25 Ocak 2011 Salı

Oscar 2011 Tahminlerim

Bu akşamüstü Oscar aday açıklandı. Sıcağı sıcağına birkaç yorum yapmak lazım:

Çok şükür ki Film kategorisinde saçma bir aday yok. Hatta Winter's Bone bile aday oldu ki sinemayı ciddi takip eden kimseler hariç bilen bile yoktu ama hak ediyordu. 10 tane adayımız var ama herkes biliyor ki sadece dördü gerçekten aday (Yönetmen ve Kurgu dallarında da adaylık olması çok önemli) : Black Swan, The Fighter, The King's Speech ve The Social Network. Ben favorimi daha önce de açıklamıştım ve bence kazanan o olacak: Black Swan.

Oyunculuk kategorilerinde birkaç sürpriz var ama tahminlerde yer alan isimlerdi bunlar: Jeff Bridges yine aday oldu, Halle Steinfeld Kadın Oyuncu yerine pazarlandığı Yardımcı Kadın Oyuncu'da adaylık oldu (kazanma ihtimali çok daha fazla olduğundan stüdyosu böyle istedi ama Akademi'nin bunu kabul etmesi garip) ve yılların karakter oyuncusu John Hawkes Winter's Bone ile Yardımcı Erkek kategorisinde aday, gerçi SAG (Oyuncular Birliği) ödüllerinden tahmin ediliyordu.

Diğer türlü yarışmak adına zor bir yıl oyuncular adına. Kadın Oyuncu adayları nefesleri kesiyor, beşi de harika performanslar sergiledi. Ama bana Natalie Portman ile Annette Bening arasında geçecek gibi geliyor yarış. Ama bu ikilinin arasından Michelle Williams sürpriz de yapabilir.

Erkek Oyuncu'da James Franco favorim ama Colin Firth alacak gibi duruyor. Yardımcı Erkek Oyuncu'da Christian Bale kesin favori bence. Yardımcı Kadın'da ise Hailee Steinfeld ile Melissa Leo arasında yarış olur.

Yönetmen ödülü muğlak. Bence Aronofsky almalı ama Fincher'a kıyak çekilebilir. İkisinden birisi ödülü kucaklar.

Orijinal Senaryo kategorisinde asıl çekişme yaşanacak. The Kids are All Right favorim ama diğer filmlerin de şansı olabilir çünkü hepsi tek ödülünü bu dalda alma şansı olanlardan oluşuyor.

Uyarlama Senaryo'da Aaron Sorkin tartışmasız favori ve gecenin kazananı olur. Kalbimden Toy Story 3 ile Michael Arndt geçiyor ama, kusursuz bir senaryoydu.

Animasyon dalının galibini herkes biliyor: Toy Story 3

Yabancı Film kategorisinden sadece bir film izledim, Yunanistan adayı Kynodontas (Köpek Dişi), güzel bir filmdi ama kazanan olamaz bence. Takip ettiğim kadarıyla Haevnen ile Biutiful arasından biri seçilecek ama bu kategoride kesinlik olmaz. Geçen yıl kimsenin tahmin etmediği aday, ödülü kazandı.

Teknik dallarda çok emin olmamakla beraber favorilerim şunlar:

Kurgu: 127 Hours

Görüntü: True Grit

Müzik: Inception (The Social Network de olabilir)

Şarkı: 127 Hours

Sanat Yönetimi: The King's Speech

Makyaj: The Wolfman (Sırf Rick Baker ödül alsın diye verecekler, gerçi filmdeki makyaj da iyiydi)

Kostüm: The King's Speech

Ses: Inception yada The Social Network

Ses Kurgusu: Inception yada Unstoppable

Görsel Efekt: Inception yada Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I

Belgesel ve Kısa kategorileri hakkında hiç fikrim yok.

Bu yıl canlı izlemeye niyetim hiç yok ama genel değerlendirme yapacağım tabii ki.

23 Ocak 2011 Pazar

Kadın-Erkek İlişkisi Hakkında bir Gözlem (Ordinary People)

Bu akşam Ordinary People'ı izledim. Robert Redford'un 1980 yapımı filmi. Çoğu insan bu filme karşı önyargılıdır. Çünkü 1981 Oscar'larında Raging Bull'u alt etmiştir, Scorsese'nin efsane filmini ki aynı yıl David Lynch'in en normal filmi The Elephant Man de yarışmıştır.

Neyse, işte bu nedenle pek göz önüne çıkarılmayan bu film, beni çok şaşırttı. Çünkü çok ama çok iyi bir film. Bir başyapıt kesinlikle. Nedeni de aile içi ilişkilerine getirdiği çok farklı bakış açısı. Belki de şu an içinde bulunduğum moddan da olabilir filmin içine alabildiğine girebildim.

Yaklaşık 1 ay önce, bir kız arkadaşımla Beşiktaş'ta bir yere oturduk. Hayatın genel halinden söz ederken kız-erkek farklarına geldi konu. O an içimden şöyle bir düşünce geçti ve direkt söyledim. Sonra üzerinde düşündüğümde ani bir fikre göre son derece tutarlı olduğunu gördüm. Karşı çıkabilirsiniz, bu benim görüşümdür:

Erkekler günlük yaşantı bakımından basit bir hayatları vardır. Kalkar, işe/okula gider, futbol izler, maç yapar, oyun oynar, mastürbasyon/seks yapar ve uyur. Genel olarak bir erkeğin nasıl bir hayat yaşadığını 1 haftada çözersiniz. %90 aynı şeyleri yapar, rutinini bozmaz. O yüzden de erkekler basit görülür. Ama işin derinine inildiğinde, yani bir erkeği gerçekten tanıdığınızda, ki bu kolay değildir, her erkeğin son derece karmaşık ve kendine özel bir iç dünyası vardır. Çözmek için onun özel iznine ihtiyacınız vardır. Eğer bir erkek istemezse, o derin iç dünyasına kimseyi sokmaz. Bundan ötürü de zaman zaman rutinini bozar, gerçek tepkisini gösterir ama karşı taraf bunu çakamaz.

Kadınlar ise tersidir. Günlük hayatları çok karmaşıktır. Her biri aynı düşünmez, çok farklı şeyler yapabilirler. Biri saçını kızıla boyatırken diğeri esmer olur ve bunun sebepleri çok farklıdır. Her kadının rutini farklıdır ve bu rutini de değiştirirler zamanla. O yüzden dışarıdan bakınca oldukça zor gözükürler. Biri aynı şeye A derken, diğeri Z diyebilir ve bu sizi şaşırtmaz. (Ama bir erkeğe (örneğin) futbol derseniz %90 bir yorumda bulunur, bulunmaması sizi şaşırtır.) Ama bu karmaşık günlük hayatı çözerseniz ki önem verirseniz 10 yıl sürse de gayet alenidir, altında yatan ana dürtüler aynıdır. İç dünyalar benzer özellikler gösterir ve bunu anlamak gayet basittir.

Tabii istisnalar kaideyi bozmaz ama genel olarak benim gözlemim budur. Şimdi filme dönelim:

Filmde bir aile, büyük oğlunu bir tekne kazasında kaybediyor. Küçük oğul da aynı teknede olduğundan kendini suçluyor ve bir süre sonra intihar ediyor. Ama kurtarılıyor ve birkaç ay hastaneye yatırılıyor. Film, küçük oğlanın (Conrad) eve dönüp normal hayata dönmesiyle başlıyor. Conrad, okuluna ve evine geri dönse de hala travmayı atlatamamıştır. İnsanların bakışlarından, ailesinin davranışlarından ve hatta günlük rutininden kaçmaya başlıyor. Önce ailesiyle konuşmamaya başlıyor, yüzme takımını bırakıyor, arkadaş grubundan ayrılıyor.

Diğer taraftan anne-baba rutinlerine devam ediyor. Baba günlük yaşamı esnasında birtakım mutsuzluk belirtileri gösterse de aile ve toplum yaşamını bozmak adına iyiymiş görünümü takınıyor. Anneyse rutinini hiç bozmuyor. Hatta rutini bozan Conrad'a ve babaya çıkışıyor: "Neden farklı davranıyorsunuz ki?" diye ya birebir soruyor ya da bakışlar atıyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, tatile çıkmak istiyor, golf oynuyor.

Ama Conrad'ın günden güne iç dünyasına kapanması ama burada aslında huzuru bulmak adına da içini deşmesi, babayı etkiliyor ve o da tepki göstermeye başlıyor. Eşine "Neden?" diye sormaya başlıyor ve yanıtsız kalıyor soruları.

Finalde artık dayanamayan baba ve oğul farklı şartlar altında ve farklı zamanlarda tamamen boşalıyorlar ve bu duygu dökümü, onları gerçek hayata, rutinlerine geri döndürüyor. Ama önce oğlunun, sonra da eşinin bazı şeyleri çözdüğünü, başta kendileri olmak üzere kendisini de sorguladığını gören kadın, odasına çıkıp bavulunu toparlayıp evden kaçıyor. (ve film bitiyor.)

Ben, yukarıda anlattığım gözlemimi sadece bu filme yada birkaç olaya dayandırmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Eminim ki çevrenize, okuduğunuz kitaplara, izlediğiniz filmlere baktığınızda bunun binlerce örneğini göreceksiniz. Mesela aklıma iki film ve bir kitap geldi hemen: Blue Valentine ve Before Sunrise ile Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı.

Sıradan Bir Cumartesi

Sabah 10 civarında kalktım. Biraz bilgisayarda takıldıktan sonra banyoya girdim.

Paklanıp giyindikten sonra The Big Bang Theory'nin yeni bölümünü izleyerek mısır gevreği karışımımı yedim. (1) Bölüm oldukça komikti, yada artık bende şartlı refleks oluşturduğundan her şeye güldüm.

Sonra aceleyle hazırlanıp Kadıköy'e indim. İstanbul'daki ilk psikolog görüşmem vardı. Açıkçası bir deneme görüşmesiydi. Yeni psikoloğum başta acemi görünse de seans sonunda durumu toparladı. Galiba devam edeceğim. Çünkü gerçekten buna ihtiyacım olduğumun farkındayım artık.

Tam çıkarken, akşama görüşelim, diye Ozan aradı. Ama önce teyzemlerde olan annemlerle konuşmam gerekiyordu. Birkaç telefon sonrasında daha planları olmadığını öğrendim. Ozan'a tekrar dönüp, hemen gel, dedim. Ama 1 saat sonra olsun dedi.

1-2 dakika durakladıktan sonra market işini halletmeye karar verdim o arada. Acıbadem'e çıkıp Mopaş'tan alışveriş yaptım. Ağzına kadar dolu 3 torbayla eve kadar zor yürüdüm. Eve geldiğimde bayağı terlediğimi fark ettim. Toptan soyunmak zor geldiğinden kazağımı değiştirdim, daha doğrusu elime başka bir kazak aldım. Hava güneşliydi zaten. (2)

Bu arada apar topar aldıklarımı yerleştirdim. Saate göre geç kalmıştım Ozan'ın zaten geç kalacağını bildiğimden rahat davrandım. Evden çıkıp tekrar Kadıköy otobüsüne bindim. Binerken telefon çaldı. Kendi kendime, hayret Ozan zamanında gelmiş, dedim. Telefona ulaştığımda cevapsız çağrının Ozan'a değil, Engin'e ait olduğunu gördüm. Hemen aramadım, belediye otobüslerinde konuşmayı sevmiyorum, insanların ucube gibi bana baktığını hissediyorum her seferinde.

Sahilde indiğimde Ozan'ı aradım ilk önce. 15 dakika daha geç kalacağını belirtti, beklediğimden kızmadım. Sonra Engin'i aradım, Kadıköy'deyim deyince hemen yanına seğirttim.

Çarşı içindeki kahvecilerde sahlep içmiş oturuyordu. Kayseri'ye gitmek için Sabiha Gökçen'e gitmeden biraz Kadıköy'de takılayım demiş. Hafta içi bende kaldığından pek konuşacak konumuz yoktu ama Ozan'ı beklerken konuştuk.

Ozan ilk buluşma saatine 55 dakika geç kalarak kendi rekorunu egale etti. Bu olayın fazla üzerinde durmadan kahvecide muhabbete daldık. Engin gidince Benzin'e geçip patates-çerez-bira ve Trabzon'un beraberliği eşliğinde muhabbet ettik yine.

Sonra acıkınca Burger King'te güzelce karın doyurduk. Normalde eve gidip Hitchkock seyredecektik lakin ablamla konuşunca onunla olmak istedim ve Ozan'ı ekip (3) Caddebostan'a geçtim. Yağmur da başlamıştı lakin tatlı bir rahmetti bu. (4)

Caddede ablam ve kuzenimle buluştum, Kitchenette'e oturduk. Ben bir yemek daha yedim orada. Ablamın bir arkadaşı daha geldi, 3 kızın erkek muhabbetleri ortasında ilginç bir zaman geçirdim. Ardından Starbucks'ta tatlı yendi ve ayrıldık.

Şansıma hemen otobüs geldi. Kadıköy aktarmalı olarak eve güzelce gittim. Duş aldım güzelce. Ardından eski bir arkadaşa web üzerinden yardım ettim, fem (finite element method) konusunda. Tam sorunu çözemedik ama yararlı oldum sanırım.

Canım dizi izlemek istedi ve Glee'ye başladım. Gerçi daha Caprica'yı bitirmem gerek ama dizi hiç sarmıyor artık, hele iptal de edilince soğuyor insan. Glee ise sevimli bir lise dizisi. Biraz High School Musical kokan (hiç seyretmedim gerçi) sabun köpüğü bir dizi. Freaks and Geeks ile aşık atamasa da kendini izlettiriyor.

İlk bölüm bittiğinden saatler 2'yi çoktan göstermişti. Ben de bir güzel yatağa kıvrıldım.

Notlar:

(1) İTÜ'deyken hazırladığım kendime has bir karışım. Tabağa ağzına kadar Nesquik (çikolatalı top şeklinde mısır gevreği), üzerine de meyveli müsli koyup sütle yumuşatıyorsunuz.

(2) Havalar çok değişken ve bu, beni mahvediyor. İnce giyinseniz kötü, kalın giyinseniz kötü. Vücut dayanamadı zaten, 4 gündür kaslar ağrıyor, romatizmam var sanki.

(3) Ozan ile ekilme olayına karşılıklı aşina olduğumuzdan dert etmiyorum ama diğer türlü ekmekten de ekilmekten de nefret ederim.,

(4) Eskiler yağmura, bereket getirdiği manasına istinaden rahmet derlermiş. Bence çok güzel bir bir eş anlam. Daha sık kullanmalıyız.

9 Ocak 2011 Pazar

Oscarlıklar 2011

Oscar adaylarının açıklanmasına kısa süre kaldı. Her yıl olduğu üzere, yine adaylar az çok belli aslında. 1-2 sürprizden fazlası olmuyor artık. Çünkü her şeyin pazarlama üzerinden döndüğü bu sektörde, en fazla pazarlanan film en iyi olacak yine.

Bunun 2 tane güzel örneğini Altın Küre adaylarında gördük. Yılın en kötülerinden Alice in Wonderland ve tüm eleştirmenlerin yerden yere vurup fiyasko dediği The Tourist, En İyi Film'e aday oldular. Ama Akademi'den böylesi bir sığlık beklemiyoruz.

Ana adaylar arasında, şu ana kadar izleyemediğim 2-3 film kaldı. Bunlardan en merak ettiğim The King's Speech, başarılı performanslarla bezeli bir dönem filmi deniliyor. Ayrıca Another Year ve The Way Back ana kategorilerde adaylık şansı olup izleyemediğim filmlerden.

Bu yazıda ise izlediklerimden bahsedeceğim. Kişisel yorumumla beraber adaylıklarda ve son çizgideki durumlarını bahsedeceğim.

Black Swan

Şu anda favori adayım bu film. Bence 2010'un en iyisiydi. Darren Aronofsky, Requirem For a Dream'den 10 yıl sonra yine efsane bir film çekmiş. Oldukça hırslı ve kendi içine kapanık bir balerinin kumpanyasının son temsili olan Kuğu Gölü'nde başrolü almasından sonra yaşanan fiziki ve psikolojik gerilimi anlatan film, çok farklı bir anlatıma sahip. En önemlisi de bu anlatımını, sağlam karakterler ve olay örgüsüyle güçlendirmesi. Oyunculuk, görüntü yönetimi ve müzik olarak da ana yapıyı destekleyince izlemesi çok keyifli bir film haline geliyor.

Beni en çok cezbeden özelliği, egonun derinine inip bunu filmin kalbine taşıması. Sonra egonun sebep ve sonuçlarını da aynı başarıyla aktarabilmesiydi. Kesinlikle geleceğe kalacak nadir 2010 filmlerinden birisi.

Oscar adaylıklarında Film, Yönetmen, Senaryo, Kadın Oyuncu (Portman), Yardımcı Kadın Oyuncu (Kunis ve belki Hershey), Müzik ve Görüntü dalları kesin gibi. Ayrıca birkaç teknik dalda da aday olabilir. Bunlardan 3 yada 4'ünü kesin alır bence. Natalie Portman ödüle uzanacak eller arasında en güçlüsü.

True Grit

Coen Biraderlerin son filmi yine güçlü adaylar içinde sayılıyor ama beklendiği kadar adaylık almayabilir. Klasik bir western anlatımıyla babasının katilini bulmak için eski bir asker kiralayıp yollara düşen 14 yaşındaki bir kızı anlatan film, oldukça başarılı bir western olmaktan öteye geçemiyor. Yerinde bir senaryo, yönetim, teknik özellikler ve tabii performanslar içeriyor.

Bunlardan en öne çıkanı gerçekten 14 yaşında olan Hailee Steinfeld'in performansı. Bence aday olacak, hatta En İyi Kadın Oyuncu olarak ama bununla yetinecek. Ayrıca Film, Görüntü, Müzik, Erkek Oyuncu (Bridges) dallarında da iddialı. Yine bazı teknik dallara girebilir. Bunlar arasında ödüle en yakın dal ise Görüntü, Roger Deakins en sonunda heykelciği kucaklayacak görünüyor.

The Fighter

Başka bir güçlü aday da klasikleşmiş bir boks draması. Boks sporunun karakter çatışmasına ve de Akademi'nin beğenisine uyumu malum. Yine başarılı bir dram izliyoruz ama film, daha öteye gidemiyor çünkü malzemesi o kadar. Elindeki iyi oyuncuları harika kullanıyor ve büyük ihtimalle 4 ana karakterini de aday yapacak. Erkek Oyuncu'da Mark Wahlberg, Yardımcı Erkek Oyuncu'da Christian Bale ve iki Yardımcı Kadın Oyuncu adayı olarak da Amy Adams ve Melissa Leo. Bunlardan Adams ve Bale adaylıkla kalmayıp gecenin kazananı da olabilir. Çünkü ikisi de birkaç yıldır Oscar potasında zaten, kazanmaları büyük olasılık. Diğer türlü Film, Senaryo, Kurgu dallarında adaylık bekleniyor ama ötesine gidemez. Yönetmen dalında aday olması bile zor bence.

127 Hours

Danny Boyle'un son filmi de güçlü adaylar arasında lakin Altın Küre'de Film adaylığı alamadı. Haftasonu yalnız başına kanyon gezisine çıkan bir dağcının elini bir kayaya sıkıştırmasından sonra geçen 127 saati anlatan yapım, sinemasal olarak çok güçlü. Ben sinemada izlerken Boyle'un tekniğine hayran kaldım, ama anlattıklarının çıkış yönü konusunda çekinceler mevcut. Bu kadar sıra dışı bir öyküyü soluksuz izletebilen Boyle, oldukça muhafazakar mesajlar veriyor. Bu da filme gölge düşürüyor. Halbuki enfes bir başrolü (filmin %90'ında tek başına oynuyor, James Franco), harika teknik özellikleri ve müzik çalışması var.

Film, Yönetmen, Senaryo, Erkek Oyuncu (Franco), Müzik, Şarkı ('If I Rise' - Dido & A.R. Rahman), Kurgu adaylıkları kesin gibi. Görüntü, Ses Kurgusu gibi adaylıklar da alabilir. Bunlardan Müzik ve Erkek Oyuncu'da ödüle uzanabilir.

Inception

Yılın gişe canavarı filmi, yazın en güçlü adaylar arasındaydı. Artık o kadar esamesi okunmasa da birkaç adaylık alacak gibi duruyor. Film, Yönetmen, Senaryo, Kurgu ve Müzik aday olması güçlü dallardan. Müzik dalında 127 Hours ile çekişebilir.

The Kids Are Allright

Bu sevimli aile komedisi, bağımsızlar kategorisinden en güçlü aday. Lezbiyen bir çift ve iki çocuğundan oluşan bir ailenin, çocukların sperm dönorü ortaya çıkınca gelişen olayları anlatıyor. Oldukça eğlenceli bir film, daha önce de yazmıştım zaten.

Film, Senaryo, Kadın Oyuncu (Annette Bening) ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Mark Ruffalo) adaylıkları kesin gibi. Ayrıca ikinci bir Kadın Oyuncu adayı Julianne Moore olabilir. Bunlar arasından bence Senaryo'yu alır, Bening de Portman'ın en güçlü rakibi olur.

Blue Valentine

Geçen hafta da yazdığım bu film, çok iyi değil ama seyirciyi çok etkiliyor. Oyunculukları da şahane. Michelle Williams Kadın Oyuncu adaylığı konusunda favori ama ödüle çok yakın değil. Ryan Gosling'in ise adaylığı bile muğlak ki bence kesin olmalı.

Winter's Bone

Sağlam bir karakter draması, üstelik bağımsızlardan. Babasının kaybolmadan önce evi ipotek ettirdiğini öğrenen 16 yaşındaki kızın, geri zekalı annesi ve iki küçük kardeşinin sokakta kalmaması için 1 hafta içinde babasını arayışını anlatan film, kan dondurucu bir gerçekliğe sahip. Ana karakteri oynayan Jennifer Lawrance'ın Kadın Oyuncu adaylığı kesin. Harikulade oynuyor ama rakipleri çok güçlü. Ayrıca Senaryo ve Yardımcı Erkek Oyuncu (John Hawkes) dalında adaylık alabilir.

Toy Story 3

Yılın açık ara en iyi animasyonu ve hatta en iyi filmlerinden olan bu Pixar yapımı; Film, Senaryo, Şarkı dallarında adaylık alacağı kesinleşenlerden. Animasyon dalında ödülü zaten kesin ve belki Senaryo'yu da zorlar.

The Social Network

'Facebook Filmi' olarak ünlenen film, bence o kadar da başarılı değil, bunu 2 ay önce yazmıştım zaten. Ama Film, Yönetmen, Senaryo, Erkek Oyuncu (Jesse Eisenberg), Yardımcı Erkek Oyuncu (Andrew Garfield) adaylıkları neredeyse kesin. Aaron Sorkin ise Uyarlama Senaryo heykelciğini evine götürecek sanki.

The Town

Bence herhangi bir dalda aday gösterilmesi bile absürd olan bu film, Senaryo ve Yardımcı Erkek Oyuncu'da (Jeremy Renner) sıklıkla adı geçenlerden. Bu filmi de ekimde yazmıştım zaten. Renner iyi oynasa da karakteri o kadar boş ki aday olursa pazarlama zekasının bir örneği olmaktan öteye geçemeyecek.

Rabbit Hole

Sağlam bir drama olmaktan öteye geçemeyen film Nicole Kidman'ın oyunculuğu ile kendinden söz ettiriyor. Kidman da Kadın Oyuncu dalının adayı sayılır artık. Ayrıca Senaryo ve Yardımcı Kadın Oyuncu (Dianne Wiest) dallarında sürpriz yapabilir.

Somewhere

Sofia Coppola'nın bu son filmi genele hitap etmediğinden ve rakiplerine kıyasla teknik dallarda zayıf kaldığından (bu, filmin seçimi ama) aday olma ihtimali zor ama Senaryo dalında bir adaylık gelebilir. Diğer türlü filmi tonu çok yavaş kaçtığından tam bir 'sev ya da nefret et' filmi. Yere göğe koyamayanlar olduğu gibi, benim gibi pek bir şeye benzetemeyenler de var. Kötü değil ama her moda uygun olmayan bir film. Yalnız Stephen Dorff biraz iyi oynasa kariyerinin tek adaylığını rahatlıkla çıkarabilirdi, Mickey Rourke tarzı bir role sahip çünkü.

1 Ocak 2011 Cumartesi

2010'un Özeti

2010 da bitti. Yıl sonlarında liste yapmak modadır. Kimi öyle olduğu için yapar. Kimiyse fırsat bu fırsat diye, yılı şöyle bir gözden geçirir. Ne olmuş, ne bitmiş, bir muhasebe yapalım diye. İkinci şıkkı yapacağım ben de. Bakalım, 2010 da neler olmuş:

2010'un ilk ayları bol mülakatla geçti. Hayatımdaki tekdüzelikten kurtulmak için ve biraz da hiç kimseyi görmemek adına aldım çantamı Paris'e gittim. Kafamı dinledim, kendime biraz çeki düzen verdim. Bahaneyle birkaç müze gezdim, kültürümü zerre olsa da artırdım. Gelince istediğim teklifi aldım: İşimi ve şehrimi değiştirdim.

Ardından ev sorunları oldu. Neyse ki yakın vakitte evimi de buldum, onu da kurdum. Yeni işimde yeni bir konuya yönlendirildim. Fena da olmadı, NVH-CAE (bilgisayar destekli ses ve titreşim analizleri) mühendisliğine yöneldim. Şimdi de o konuda kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Uluslararası olmaya aday bir projede de bunu uygulamaya koymaya çalışıyorum.

Kişisel anlamda, İstanbul beni çok rahatlattı. Bazı sorunlarımı çözdü. Darısı diğerlerinin başına. Ama 2010, istendiğinde her şeyin bir şekilde olduğunu hatırlatması bakımından önemliydi.

Hobi konusunda verimsiz bir yıl dahaydı. Her geçen yıl daha az yazabiliyorum, aklıma sürüyle fikir gelmesine rağmen. Yine de uzun yıllar sonraki ilk hikayemi bu yıl yazabildim. Harika değildi ama yazı stilim istediğim şekle girdi bir şekilde.

Sinema bakımından vasat bir yıldı. Kosmos, Bal, Toy Story 3, Inception, Black Swan ve Blue Valentine yılın az sayıdaki akılda kalıcı filmleriydi. TV yapımları ise atağa kalktı. Arka arkaya birkaç diziye başladım. Hepsi de başka bir yönüyle beni bağladı: Bored to Death, hınzır mizahıyla; Breaking Bad, akılcı hikayesiyle; Entourage, Hollywood'u dikizlemesiyle; Broadwalk Empire, dizi standartlarını sinemayla aşık atacak hale getirmesiyle ve Dexter, aksiyonu farklı kurgulamasıyla aklıma yer etti. Ama Mad Men'in yeri hala daha ayrı.

Müzik açısından vasat bir yıldı. Malt, Kargo & Mirkelam, Melis Danişmend ve Gürol Ağırbaş'ın son albümleri uzun zaman dinlenebilecek sayılı albümlerden oldu. Bunlara belki Yonca Lodi ve Lady Gaga'yı katabiliriz.

Böylece 2010 bir şekilde sona erdi. Hayata dair ümitler 2011'de de devam edecek. Tanrı'nın bizi utandırmayacak bir hayat yaşatması ve en önemli unsur olan gerçek aşka ulaşma ümidiyle...