21 Haziran 2010 Pazartesi

Unutulamamış Bir Tatil Dostuna Dair (Hikaye)


Bugüne kadar kimseye anlatmadım. Bir sürü sebep vardı ki bunlardan bazıları hala gizlilik arz ediyor. Zaten o kısımlara girmeyeceğim bu hikâyede. Aslına bakarsanız geçen hafta aldığım o önemli karar olmasa bu hikayeyi daha uzun zaman anlatma niyetinde değildim. En azından emekli olana kadar diyordum. Ama artık anlatmak zamanı geldi.

Bundan yaklaşık 7 yıl önceydi. Kötü zamanlarımdan biriydi. 3 yıllık bir ilişkim yeni bitmişti. Dengesizlik akıyordu her hücremden. Bir çeki düzene ihtiyacım vardı; rahatlamaya, düşünmeye ve yazı yazmaya. O yüzden işten 1 haftalık izin aldım. Hedef az çok belliydi. Kimsenin beni tanımadığı, hatta dilimi bile konuşmadığı bir yerde birkaç gün sakinleşmek. Ufak bir kararsızlıktan sonra Londra’ya bilet aldım.

Ertesi gün Londra Heathrow’da etrafıma salak salak bakınıyordum. İnanın, nereye gideceğimi hiç bilmiyordum. İleride metronun levhasını gördüm ve o tarafa yöneldim, içinde birkaç iç çamaşırı, kıyafet, kitap ve defter olan sırt çantamla. Bindiğim metro hattı tren garından geçerken indim. Sakin bir sahil kasabası fikri aklıma gelmişti. Müze, vs. gezmek yeterli olmayacaktı bitkin ruhuma.

Garda tren çizelgesine göz attım. Gözüme Folkestone diye bir kasaba çarptı. Yandaki haritadan kasabanın Manş Denizi kıyısında olduğunu gördüm. Gişeden tek yöne bilet aldım.

Saate baktığımda küçük bir şok yaşadım. Tren 1 saat 40 dakika önce kalkmıştı. Homurdanarak gişe memuruna gittim. Kadının konuşmasına hiç izin vermeden 1-2 dakika sövüp saydım. O kadar doluydum ki ağzımdan çıkanları duymuyordum bile. En sonunda bir polisin tokadıyla ayıldım. Polis haklı olarak kızarak polis yerine davet etti. Yabancı olduğumu öğrenince pasaportumu istedi ve gayrı ihtiyari bir halde saatimi geri alıp almadığımı sordu. O anda utancımdan kıpkırmızı oldum ve kekeleyerek hayır dedim. Polis memuru, çocuğuna kızan ama içinde şefkat bulunan bir baba gibi azarladı beni. Beraber gişe memurunun yanına gittik. Sinirlerimin bozuk olduğunu, dinlenmeye geldiğimi ama saatimi geri aldığımı unutunca bir an kendimi kaybettiğimi söyledim ve defalarca özür diledim. Kadıncağız da belli iyi yürekliydi, iyice dinlenmeden dönmememi öğütleyerek özrümü kabul etti.

Bu olaylar 15 dakikamı yediğinden trene 5 dakika kalmıştı. Polis memuru platforma kadar bana eşlik etti. Başka bela istemediği belliydi. Ancak trene bindirdikten sonra benden ayrıldı.

Trende kitap okuyarak biraz sakinleştim. Etrafı izlemek biraz beni kendime getirdi. Mevsim sonbahardı. Ekime daha yeni girmiştik. Ağaçların sarı ve kırmızının tüm tonlarını yansıtan yaprakları bir renk cümbüşünü andırıyordu. Ufak tepeler, hızla geçip giden köy evleri, inekler pencereden görünen manzaranın ana öğeleriydi. Böylece 2 saati aşkın tren yolcuğum bitti.

Folkestone’a indiğimde birkaç dakika öylesine dikildim platformda, heykel misali. Sonra denizin kokusunu duydum. Tuzun eksikliği kokusundan bile belliydi ama yine de bu, denizin o büyüleyici kokusuydu. Sadece kokuyu takip ettim. İşte o sırada bu tatilimin ana temasını bulmuştum.

Her şeyin olduğu gibi, tatillerin de ana teması vardır. Önceden pek belli olmayan bir öğedir bu, çoğunlukla da bittikten sonra farkına varırsınız. Hayatınız boyunca da o tatil, o ana temayla beraber aklınıza gelir. Ama bu tatilde, o anda hissetmiştim bunu. Ana temam, içinden geldiğini yapmaktı, sorgusuz sualsiz.

Genelde aşırı planlı olduğumu bilen bazılarınız, bunun imkansız olduğunu düşünebilirler. Ama o 1 hafta böyle geçti.

Sahil caddesine indiğimde hava yavaştan kararmak üzereydi. Etraf birkaç insan haricinde boştu. Onların da yöre insanı olduğu hal ve tavırlarından az çok belliydi. Caddenin denize bakan kısmında kumsal başlıyordu. Yaklaşık 3-4 kilometrelik bir uzunluğa ve orta büyüklükte kum tanelerine sahip bir kumsaldı. Deniz kokusu fazlasıyla belirgindi burada. Ben daha yağmurla karşılaşmasam da burada yağmur daha yeni dinmişti. Dalgalar kıyıya, hırsı tükenmek üzere olan bir demircinin çekicini sallaması misali vuruyordu.

Hemen bir han, otel ya da kalabilecek neresi varsa aramaya koyuldum. Biraz ileride çok şirin bir ev buldum. Bahçe içinde, yarı ahşap yarı betornarme, orta büyüklükte ve en önemlisi camlara konmuş saksıları çiçek dolu çift katlı bir ev. Bahçe kapısında oda bulunduğuna dair bir tabela vardı. Küçük kapıyı açıp bahçeye girdim. O anda kapısı açıldı bu şirin evin. 50 yaşlarında bir adam hala içerisiyle konuşmaya devam ederek içeriden çıkıyordu. Sonradan isminin Ira olduğunu öğrendiğim bu adam, İskoç bir şairdi. Birkaç kitabı yayınlanmıştı lakin hiç ünü olmayan, kendi halinde yaşayan cana yakın biriydi. Sonraları ben ve Sara hakkında yazdığı bir şiiri okumuştum, sanırım kaybettim o şiiri.

Ira beni görünce “Folkestone’a hoş geldiniz, genç beyefendi.” dedi. Yanımdan güler yüzüyle geçti gitti. Kapıdan içeri girerken 60 yaşlarında topluca bir bayan bana bakıyordu. Ira’nın sözünden birinin geldiğini duymuştu.

“Merhaba. Kalacak boş bir odanız var mı?” diye sordum. Sezon harici sadece hafta sonları kalanların olduğunu belirtip şu an 4 odasının da boş olduğunu söyledi. Han sahibem Bayan Pitt, tipik bir han sahibesi portresi çiziyordu. Eşi öldükten evini düzenleyip odalarını kiraya veren biriydi. Tek çocuğu Londra’da bir banka memuruydu yada o öyle sanıyordu. O hafta ve sonrasında o haftayı düşünürken hep Bayan Pitt’in bir şeyler sakladığını düşündüm. Belki de bunların hepsi kuruntudan ibaretti.

Yukarıda odamı gösterirken aç olup olmadığımı sordu. Hazırladığı bir şey yoksa zahmet etmemesini söyledim. Ama Bayan Pitt, dünkü misafirlerden kalan birkaç bir şey olduğunu söyleyip ısıtmak için aşağıya indi. Bir duş alıp mutfağa indiğimde gayet afallamıştım. Benim gibi aç birini bile 3-4 kere doyurmaya yetecek kadar yemek vardı masada.

Otururken nereden geldiğimi sordu. Ama bunu sorarken sorgulayıcı bir tavrı asla yoktu, belli ki gelen misafirlerinin hikayelerini dinlemeyi seven biriydi kendisi. Türk olduğumu duyunca, bir an endişelendi. Yemeklerde domuz olduğunu söyledi. Güldüm, merak etmemesini, sevmesem de önemli olmadığını belirttim. Yüzündeki belirgin endişe o an yerini koca bir gülümsemeye bıraktı, çoğu zaman olduğu gibi.

Yemek yerken çeşitli şeylerden konuştuk. Yüzeysel ama iç açan bir sohbetti. Sonra bana kasabadan ve çevreden bahsetti. Benim hafta sonuna kadar kalacağımı duyunca sevindi, evde başka bir nefes daha olmasının huzur verdiğini söyledi. Masayı toparlamasına yardım ettikten sonra odama çıktım. O gece hiçbir şey okumadan ışığı söndürdüm.

Ertesi sabah kalktığımda içim huzur doluydu, uzun zamandır olmadığı kadar. Pencereyi açıp denizi seyre daldım. Dalgalar daha sert vuruyordu kıyıya. Yağmurun her an başlayabileceği belliydi. Camı hafif açık bırakıp aşağıya indim. Bayan Pitt çoktan kalkmıştı ve enfes bir kahvaltı hazırlamıştı. Ne içmek istediğimi sordu. Sütün kokusunu daha merdiven başında almıştım zaten, seçimim belliydi. Uzun zamandır yapamadığım kadar güzel ve uzun bir kahvaltı yaptım. Ardından bulaşıklarda yardım etmek istediğimi söyledim. Hiç sorgulamadı, oraya rahatlamaya geldiğimi ve bunun da bir parçamı rahatlatacağını anlamıştı.

Bulaşıklar sürerken havanın yağacağını, yürümek istersem mutlaka şemsiye almam gerektiğini tembihledi. Ben de öğüdünü memnuniyetle tuttum. Polarımı, ipodumu ve defterimi alıp uzun bir yürüyüşe çıktım. Şansıma birkaç atıştırma dışında çok damla düşmedi kafama. Kasaba rıhtımına hakim bir tepede biraz yazı yazdım. Biraz manzara, biraz Müfide İnselel tınıları beni kendime getirdi. Merkezde bir bara girip bir bardak viski aldım, sek.

Bardan çıkınca yağmurun başladığını gördüm. Çok yağmıyordu lakin rahat bir yürüyüşe engel teşkil ediyordu. Yine de yavaş adımlarla kaldığım eve yöneldim.

Eve girince Bayan Pitt çok ıslanıp ıslanmadığımı sordu. Sorun yaşamadığımı söyledim. Söylerken Ira’nın orada olduğunu fark ettim. Bayan Pitt ile karşılıklı çay içiyorlardı. Ira yanlarına çağırdı. Üçümüz konuştuk, yine genel konulardan ama lezzetli bir muhabbette bulunduk.

1-2 saat sonra merdivenden aşağı bir kadın indi. 25 yaşlarında, kumral, narin, … Bilemiyorum, Sara’nın o gün nasıl olduğunu unuttum. Çünkü o günden sonra çok değişti. Zaten fiziksel detaylar konusunda hiç iyi değilimdir.

Bayan Pitt, Sara’yı görünce bana dönerek ilginç bir şekilde bir misafir daha edindiğini söyledi. “Anlaşılan bu akşam daha kalabalık bir yemek yiyeceğiz.” dedi. Sara da hafta sonuna dek kafa dinlemek için gelmişti.

Ufak bir tanışmadan sonra odama çıktım. Odam hafif soğumuştu ama bu güzel bir canlılık katmıştı havaya. Yorganın altına girip kitap okumaya başladım. Yanlış hatırlamıyorsan bir klasikti. Ruslardan olabilir.

Belli bir süre sonra sızmışım. Kapıdaki tıklamayla uyandım. Sara’ydı. Yemeğin 15-20 dakikaya hazır olduğunu bildirmeye gelmişti. Üzerimi değiştirip mutfağa indim. Bayan Pitt Sara’nın da yardımıyla yine döktürmüştü. Ira da yemeğe kalmıştı. Dördümüz harika bir yemek yedik. Yemekler hafif ama tam kıvamında ve lezizdi. Sohbet daha çok edebiyat üzerineydi. Beni Türk Edebiyatı hakkında sorguyla çektiler. Kısıtlı bilgimle cevap vermeye çalıştım. O gece hakkında hatırımda kalan diğer önemli husus da ne Bayan Pitt’in ne de Ira’nın Sara ve benim normal yaşamlarımız hakkında soru sormamalarıydı. Kendileri birçok eski anı anlattılar ama bizim hakkımızda hiç soru sormadılar.

O geceki uykum çok daha rahattı. Dalgaların melodik sesiyle uykuya daldım. Tam uyurken başlayan yağmur, hem sesinin dalgalara uyumuyla hem de çıkardığı toprak kokusuyla enfes bir ortam yaratmıştı.

Sabah uyandığımda hala yağmur yağıyordu. Ama bu çok güzel bir yağmurdu. Son derece huzurlu bir halde aşağıya indim. Sara da yeni inmişti. Bayan Pitt yine bana süt kaynatmıştı. İçinde hafif bir tarçın aroması da vardı. Sara kahve içiyordu. Kahvaltı sırasında çok konuşmadık.

Bulaşıkları Sara’yla yıkarken (Bayan Pitt bu sırada etrafı toparlıyordu) yağmur beni inanılmaz cezp etti. İş biter bitmez üzerime hiçbir şey almadan sokağa fırladım. Bir süre öylesine yürüdüm rıhtıma doğru. Beni görünler deliymişim gibi bakıyorlardı. Umurumda değildi. Yağmurum tenine değmesinden aldığım keyif, her şeyin ötesindeydi o an. Tertemiz havayı derin derin içime çektim. Hafif tepelik bir yerde durdum, uzun uzun ufka baktım. Bulunduğum yerden Fransa kıyıları hafif de olsa belirgindi. O kıyıda benim gibi birinin denize bakıp bakmadığını merak ettim. Bir an aklıma Türkiye’de bıraktığım sorunlar geldi. 1 dakika sonra hepsini buruşturup çöpe fırlattım. Eve geri döndüm. Nasılsa, o gün o evi kendi sığınağım olarak görmüştüm.

Kapıdan girince Bayan Pitt’ten önce Sara “Neden?” diye sordu. “Canım o an öyle istedi.” dedim ve ekledim: “İyi ki de istemiş!” Odama çıkıp sıcacık bir duş aldım. O anki ruh halimi anlatmaya kelimeler yetersiz kalır. İnanılmaz rahatlamıştım. Uzun süre fırında pişen, sinirleri alınmış bir incik gibiydim. Yumuşacık.

Defterimi alıp aşağıya indim. Konuşmasam da çevremde insan istemişti canım. Bir nefes, bir soluk… Bayan Pitt ile Sara ayrı köşelerde kitap okuyorlardı. Masaya geçip yazmaya başladım. İkisi de ses etmedi. Bir süre öyle geçti.

Suskunluğu bozan Sara oldu. Yanımdaki sandalyeye oturup “Kızmazsanız size bir şey sorabilir miyim?” dedi. “İnanın bana bugün beni kolay kolay kimse kızdıramaz.” diyerek güldüm, “Hele sizin gibi güzel bir bayandan gelecek soru!” Burada bir parantez açmam gerek. Son cümlenin herhangi bir art niyeti yoktu, o günkü halimi görseniz siz de hak verirdiniz. Parantez kapansın.

Sara gülümsedi, “Hep böyle anlık mı yaşarsınız?” Küçük bir kahkaha attım. “Keşke! Ne yazık ki hayır. Ama ara sıra böyle sıra dışılıklar yapmayı isterim. İlginçtir, istesem de pek yapamam. Anın şartları el vermez. Ama bugün yapmak istedim. Zaten bu kaçamağın ana temasını anlık yaşamak olarak belirledim.” ve ona hava alanından sonra yaşadıklarımı anlattım, en sonunda da tatil felsefemi.

“Bir soru da benden. Siz anlık yaşamaz mısınız? Benim gibi 40 yılda bir olsa da!” O da küçük bir kahkaha attı. “Çocukluğumdan beri, kendimi bildim bileli kitap okurum. Kitaplardaki kahramanlar her böyledir. Ya anlık kararlar vererek ya da vermeye zorlanarak maceraya başlarlar. Hep onlara özenmişimdir. Ama hiç yapamadım, çünkü öyle yetiştirilmedim. Hep bunun yanlış olduğu hakkında öğütler dinledim. Sizin gibi 40 yılda bir yapmaya bile cesaretim kalmadı galiba.”

Bu konuşmayı 7 sene sonra nasıl hatırladığımı sorabilirsiniz. Önemli anlardan biridir hayatımın. O yüzden ara sıra hep aklıma gelir. Sara da o tatilden aklında kalan iki şeyin olduğunu söyler. Birincisi de bu kısa konuşmadır.

Sonra konuşmadık. O kitabını okumaya köşesine geri döndü, ben de yazmaya. Bir zaman sonra Bayan Pitt yemeği hazırlamak için ayağa kalktı. Onu görünce Sara da, ben de yardım etmeye gittik. O akşamki yemek daha sessizdi. Ama yine de konuşuldu. Bayan Pitt eski bir Kelt efsanesi anlattı, Aislung diye bir kız hakkında.

Yemekten sonra Sara odasına çıktı. Ben kitabımla salonda oturdum. Bayan Pitt biraz eski defterlere baktıktan sonra kapıyı kilitleyerek yatmaya çıktı. Bir zaman sonra Sara yanımda belirdi. Ona baktım, niye ayakta dikildiğini merak ederek. Eğildi ve beni öptü. Şaşırdım. Bir daha öptü. Bu sefer ben de onu öptüm. Birbirimize baktık. Yüzünü inceledim. Bir kızı tanırken yüzüne bakmanın çok önemli olduğuna inanırım hep. Bir daha beni öptükten sonra ayağa kalkıp odasına çıktı. Şu anki tahminlerinizin aksine, onu takip etmedim. Neden, bilmiyorum. Biraz pencereden hala yağmaya devam eden güzelim yağmuru ve altında iyice hırslanmış şekilde kumları döven dalgaları izledim. Sonra odama çıktım. Sanki hiçbir şey olmamış gibi biraz daha okuyup uykuya daldım.

Sabah ilk uyandığımda olanları hatırladım. Gülümsedim kendi kendime. Ardından aşağıya indim. Daha Sara ortada yoktu yada çıkmıştı çoktan. Kahvaltıya oturdum. Bir şeyler yerken bir yandan da yerel gazeteyi okudum. Kahvaltıyı bitirmek üzereyken Sara indi. Dün geceki centilmence hareketimden dolayı teşekkür etti, sayemde uzun yıllardır olmayı kadar huzur dolu bir şekilde uyuduğunu söyledi. Valla yaptığım hareketin centilmenlik olduğunu hiç bilmiyordum ama sesimi çıkarmayıp bir şey değil anlamında kafamı salladım.

Kahvaltıdan sonra yağmur dinmişti. Dışarı çıkıp 10 dakikalık küçük bir volta attım. Havayı kokladım. Güneş çıkmıştı. İlginç şekilde hava sıcaktı. Canım o an denize girmek istedi. İçimden neden olmasın dedim ve eve koştum. Tüm şaşkınlığıma beraber çantamın altında mayo buldum! Yazın çıktığım seyahatten kalmış olmalıydı. Giyindim ve aşağı indim. Bayan Pitt bana bakakaldı, yine de neden diye sormadı. Asıl tepki Sara’dan geldi, “Ben de gelebilir miyim?” diye sordu. Artık o da tatil felsefemi benimsemişti.

15 dakika sonra denizdeydik. Su, tahmin edileceği üzere buz gibiydi ama bizi hiç etkilemedi. Bir süre konuşmadan yüzdük. İleride bir kayalık vardı. Ona çıktık, ben biraz zorlansam da. Uzun süre orada güneşlendik. Hayatlarımıza girmeden hayallerimizden söz ettik. Hiçbir detay, isim veya yer adı vermeden pişmanlıklarımızı anlattık. Detayları anlatmama konusu tamamen spontene gelişmişti, hiç de bozmadık. Belli bir süre sonra suya yine atladık, yavaşça yüzerek sahile döndük. Eve vardığımızda şu an hatırlamadığım bir hikaye yüzünden kahkahalar atıyorduk. Odalara çıktık. Duştan sonra biraz yatakta kestirdim.

Uyandığımda öğleni biraz geçmişti. Kapı çaldı. Sara “Girebilir miyim?” diye sordu. Normal zamanda bir erkeğin böyle bir durumda yapacağı hamleler bellidir. Ama bu tatil o tarz bir kaçamak değildi. Ayrıca ben hiç öyle bir erkek olmamıştım. Tarz meselesi, kadın okuyucular fazla böbürlendiğimi düşünebilir. Belki öyledir. Ama ben o gün gerçekten bu tarz bir ilişkiye girmek istemiyordum. Oraya neden geldiğim belliydi ve başka bir şey yapıp o atmosferi bozmayacaktım.

Hala yatakta sele serpe yatıyordum. “Gel!” dedim. İçeri girdi. Beni görünce mahcup bir şekilde özür diledi. Benden o gün kayalıkta anlattıklarını başka kimseye anlatmamam konusunda söz vermemi istedi. Ben de oraya neden uzaklaşmak için geldiğimi, zaten bambaşka bir hayat yaşadığımı ve orada olanların her zaman orada kalacağını söyledim. Gerçekten de bu yazıya kadar hiçbir arkadaşım o tatil hakkında en ufak bir şey duymadı. Olay sadece söz de değildi, o tatilin her zaman sadece bende kalması hoşuma gidiyordu. O vakit bile bunu gayet hissedebiliyordum.

Yemekten önce etrafta yürümeyi teklif etti. Memnuniyetle kabul ettim. Kasabanın etrafında dolaştık. Yürürken yine hayallerimizden bahsettik ama bu sefer bunlara pişmanlıklarımızı da ekledik. Bir anısını anlatırken Sara’nın sağ gözünden iki damla yaşın süzüldüğünü hatırlıyorum. Hayatta bazı anlar vardır. Ne kadar zaman geçse de aklınızda kalır, o 2-3 saniyelik imge. Alakasız bir anda gözünüzü kaparsınız ve gözünüzün önüne geliverir. Sanki bilgisayarınızda kıyıda kalmış bir görüntü yeniden izlemişsiniz gibi. Sara’nın o görüntüsü de aklıma çakılan az sayıdaki imgelerden biridir. O anda öyle açık ve savunmasızdı ki 5-6 yaşlarındaki küçük bir kızı andırıyordu. Daha hayatın ne demek olduğunu anlamasından çok uzaklarda bir gece önce gördüğü rüyasını tüm detaylarıyla anlatırmış gibi. İşte o kadar açıktı bana karşı.

Bense anlatmaya çoktan razıydım zaten. Salaklıklarımı, batırdıklarımı, üzdüklerimi, beceremediklerimi, her şeyi. Üniversiteden sonra belli bir süre psikologa gitmiştim. Ona bile açılmam 1.5 yılı bulmuştu. Hayatıma giren insanlara ise hep sınırlı anlattım içimdekileri. Beni üzmelerinden, beni bana karşı kullanmalarından korktum, çekindim. Ama o gün her şeyi anlattım. Çünkü Sara’dan hiçbir kötülük gelmeyeceğini biliyordum. Çünkü 3 gün sonra onu bir daha göremeyeceğimi, görmeyeceğimi biliyordum (?).

O yürüyüş ne kadar sürdü, pek bir fikrim yok. Tek hatırladığım eve vardığımızda Bayan Pitt’in Ira ile beraber sofrada bizi beklemeleriydi. O akşamki yemekte hiç üzücü şeylerden konuşmadık. Bol kahkahalı bir yemekti. İçtiğimiz birkaç şişe şarabın da etkisi vardı galiba bunda. Şimdi çok uzaklarda yaşanmış, hatta ancak hayal dünyasında olabilecek bir anı gibiydi.

O gece odama giderken Sara’nın kapısının önünde durdum. Neden, bilmiyorum. Ama şuna eminim içeri girmek gibi bir amacım asla yoktu. Kapı açıldı. Sara tüm mahcubiyetiyle bana bakıyordu. İçimden onu öpmek geldi ve öptüm. Sonrası kelimelere dökülemeyecek bir deneyim. Bu sefer tahmininiz doğru, seviştik. Ama farklı bir şeydi bu, koşulsuz, şartsız, sonrasını düşünmeden, sadece o anın keyfini çıkararak. Çünkü ne sevgiliydik, ne eş, ne de partner. Zaten sadece hayvan tarafınızı doyuran tek gecelik bir şey hiç değildi. Bambaşkaydı. En iyisi miydi? Bilmiyorum, ama en sıra dışı olanıydı, orası kesin.

Geceyi Sara’nın odasında geçirdim. İlerleyen saatlerde uyurken ara sıra ağlama sesi duydum. Her seferinde sesimi çıkarmadan ona daha sarıldım, o da elimi öpüyordu. Bu bile yetiyordu anlaşmamıza, sözcüklere gerek kalmamıştı artık. Neden ağladığını ise ben de bilmiyorum. Hiç sormadım, sormak da istemedim. Ama o geceden pişman olmadığı açıktı, beni ilgilendiren de sadece buydu.

Sabah uyandığımda hala kollarımda mışıl mışıl uyuyordu. Hiç ses etmedim, hareket de etmedim. Uzun uzun yüzünü inceledim. Bir şeyler düşündüm. Biraz sonra o da uyandı. Uyanık olduğumu görüp yanağımdan öptü. Bu, hayatımda aldığım en iyi 3. ‘günaydın’dır. İlk ikisi başka hikâyelerin konusu.

Kahvaltıya indik. Ama iki sevgili gibi değil. Çünkü değildik. Bunu ikimiz de biliyorduk. ‘Gerçekler böyleydi’ olayı filan da değil. Öyleydi işte. İki yakın tatil arkadaşıydık, o kadar. Bu tatilden sonra birbirini bir daha görmeyecek olan. Aklınıza hemen Before Sunrise gelebilir. Ama öyle de değildi. O filmde Jesse ile Celine her ne kadar gerçekçi olmaya çalışsalar da alabildiğine romantiktiler ve birbirini görmek için hep can atacaklardı. Ama daha o sabah farkındaydım ki bir daha Sara’yı o tatilden sonra görmek istemeyecektim. O tatili hep özlemle anacaktım (ki hala anıyorum) ama öyle kalmasını isteyecektim. Bu nasıl bir duygu biliyor musunuz? Hani kırda arabayla giderken kıpkırmızı, harika bir çiçek görürsünüz. Geçip gitseniz, o gördüğünüz an hep hafızanızda yer edinecektir. Ama durup o çiçeği eve götürmek için kopardığınızda, o çiçek 10 dakika sonra solacaktır ve artık aklınızda hep o solmuş çiçek ve onun getirdiği pişmanlık kalacaktır.

Sara neler düşünmüştü bilmiyorum. Hiç bu konuda konuşmadık. Şimdiden söyleyeyim, bir daha hiç beraber olmadık ve açık konuşayım, bir daha onunla sevişmek konusunda hiç arzu duymadım. O tatilden sonra mecburen bir araya geldiğimiz zamanlar oldu, ileride de olacak. Ama bu konu daha o sabah kapanmıştı.

Bayan Pitt, her zamanki sevimliğiyle kahvaltıyı hazırlamıştı. Anladı mı anlamadı mı bilmiyorum ama hiç soru sormadı.

Kahvaltıdan sonra yürümek istedim. Sara’yı da davet ettim. Kabul etti, Bayan Pitt’in merkezden birkaç alacağı da vardı. Güzel bir yürüyüş oldu. Bu sefer müzik ve sinema ağırlıklı bir konuşma yaptık. Bunların, yani şarkıların ve filmlerin, hayatımıza etkileri üzerine çıkarımlarda bulunduk. Kasabanın merkezinden özenle alışveriş yaptık. Bilhassa o akşam yiyeceğimiz yemek için. Çünkü bu, son akşam yemeğimiz olacaktı. Sara ertesi gün öğleden sonra ayrılacağını açıklamıştı. Şarap evinden harika bir şişe seçtik. Aperatif olaraksa koyu bir konyak aldık.

Eve dönünce biraz dinlendik. Ben biraz yazı yazdım. Akşamüstü üçümüz de mutfağa girdik, yemeği hazırlamaya. Yemeğe doğru, Ira da geldi. Yine güzel, leziz ve kahkaha dolu bir yemek yendi. O gece odama giderken Sara’nın kapısının önünde durmadım, aklımın ucuna gelmedi. O, o gece yaşanmış ve bitmişti. Yatmadan önce biraz kitap okudum. Yağmur ve dalgaların birbirine karışan sesiyle uyudum.

Sabah kahvaltıdan sonra Sara hazırlanmaya başladı. İstasyona kadar yürüdüm onunla. Ne telefon, ne mail, ne de adres değiş-tokuşu yaptık. Hangi şehirde yaşadığımızı bile bilmiyorduk. Muhtemelen üniversite anılarım yüzünden o benim İstanbul’da yaşıyor zannediyordu. Bu tahminim ileride doğru çıkacaktı.

Trene binerken birbirimize hayatımızda başarılar diledik. Bir daha onu görebileceğimi hiç sanmıyordum. Bir ihtimal bir tatilde uzaktan görürdüm, o zaman bile yanına gitmezdim herhalde. Bizim ilişkimiz 5 günlüktü, öyle de kalmalıydı. Ama bir ihtimali unutmuştum.

Tren hareket edince, az da olsa gidişini izledim. Sara’nın değil, trenin. Bir masalın sonu gibiydi benim bitti. Hani Yaşar der ya, bir şarkısında: “Masal bitti/ Yaş akacak bak, fark etmedin mi?” Yaş akmadı gözlerimden. Sonu baştan belli olan bir yaşanmışlıktı. Yaş akıtacak bir durum değildi. Yaş ne zaman akar yanaklardan bilir misiniz? Bir şeyi kaybettiğinizi yada kazandığınızı aniden anladığınızda. Vücudunuzun o aniliğe verdiği tepkidir sadece, o kadar. Evet, o an gözümden yaş akmadı ama içimde bir şeyler buruldu.

İstasyondan ayrıldıktan sonra biraz daha etrafta dolaşıp eve döndüm. Akşama kadar odamda dinlendim. Ertesi günkü dönüş yolculuğu için ufak hazırlıklar yaptım. Akşam yemeğine inince yeni bir çiftin kalmaya geldiğini gördüm. Yüzleri hatırımdan çıkmış. Erkeğin bankacı olduğunu hatırlıyorum sadece. Yemeği beraber yemiştik, fazla uzatmadan masadan kalktım. Sohbetleri açmamıştı yanılmıyorsam, tipik kapitalist geyikleridir mutlak.

Son defa etrafta dolaştım o gece, bir barda sek viskimi içtim. Sara’yı düşündüğümü hatırlamıyorum. O çoktan beynimdeki anılar bölümünde yerini almıştı. Ama şunu çok iyi hatırlıyorum: Kendi kendime “Bundan çok iyi bir hikaye çıkabilir.” dediğimi. Ama emekli olunca diye düşünmüştüm. Unutulmuş bir tatil dostuna dair, başlıklı. Kısmet, ne Sara unutuldu, ne de hikaye emekliğimi bekleyebildi.

Bar çıkışı biraz daha oyalandım dışarılarda. Barın insan soluğuyla bile ısınan havası, viskinin sindirim sistemime verdiği ısıyla birleşince tamamen ateş basmıştı beni. Sahil caddesinin insanın cildini ısıran hafif sert esintisi beni kendime getirdi. Tam kararında, enfes bir çakırkeyiflik yaşıyordum. Ne unutmam gereken bir derdim vardı, ne de bir sevincim. Hafiftim, tüy misali. Tatilim amacına ulaşmıştı.

İçimdeki sıcaklık etkisini kaybedip derim esintinin sertliğini hissetmeye başlayınca eve döndüm. Girdiğimde kapitalist aile, salonda garip bir kelime oyunuyla zaman öldürüyorlardı. Hiç takılacak havam yoktu. Gözükmeden odama çıktım ve uyudum.

Sabah erkenden kalktım. Bayan Pitt uğurlamak için kalkmıştı bile. Yanıma trende yemem için bir azık hazırlamıştı. Her misafirine yaptığını zannetmiyorum. Gerçekten sevmişti beni herhalde yada ben öyle bir hayale kapılmıştım. Çıkarken gayrı ihtiyari elini öptüğümü hatırlıyorum. Yine sesini çıkarmamıştı, kabul etmişti gösterdiğim garip hürmeti.

Tam çıkarken Ira da geldi. Tıpkı geldiğim günkü gibi bahçede karşılaştık. Bana “Biliyorum çok zor ama ne olursa olsun kalbinin sesini dinle!” demişti. Bazen hatırlarım o sözünü, onun aksanını hatırlamaya çalışarak.

Dönüş yolculuğumda kayda değer bir şey olmamıştı. Hemen hemen hiçbir şey düşünmedim, yaşananlar hakkında. Kitabımı bitirdim. Biraz yazı yazdım, o kadar. Akşam 8-9 arası evime, masal diyarındaki değil, gerçek hayatta yaşadığım eve dönmüştüm.

Şimdi soruyorsunuzdur, Sara’yı bir daha ne zaman gördün diye. Zaten bu sorunun cevabı da bu hikayenin anlatılma sebebi. O cevap olmasa bu tatili, Folkestone’da yaşananlara tanıklık eden o 4 kişi hariç kimse bilmezdi. En azından benden çıkmazdı. Tatlı bir anı olarak kalırdı.

3 ay sonra işten çıkarken telefonum çaldı. Yurt dışından bir numaraydı bu. İlk önce kazıklamak için alınan sahte numaralardan sandım ve açmadım. Birkaç defa çalınca art arda dayanamadım, açtım. Sara’ydı karşıdaki ses. Telefonumu nasıl buldu diye sormayın, bu detay bambaşka bir hikayenin konusu, cevabı da bende saklı olacak.

Sesi hem heyecanlı hem de soğuktu. Ufaktan bir ağlamışlık hissi de vardı. İlk önce halimi hatırımı sordu. Beni nasıl bulabildin diye sorunca, başka bir zaman anlatacağını belirtti. O an ne hissettiğimi tam hatırlamıyorum çünkü ardından gelen cümle yeterince ağırdı.

Sakince “Ben hamileyim.” dedi bana. Tam da servise binmek üzereydim, bir an dondum. İdrak edemedim durumu. Kendimi toparlayınca bir saniye isteyerek bir koltuğa çöktüm. “Şu an pek müsait değilim. 40 dakikaya evime girerim. Seni bu numaradan arayabilir miyim?” diye sordum. Onayladı ve kapattım. Aslına bakarsanız öyle bir durumda, o kadar soğukkanlılık taşıyan cümleleri nasıl birleştirip söyleyebildiğime hala inanamıyorum. Hele İngilizce.

Eve girene kadar sakin davranmaya çalıştım ama içim farklı duyguların karışımından oluşan bir çorba halindeydi. İğrenç bir histi. İnsanın kusası gelir (üzerinize afiyet) ama kusamaz ya. Daha kötüsü. Kapıyı kapar kapamaz aradım. Detayları anlattı. Doğuracağını ama benden maddi olarak beklentisi olmadığını söyledi. Sadece çocuğuna babasını tanıtmak istediğini, seyrek de olsa beni görmesini istediğini söyledi. Her şeyin planlandığı belliydi.

Tabii içe ister istemez bir şüphe düşüyor. Ama daha ben hiçbir imada bulunmadan doğum ertesinde babalık testi yapılacağını söyledi. Şaşırdım duyunca, bu kadar detaylı düşünmesi, çocuğa bir planmış gibi bakması çok garibime gitti. Sonradan o günkü konuşmadaki tüm bu planlı halin sebebini öğrendim tabii. Ama bu, dediğim üzere, gizlilik arz eden bambaşka bir hikayenin konusu.

O günden sonra Sara’yla düzenli aralıklarla konuştuk ve internetten yazıştık. Ama hamilelik döneminde de ve sonrasında da pek kişisel mevzulara girmedik. O fasıl Folkestone’da kapanmıştı. Hala sadece Arwen hakkında konuşuruz.

Evet, bir kızımız oldu sonunda. İkimiz de Tolkien hayranı olduğumuzdan Arwen adını uygun gördük. İsim haricinde Arwen üzerinde pek fazla söz hakkım olmadı. Zaten yasal olarak hiç yoktu. Doğum sonrası Arwen’in babası olarak ismim belgelere geçti ama tüm yasal haklarımı koşulsuz olarak Sara’ya devrettim. Doğrusu da buydu zaten. Ama istemeseydim bile öyle olacaktı. Neyse, bu konu da o başka hikayenin konusu.

Arwen şu an 6 yaşında. 1. sınıfa yeni başladı. Yılda iki kere mutlaka görüyorum. Ama bunu ne ailem ne arkadaşlarım biliyor. Ayda 1-2 kere de konuşuruz web üzerinden. Önemli bir şey olursa da Sara mutlaka haber veriyor, zorunda olmasa bile. Arwen’in babasının olması, onun çok önem verdiği bir konu olduğunun farkındayım. O yüzden elimden geldiğince bu sorumluğumu layığıyla yerine getirmeye çalışıyorum. Bunu görmek bile ona yetiyor.

Bu hikayeyi yazmadan ona da danıştım. Yazmam gerektiğini o da biliyordu. Sonuçta evlenecek birinin, hayatındaki her şeyi eşiyle paylaşması gerekir. İşte bu hikaye o yüzden yazıldı, müstakbel eşime okutmak için. Evlenme teklifinden sonraki gün (ilk teklifte ciddi olaylardan bahsetmeyi yakışıksız buldum) bu hikayeyi bir mektup halinde nişanlımın eline verdim. Sadece okumasını ve bitince birkaç dakika düşünmesini rica ettim. Sanırım bunun sebebi, bu anı çok düşünmeme karşı nasıl karşılayacağını asla kestiremememdi. Ama çok geçmeden yanıma gelip elimi tutup kulağıma bir şeyler fısıldadı. Bu da bambaşka bir hikayenin konusudur.

Şimdi de siz, sevgili okuyucularıma yazıyorum bu hikayeyi. Boş bir anınızda keyifle okumanızı umarak. Yalnız sizden karşılığında bir şey isteyeceğim: Soru sormamanızı. Bu hikaye, hala daha bir masaldır benim için, gerçek hayata ufak etkileri olmasına karşın. O yüzden paylaştığımız sırrımız olsun, bir blogta yayınlansa da.

Not: Hikayedeki isimler, başkalarının özel hayatını da etkileyebileceği düşünülerek tarafımdan değiştirilmiştir.