23 Eylül 2008 Salı

Öylesine Notlar - 6

• İnsanların büyüyünce çocukluklarını unutmaları çok yazık. Ben küçükken bana hep oyuncak alınmasını isterdim ama birkaç istisna dışında hep büyük hediyeleri gelirdi. İşte giysi, altın, vb. Şimdi de bir büyüğümüz doğum yapacak, arkadaşlar tutturdu ağaç satın alalım diye. Karşı çıktım, geyik yaptığımı sandılar. Ya o küçücük çocuk o ağaçtan ne anlayacak! Amaç aslında kendi vicdanlarını rahatlatmak.
• Bugün Reha Muhtar da yazmış (19.9.2008) Aragones git gide Toshack’a benziyor. İlginci, İspanya Milli Takımı’nı Aragones’ten sonra Toshack’ın yönetmesi.
• Bugün Il Gattopardo’yu izledim. Enfesti. İki unsurunu çok beğendim: İlki dans sahnesi, Burt Lancester ile Claudia Cardinale arasındaki. Le Notti Blanche’de de böyle unutulmaz bir dans sahnesi vardı. İkisi de sinema tarihindeki favori sahnelerime eklendi. İkinci unsur ise, filmin bir bütün olarak değişim kavramını muazzam bir biçimde anlatması. Eskinin yeniye karşı bir şey yapamaması ve üstelik bunu kabullenip destek vermesi, o kadar sade ama büyüleyici bir biçimde anlatılmış ki hayran olmamak elde değil.
• Akşam da Die Another Day’i bir kere daha izledim. Böylece James Bond filmlerini 10 ay içinde tamamen izlemiş oldum. Bugünkü film içlerindeki en kötüsüydü. Bond hakkında güzel bir yazı yazacağım ilerleyen günlerde. (bkz. 'Bond, James Bond')
• Tam üç yıl Hıncal Uluç’u her gün okudum. Ama hazirandan sonra soğudum nedense. Hele medyadaki son olaylarda Sabah’ın rolünden sonra ve ısrarla Uluç’un bunu gazetesine yedirememesinden sonra iyice soğudum. Aslında sene başındaki Yumurta tartışması da ana etkenlerden. Şu bir gerçek: Uluç ülkenin en bilgili, arka planı geniş, kültürlü gazetecilerinden biri. Gözlem kabiliyeti harika ve bunu yazıya dökmesi de keza öyle. Ülkemizin gazetelerinde hayatı yazan (yazabilen) belki de ilk gazeteci. Ama çok önemli bir sorunu var, hatta iki: Birincisi takıntıları, ikincisi de kibri. Uluç’un takıntıları daima kötü olmak zorunda. Mesela Fenerbahçe (ak kaşık değil elbet ama ne yaparsa yapsın Uluç Fener’i beğenmez). Aynı şekilde sanat sineması da kötü ona göre, sinemanın toplum için olduğunu ısrarla savunur. Ama iş opera ve baleye gelince bunları seyretmeyi teşvik eder, sabredip anlamamızı öğütler. Yumurta onun için mastürbasyondur, opera sanat. (Opera da bale da sanattır, ikisi de sabredilip izlenince güzeldir, zevk verir; tıpkı sanat filmleri gibi) Aynı şekilde kibri yüzünden yanlışlarını görmeyi reddeder, çünkü kendi deyimiyle o HBB’dir (Her Boku Bilen). Diyebilirsiniz ki sen kimsin ki 50 yıllık gazeteciyi eleştiriyorsun. Ben sadece onun okuruyum.
• Tüm medya çalışanları, bilhassa muhabirlerin izlemesi gereken bir film Ace in the Hole. Türkçesi Büyük Karnaval’mış. Ama bu muhabirler filmi izleyip de ne yapar? Söyleyelim, haber! Anlamadıysanız filmi izleyin. Billy Wilder’dan bir başyapıt daha.
• Ütü gerektirmeyen, leke tutmayan gömlek çıkmış, üstelik Türk işi. Kesin almam gerek.
• Bugünün gazete manşetlerini İzmir’de ölen bebekler kaplıyordu. Aklıma favori dizilerimden House M.D.’nin 2. bölümü geldi. Bilmeyenler için dizinin ünlü bir teşhis doktorunun bilinmeyen hastalıkları çözüşü etrafında şekillendiğini söyleyip konuya girelim. Bölümde hastanede doğan bebekler doğumdan sonra 2-3 gün içinde ölmeye başlıyordu. Olaya Dr. House el koyuyordu ve çeşitli tezlerinden sonra olayın basit bir grip virüsünden kaynaklandığını buluyordu. Normal bir insan gripten ölmez ama daha yeni doğmuş bir bebeğin bağışıklık sistemi yetersiz kaldığından bebekler ölüyordu. Virüs de bebeklere o sıralar grip olan ve bebeklere oyuncak ayı veren hemşire tarafından taşınıyordu. Tabii House çözümü bulana kadar 2 bebek mevta olmuştu ve bölümü ağlamaklı halde bitirmiştim. Hiçbir şeyden habersiz küçücük insanların o durumuna kayıtsız kalmak olanaksız!
• Geçenlerde favori dizilerimden Dawson’s Creek’ten bahsetmiştim. İşte orda pek aklım almayana bir şey vardı: Lise mezunu Pacey, Wall Street’e girdikten birkaç ay sonra yaşam biçimini değiştirmişti: Son model bir spor araba, kıyafetler, plazma televizyon, vb. Dün Vatan’da okudum ki durum Wall Street’te aynen böyleymiş. Tabii geçen haftaya dek! Geçen yıl ortalama bir brokerın maaşı 280 bin dolar civarındaymış. İçimden helal olsun dedim. Ama geçen hafta Zülfü Livaneli dahil birkaç kişi daha yazdı ki bu global kriz, her şeyi güllük gülistanlık sanan bu zengin gençler için çıkarılmış olmasın!
• Geçen hafta tüm dikkatler borsadaydı. Benim gibi bir şey bilmeyenler bile kulak kabarttı. Sonunda, bu bilgisizlik nereye kadar dedim ve Wikipedia’dan borsanın ‘ne olduğu’nu okudum. İşte size ilginç bir not: İlk borsa, Mısır’da 11. yüzyılda Müslümanlar ile Yahudiler arasında kurulmuş! İlginç bir gerçek!
• Benim gibi insanlar borsanın “Ha!” denilince düşmesini pek anlamıyor. Ama 2 hafta önce Vatan’da okuduğum bir haber çok çarpıcıydı: Ünlü bir hava şirketinin hisseleri bir günde 1 milyon dolar kaybediyor ama buna kimse anlam veremiyor çünkü olayı tetikleyecek en ufak bir neden yok! Biraz araştırılınca şu gerçek ortaya çıkıyor: Olaydan önceki gece bir yerel gazetenin 6 yıl önce yayınlanan bir haberi, bilinmeyen bir sebeple en çok okunan haberler arasına giriyor (Haber, şirketin 11 Eylül sonrası kemer sıkması hakkında). Google News elektronik olarak ağı tararken, haber çok okunmuş deyip sitesinde duyuruyor. Bloomberg de haberin tarihine bakmadan haber bülteninde açıklıyor. Sonra da diğer haber kanalları onu takip ediyor. Ne kadar garip, değil mi?
• Filmekimi programı hele şükür açıklandı! Programın Hollywood’dan çok Avrupa sinemasına ağırlık vermesi sevindirici bir gelişme. Hatta galiba hiç Hollywood yapımı yok!
• Aklı başında bir bilimkurgu örneği arıyorsanız, mutlaka The Day The Earth Stood Still’i izleyin. Film, insan ırkının ne biçim bir yaratık olduğunu gösteriyor. Bu arada filmin 2 ay sonra remake’i gösterime giriyor. Ondan önce mutlaka izleyin.

Hiç yorum yok: