26 Nisan 2010 Pazartesi

Benden Şarkılar - 6

Hafif bir 'feel good' (kendini iyi hisset) şarkısı. Kar-Wai'nin postmodern aşk masalı Chungking Express'inin ses kaydında çalar. Arada dinlemek fena halde hoşuma gider. Buyurun:

Things in Life (Dennis Brown)

It's not everyday we're gonna be the same way
There must be a change somehow
There are bad times and good times too
So have a little faith in what you do
Cause you don't seem to realize
The things you've got to face in life
Today you're up, tomorrow you're down
So thank god that you're still around town

Though we've got to work like slaves
Just to eat a piece of bread
But as we go along each day we'll find
Happiness to sooth the mind cause
It's not everyday we're gonna be the same way
There must be a change somehow
There are bad times and good times too
So have a little faith in what you do

24 Nisan 2010 Cumartesi

Benden Şarkılar - 5

Freaks & Geeks'in sona doğru olan bölümlerinden birinde çalıyordu bu şarkı: The Who'dan 'I'm One'. Gayet dokunmuştu bana, içimi titretmişti. Martin Starr'ın canlandırdığı ineğin (geek) yalnızlığı ve pskilojisini çok iyi yansıtıyordu. Ben de sonradan şarkıyı kendime yakıştırdığım zamanlar oldu. Hala daha oluyor. Biraz umutsuzluğa meyleden bir şarkı ama şık. İlk kıtadaki sözler harika özetliyor, bazı anlardaki ruh halimi. Buyurun:

I'm One (The Who)

Every year is the same
And I feel it again,
I'm a loser - no chance to win.
Leaves start falling,
Come down is calling,
Loneliness starts sinking in.

But I'm one.
I am one.
And I can see
That this is me,
And I will be,
You'll all see
I'm the one.

Where do you get
Those blue blue jeans?
Faded patched secret so tight.
Where do you get
That walk oh so lean?
Your shoes and your shirts
All just right.
But I'm one etc.

I got a Gibson
Without a case
But I can't get that even tanned look on my face.
Ill fitting clothes
I blend in the crowd,
Fingers so clumsy
Voice too loud.

But I'm one.


22 Nisan 2010 Perşembe

İstanbul Film Festivali'nden 6 Film

Sinema eleştirisi yazmak için çok alakasız bir yerdeyim ama hiç alakanız olmayan bir yerde 3 saat tutsak kalınca yapacak pek bir şey kalmıyor. O yüzden yazıda olabilecek garipliklere karşı sizi uyarayım.

Evet, İstanbul'da 2 günde 6 film izleyeli 2 hafta geçti! İstanbul Film Festivali hakkındaki düşüncelerimi geçen hafta yazmıştım. Bu sefer sadece filmlere odaklanacağız.

11 Nisan Cumartesi izlediğim filmlerin şaşılası biçimde ortak bir yönü vardı: Hepsinin sonu gayet muğlaktı yada bana öyle geldi ki hepsi farklı ülkedendi: Uruguay, İngiltere, Şili, ABD. İlginç harbiden.

Mal dia Pera Pescar (Bad Day to Go Fishing)

Bu Uruguay yapımı film, umutsuzluk ve açgözlülük hakkında küçük bir drama. Soğuk Savaş döneminde dünya şampiyonu olmuş eski bir güreşçi ve paragöz menajeri Uruguay kasabalarını dolaşmaktadır. Güreşçinin amacı tekrar eski günlerine dönebilmekken menajeri hile ve diğer düzenbazlıklarla para kazanmak peşindedir. Geldikleri son kasabada ise işler sarpa sarar. Artık 'şampiyon' şampiyon olamayacağını anlar, menajer hilelerinin çok zeki olmadığını.

Bitip tükenen hayatlar hakkında ibretlik bir film. Yer yer başarılı da ama genelde sıradan bir dram. Yine de değişik bir tat arayanlara istediğini verebildiği kesin.

A Single Man

Bu yıl orada burada çok konuşulan ama yine de pek sesi çıkmayan film. Halbuki gayet başarılı özelliklere sahip. Ama nedense gittikçe muhafazakarlaşan dünyamızın anlamsız homofobisinin kurbanı.

Soğuk Savaş'ın tavan yaptığı 60'larda (Küba krizi zamanları) eşcinsel bir tarih profesörünün yitip giden sevgilisinin ardından sessiz haykırışı! Gerekmeden konuşmayan, tüm acısını mecburen içine atan, belli bir kalitede yaşayan bir adam George. Ama daha fikri özgürlükten konuşulamayan bir dünyada, sevgilisinin cenazesine bile çağrılmayan biri. Ve bir gün George kalkıp intihar etmeye karar veriyor. Ama bu darip dünya ona da izin vermiyor.

Bittiğinde eksik hissedebileceğiniz ama sonradan parçaları oturan bir film A Single Man. Kitap uyarlaması olduğunun bilincinde ama sadece kitaba yaslanmayan bir film. Görselliği fazlasıyla öne çıkarıyor mesela. Buna enteresan plan seçimlerini ve uygulamasını da ekleyince farklı bir anlatım çıkıyor. In the Mood for Love'a benziyor bazen, bilhassa aynı bestecinin tınıları ses kaydında çalınınca.

Harika bir kostüm ve dekor tasarımı yaratıldığı da kesin. Zaten Mad Men'in harika ekibi arkasındaymış.


Tom Ford'u daha önce tanımıyordum çünkü modayla alakam yoktur, kendisi ünlü bir ikonmuş galiba. Ama şu kesin, yönetmenlik becerisi gayet yüksek Ford'un ve strilize sinema eksikliğini rahatlıkla kapayabilir.

Son paragraf oyunculuklara. Colin Firth göstermediği mimiklerle devleşiyor. Julianne Moore, Matthew Goode ve Nicholas Hoult ise kimi zaman onunla kıyaslanacak kadar iyi oynuyorlar.

El Baile de la Victoria

Bu İspanya yapımı film, ülkenin oscar aday adayımış. Bence çok mantıksız bir film. Ciddi senaryo hataları ve bayağı performanslarıyla kötü bile denilebilecekken birkaç slalomla izlenebilir hale getiriyor kendini. Ricardo Darin'i yine sevemediğimi ekleyeyim.

Greenberg

The Squaid and the Whale ile kalplerimizi kazanan Noah Baumbach, kapitalizmin dünyasında bir yere varamamış, sorunlu insanları anlatmaya devam ediyor. Bu kez Ben Stiller'ın canlandırdığı karakter, dünya ile sorunlar yaşıyor. Yaşlanmaya başlamış, parasız, dengi olmayan bir işle uğraşan, hatta onu da bırakan kaybeden bir şahıs. İnsanlara tepkileri de sorunlu. Salak tepkiler veriyor ama o da bu salaklığın farkında. MFÖ'nün dediği üzere "Bir ordayım, bir burda, hayaller ortasında." durumu.

Mini ve sadece belli bir kitleye hitap edebilecek bir film. Stiller ise rolüne cuk oturmuş.

Nowhere Boy

(Buradan sonrası evde yazılmıştır.)

Lisedeyken ciddi ciddi Beatles dinleyen biri olarak Nowhere Boy'un cazibesine kapılmamak çok zor. John Lennon'un ünlü olmadan önce yaşadığı aile krizini ve bunun yaşantısına etkilerine anlatıyor film.

Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak teyzesi ve amcasıyla büyüyen Lennon, amcasının ani ölümüyle ilk şoku yaşıyor. Bu kaybı annesine geri dönerek kapatmaya çalışıyor. Böylece parça pörçük çocukluk anıları, annenin dengesiz davranışları, teyzenin katılığı ve Elvis genç Lennon'un hayatına damgasını vuruyor.

Her Beatles hayranının izlemesi gereken bir film, hiç Beatles şarkısı yok ama grubun doğuşunu arka planda izlemek bile harika bir duygu. John Lennon ile Paul McCartney'in tanışma sahnesi çok komik mesela. Lennon'ın Elvis tavırları da keza.

Film öyle aham şaham değil lakin üstte saydığım nedenler filmi sürüklüyor. Bir de oyunculuklar. Genç kızların yeni yıldızı olmaya aday Aaron Johnson gayet başarılı. Anne rolünde Anne-Marie Duff, teyzede Kristen Scott Thomas ve Paul McCartney'de Thomas Sangster gayet başarılı.

İzleseniz hiçbir şey kaybetmezsiniz. Üstüne 50'lerin İngiltere'sini gözlemlersiniz.

Je Suis Heureux que ma Mere Soit Vivante (I'm Glad That My Mother is Alive)

Bir Fransız draması. Çocukken annesi tarafından yetimhaneye verilen bir çocuğun büyüyünce bunun sorunlarını yaşamasını sade bir dille anlatıyor. Gerçi yer yer ağdalaşıyor lakin çok da bayağılaşmıyor.

Oyunculukların kalitesine yaslanan yapım, dram severlerin hoşlanacakları bir yapım. Ama olağan düzeyin üstüne çıkamıyor. Oysa ki yeterli malzemesi var.

20 Nisan 2010 Salı

Önemli Hatlarıyla Son Dönem Filmleri

  • Vavien, beklediğim kadar iyi bir senaryoya sahip değildi. Güzel ve gerçekçi başlayan senaryo çok basit sonlanıyor. Finali çözselermiş başyapıt çıkarmış. Ama müzik ve oyunculuklar harikulade.
  • Bal, huzur veriyor. Bu filmde hiç sıkılmadım, üstüne bazı yerlerde keyif aldım. Çok iyi bir film. Zaman vererek, yorulmadan izlenmeli. Bora Altaş'ın performansı ise olağanüstü!
  • Dear John, bir Nicholas Sparks filminden beklediğiniz her şeye sahip. Çok klişe ama nedense baymıyor. Amanda Seyfried yeter bana zaten.
  • Arjantin yapımı Oscar'ı kucaklayan film var ya, El Secreto de Sus Ojos. Direkt seyirciye oynayan bir polisiye ve geleceğe asla kalmayacak. Sanırım Das Waisse Band ile Un Prohete'nin ikili çekişmesinde aradan sıyrılan oldu. Filmden aklımda tek kalan şu cümle oldu: "İnsan her şeyini değiştirebilir ama tutkusunu değiştiremez." Evet, uzun süre düşündürdü beni bu basit cümle.
  • İzlediğimiz üzerinden 1 ay geçti ama yazacağım: Shutter Island, senaryo olarak çok basit. Çözüm hep gözünüzün önünde ama daha dolambaçlı bir yol bulurum diye görmezden geliyorsunuz.Ama filmin oluşturulma biçimi ve detaylar tam Scorsese'lik.
  • Film Festivali'nde izlediklerimi uzun yazacağımdan biraz daha erteleyeceğim.
  • Bu arada Kıskanmak'ı izledim ve beğenmedim. Demirkubuz'a dönem filmi dokusu yakışmamış.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Son Durum

Bloga yazmak için ölüyorum neredeyse lakin hep aniden çıkan olaylar engelliyor yazmamı. Bir telefonla haftanızın planı tamamen değişebiliyor mesela. Yada bir anda yeni bir hedefin peşinde koşabiliyorsunuz.

Mesela 3 hafta önce aniden Paris'e gitmeye karar verdim. Tek başıma! Ve şu an tek eksiğim vize. 1-2 güne vize işlemlerim de başlayacak. Haziran 2. haftası büyük ihtimal Paris'teyim. Otelim Notre Dame'ın hemen altında kalacak. Harita filan aldım çoktan. 5 gün kafamı dinlicem. Sadece huzur! Müzeler ve bol yürüyüş. Heyecanlı, değil mi?

Tabii başka değişiklikler de mevcut ama zamanı gelince paylaşacağım sizinle. Ama şurası kesin Temmuz gibi TOEFL'a kesin girmeye karar verdim. Nedenini sonra söylerim.

Hayatımdaki diğer önemli gelişme, artık dostlarıma daha kolay açılabildiğimi fark etmem oldu. Konuşuyorum, anlatıyorum. Onlar şaşırsa da bana huzur veriyor.

Esas huzuru psikoloğumla olan son görüşmemden sonra yaşadım. Bayağı bir akıttım içimi ve işin ilginci konuşurken son derece sakindim. İçimden ağlama dürtüsü filan da gelmedi ki sanki öyle olmasını umuyordum. Çok sıradan bir şeymiş gibi anlattım içimdekileri, çok ferahlatıcı bir histi. Bu aşamaya gelmek 1.5 yılımı aldı o ayrı (hatta bu bloga yazmak da).

Ve hayat doludizgin, şaşırtıcı gelişmelerle devam ediyor. En sevindirici olanları da dostlarımın sevinçleri. Onları duymak ve paylaşmak bana ayrı bir huzur veriyor. Sanki içimden, her seferinde, ayrı bir yük kalkıyor.

13 Nisan 2010 Salı

29. İstanbul Film Festivali'nin Sorunları

İstanbul Film Festivali çeşitli sebeplerle kan kaybetmeye devam ediyor.

Öncelikle artık belli bir kesim için festival gerekliliği tartışılır oldu. Kendimi de kısmen katabileceğim sinemaya yalnız giden, asosyal film manyakları çok daha iyi bir kaynak buldular nadide filmleri seyretmek için: İnternet. İsteyen filmini çeşitli kaynaklardan indirdi, isteyen de kılını kıpırdatmadan dünyanın öbür ucundan kolisini getirtti. Yani eskiden festivallerin esas kozu olan nadide filmleri sadece kendilerinde seyretme avantajları ellerinden alındı.

Diğer yönden sinemanın büyüsü giderek evlere de girmeye başladı. Bir güzel ekran ve uygun ses sistemiyle sinema keyfini salondan farksız yaşayabilirsiniz. Sonuçta dışarı çıkıp, bilet alıp, gereksiz reklamlar seyredip, tanımadığınız insanlarla film izlemek yerine vinizde rahat rahat kurulup filmin tadını çıkarabilirsiniz.

Bunların dışında İstanbul Film Festivali'ni ilgilendiren başka konular da var: Salonsuzluk, var olanların yetersizliği, tanıtma beceriksizliği (bilhassa bu yıl!), program kısırlığı, vb. Çok uzatmadan hepsine değinelim:

Emek fiyaskosu malum! Beyoğlu Belediye Başkanı'nı kapıya o güzelim plaketi astığı için kutluyoruz! (Adam, şaka gibi, burada bir zamanlar sinema vardı diye yazı asmış, ötesi var mı!)

Emek'in yerine baş salonluğu almış gibi görünen Yeni Rüya dökülüyordu! İlk filmimde iki yanımdaki koltuk kırık çıktı ve festivalin 8. günüydü. Geçen senelerdeki Yeni Melek fiyaskosu hala hafızalarda korunuyor. Gerçi İKSV ne yapsın, İstanbul'da alışveriş merkezleri hariç salon mu kaldı, layığıyla film izlenebilecek? "Her yer alışveriş merkezi olmalı!" mantığındaki belediye de bir şey yapmayınca hele!

Ayrıca ilk defa bu kadar cansız reklemlar ve tanıtım izledim. İstanbul'da kaldığım 2 günde de sinemalar hariç festivalin esamesi okunmuyordu. İstiklal bile pek bir olağandı.

Geçen yıl kadar olmasa da ilgiye yönelik bir programdan çok uzaklaşıldı festivalde. Hülya Uçansu'nun eksikliği mi diye düşünüyorum artık. Galalar bile gündüze konmuş yanılmıyorsam. Haftasonu programları yerlerde resmen. İnsan biraz güzel filmler koyar. Çok ciddi program hataları hissediliyor. Mesela o kadar güzel Türk filmlerinin nerdeyse hiçbiri haftasonuna konmamış. Ya yap 10 TL, millet yeni film izlesin. Ucuza diye illa hafta içi mi olmalı?

Ayrıca 6 yıllık festival deneyimimde ilk defa üst üste 2 altyazı sorununa şahit oldum. Organizasyon eksikleri de artmış anlayacağınız.

Ben bunları yazarken üzülüyorum. Çünkü İstanbul Film Festivali, ülkemizin (yurtdışında) en ünlü ve en iyi festivalidir. Ama politik ve şahsi çıkarlar işte böyle mahvediyor değerimizi.

İzlediğim 6 filmin yazıları haftasonuna kaldı artık. Orada bir daha toparlarız festivali.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Güç ve Huzur İkilemi: Goodfellas

Kolay yoldan köşeyi dönmek. Herkes bunu istiyor, değil mi? Az iş-çok para, az zahmet-çok yatış. Hayat kısa, bak keyfine. Kızlar, arabalar, para ve güç! Ama her şeyin bir bedeli vardır. Yoksa yok mudur?

Kenan Evren başta olmak üzere, Özal’a çok sövüp sayıldı. Bu ülkeyi köşe dönme cennetine dönüştürdükleri için. Ama er yada geç ülke bu yola sapacaktı. Kesin! Onlar suçsuzdu demiyorum ama onlar da bir nevi piyondu. 20. yüzyılda bu dünyadan çok az ülke kaçabildi. 21. yüzyılda ise kaçabilen yok gibi bir şey. Çünkü siz insanlığın egosunu tavana vurdurabilen kapitalizm diye bir sistemi tek hakim sistem yaparsanız, insanlığın tüm kusurlarıyla da yüz yüze gelirsiniz.

Gelmiş geçmiş en iyi filmlerden Goodfellas’ın başında ana karakter Henry Hill diyor ki “Hayatım boyunca gangster olmak istedim. Bana göre bu, Amerika Başkanı olmaktan daha önemliydi. Çünkü arabanızı istediğiniz gibi park ederdiniz, kimse size karışamazdı. Sabahlara kadar kağıt oynardınız. Hayat sizindi.” Film boyunca da bunun doğruluğunu görürüz. Henry 21 yaşına bastığında mahallesinde elde edemeyeceği hiçbir şey kalmıyor. Kız arkadaşınıza hava mı atacaksınız? En iyi kulübün en iyi yeri daima sizin. Birisi size yamuk mu yaptı? Önce güzelce uyarılır, ikinci de o hakkı da kalmaz!

Bakın, kapitalizmin iyisiyle kötüsüyle tüm nimetleri mafya hayatıyla açıklanabilir. Kapitalizm de önemli olan güçtür ve onu uygun yerde kullanabilmektir. Çok yetersiz koşullara sahip olsanız da içinizdeki gücü uygun şekilde kullandığınızda yükselmeye başlarsınız. Bu, yasal yollarda olduğu kadar yasal olmayan yollarda da böyledir. Hayat budur! Çalışırsanız, içinizdeki gücü kullanırsanız (George Lucas boşuna “Güç sizinle olsun!” dememiştir.) her ortamda önünüz açıktır.

Yine Goodfellas’a dönelim. Henry’ye göre namuslu yoldan para kazananlar salaktır. Bütün gün mesai yaparlar, aldıklar para kuş kadardır, hayatları acınasıdır. Evet, bir gangster gözüyle bakarsanız olaya, doğru. Hayatım acınası. Tek seferde vergisiz 600 bin dolar çalabilen bir adamın yanında denilebilecek ne var ki? Yalnız şöyle bir açı da var tabii: Ben hiçbir zaman yatağıma ölüm korkusuyla yatmadım. Kafamdaki dertlerden bir an olsun arındığımda mışıl mışıl da uyurum. Ve şurası da var: Hata yaptığınız anda hayatınız bitiyor, ya ölüm ya hapis! Nitekim Henry, filmin sonunda polise ötüp, Tanık Koruma Programıyla o lanetlediği hayatı kendisi de yaşamaya başlıyor. Ama bir yandan da hala dürüst: “Eski hayatımı hala daha tercih ederim. Ne kuyruk beklerdim ne de makarna sosu yerine ketçap yerdim!”

Bilmeyenler için belirteyim, Goodfellas’taki her şey gerçek! Filmin yapım belgeselinde Henry Hill de konuşuyor. Filmde izlediğimiz olayların gerçeğini anlatırken gözleri ışıldıyor, hala o şaşalı günlerinin özleminde olduğu besbelli. Hatta diyor ki “Onları ispiyonlamak zorundaydım, ya içime bir kurşun girecekti ya da onlar hapse girecekti. ….. Çekimler sırasında oyunculara çok yardım ettim, sonuçta bana para veriyorlardı.” Bu kadar basit. Para olmasa filmi lanetleyebilecek birinin hayatını tam 140 dakika boyunca ağzımız açık izliyoruz.

Hayat budur! Güç kapitalizmde her şeydir ama sosyal hayatta sadece bir öğedir. Sosyal hayatta gücü ne oranda kullandığız önemlidir. Sadece fiziksel değil her manada gücü aşırı kullandığınızda yalnız kalırsınız. Çünkü sosyal hayatın ana unsuru paylaşmaktır. Gücünüzü de paylaşmazsanız yalnızlaşırsınız. O yüzden çevrenizde gördüğünüz tüm o güçlü kişiler bir anlamda (belki de her anlamda) yalnızdır!

Tekrar filme dönelim. Henry ilk zamanlarında çok mutlu. Bir gücü var, evet, ama bunu da paylaşıyor. Çaldığı her paranın hisselerini gereken kişilere veriyor. Aşık oluyor, karısıyla paylaşıyor. Karısı Karen düğünlerinde boşuna demiyor, “O gün Henry’nin iki ailesiyle de tanıştım.” diye. Bu kadar net. Sonra düşüşe ne zaman geçiyor? Önce bir metres tutuyor, ona ev açıyor, sonra hayatının soygununda gereken kişilere paralarını vermiyor. Ve? İki ailesi de çöküyor.

Tüm zamanların yine en iyilerinden The Godfather Part II’da da sonuç aynıydı. İlk filmde Michael Carleone’nin nasıl aile reisi olduğunu izleriz (bence serinin en iyisidir). İkincide ise Michael ülkedeki en güçlü aile reisliğine oynar. Kazanır ama ne pahasına? Karısı karnındaki çocuğu aldırır ve boşanır. Ablası sonra aç kaldığından geri dönse de ilk hamlede aileden kaçar. Öz kardeşi kişisel hırsının neticesini ağabeyinin ölüm fermanını imzalamasıyla görür. Filmin sonunda Michael ABD’deki en güçlü mafya babasıdır ama koca malikanesinde yapayalnızdır.

İşte hayat budur, aynı zamanda! Evet, Polat Alemdar gibi haraç keserek bir yerlere gelebilirsiniz! Tüm ülkedeki çocuklar sizi hayranlıkla izleyebilir! Kaba güçle (buradaki kastım aynı zamanda dolandırıcılık, ikiyüzlülük gibi olgular), köşeyi dönmek artık Türkiye’de de basit çünkü. Bunun örneklerini her gün ana haberlerde görebilirsiniz. Ama ya huzur? Ya rahat uyumak?

Belki de hiç denilebilecek paraya çalışıyor olabilirim. Ama o parayı hem bileğimle hem de yasal olarak kazandığımı biliyorum ve bu konuda çok huzurluyum. Gerisi palavra.

Birkaç yıl önce bir sigorta reklamı vardı. Bülent İnal diyordu ki: “Evdeki huzur! İşte mutluluk budur!” İşte bana göre hayat tam da budur!

3 Nisan 2010 Cumartesi

Benden Şarkılar - 4

'Benden şarkılar'a devam ediyoruz. Sırada 1969 yılından bir şarkı var. O yılın en tartşılan filmlerinden The Midnight Cowboy'un kendisi kadar efsanevi şarkısı: Harry Nilsson'dan 'Everybody's Talkin'' Sözler az ama öz. Çok başarılı.

Everybody's talking at me
I don't hear a word they're saying
Only the echoes of my mind

People stopping staring
I can't see their faces
Only the shadows of their eyes

I'm going where the sun keeps shining
Thru' the pouring rain
Going where the weather suits my clothes
Backing off of the North East wind
Sailing on summer breeze
And skipping over the ocean like a stone

Kişisel Hayatın Sınırı

Yine yzmayalı uzun zaman oldu! Bu arada ufak çaplı bir ruhsal çöküntü yaşayıp karamsarlığın diplerine vurdum. Sonuç olarak Facebook hesabımı belirsiz bir süreliğine kapadım. Ara sıra canım çekse de çok özlemediğimi fark ettim. Bir tür bağımlılık gibiydi artık. Hayatımda bir olay olunca bunu durum çubuğuna (status) nasıl yazarım diye aklımdan geçiriyordum. Hayatı bir şekilde alenileştirmek gibi ama bayağılaştırmak daha iyi ifade ediyor galiba.

House, M.D.'nin yayınlanan son bölümünde hastamız iflah olmaz bir blog yazarıydı mesela. Hayatındaki her adımı bloguna yazan, gelen yorumlara göre de yapacaklarına yön veren bir blogger. Tabii tipik bir Amerikan dizisinden bekleyeceğimiz gibi muhafazarkar bir mesajla sonlandı bölüm: Hayatın gizliliğinin kutsallığı ve aile kurumunun yüceltilmesi. Lakin yine de bazı sorular kafanızı kurcalıyor. En azından benim kafamı kurcalıyor.

Kişisel hayatın gizliliği ve buna verdiğimiz değerin sınırı nereye kadar? Kişisel özellikler yada kişisel bir olay hakkında yapılacak bir şakanın sınırı nedir? Hayatın kutsallığının kapsamı nedir?

Bakın, 21. yüzyıldaki Big Brother geyiklerine hiç girmeyeceğim. Oldukça eminim ki birileri hangi sayfaya girdiğimi biliyor, kiminle ne konuştuğumu dinliyor, alışverişlerimin dökümünü tutuyor. Bunlardan bahsetmeyeceğim. Benim derdim daha mikro seviyede, günlük ilişkiler dahilinde.

Bu blogun amacını hep zikrediyorum: Kendimi daha iyi anlatabilmek, maskelerden bir yazı olsun kurtulabilmek. Herkesin ikiyüzlü davrandığı yada davranmak zorunda olduğu bu zamanda her şeyi özgürce yazabilmek. Ama o özgürlük de nereye kadar? İşte zurnanın zırt dediği yer.

Mesela bu blogta tuvalette şu kadar oturdum diye yazmam. Neden? Ayıp diye bir şey var. Yada sevgilimle (ki yok) yaptığım bir kavganın detaylarını yazmam. Çünkü özel hayattır. İş yaşamımla ilgili detaya giremem. İş etiğine aykırıdır. Bir arkadaşımla ilgili negatif düşüncelerimi açıkça yazamam. Sonra tepenize çullanır.

Peki ne yazacağım? Hayatım bu yazdıklarım da kapsamıyor mu? Değişmekle beraber bu öğeler hayatınızda ciddi bir yer işgal etmiyor mu? Hayatınız hep pozitif mi? Affedersiniz ama Polyanna mısınız?

Evet, bazı özel şeyler özeldir; öyle olması ve kalması da gerekir. Ama her şey de değildir. Bazı şeylerin paylaşılması gerekir ki üzerinizdeki yük hafiflesin veya paylaşmanın da mutluğunu yaşayın. Bu blogun amacı da bu mutluluktan ibarettir. Paylaşmaktan, fikir almaktan, yeri geldiğinde üzerinden tartışmaktan duyduğum hazın bir sonucudur bu blog.

O yüzden verilen her tepki, yapılan her yorum hoşuma gider. Tabii burada da bir ikilem ortaya çıkıyor. Ben buraya kısmen de olsa hayatımı yazarken bunu okuyan kişi ne düşünüyor? Çeşitli olasılıklar var:

Bir, ciddiye alabilir, tepkisini bu yönde verir. Kişisel tercihim budur. Sonuçta ben burada komedi blogu yazmıyorum, hayali olaylar hakkında yazmıyorum ve elimden geldiğince belli bir düzeyde yazıyorum.

İki, dalga geçebilir. Mutlaka vardır. "Bu salak ne saçmalamış?" diyebilir. Kendi kararıdır, bana bulaşmasın yeter.

Üç ve bence en kötüsü, tanıdıklardan biri merakla okur, sonra da farklı bir ortamda negatif bir yorumla önününüze getirir. Siz yazıyı beğenmeyebilirsiniz. Normaldir. Yazının altında yorum seçeneği vardır, yazarsınız, tartışırız efendi bir şekilde. Ama bambaşka bir ortamda bunu yaparsanız şartlar değişir. O ortamda o yazıyı okumayanlar vardır, hatta bilmeyenler vardır. Resmen yargısız infazdır bu! Sakın!

O yüzden uzunca süredir blogumu tanıtmıyorum. Blog okumak isteyenler, bulup okuyor zaten. Onlar bana yeter. Beni gerçekten tanımak isteyenler, okumaktan zevk alanlar okusun. Burası bir ego arenası da değil. Şu kadar okuyucum var diye de övünmem. (Bir ara öyle bir derdim vardı artık hiç yok.) Temiz bir iş yapmak istiyorum. Bir iz bırakmak istiyorum, minnacık da olsa. O yüzden de bu bloga saygı istiyorum, ötesi yalan.

Şimdi yazının başında ne yazmıştık: Kişisel hayata saygının sınır nedir? Sorum bu yazıyı okuyan herkese. Kendi cevabımı da hafta içi yazacağım.