2 Eylül 2008 Salı

Öylesine Notlar - 3

  • Geçen gün ilk defa metrobüs denen şeye bindim. ‘Şey’ diyorum çünkü ucube bir ulaşım aracı. Zaten metro değil, tramvay değil, otobüs de değil, e troleybüs de değil. Zaten o yüzden ‘metrobüs’ demişler diyebilirsiniz. Yanlış cevap ama! Bir arkadaşım dedi, gerçek metrobüs vagonu getirilememiş, o yüzden otobüs kullanılıyormuş. Türk’üz, haklıyız, doğruyuz!
  • Metrobüs maceramız Alice Harikalar Diyarında’ya fena halde benziyordu. Şero ile Topkapı’da otobüsten indik, metrobüs durağını bulana kadar çok absürd yerlerden geçtik, ıssız, çorak, modern. Kent İstanbul olunca bu 3 unsurun birleşimi absürd oluyor. Neyse, durağa geldiğimizde tüm insanlar gibi beklemeye başladık. Bir otobüs durmadan geçti, ikincisi durdu ama. Bindik, hatta oturduk, absürdizm asıl o zaman başladı. Milletin çoğu binmedi! İstanbul’da imkansız bir olaydır, İETT’lerde her santimetrekare kullanılırken metrobüsün yarısı boşken millettin binmemesi çok garipti. Sonraki durakta yine aynı durum tekrarlandı, üstelik arka arkaya 3 metrobüs birer dakika ara ile dizildi. Sonra Şero dedi ki “Oğlum, bu bir rüya kesin! Topkapı’da bir travesti toplu taşımaya binmez!” Neyse ki sonra durum normale döndü!
  • Florya’ya gittik, hiçbir şey yoktu. Sırayla dizilmiş lokantalar var sadece. Uçaklar 3 dakika ara ile üzerinizden geçerek Yeşilköy’e iniyor. Issız, sakin bir yer. Apartman yok! 3-4 katlı evler bana daha çok Ege sahil kasabalarını hatırlattı. Fena halde garipti, İstanbul’a hiç benzemiyordu.
  • Belediye tesislerinde hayatımda yediğim en garip hamburger menüsünü yedim. Patates ve hamburger tamam da salata ne alaka! Üstelik poşette zeytinyağı da verdiler. Çok salakçaydı. Hamburger yiyen biri neden salata istesin ki? Biri sağlıklı, biri sağlıksız!
  • Geçenlerde okumuştum İsviçre’de ayın polemiği “Erkek, pembe giyer mi?”ymiş! Bence giymez. Yani ben giymem, önyargıysa önyargı kardeşim. Gerçi giyen bir arkadaşım vardı ama hiç yakışmıyordu. Tabii bir de madalyonun diğer yüzü var: Adamların tartışılacak derdi yok, bunlarla oyalanıyorlar.
  • Yaklaşık 1 ay önce okumuştum, insan ansiklopedisi etkinlikleri yapılıyormuş özel yerlerde. Ansiklopediden okuyacağınız belli bir konuyu, o konuda uzman ya da bilgili bir insandan alıyorsunuz. Oldukça ilginç ve güzel. Bana çağrıştırdığı ise Fahrenheit 451’daki kitap insanlardı. Kitap okumanın yasak olduğu gelecekte geçen filmde, klasik kitapları gelecek nesillere aktarmak için onların her birini ezberleyen insanlar vardı. Öyle ki bir kitabı ezberleyen biri, kendi adını unutarak artık sadece o kitap oluyordu.
  • Bugün IMDb’de The Sound of Music’e bakıyordum. Bu ünlü müzikal, BBC yetkilerince olası bir atom bombası patlamasından sonra gösterilecek ilk film olarak seçilmiş. Amaç, halkın yerle bir olmuş moralini toparlamak. Adamlar onu bile düşünmüş yani. Bir de bize bak. Saldım çayıra Mevla’m kayıra! Yayın politikası bile yok ki bizim kanallarımızın, acil durum planları olsun!
  • Şero yine çok ilginç bir albüm tavsiye etti: Hamit Ündaş’tan Janti. Balkan müziği yapan Nick Cave tarzı. Çok acayip bir şey ama kesinlikle kendini dinlettiriyor. Adamın özgün vokaline alışanlar bu albümü tutar. ‘Cehennem Çocuğu’ favori şarkım. Yalnız B tarafının sadece akustik olması albümün çapını düşürmüş.
  • Dün harika bir medya-politika ilişkisi hakkında monolog izledim. Gerçi tüm film başlı başına taşlama ama New York’taki politikacının monologu bir başkaydı. Filmin adı Network bu arada.
  • Atilla Dorsay ne güzel yazmış You Don’t Mess With the Zohan eleştirisinde. Recep İvedik iyiydi diyenler, bir zahmet Zohan’ı izlesin demiş. Yerden göğe haklı. Abartı, aşırı cinsel şakalar, klişeler gırla gidiyor filmde AMA bir konusu var, bir amacı var, en önemlisi tıkır tıkır işleyen bir senaryosu var. Üstelik salt kaba espriler barındırmıyor, zeka dolu esprilerle bir şeyler de anlatmaya çalışıyor.
  • Bugün, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının 1. yıldönümü. Gül, seçilmeden önce çeşitli endişeler vardı ve bazı demokratlar icraatlarını görmeden Gül’ü eleştirmenin haksız olduğunu düşünüyorlardı. Kısmen de bu görüşleri mantıklıydı. Neyse, 1 yıldır Gül cumhurbaşkanı. Yani icraatlarını gördük. Ama endişelerim daha da arttı. Acaba demokratların buna bir cevabı olacak mı?
  • Son 1 aydır Kuran-ı Kerim’i okuyorum. Hızlı olduğum söylenemez, amacım anlayarak, sindirerek okumak. Bunu şundan dolayı belirttim: Anladığım kadarıyla, Kitap bir kimsenin dininin kendi içinde olduğunu özellikle vurguluyor. Yani zorla, başkasının tesiriyle iman olmaz. Ne kadar ağzın öyle söylese de önemli olan kalbin ne dediği. Bugün Vatan’da okudum, Ankara’da içki bayilerini zabıta dövüyormuş. Şimdi o zabıta adama içki sattırmayınca ekstradan sevap mı kazanacak? Yoksa, niyeti tamamen içkinin kökünü mü kazımak? Öyleyse, içki içmeyen her insan iyi mümin mi oluyor? Bu ülkede içki yasak olursa birden ahlaklı mı olacağız? Vallahi sadece merak ettim!
  • Hayırlı olsun! 19 yıl sonra Soğuk Savaş başladı! Demek ki savaşın niyeti Indy’yi beklemekmiş! Şimdi herkes bir şey olmamış gibi davranacak mamafih savaş hazırlıkları hızlanacak. Politikalar, dolayısıyla ekonomik antlaşmalar ona göre belirlenecek. Şimdi bunlar yüzünden de bahaneler üretilecek. Önsezilerim ne yazık ki çıkıyor, en geç 10 yıl içinde 3. Dünya Savaşı patlayacak! Benim asıl korkum ise önceki dünya savaşlarında olduğu gibi önce büyük bir ülkede iç savaş yaşanma ihtimali ve bu ülkenin Türkiye olma ihtimali. Çok mu karamsarım?
  • Son zamanlarda Habertürk’te yayınlanan ‘Saba Tümer’le Bu Gece’yi izliyorum. Bir kere boş konuk çıkarmıyor Tümer. İkincisi, sohbet klişelere düşmüyor ve enteresan yerlere varabiliyor. Son 2 aydır televizyonda gördüğüm en içi dolu program.
  • Geçen gün iyice düşündüm ve entel olduğuma karar verdim. Ama dikkat edin entelektüel değilim. Yani ben çakmayım, kendisinin bir bok bildiğini zanneden ama tikiden hallice olan biriyim. İşin kötüsü çoğu Türk de benim gibi. Biraz okuyan, dinleyen, işiten herkes kendini entelektüel zannediyor. Batıyla aramızdaki esas fark da bu! Zülfü Livaneli bu aralar Türkiye’de aristokrat olmadığını yazıyor. Çok doğru bir saptama. İşin daha da kötüsü, entelektüel de yok!
  • Bugün Vh1’da Lambada klibine denk geldim. Hem şarkı harika hem de klip! Aradan 19 yıl geçmiş hala hayranlıkla izleyebiliyorsunuz. Bu arada dikkat ettim klipteki kadınlarda tanga var. Sapık mısın, diyeceksiniz. Şu manaya getireceğim: Tangayı ben ilk defa lisede duydum, o zamanlar yeni çıkmış olması lazım. Ama meğerse ben öyle zannediyormuşum, 89’da da giyiliyormuş.
  • Bu arada çoğunluk bikininin 50’ sonrası üretildiğini söyler. Yanlış çünkü gözlerimle gördüm ki milattan önce de giyiyorlarmış. Sicilya’da gittiğim bir mozaik müzesinde voleybol oynayan bikinili kızların mozaikleri vardı. Düşünün, o zamanlarda bile spor yapan kız gözdeymiş!
  • Geçen ay Empire dergisi zorla Saw’un DVD’sini verdi. Önceden de veriyordu ama seçeneğin olduğundan hep diğer DVD’yi alıyordum. Bu sefer seçeneksizdim. Eeee madem aldım dedim, izleyeyim. Fena değildi, senaryosu hoş ve şaşırtıcı. Ama bu filmden 4 devam filmi çıktığına hala aklım almıyor. Üstelik çakmaları da cabası. Bu yıl Türkler de dayanamamış, Destere’yi çekmişler. Ne diyeyim yani!
  • Dün liseden yakın bir arkadaşımla Bursa’da yürüyoruz. Laf, artık Bursa’da kimseyi görmediğimizden açıldı. Gerçekten tüm arkadaşlarım şehir dışında. Neyse, tam geyik devam ederken çat diye biyoloji öğretmenimiz çıkmasın mı karşımıza. Yuh yani!
  • Arkadaşla 1 saat yürüdük ki Bursa bitti! Şaka değil, gerçek! Bursa’da gezeceğiniz yer 1 saatte yürünebilen bir cadde üzerinde!
  • Hiç aklım almayan bir olgu var, bir programa kitlesine ters olarak reklam verilmesi. Nasıl mı? Mesela bir kadın programına futbol temalı bir reklam verilmesi. Ben küçükken de çizgi film aralarında deterjan reklamı koyarlardı.
  • Türk televizyonlarında diziler uzun sürmez deriz ama Bizim Evin Halleri bunun tersini söylüyor. 9. sezonuna yeni kanalında giriyor. Tabii bu uzun yıllar boyunca da bir sürü ismi ünlü etti. Aklıma gelenler Şahap Sayılgan, Levent Ülgen ve Ayşenil Şamlıoğlu.
  • Daha önce de Fehrunde Hanımlar vardı, belki hatırlarsınız. O dizide de Tamer Karadağlı, Melek Baykal ve Güven Hokna vardı. Hey gidi günler.
  • Hakan Peker’in ‘Amma ve Lakin’i Mustafa Sandal’ınmış. Keza Ayşegül Aldinç’in ‘Yanmışsın’ı ile Deniz Arcak’ın ‘Yağmurdan Kaçarken’i de öyleymiş. Şaşırdım valla. 90’larda müzik piyasası çok acayipti.
  • Genellikle yaşıtlarımın düştüğü yanlışların başında, bir filmi fazla abartmaları gelir. Bazı filmler birtakım öğeleri değişik yapınca ilk defa yapıldığını zannederler ve filmi yere göğe koyamazlar. Oysa o filmden önce de aynı olay yapılmış olabilir. Son 2 günde bunun güzel 2 örneğine rast geldim: Peckinpah’ın The Wild Bunch’ı şiddetin filmde kullanılışı bakımdan çok çarpıcı, üstelik bunu Tarantino ve Rodriguez’den yıllar önce yapmış. Kill Bill hayranlarına duyurulur. Aynı şekilde Couzet’in Les Diaboliques’i bir muammadan doğan gerilim ve bu gerilimi finalde doruğa çıkarıp sürpriz sonla biten filmlerin atası sayabiliriz. Son 10 yılın favori teması, sürpriz son ve bunu başlatan da Shylamalan ve The Sixth Sense’dir. Les Diaboliques bitince hem deja vu oldum hem de filmin kıymeti gözümde defalarca kat arttı. 1955 yılında adam böyle bir film çekmiş düşünsenize.
  • Geçen gün MGM’de (Digitürk) çok absürd bir film seyrettim: Sunday Bloody Sunday. Absürd olması şundan: 70’lerde çekilmiş olmasına karşın rahat bir şekilde biseksüel bir erkeğin kız ve erkek arkadaşının ruhsal analizini çıkarmış. Üstelik hem kız arkadaşı, hem de erkek arkadaşı karşı tarafın farkında! Günümüzde böyle bir filmin çekilebileceğini zannetmiyorum. Sanırım 70’ler sadece ülkemizde değil, tüm dünyada en özgür yaşanılan, tüm fikirlerin rahatlıkla konuşulabildiği on yıldı!
  • 70’lerin bu serbestliğini gözlemleyebileceğiniz en iyi 2 örnek de Hair ve The Midnight Cowboy’dur. Biri 70’leri hazırlayan 68’ kuşağını anlatırken diğeri New York’a gelen kovboy bir jigoloyu perdeye getirir. Üstelik o kovboy ‘En İyi Film’ Oscar’ını alır.

Hiç yorum yok: