesi, o kadar sade ama büyüleyici bir biçimde anlatılmış ki hayran olmamak elde değil.
• Akşam da Die Another Day’i bir kere daha izledim. Böylece James Bond filmlerini 10 ay içinde tamamen izlemiş oldum. Bugünkü film içlerindeki en kötüsüydü. Bond hakkında güzel bir yazı yazacağım ilerleyen günlerde. (bkz. 'Bond, James Bond')
• Tam üç yıl Hıncal Uluç’u her gün okudum. Ama hazirandan sonra soğudum nedense. Hele medyadaki son olaylarda Sabah’ın rolünden sonra ve ısrarla Uluç’un bunu gazetesine yedirememesinden sonra iyice soğudum. Aslında sene başındaki Yumurta tartışması da ana etkenlerden. Şu bir gerçek: Uluç ülkenin en bilgili, arka planı geniş, kültürlü gazetecilerinden biri. Gözlem kabiliyeti harika ve bunu yazıya dökmesi de keza öyle. Ülkemizin gazetelerinde hayatı yazan (yazabilen) belki de ilk gazeteci. Ama çok önemli bir sorunu var, hatta iki: Birincisi takıntıları, ikincisi de kibri. Uluç’un takıntıları daima kötü olmak zorunda. Mesela Fenerbahçe (ak kaşık değil elbet ama ne yaparsa yapsın Uluç Fener’i beğenmez). Aynı şekilde sanat sineması da kötü ona göre, sinemanın toplum için olduğunu ısrarla savunur. Ama iş opera ve baleye gelince bunları seyretmeyi teşvik eder, sabredip anlamamızı öğütler. Yumurta onun için mastürbasyondur, opera sanat. (Opera da bale da sanattır, ikisi de sabredilip izlenince güzeldir, zevk verir; tıpkı sanat filmleri gibi) Aynı şekilde kibri yüzünden yanlışlarını görmeyi reddeder, çünkü kendi deyimiyle o HBB’dir (Her Boku Bilen). Diyebilirsiniz ki sen kimsin ki 50 yıllık gazeteciyi eleştiriyorsun. Ben sadece onun okuruyum.
• Tüm medya çalışanları, bilhassa muhabirlerin izlemesi gereken bir film Ace in the Hole. Türkçesi Büyük Karnaval’mış. Ama bu muhabirler filmi izleyip de ne yapar? Söyleyelim, haber! Anlamadıysanız filmi izleyin. Billy Wilder’dan bir başyapıt daha.
• Ütü gerektirmeyen, leke tutmayan gömlek çıkmış, üstelik Türk işi. Kesin almam gerek.
• Bugünün gazete manşetlerini İzmir’de ölen bebekler kaplıyordu. Aklıma favori dizilerimden House M.D.’nin 2. bölümü geldi. Bilmeyenler için dizinin ünlü bir teşhis doktorunun bilinmeyen hastalıkları çözüşü etrafında şekillendiğini söyleyip konuya girelim. Bölümde hastanede doğan bebekler doğumdan sonra 2-3 gün içinde ölmeye başlıyordu. Olaya Dr. House el koyuyordu ve çeşitli tezlerinden sonra olayın basit bir grip virüsünden kaynaklandığını buluyordu. Normal bir insan gripten ölmez ama daha yeni doğmuş bir bebeğin bağışıklık sistemi yetersiz kaldığından bebekler ölüyordu. Virüs de bebeklere o sıralar grip olan ve bebeklere oyuncak ayı veren hemşire tarafından taşınıyordu. Tabii House çözümü bulana kadar 2 bebek mevta olmuştu ve bölümü ağlamaklı halde bitirmiştim. Hiçbir şeyden habersiz küçücük insanların o durumuna kayıtsız kalmak olanaksız!
• Geçenlerde favori dizilerimden Dawson’s Creek’ten bahsetmiştim. İşte orda pek aklım almayana bir şey vardı: Lise mezunu Pacey, Wall Street’e girdikten birkaç ay sonra yaşam biçimini değiştirmişti: Son model bir spor araba, kıyafetler, plazma televizyon, vb. Dün Vatan’da okudum ki durum Wall Street’te aynen böyleymiş. Tabii geçen haftaya dek! Geçen yıl ortalama bir brokerın maaşı 280 bin dolar civarındaymış. İçimden helal olsun dedim. Ama geçen hafta Zülfü Livaneli dahil birkaç kişi daha yazdı ki bu global kriz, her şeyi güllük gülistanlık sanan bu zengin gençler için çıkarılmış olmasın!
• Geçen hafta tüm dikkatler borsadaydı. Benim gibi bir şey bilmeyenler bile kulak kabarttı. Sonunda, bu bilgisizlik nereye kadar dedim ve Wikipedia’dan borsanın ‘ne olduğu’nu okudum. İşte size ilginç bir not: İlk borsa, Mısır’da 11. yüzyılda Müslümanlar ile Yahudiler arasında kurulmuş! İlginç bir gerçek!
• Benim gibi insanlar borsanın “Ha!” denilince düşmesini pek anlamıyor. Ama 2 hafta önce Vatan’da okuduğum bir haber çok çarpıcıydı: Ünlü bir hava şirketinin hisseleri bir günde 1 milyon dolar kaybediyor ama buna kimse anlam veremiyor çünkü olayı tetikleyecek en ufak bir neden yok! Biraz araştırılınca şu gerçek ortaya çıkıyor: Olaydan önceki gece bir yerel gazetenin 6 yıl önce yayınlanan bir haberi, bilinmeyen bir sebeple en çok okunan haberler arasına giriyor (Haber, şirketin 11 Eylül sonrası kemer sıkması hakkında). Google News elektronik olarak ağı tararken, haber çok okunmuş deyip sitesinde duyuruyor. Bloomberg de haberin tarihine bakmadan haber bülteninde açıklıyor. Sonra da diğer haber kanalları onu takip ediyor. Ne kadar garip, değil mi?
• Filmekimi programı hele şükür açıklandı! Programın Hollywood’dan çok Avrupa sinemasına ağırlık vermesi sevindirici bir gelişme. Hatta galiba hiç Hollywood yapımı yok!
• Aklı başında bir bilimkurgu örneği arıyorsanız, mutlaka The Day The Earth Stood Still’i izleyin. Film, insan ırkının ne biçim bir yaratık olduğunu gösteriyor. Bu arada filmin 2 ay sonra remake’i gösterime giriyor. Ondan önce mutlaka izleyin.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Bond, James Bond

“My name is Bond, James Bond.”, “Shaked but not stirred martini”, Walther PPK tabanca, Q, M, Miss Moneypenny, Biofeld ve kedisi, … Bu saydıklarımın hepsini sadece Bond serisinde görebilirsiniz. Peki bunlar nasıl bu kadar popüler oldu? Nasıl bir serinin bu kadar markası olabildi? Daha da ilginci nasıl bir seri bu kadar zamana dayanıp popülaritesini hiçbir zaman kaybetmedi?

Elbette sürüyle cevap verilebilir her birine ama aynı cevapları bulamazsınız. Çünkü herkesin Bond’u sevme nedeni farklıdır. Herkesin kafasındaki Bond imajı farklıdır. Kimi Sean Connery’cidir, kimi Roger Moore’cu. Çünkü herkes farklı bir özelliğini sever. Kimi zekasını, kimi çabukluğunu, kimi macera tutkunluğunu, kimi de seksiliğini.

Benim Bond tutkum çocukluğumda başladı. Ama çocukken izlediklerim unutulup gitmiş, sadece kimi sahneler kalmış. Christopher Walken’ın daha kahkahası gibi, Roger Moore’un stüdyoda çekildiği çok aşikar olan kayak sahneleri gibi. Nedense Ursula Anderes’in Bond’la karşılaşması da akılda kalmış. Geçen yıl, bu böyle gitmez, dedim kendi kendime ve külliyatı baştan izlemek gerektiğine karar verdim. Öyle bir anda değil tabii, uzun bir süreye yayarak. Sonuçta yaklaşık 10 aylık süre zarfında Dr. No’dan başladım Die Another Day ile bitirdim. Geçen ay Casino Royale’i izlediğimden bir daha izleme zahmetine girmedim. Bir de Bond parodisi Casino Royale var, onun da ilk 15 dakikasını izledim ama sarmadı, çok kötüydü.

Şimdi burada teker teker filmler üzerinde yorum yapmaya niyetim yok. Daha ziyade, genel yapı üzerinden başlayıp filmlerden örnekler vereceğim. Böylece iyileri ve kötüleri belirmeye çalışacağım, en azından benim iyi ve kötülerimi.

Her Bond filminde sabit olan birkaç unsur vardır: Film, bir aksiyon sahnesiyle başlar. Hiç girizgah yapılmadan izlediğimiz bu sahnede, güzel atraksiyonlar bulunur. Sonra grafik ağırlıklı bir jenerik sahnesi başlar. Filmin ana şarkısının da çalındığı sahnede genellikle kızların olduğu grafik planlar izleriz. Bu sahneyi ölene kadar Maurice Binder başarıyla oluşturdu. Tabii burada şarkıya da önem vermek gerekir. Çoğu filmde filmin adıyla adaş olan şarkıyı dönemin ünlü bir grubu ve ya şarkıcısı söyler. Favorilerim Bono’nun yazıp Tina Turner’ın yorumladığı ‘Goldeneye’, Sherly Crow’un yazıp seslendirdiği ‘Tomorrow Never Dies’, Duran Duran’dan ‘A View to a Kill’ ve Shirley Bassey’den ‘Goldfinger’.

Jenerikten sonra filmin konusuna bir giriş yapılır ve asıl film başlar. Film boyunca genelde kullanılan birkaç unsur vardır: M ve Q ile buluşma, Q’nun yeni aletleri, 2-3 Bond kızı, bir çok zengin kötü adam ve onun güçlü ve ya zeki yardakçısı, farklı ülkeler ve arabalar. Filmden filme değişen unsurlar bunlar.

Biraz bu unsurlardan gidelim çünkü bunlar Bond’u Bond yapan öğeler. M, her zaman çok önemli bir karakter oldu ve İngiliz karakter oyuncuları tarafından oynandı. Bernard Lee en fazla oynayandı ama hep pasif bulmuşumdur. Judi Dench ise daha iyi yakışıyor role. Q ise malumunuz ilk film hariç Desmond Llewelyn tarafından oynandı ve filmlerin mizah yönünü temsil etti. John Cleese ise önce The World is not Enough’da Q’nun yardımcısı oldu, sonra Llewelyn ölünce de yeni Q oldu. Bu arada Casino Royale ile başlayan yeni vizyonda eskilerden tek ödünç alınan Dench ile Cleese oldu.

Bond kızları aslında ayrı bir yazı konusu ama abartmayalım. Yapımcıların Allah’ı var, Diamonds are Forever’daki Jill St. John hariç itici bir kız hiç olmadı. Hepsi güzeldi ve seksiydi. Tabii öne çıkanları var ama seçim çok zor olduğundan liste uzun olacak: Ursula Anderes (Dr. No), Honor Blackman (Goldfinger), Diana Rigg (On Her Majesty’s Secret Service), Barbara Bach (The Spy Who Loved Me), Carole Bouquet (For Your Eyes Only), Izabella Scorupco (Goldeneye) ve Eva Green (Casino Royale). Bu saydıklarım gerçek manada güzel ve çekiciler. Ayrıca Bond’a çok yakışıyorlar. Elbette sürüyle daha kız var ama çok ilgi çekici oldukları söylenemez. Son olarak The Living Daylights’ta baş Bond kızı olan Maryam d’Abo’nun çektiği Bond Girls are Forever belgeselini izlemenizi tavsiye ediyorum (Casino Royale’ın DVD’sinde bulunuyor). Daha fazla detaya inersem çıkamayacağım.

Kötü adamlara gelirsek gayet çekici bir liste bizi bekliyor. Başta Ian Fleming olmak üzere senaristlerin yaratıcı davrandıklarını kabul etmek gerek. Çünkü hem karakterler iyi yazılmış hem oyuncular iyi seçilmiş. Tabii başta aklıma Biofeld geliyor. Kel olarak bir sandalyede kedisini okşamasını hiçbir seyirci unutamaz herhalde. Sonra ise Christopher Walken’ın canlandırdığı Max Zorin (A View to a Kill), Christopher Lee’nin Scamaranga’sı (The Man With Golden Gun), Gert Fröbe’nin efsaneleştirdiği, filme adını veren Goldfinger geliyor. Ayrıca oyunculara aşina olduğumdan son dönem filmlerden Sean Bean, Jonathan Pryce ve Mads Mikkelsen’in performansları çok akılda kalıcıydı.

Yardakçılar ise bir o kadar çeşitli ve geniş yelpazeye sahip. Hepsi ayrı tatlar barındırsa da Oddjob (Goldfinger) hep başta yer alır. Bıçak görevi gören şapkasıyla Oddjob bir başkadır. Birkaç filmde oynayan ve en sonunda iyi olup Bond’a yardım eden çelik dişli Jaws ise her zaman ikinci sıradadır popülaritede. Ayrıca aklımda kalanlar ise şunlar: The Man With Golden Gun’daki cüce, A View to a Kill’de oynayan Grace Jones’un canlandırdığı zenci sadist, Famke Jannsen’in canlandığı başka bir sadist (Goldeneye) ve Benicio Del Toro’nun gençlik günlerini gördüğümüz Dario (Licence to Kill).

Bond’un kendisini unutmayalım. Şu ana kadar 6 kişi Bond rolünü oynadı. Ben bir tek Roger Moore’u beğenmem çünkü bana hep yapmacık gelir. Zaten hiçbir aksiyon sahnesinde kendisi oynamamıştır ve bazı sahnede çok açık belli olur bu durum. En iyi Bond ne olursa olsun ilk olma sıfatıyla Sean Connery’dir. İkinci sırayı bence George Lazenby (hep atlanır ama çok iyidir), Pierce Brosnan ve Daniel Craig alır. Timothy Dalton ise fazla dramatik kalır bu rol için.

En son ise filmlere bakalım: Hepsi belli bir düzeyi tuttursa da Goldfinger, Casino Royale, On Her Majesty’s Secret Service, Thunderball ve From Russia With Love en iyileridir. Ayrıca ben The Spy Who Loved Me, The Living Daylights, Goldeneye ve You Only Live Twice’ı beğenirim. En kötüsü de Die Another Day’dir açık ara.

Toparlasak Bond tüm öğeleriyle bir bütündür. Bond filmleri, sinema tarihinde özel bir yere sahiptir. Bir sürü filmi etkilemiştir ki saymakla bitmez bunlar. En ünlüsü de Indiana Jones serisidir. Bond karakteri azla ölmeyecek nadide edebiyat karakterindendir ayrıca. Ian Fleming’in yarattığı karakteri daha çok göreceğiz. En yakın tarihlisi de Quantum of Solace. Çok değil, kasımı bekleyeceğiz.

19 Eylül 2008 Cuma

Öylesine Notlar - 5

  • TTnet kesinlikle reklam yapmamalı. Reklamları çok kötü. Ama daha da önemlisi reklama vereceği parayla (ki ünlüleri oynatıyor) altyapısını geliştirmeli!
  • Kamil Koç günden güne kötüleşiyor. Pazar günü (14 Eylül 2008) Bursa’dan Kuşadası’na geldim. Otobüs dökülüyordu, yokuşta bariz zorlanıyordu. Servis kötü. Her yerde duruyor, el sallayan biniyor. Duraklama tesisleri kötü. Dahası ne!
  • Kuşadası çok sakin. Merkeze daha inmedim ama Kadınlar Denizi kafa dinlemelik. Sahilin çoğunluğunu turistler oluşturuyor. Hatta yerliler tek tük bile denebilir. Ayrıca deniz suyu sıcaklığı, havadan daha sıcak!
  • Ekonomik deprem tüm dünyayı sarsıyor. İster istemez akla Büyük Buhran ve arkasından çıkan 2. Dünya Savaşı geliyor.
  • Yeni çıkan Bir Levanten Şövalye: Giovanni Scognamillo Kitabı’nı tavsiye ederim. Giovanni Scognamillo ülkemiz ve sinemamız için çok önemli biri. İlk defa ‘Türk Sineması’ terimini kullanan kişi, yabancı basında ülkemiz sinemasını ilk tanıtan, ülkemizin – belki de – ilk bilimkurgu ve çizgi roman tutkunu ve ayrıca dünyaca tanınan bir vampir uzmanı. Sinema, din, UFOlar, fal, Beyoğlu konularında 54 kitabı var. Bu arada bahsettiğim kitap onunla yapılmış uzun bir söyleşi. Hayatı, düşünceleri ve ilgi alanları hakkında detaylı bilgiler içeriyor.
  • Hele şükür Across the Universe’ün DVD’si çıktı. 3 aydır bekliyordum. Türkçe adı felaket: Seni İstiyorum. DVD ekstraları eğlenceli ama daha fazla olabilirdi. Her şeye rağmen o güzelim filmi barındırması bile yeter.
  • Mel Brooks’un başyapıtı Young Frankestein’ı izledim. Çok gülmedim, bir tek kör adam sahnesi çok komikti. Ama güzel parodi yapmışlar.
  • Facebook yenilenmiş. Eskisine alışsam da yeni hali daha kullanışlı sanki.
  • Binbir Gece de HD’ye transfer olmuş. Ama dizi dökülüyor. Konu bulmak için, abidik gubidik karakterler çizip gerilim yaratmaya çalışmışlar. 1 saat izlemem yetti de arttı. Eskisi de harika değildi ya, hiç olmazsa konu bütünlüğü vardı.
  • Benim Annem Bir Melek’in 2 hafta önceki bölümü enfesti. Ama her haftanın aynı olmadığını, üzülerek anladım. Uzun süre komedilere yaramıyor. Avrupa Yakası da aynı sorundan mustarip. Malzeme var ama çok uzatılıyor.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Öylesine Notlar - 4

  • Demin 1952 yapımı Kanun Namına’yı izledim. Yarıldım. 2008’de bu filmi izlemek kahkahalara vesile oluyor. Bir kere senaryo çok düz ve aleni. Her şey öyle çabuk oluyor ki gülmemek çok zor. Daha filmin 5. dakikası kötü kadın Ayhan Işık’a yalvarıyor: “Nazım, ben seni seviyorum!” Işık’ın karakteri Nazım’ın cevabı ilk kahkahanızı attırıyor: “Ama ben Ayten’le sevişiyorum.” Sevişmekten kastı da öpüşmek, zaten umumi yerdeler. Daha neler oluyor neler. Sizin için iki diyalogu not aldım: “Aklıma fena ihtimaller geliyor.” ve “Maalesef sana fena bir havadis vericem.” Öykü yapısı da komik. Ama birkaç güzelliğe de rastladım. Mesela Ayhan Işık, The Bourne Supremacy’deki gibi (Üstelik ondan 50 yıl önce) köprüden tekneye atlıyor. 50’lerin İstanbul’unu da görüyoruz ayrıca. Valla ben çok eğlendim, tavsiye ederim.
  • Ramazan başladı, medya da ona uydu. Gazeteler özel sayfalar hazırlıyor. Televizyonda çok özel programlar keza. Bana ters geliyor, 11 ay takılıp 1 ay Müslümanlığı hatırlamak. Hele Fox’ta Ramazan’a özel bir magazin programı yapmışlar ki sormayın gitsin.
  • 11 ay takılıp, 1 ay Müslümanlık yapan tüm Türkiye aslında. Bu ay boyunca içki içilmez, açık saçık giyinilmez, küfredilmez, yoksullara yardım edilir, vs. Bana ikiyüzlülük gibi geliyor. Üstelik kandırdığın kişi Allah! İçki içmeyeceksen hiç içmezsin, içeceksen de “Ben Ramazan’da içmem.” deyip kendini kandırmanın anlamı yok. Ben mi yanlışım?
  • Bring Me the Head of Alfredo Garcia kesinlikle izlenilmesi gereken bir film. Neden mi? Bir kere çok iyi bir aksiyon filmi. Bir aksiyon filminde izlemek isteyeceğiniz her şey filmde mevcut. Daha da önemlisi, insanlığın para uğruna kokuşmuşluğunu tamamen gözler önüne seriyor. Zaten çoktan ölmüş bir adamın kellesi uğruna kaç kişi ölüyor inanamazsınız. Ben filmi favorilerim arasına soktum bile.
  • Şimdi moda eski Türk romanlarının modern uyarlamaları. Yaprak Dökümü ile başlayan furya hızla devam ediyor. Dün de Aşk-ı Memnu başladı. Ne zaman sona erecek bakalım?
    Bu roman uyarlamaları sayesinde özel isim dağarcığımız gelişiyor. Behlül, Bihter, Peykar, Ferhunde gibi. Ama bu işi esas başlatan Bizim Evin Halleri’dir. Oradaki isimlere hayranım: Peyami, Rikkat, Nedime, Misket, Rüzgar, Şadan,… Bakalım Artun adını ilk hangi dizi kullanacak?
  • Gündem gitgide kızışıyor. Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Herkes rakibini suçluyor. Suçlanan eteğinde ne varsa döküyor. Kimin kozu daha iyiyse kazanacak lakin sonuçlanana kadar da kaç fırtına kopacak kim bilir?
  • Rusya, Karayipler’de ilk tatbikatını yapacakmış. Israrla Soğuk Savaş’ı görmezden gelenlere duyurulur.
  • Almanlar Deniz Feneri olayına çok şaşırmış. Tabii bu kadar açıktan para hüplemeyi anlayamıyorlar. Oysa ki burası Türkiye!
  • Dün gece uyku tutmadı, Nisa Suresi’ni okumaya başladım. Surenin ilk 9 ayeti açık şekilde “Yetimin hakkı yenmemelidir. Cezası cehennem ateşidir.” diyor. Şimdi Türkiye’de yetime, aça, susuza, muhtaca para toplayanlara bakıyorum. Hepsi İslami dernekler ve sonunda paraların yok olduğu çıkıyor bir şekilde. Bunlar ne biçim Müslüman aklım almıyor?
  • Sabık Genelkurmay Başkanı Büyükanıt hakkında bir sürü iddia ortada dolaşıyor. Hepsi de gayet negatif. İşin daha ilginci Büyükanıt hepsine karşı suskun.
  • Dawson’s Creek’e lisedeyken başlamıştım. Sonra geçen yıl özlediğime kanaat getirip bütün sezonları bir daha izledim. Her ne kadar klişeler diz boyu da olsa sevimli bir dizi, kendini izlettiriyor. Benim gibi aşırı duygusallara birebir. Ayrıca sinefiller açısından 1. sezon mutlaka seyredilmesi gerek. Ses kaydındaki şarkılar çok iyi. Son zamanlarda ‘Songs from Dawson’s Creek’ adlı 2 CD’lik albümü dinliyorum. Farklı tatlar barındırıyor.
  • Düne kadar megalomanyaklık denildiğinde aklıma Murat Evgin gelirdi, artık Erol Büyükburç gelecek.
  • Dün televizyonda izledim Erol Büyükburç’u, nevi şahsına münhasır derler ya tam karşılığı resmen. Kendisine “Türk pop müziğin mimarı” diyor. Düşündüm ve aklıma hiç Büyükburç şarkısı gelmedi. Benim bildiğim ilk pop şarkısı ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’tur. Hadi ben bilmiyorum, kimseden de duymadım ve ya okumadım. Kendisine mimar diyen birinin günümüze gelen tek şarkısı olmaz mı ya? Bugün Ajda Pekkan, Erol Evgin denildiğinde o eski şarkılar hemen akla düşer. Keza şu an gündemde olmayanların şarkıları bile kısmen bilinir. ‘Malabadi Köprüsü’ vardır, Deli Kızlar vardır filan. Ama hiç Büyükburç şarkısı yok akıllarda.
  • Büyükburç’un ‘Şarkı Söylemek Lazım’da yaptığı şov da gösterildi. Yarıldım gülmekten. Megalomanyaklığın bu kadarına da pes.
  • John C. Reilly, Empire’daki röportajında “ ‘Google’da hiç kendiniz mi aradınız mı?’ diye sormak birisine ‘Hayatında hiç mastürbasyon yaptın mı?’ diye sormak gibidir.” demiş. Amerika için doğru olabilir de Türkiye için daha erken ama şöyle denilebilir: “Düzenli bir internet kullanıcısı mutlaka Google’da kendini aramıştır.” Ben de aramıştım 5 yıl önce. Ego tatmini işte.
  • Geçenlerde Alinur Velidedeoğlu dedi, dizilerimizin iyi olmadığını. Saba Tümer de bazıların iyi olduğunu söyledi. Şimdi dizilerin kalitesi biraz da bakış açısına bağlıdır. Artık bazı dizilerimizin öyküsel anlamda iyiye gittiği bir gerçek. Senaryo bakımından da gelişmeler var ama daha alınacak çok yolu var. Öncelikle süre sorunu var. Kanal D müdürü, röportajında reklam sektörünün yeterince gelişmediğinden sürenin uzadığını söyledi. Yani 300-400 bin YTL’lik maliyetler ancak 3-4 reklam arasında karşılanıyor. Yurtdışında durum nasıl peki? Dram dizileri 42 dakikadır, reklamlarla 1 saat olur. Komedilerse 21 dakikadır, reklamla 30 dakika olur. Ama mesela Seinfeld’de yayınlanan reklamın saniyesi 200 bin dolardı, yanlış hatırlamıyorsam. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Daha 15 yıllık bir özel televizyon geçmişi olan ülkemizde reklam sektörü stabil hale gelmeden dizilerimiz uzun olmaya ve bunun sonucunda da senaryolar şişkin olmaya devam edecektir. Başka bir bakış açısı da yan karakterlerin ve figüranların oyunculuğu. 3. ve sonraki kişilerin oyunculuklarına dikkat edilmedikçe dizilerimiz ciddi manada dikkate alınmayacaktır. Alinur amcam da olaya bu açıdan yaklaştı. Çünkü yurtdışında konuk oyuncular bile döktürür.
  • Aşk-ı Memnu Türk dizi tarihinde bir ilki gerçekleştirdi ve HD kalitesinde yayınlanmaya başlandı. İşte Kanal D, diğer kanallardan bu yüzden önde, seyirciye değer veriyor.
  • Yine Aşk-ı Memnu'dan bahsedecek olursak, en büyük sorunu öykünün günümüze uyarlanamaması. 2000'li yıllarda 1880'lerin öykü yapısı çok sırıtıyor.

DVD'nin 10. Yılı

Empire’ın yeni (Eylül) sayısında okudum: DVD teknolojisi ülkemize geleli tam 10 yıl olmuş. Benim sinema ilgimin de ciddileşmeye başlaması 99’ yılına denk gelir. Çok iyi hatırlıyorum, Sinema dergisinde DVD bölümü sadece 2 sayfaydı o zamanlar. DVD player zaten çok az kişide vardı o zamanlar. Hele DVD almak çok nadirdi çünkü çok pahalıydı. 2002’de bir DVD 30-40 YTL arasındaydı.

Benim DVD ile tanışmam 2003’ün yazına denk gelir. ÖSS’den yeni kurtulduğumdan içimde kalan bir ukdeyi gerçekleştirmek istedim ve gidip PC’me bir DVD-Rom aldım. Sıra gelmişti ilk DVD’me. Ablamla gittiğim D&R’dan izlemeyi en çok istediğim filmi seçtim: Baba üçlemesi. Doğal olarak 3 film içerdiğinden fiyatı 100’e yakındı. Neyse alındı ve itinayla eve getirildi. Özenle açılıp içine bakıldı. 3 filmin 4 DVD’si ve bir de ekler DVD’si vardı. İlk filmin DVD’sini DVD-Rom’a koydum ama çalışmadı. Sorunu birkaç dakika sonunda çaktım: DVD player programı yoktu. Hemen netten bir program bulup yükledim, sanırım Power DVD’di. Böylece DVD dünyasına da ilk adımımı atmış oldum. Hala o ilk DVD’nin bendeki yeri başkadır, zaten The Godfather da en sevdiğim filmdir.

Aradan 5 yıl geçti ve bendeki film sayısı 100’e yaklaştı. Bir arşiv halinde, alfabetik sıralı şekilde odamdaki komidinin üstünde duruyorlar. İçlerinde sevmediğim film yok tabii çünkü özenle seçtim hepsini. Empire’ın verdiği birkaç sıradan film var ama onlar bile belli bir düzeydeler. En vasatı hangisi derseniz yine de seçim yapamam. Lakin en sevdiklerim belli: The Godfather Triology, LOTR Extended Triology, Woody Allen Box Set, Notting Hill ve When Harry Met Sally…

Tabii arşivime kattığım için gurur duyduğum bir sürü film de var. Sadece birkaçını sayıyım ama ötekiler alınmasın: The Rocky Horror Picture Show, Citizen Kane, Apocalypse Now Redux, Selvi Boylu Al Yazmalım, 2001: A Space Odyssey, … Gerçekten dünyada en gurur duyduğum şey, DVD arşivimdir. Gerçi Rapidshare üyeliğimden sonra açlığım azaldı ama yine de DVD’nin yeri apayrı gerçekten. İstediğiniz an seyredebilmeniz, ekstraları, koleksiyoner kutuları derken sahip olmak için bir sürü nedeniniz var.

Bu yazı fazla subjektif oldu ama konu DVD olunca dayanamıyorum. Bu arada DVD ileride yerine Blue-Ray-Disc’e bırakacakmış. Olsun, DVD’nin yeri bende hep özel olacak.

Banliyö

Biraz okuyan, film izleyen Türklerin gözünde ‘banliyö’ kelimesi New York’u, Chicago’yu hatırlatır. Ya da kısaca Amerikan şehir yaşantısını hatırlatır diyebiliriz. Hollywood filmlerinde pek adı geçer, hatta onun üzerinden terimler üretilir, tezler yazılır falan. Ama biz bunlara hep dışarıdan bakarız.

Filmlerdeki banliyölerde yaşayanlar pek zengin olmazlar. Orta halli denilen statüdedirler. Hatta bazı banliyölerde fakirler yaşar. Bize hep garip gelir bu. Çünkü bizde şehir dışında genelde zenginler yaşar. Siteler içinde, güvenlikli, havuzlu evlerdir bizimkiler. Ayrıca çok katlı apartmanlar vardır Türkiye’de ve bu saydıklarım ucuz değildir pek. Bu yüzden de ‘banliyö’ kelimesiyle Türk insanının tanışması daha çok yenidir.

İstanbul’u bir kenara bırakırsak, şehir merkezinden uzakta yaşama ihtiyacı 10-20 yıldır başladı. Bundan önce Türk şehirleri, İslami şehir planlamasına uygun kurulurdu. Terimin adını doğru kullanmamış olabilirim lakin içeriği şöyle: Şehrin en merkezinde büyük bir cami bulunur. Caminin çevresi çarşıdır. Çarşının bir kenarında zenginler mahallesi vardır. Çarşıya diğer komşu mahallelerde orta halliler yaşar. Orta hallilerin arkasında da düşük gelirli insanlar yaşar. Çoğu Anadolu şehrinde bu yapı kullanılmıştır. Mesela Bursa bunu çok iyi bir örneğidir. Ulu Cami etrafında Kapalıçarşı, Tuz Pazarı ve hanlar vardır. İpekçiler Caddesi zengin tabaka içindi. Hisar, Şehreküstü gibi diğer çevre semtlerde esnaf, memur takımı yaşardı. Arabayatağı, Hamitler civarı da düşük gelirlilerin mahalleriydi.

Hep geçmiş zaman kipi kullandım çünkü bu dediklerim geçmişteydi. Artık batının şehir planlamasını kullanıyoruz. Daima batıya doğru gelişen şehirler görüyoruz. Eskinin daracık sokaklarının yerini olabildiğince geniş, kaldırımlı caddeler alıyor. Yeni kurulan mahallelerde daha evler bitmeden altyapı bitiyor, park yerleri yapılıyor, yeşil alanlar bırakılıyor.

Banliyölerimiz oluşuyor böylece ama bunun da kendi kuralları olduğunu daha çözemedik. Çünkü biz hala geçmişteki yaşantımızı düşünüyoruz. Hala şehir merkezine 10 dakikada ulaşmak istiyoruz. Hala adım başı bakkal istiyoruz. Güvenlikten dert yanıyoruz. Çevrenin ıssızlığı hoşumuza gitmiyor. Nokta nokta nokta.

Bir kere şunu anlamamız lazım, banliyönün avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardır. Bu, şehirde yaşayanlar için de geçerlidir. Hangisini seçeceğiniz de tamamen sizin karakterinize bağlıdır.

Banliyöde yaşamanın artıları nelerdir? Gerek müstakil evde gerek apartmanlarda genişlik (evlerin büyüklüğü), havanın ve çevrenin temizliği, bol yeşil alan, gürültü kirliğinin olmaması, çocuklar için bol oyun alanı, hayvan besleyebilme, vb.

Merkezde yaşamanın artıları ise şunlardır: Okul, hastane, çarşı gibi kamu alanlarına yakınlık; sanat ve eğlence yerlerine (sinema, tiyatro, bar, lokanta, vb) yakınlık; ulaşım sorununun azlığı, vb.

İki tarafın da dezavantajları içinse birinin avantajlarına negatiflik ekleyin. Mesela merkezdeki evler gürültülüdür ve ya banliyö eğlence yerlerine uzaktır.

İşte bu ayrımı anladığımızda şehirlerde yaşanılan çoğu sorun da çözüme kavuşacaktır.

Şehirleşme

Türkiye’nin çözmesi gereken sorunlar bir değil, iki değil maalesef. Siyasi, ekonomik, kültürel yığınla sorunu var başında. Bazı sorunlar var ki bunların yanında ufacık gözüküyor ama o ufacık sorunlar da damlamayı aştı artık ki deniz olma yolundalar.

Türkiye şunun şurasında 80 yıl önce bir tarım ülkesiydi. Şimdi ise giderek sanayileşen, bu uğurda da tarımı hiçe sayan bir ülke. Tek amaç, daha fazla fabrika ve daha fazla üretim. Ama bu sonucun getireceği birtakım sorunlar, hatta ciddi problemler ısrarla göz ardı ediliyor.

Merak etmeyin, olayın siyasi boyutunu tartışmayacağım. O konu beni fazlasıyla aşar. Benim gelmek istediğim nokta, sanayileşmenin getirdiği sorunlardan sadece biri: Şehirleşme.

Türkiye doğal olarak sanayileşirken bunu, şehirleşmeye paralel olarak yapıyor. Çünkü fabrikaya işçi lazımdır ve o işçi de çoğunlukla kırsal kesimden karşılanır. Böylece kırsal kesimden kente göç başlar ve bu da kentlerin hızla büyümesine yol açar. Buraya kadar her şey mantık sınırları dahilinde. Çünkü bu geçiş, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanmıştır. Sanayi Devrimi’nden itibaren Kuzey Amerika ve Avrupa’daki büyük kentlere göçler hızlanmıştır. Elbet başta oralarda da sorunlar yaşansa da zamanla çözümler bulunmuş ve 200 yıl sonunda rayına oturmuştur.

Tabii ki 3. dünya ülkelerindeki sanayileşme hareketi 1900’lerden sonra başladığı için de şehirleşme ancak başlamış. Dolayısıyla sorunlarla uğraşmak için daha az zamanı kalmıştır bu ülkelerin. Türkiye de bu ülkelerin başında gelmektedir ve şehirleşmenin sancılarını acı bir şekilde çekmektedir. Bunları çevremizde hala görüyoruz. Benim yaşadığım tek örnek ise Bursa. Doğal olarak tüm kentlerimizde aynı sorunlar görülse de ben Bursa’yı biliyorum. 80’lerdeki halinden bu günlere nasıl geldiğini, Nilüfer’in nasıl oluştuğunu çok iyi biliyorum. Biliyorum çünkü Bursa da benimle büyüdü. Bugün 3 büyük organize sanayi bölgesi olan bir büyükşehirden bahsediyoruz.

Bursa’nın yığınla sorunu var. Kendini geliştirmeye çalışsa da hep yetersiz kalıyor. Bunun sebebi de Türk mantalitesi. Bizim fakültede çok söylenen bir laf vardı: Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Doğal olarak yaşadığın onca sorunu yaşamış kentler vardır. 200 yıldır şehirleşmeye çalışan kentlere bakılabilir ve onlardan ders çıkartılabilir. Çıkartan yok mu Türkiye’de ve ya Bursa’da, elbet var. Lakin sorun, o çözümü pratiğe dönüştürmekte yatıyor. Bu dönüştürmede yapılan Türk işi çözümler, o çözümü sekteye uğratıyor.

Benim gözlemlediğim en önemli örnek toplu ulaşımda yaşanılan eğrelti durum. Şimdi Bursa giderek büyüyen bir kent ve kent içi ulaşımda raylı ulaşım politikası benimsendi. Harika. Ama iş sadece metro yapmakla bitmiyor. Sen onu besleyecek yan ulaşım planları yapmazsan, o metronun işlevi kalmaz ki! Mesela ben Altınşehir’de oturuyorum. Altınşehir sitesi Bursaray’ın son durağından 700 m sonra başlıyor ve 2 km kendi içinde uzanıyor. Ayrıca kendisinden sonra daha bir sürü yeni yerleşim yerleri var. Yani kaba bir hesaplamayla 20000 kişi bu civarda yaşıyor. Ama bu kişilerin %90’ı Bursaray’ı kullanmıyor. Çünkü belediye 2 hatlı otobüsle merkeze kadar hizmet veriyor. Şimdi belediye madem otobüs verecekti niye raylı ulaşıma yatırım yaptı ki? Üstelik belediyenin bu hizmeti sırf bu civara özgü değil. Emek, Beşevler gibi tüm banliyölere aynı uygulamayı yapıyor.

O hatların kaldırıldığını düşünelim. Öncelikle şehir içi trafiği ciddi şekilde rahatlayacak; bunların benzini, hizmet bedeli filan derken masraflardan kısılacak; Bursaray’a daha çok kişi binecek yani aynı maliyetle daha fazla kar elde edilecek; ulaşım süresi azalacak; hatta trafik azaldığından şehirde yayalara ayrılan yerler artacak.

Hatlar kaldırılınca ne olmalı peki? Alternatifler üretilmeli. Nasıl? Bir kere banliyölere en yakın metro durağından ring otobüsler kaldırılır. Ama bu hatlar metro durağında son bulur. Sonra, son metro durağına her aracı kapsayan büyük bir araç otoparkı yapılır. Banliyöde oturan insan, otobüse binmeyecekse arabasını burada park edip şehre iner. Keza ilçelerden gelen insanlar şehrin keşmekeşliğinde yer arayacağına arabasını burada bırakacak. Belediye de halkı buna teşvik edecek. Aynı şekilde bisiklet kullananlar, bisikletini parkta bırakacak. Yine çevre yayalar için de düzenlenir, durağa yakın oturanlar insanca yürür.

Peki, o hatlar kaldırılabilir mi? Hayır. Neden? Öncelikle o otobüsleri işletenler karşı çıkar. İkincisi, benim tembel halkıma in-bin yapmak zor gelir. Heykel’e tek araçla gitmek varken 2-3 araç değiştirmek zül gelir. Bunun nedeni de banliyö yaşamını bilmemekten ötürüdür ki bunun için ayrı bir yazı yazacağım. Güne giden canım teyzelerim zaten zor yürürken metroya nasıl binsin? Di mi ama?

2 Eylül 2008 Salı

Öylesine Notlar - 3

  • Geçen gün ilk defa metrobüs denen şeye bindim. ‘Şey’ diyorum çünkü ucube bir ulaşım aracı. Zaten metro değil, tramvay değil, otobüs de değil, e troleybüs de değil. Zaten o yüzden ‘metrobüs’ demişler diyebilirsiniz. Yanlış cevap ama! Bir arkadaşım dedi, gerçek metrobüs vagonu getirilememiş, o yüzden otobüs kullanılıyormuş. Türk’üz, haklıyız, doğruyuz!
  • Metrobüs maceramız Alice Harikalar Diyarında’ya fena halde benziyordu. Şero ile Topkapı’da otobüsten indik, metrobüs durağını bulana kadar çok absürd yerlerden geçtik, ıssız, çorak, modern. Kent İstanbul olunca bu 3 unsurun birleşimi absürd oluyor. Neyse, durağa geldiğimizde tüm insanlar gibi beklemeye başladık. Bir otobüs durmadan geçti, ikincisi durdu ama. Bindik, hatta oturduk, absürdizm asıl o zaman başladı. Milletin çoğu binmedi! İstanbul’da imkansız bir olaydır, İETT’lerde her santimetrekare kullanılırken metrobüsün yarısı boşken millettin binmemesi çok garipti. Sonraki durakta yine aynı durum tekrarlandı, üstelik arka arkaya 3 metrobüs birer dakika ara ile dizildi. Sonra Şero dedi ki “Oğlum, bu bir rüya kesin! Topkapı’da bir travesti toplu taşımaya binmez!” Neyse ki sonra durum normale döndü!
  • Florya’ya gittik, hiçbir şey yoktu. Sırayla dizilmiş lokantalar var sadece. Uçaklar 3 dakika ara ile üzerinizden geçerek Yeşilköy’e iniyor. Issız, sakin bir yer. Apartman yok! 3-4 katlı evler bana daha çok Ege sahil kasabalarını hatırlattı. Fena halde garipti, İstanbul’a hiç benzemiyordu.
  • Belediye tesislerinde hayatımda yediğim en garip hamburger menüsünü yedim. Patates ve hamburger tamam da salata ne alaka! Üstelik poşette zeytinyağı da verdiler. Çok salakçaydı. Hamburger yiyen biri neden salata istesin ki? Biri sağlıklı, biri sağlıksız!
  • Geçenlerde okumuştum İsviçre’de ayın polemiği “Erkek, pembe giyer mi?”ymiş! Bence giymez. Yani ben giymem, önyargıysa önyargı kardeşim. Gerçi giyen bir arkadaşım vardı ama hiç yakışmıyordu. Tabii bir de madalyonun diğer yüzü var: Adamların tartışılacak derdi yok, bunlarla oyalanıyorlar.
  • Yaklaşık 1 ay önce okumuştum, insan ansiklopedisi etkinlikleri yapılıyormuş özel yerlerde. Ansiklopediden okuyacağınız belli bir konuyu, o konuda uzman ya da bilgili bir insandan alıyorsunuz. Oldukça ilginç ve güzel. Bana çağrıştırdığı ise Fahrenheit 451’daki kitap insanlardı. Kitap okumanın yasak olduğu gelecekte geçen filmde, klasik kitapları gelecek nesillere aktarmak için onların her birini ezberleyen insanlar vardı. Öyle ki bir kitabı ezberleyen biri, kendi adını unutarak artık sadece o kitap oluyordu.
  • Bugün IMDb’de The Sound of Music’e bakıyordum. Bu ünlü müzikal, BBC yetkilerince olası bir atom bombası patlamasından sonra gösterilecek ilk film olarak seçilmiş. Amaç, halkın yerle bir olmuş moralini toparlamak. Adamlar onu bile düşünmüş yani. Bir de bize bak. Saldım çayıra Mevla’m kayıra! Yayın politikası bile yok ki bizim kanallarımızın, acil durum planları olsun!
  • Şero yine çok ilginç bir albüm tavsiye etti: Hamit Ündaş’tan Janti. Balkan müziği yapan Nick Cave tarzı. Çok acayip bir şey ama kesinlikle kendini dinlettiriyor. Adamın özgün vokaline alışanlar bu albümü tutar. ‘Cehennem Çocuğu’ favori şarkım. Yalnız B tarafının sadece akustik olması albümün çapını düşürmüş.
  • Dün harika bir medya-politika ilişkisi hakkında monolog izledim. Gerçi tüm film başlı başına taşlama ama New York’taki politikacının monologu bir başkaydı. Filmin adı Network bu arada.
  • Atilla Dorsay ne güzel yazmış You Don’t Mess With the Zohan eleştirisinde. Recep İvedik iyiydi diyenler, bir zahmet Zohan’ı izlesin demiş. Yerden göğe haklı. Abartı, aşırı cinsel şakalar, klişeler gırla gidiyor filmde AMA bir konusu var, bir amacı var, en önemlisi tıkır tıkır işleyen bir senaryosu var. Üstelik salt kaba espriler barındırmıyor, zeka dolu esprilerle bir şeyler de anlatmaya çalışıyor.
  • Bugün, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının 1. yıldönümü. Gül, seçilmeden önce çeşitli endişeler vardı ve bazı demokratlar icraatlarını görmeden Gül’ü eleştirmenin haksız olduğunu düşünüyorlardı. Kısmen de bu görüşleri mantıklıydı. Neyse, 1 yıldır Gül cumhurbaşkanı. Yani icraatlarını gördük. Ama endişelerim daha da arttı. Acaba demokratların buna bir cevabı olacak mı?
  • Son 1 aydır Kuran-ı Kerim’i okuyorum. Hızlı olduğum söylenemez, amacım anlayarak, sindirerek okumak. Bunu şundan dolayı belirttim: Anladığım kadarıyla, Kitap bir kimsenin dininin kendi içinde olduğunu özellikle vurguluyor. Yani zorla, başkasının tesiriyle iman olmaz. Ne kadar ağzın öyle söylese de önemli olan kalbin ne dediği. Bugün Vatan’da okudum, Ankara’da içki bayilerini zabıta dövüyormuş. Şimdi o zabıta adama içki sattırmayınca ekstradan sevap mı kazanacak? Yoksa, niyeti tamamen içkinin kökünü mü kazımak? Öyleyse, içki içmeyen her insan iyi mümin mi oluyor? Bu ülkede içki yasak olursa birden ahlaklı mı olacağız? Vallahi sadece merak ettim!
  • Hayırlı olsun! 19 yıl sonra Soğuk Savaş başladı! Demek ki savaşın niyeti Indy’yi beklemekmiş! Şimdi herkes bir şey olmamış gibi davranacak mamafih savaş hazırlıkları hızlanacak. Politikalar, dolayısıyla ekonomik antlaşmalar ona göre belirlenecek. Şimdi bunlar yüzünden de bahaneler üretilecek. Önsezilerim ne yazık ki çıkıyor, en geç 10 yıl içinde 3. Dünya Savaşı patlayacak! Benim asıl korkum ise önceki dünya savaşlarında olduğu gibi önce büyük bir ülkede iç savaş yaşanma ihtimali ve bu ülkenin Türkiye olma ihtimali. Çok mu karamsarım?
  • Son zamanlarda Habertürk’te yayınlanan ‘Saba Tümer’le Bu Gece’yi izliyorum. Bir kere boş konuk çıkarmıyor Tümer. İkincisi, sohbet klişelere düşmüyor ve enteresan yerlere varabiliyor. Son 2 aydır televizyonda gördüğüm en içi dolu program.
  • Geçen gün iyice düşündüm ve entel olduğuma karar verdim. Ama dikkat edin entelektüel değilim. Yani ben çakmayım, kendisinin bir bok bildiğini zanneden ama tikiden hallice olan biriyim. İşin kötüsü çoğu Türk de benim gibi. Biraz okuyan, dinleyen, işiten herkes kendini entelektüel zannediyor. Batıyla aramızdaki esas fark da bu! Zülfü Livaneli bu aralar Türkiye’de aristokrat olmadığını yazıyor. Çok doğru bir saptama. İşin daha da kötüsü, entelektüel de yok!
  • Bugün Vh1’da Lambada klibine denk geldim. Hem şarkı harika hem de klip! Aradan 19 yıl geçmiş hala hayranlıkla izleyebiliyorsunuz. Bu arada dikkat ettim klipteki kadınlarda tanga var. Sapık mısın, diyeceksiniz. Şu manaya getireceğim: Tangayı ben ilk defa lisede duydum, o zamanlar yeni çıkmış olması lazım. Ama meğerse ben öyle zannediyormuşum, 89’da da giyiliyormuş.
  • Bu arada çoğunluk bikininin 50’ sonrası üretildiğini söyler. Yanlış çünkü gözlerimle gördüm ki milattan önce de giyiyorlarmış. Sicilya’da gittiğim bir mozaik müzesinde voleybol oynayan bikinili kızların mozaikleri vardı. Düşünün, o zamanlarda bile spor yapan kız gözdeymiş!
  • Geçen ay Empire dergisi zorla Saw’un DVD’sini verdi. Önceden de veriyordu ama seçeneğin olduğundan hep diğer DVD’yi alıyordum. Bu sefer seçeneksizdim. Eeee madem aldım dedim, izleyeyim. Fena değildi, senaryosu hoş ve şaşırtıcı. Ama bu filmden 4 devam filmi çıktığına hala aklım almıyor. Üstelik çakmaları da cabası. Bu yıl Türkler de dayanamamış, Destere’yi çekmişler. Ne diyeyim yani!
  • Dün liseden yakın bir arkadaşımla Bursa’da yürüyoruz. Laf, artık Bursa’da kimseyi görmediğimizden açıldı. Gerçekten tüm arkadaşlarım şehir dışında. Neyse, tam geyik devam ederken çat diye biyoloji öğretmenimiz çıkmasın mı karşımıza. Yuh yani!
  • Arkadaşla 1 saat yürüdük ki Bursa bitti! Şaka değil, gerçek! Bursa’da gezeceğiniz yer 1 saatte yürünebilen bir cadde üzerinde!
  • Hiç aklım almayan bir olgu var, bir programa kitlesine ters olarak reklam verilmesi. Nasıl mı? Mesela bir kadın programına futbol temalı bir reklam verilmesi. Ben küçükken de çizgi film aralarında deterjan reklamı koyarlardı.
  • Türk televizyonlarında diziler uzun sürmez deriz ama Bizim Evin Halleri bunun tersini söylüyor. 9. sezonuna yeni kanalında giriyor. Tabii bu uzun yıllar boyunca da bir sürü ismi ünlü etti. Aklıma gelenler Şahap Sayılgan, Levent Ülgen ve Ayşenil Şamlıoğlu.
  • Daha önce de Fehrunde Hanımlar vardı, belki hatırlarsınız. O dizide de Tamer Karadağlı, Melek Baykal ve Güven Hokna vardı. Hey gidi günler.
  • Hakan Peker’in ‘Amma ve Lakin’i Mustafa Sandal’ınmış. Keza Ayşegül Aldinç’in ‘Yanmışsın’ı ile Deniz Arcak’ın ‘Yağmurdan Kaçarken’i de öyleymiş. Şaşırdım valla. 90’larda müzik piyasası çok acayipti.
  • Genellikle yaşıtlarımın düştüğü yanlışların başında, bir filmi fazla abartmaları gelir. Bazı filmler birtakım öğeleri değişik yapınca ilk defa yapıldığını zannederler ve filmi yere göğe koyamazlar. Oysa o filmden önce de aynı olay yapılmış olabilir. Son 2 günde bunun güzel 2 örneğine rast geldim: Peckinpah’ın The Wild Bunch’ı şiddetin filmde kullanılışı bakımdan çok çarpıcı, üstelik bunu Tarantino ve Rodriguez’den yıllar önce yapmış. Kill Bill hayranlarına duyurulur. Aynı şekilde Couzet’in Les Diaboliques’i bir muammadan doğan gerilim ve bu gerilimi finalde doruğa çıkarıp sürpriz sonla biten filmlerin atası sayabiliriz. Son 10 yılın favori teması, sürpriz son ve bunu başlatan da Shylamalan ve The Sixth Sense’dir. Les Diaboliques bitince hem deja vu oldum hem de filmin kıymeti gözümde defalarca kat arttı. 1955 yılında adam böyle bir film çekmiş düşünsenize.
  • Geçen gün MGM’de (Digitürk) çok absürd bir film seyrettim: Sunday Bloody Sunday. Absürd olması şundan: 70’lerde çekilmiş olmasına karşın rahat bir şekilde biseksüel bir erkeğin kız ve erkek arkadaşının ruhsal analizini çıkarmış. Üstelik hem kız arkadaşı, hem de erkek arkadaşı karşı tarafın farkında! Günümüzde böyle bir filmin çekilebileceğini zannetmiyorum. Sanırım 70’ler sadece ülkemizde değil, tüm dünyada en özgür yaşanılan, tüm fikirlerin rahatlıkla konuşulabildiği on yıldı!
  • 70’lerin bu serbestliğini gözlemleyebileceğiniz en iyi 2 örnek de Hair ve The Midnight Cowboy’dur. Biri 70’leri hazırlayan 68’ kuşağını anlatırken diğeri New York’a gelen kovboy bir jigoloyu perdeye getirir. Üstelik o kovboy ‘En İyi Film’ Oscar’ını alır.

Mamma Mia!

Mamma Mia!’ya birkaç sebepten ötürü gitmeyi çok istedim. Belki de bu yüzden vizyondan 1,5 ay sonra sinemada yakaladığımda tüm okuduklarıma kulaklarımı kapatarak gittim. Öncelikli sebebim 2007’nin en iyi filmi olduğunu düşündüğüm Across the Universe’tü. Bilmeyenlere açayım, film Beatles şarkılarını günümüze uygun şekilde kapladıktan sonra, bu şarkıları birbirine bağlayan bir öykü kuruyordu. Böylelikle müzikal türüne yepyeni bir açılım getiriyordu. Hemen sonra bir ABBA müzikali çekildiğini duyduğumda açıkçası çok sevindim. İkincisi, Across the Universe’e paralel artan müzikal ilgim, zaten önüme çıkan az örneklere de gitmemi öğütledi. Üçüncüsü, Amanda Seyfried’tir. Kendisi şu an –bence- Hollywood’daki en güzel aktristir. Kendisini bundan iki yıl önce Alpha Dog’ta keşfetmiştim. Hem çok güzel hem de yetenekli, bence ileride daha iyi roller bulacak.

Şu bir gerçek: Film sizi eğlendiriyor. Ama bir filmin eğlendirmesi –en azından benim nazarımda- yeteli kriter değil. Önemli olan nasıl eğlendirdiği. Önüne yeni bir şey getirip getirmediği. Ne yazık ki Mamma Mia! bu konuda bocalıyor. Bir kere filmin kaynağı açık: ABBA şarkıları. İlk sorun burada çıkıyor. Film, şarkıları amaç değil, araç olarak kullanıyor. Yani onlar üzerinden öykü yazman yerine, öyküyü onların kullanılabileceği şekilde düzenliyor. Mesela durduk yerde birden konu para azlığına getiriliyor ve hemen ardından ‘Money’ şarkısı söylenmeye başlanıyor. Üstelik bunu birkaç yerde tekrarlıyor. Şarkı bitince de ilgili konu rafa kalkıyor. Çok eğrelti duruyor böylece o güzelim şarkılar!

Başka bir sorun ise filmin karakterlere yeterli alanı verememesi. Böyle olunca bazı olaylar havada kalıyor. Çok bariz senaryo gedikleri oluşuyor. Üstelik ana karakterleri ünlü oyunculara oynattığı için de karakterlerden beklentileriniz de ister istemez artıyor.

Zaten film, eğlenceye artı olarak bir şeyler vermeye hiç çalışmıyor. Mesela bir Yunan adasında geçiyor ama güzel bir plan barındırmıyor. 70’leri yad ediyor ama o yıllar üzerine yorum yapmıyor.

Tüm bunlar birleşince, hele Across the Universe’ün başarısı akla gelince, Mamma Mia! çok zayıf kalıyor. Belki bundaki ana unsur bir sahne uyarlaması olduğu ve bizzat sahnedeki yönetmeni tarafından yönetilmesi. Lakin sonuçta sinema bir sahne türü değil başlı başına bir sanat. Eğer bir film çekiyorsanız da, oyunu kurallarına göre oynamalısınız.

Oyuncular: Meryl Streep, Amanda Seyfried, Pierce Brosnan, Colin Firth, Stellan Skarsgard, Julie Walters, Christine Baranski, Dominic Cooper – Görüntü Yönetmeni: Haris Zambarloukos – Müzik: Stig Anderson, Benny Anderson, Björn Ulvaeus – Senaryo: Catherine Johnson – Yönetmen: Phyllida Lloyd
** G.T.: 18 Temmuz Y.T.: 30 Ağustos

Olimpiyatlardan Sonra

Şu sıralar herkesin ortak konusu olimpiyatlar. Bolt ve Phelps’in başarıları dillerde pelesenk olurken, Türkiye’nin başarısızlığı başka bir konu. Benim anlamadığım nokta ise başarı beklemek! Bu ülkede bir sporcunun olimpiyat madalyası alması neredeyse mucize zaten.

Bir kere bu ülkede spor bilinci yok! Tüm medyanın spor yayınlarına bakarsanız, sadece futboldan bahsedildiği görülür. Haydi medyayı geçelim, izlenmek üzerine yayın yaptığı için normal gelebilir. Ama bizim kültürümüzde de spor yok ki! Hangi vatandaşımız çocuğunu bir spora özendiriyor ki! Ülkemiz okullarındaki beden eğitimi dersleri boş ders demek olduğunu herkes bilir. Orta öğrenim hayatımda derslerimiz spor salonunda yapıldı ama dersler fiksti. İlk 20 dakika koşu, sonra birkaç ısınma hareketi ve serbesttik. İstisnaları kenarda bırakırsak hangi beden öğretmeni öğrencilerini sınıyor ki? Ki hadi bir sporu sevdiniz hasbelkader, değil madalya almak derece yapmak bile ne kadar zor bileniniz var mı? Bir sporda belli bir düzeyi yakalamak bile yoğun antrenmanlar gerektiriyor. Yani sıradan bir yarışta bile ilk 10 istiyorsanız, hayatınızı o spora göre düzenlemeniz gerek. Ki biz olimpiyatlardan bahsediyoruz! Elvan’ın antrenörü bu hususta güzel bir örnek verdi: Elvan’ı iki yarışta da geçen atletin ekibi tam 5 kişiymiş. Bu 5 kişi tüm bu 4 yıl boyunca sadece bu atlet için çalışıyor ve altın öyle geliyor. Sizce Türkiye’de buna para yatırabilecek insan var mı? Altın madalyaya 2000 altın vermek yeterli mi? Bir sporcunun 4 yıllık masrafı sadece 2000 altın mı? Buna da ancak alabilirse kavuşabilir ki bu parayla bir de hayatını idame ettirmesi gerek!

Bir de şu gerçek var: Ülkemizde sporu yönetenler sporcu değil! Acı ama gerçek. Mehmet Ali Şahin spordan sorumlu bakan olurken badminton diye bir şeyden haberi yokmuş mesela! Ki o spor, olimpiyatların ciddi dallarından! Başbakan, Sayın Şahin’i atarken gençliğinde futbol oynamasını göz önünde tutmuş! Bu ne demek? Hükümetin spor politikası yok demek! Ayrıca futbol harici federasyon başkanlarının sporla alakasız olduğu da çeşitli yerlerde duyuruyor. Geçen yıl bir söyleşide Semih Saygıner anlatmıştı, Bilardo Federasyonu Başkanı başkan seçilene kadar hiç bilardo oynamamış!

Ve siz ısrarla madalya umuyorsunuz! Gülüyorum sadece. Bir de bazı akılsızlar var ki devşirme sporculara laf atıyorlar. Ya onlar olmazsa Türkiye hiç olacak! Bu kişilere tek tavsiyem var: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü irdelesinler.