16 Ağustos 2008 Cumartesi

You Don't Mess with the Zohan

Canım gülmek istiyordu. Judd Apatow faktörünü de hesaba kattım ve bu sulu Adam Sandler komedisini izledim. Ben çok güldüm ve eğlendim. O yönden film bana istediğimi verdi.

İsrail-Filistin çatışmasına yönelik bilindik söylemler farklı açılardan söyleyen ve bununla gerçekten komik olabilen bir yapım. Adam Sandler işi iyi biliyor, farklı komediler yapıyor ve eğlendiriyor. Bir de Emmanuelle Chriqui faktörü vardı filmi beğendiren. Çok güzeldi. İlginç cameolar da cabası. Valla gülmek için birebir. Yalnız Chriqui harbi çok güzel.

Oyuncular: Adam Sandler, Emmanuelle Chriqui, John Turturro, Lainie Kazan, Alec Mapa, Rob Schneider, Ido Mosseri – Görüntü Yönetmeni: Michael Barrett – Müzik: Rupert Gregson-Williams – Senaryo: Adam Sandler, Robert Smigel, Judd Apatow – Yönetmen: Dennis Dugan

*** G.T.: 15 Ağustos Y.T.: 16 Ağustos

The Dark Knight

Sonunda gittim, gördüm, beğendim. Sen neymişsin be abi? Tüm rekorları alt üst etmesini geçtim, IMDb'ye 1. sıradan girmesi uzun nidalara sebep oldu. Üstelik film gerçekten güzel!

The Dark Knight şimdiden sinema tarihindeki yerini aldı. Hem de birkaç sebeple! Öncelikle film, en iyi süper kahraman filmi olmaya en yakın aday. Senaryosuyla, karakterlerini ele alış biçimiyle, sürprizleriyle, kadrosuyla, performanslarıyla ve belki de en önemlisi alt metinleriyle daha önce hiçbir süper kahraman filminin yapamadığını başarıyla yerine getiriyor. Sonra, Ocak 2008'de kaybedilen yıldız Heath Ledger'ın son büyük performansını barındırıyor. Daha da enteresanı selefini geçen nadide devam filmlerinden biri oluyor. Nice yıl sonra Titanic'i geçme ihtimali olan bir gişe başarısı gösteriyor. Öyle ki Birleşik Devletler'de gece 3 ve 6 seansları konuyor, yani salonlar 24 saat çalışıyor.

Tim Burton filmi izleyince ne düşünmüştür acaba? Burton'ın Batman filmlerinin kalitesi tartışılmaz elbet, lakin Burton karakterleri çizgi romandaki gibi çizmişti. Yapıyı tamamen 40'lardaki ve 50'lerdeki çizgi romanlarının üzerine kurmuştu. Nolan ise 80'lerdeki Alan Moore'un grafik çalışmalarına yaslanıyor. Çok daha gerçekçi, nefes alan karakterler bunlar. Asite düşmüş bir Joker yok artık, yüzüne gülümseyen palyaço makyajı yapan bir Joker var. Üstelik bu Joker para babası değil, tek amacı anarşi olan bir kaçık. Keza İki Yüz'ün dönüşüm süreci karakter gelişimi kitaplarına geçecek cinsten. Psikolojik ve fiziksel altyapı takdire şayan. Yine Bruce Wayne'nin iç çatışmaları ve bunun olaylara yansıması çok doğal. Hiç yadırganmıyor.

Filmin eksileri bulunmaya çalışılıyor. Elbet var. Mesela benim çok garibime giden şekilde Maggie Gyllenhaal, Katie Holmes'un yerini dolduramıyor. Galiba bu role hafiflik daha fazla yakışıyor. Sonracığıma Michael Caine ve Morgan Freeman'ın rol süreleri az bulunmuş olabilir. Lakin Nolan zekasını yine konuşturarak bu az sürelerde bu ustalara öyle görevler yüklüyor ki vazgeçilmez karakterler olduklarını kanıtlıyorlar.

Benim en beğendiğim öğelerden biri de yan öykülerin filmi harika yedirilmiş olmaları. Batman'in gerçek kimliğini anlayan mühendis, Gordon'un ailesi ve feribotlardaki insanlık dersleri öyle güzel birleşiyor ki filmle, hayran olmamak elde değil. Ayrıca kadronun oluşturulmasındaki incelik gönlümü fethetti. Anthony Michael Hall bile var.

Filmi daha çok konuşacağız. Daha bunun DVD'si, ödül sezonu, vs. var.

Oyuncular: Christian Bale, Heath Ledger, Maggie Gyllenhaal, Aaron Eckhart, Michael Caine, Gary Oldman, Morgan Freeman, Monique Curnen, Nestor Carbonell, Eric Roberts, Anthony Michael Hall – Görüntü Yönetmeni: Wally Pfister – Müzik: James Newton Howard, Hans Zimmer – Senaryo: Jonathan Nolan, Christopher Nolan (Christopher Nolan ile David S. Goyer'in hikayesi ve Bob Kane'nin karakterlerinden) – Yönetmen: Christopher Nolan

****1/2 G.T.: 25 Temmuz Y.T.: 16 Ağustos

14 Ağustos 2008 Perşembe

Birbirinden Çok Farklı 2 Kuzen Film

Birkaç sene önce bir arkadaşım anlatmıştı. Yıllar önce, sanırım 70’lerde, Emre Kongar Ankara’da bir sahafa gidiyor. Sahaf sahibi Kongar’a Ortaçağ’dan kalma bazı kitaplara sahip olduğunu söyleyip öneriyor. Kongar kitapları herhalde değersiz buluyor ki almıyor. Sonra aynı sahafa Orhan Pamuk ile Umberto Eco geliyor. Daha ikisi de ünlü değil, sıradan insanlar. Bu ikili bahsi geçen kitapları kapışıyor. Aradan 1-2 yıl geçiyor ve 2 kitap edebiyat dünyasını sarsıyor. Eco Der Name Der Rose/Gülün Adı’nı çıkarıyor, Pamuk ise Kara Kitap’ı yazıyor. Anladınız herhalde, bu iki önemli kitap sahaftan aldıkları kitaplardan derleme. Kongar durumu çakınca hemen sahafa koşuyor, geride kalan birkaç kitabı satın alıyor. Sonra Kongar da bir kitap derliyor onlardan (kitabın adını unuttum, demek ki pek ses getirmemiş.). Kitabının önsözünde de yukarıdaki olayı anlatıyor.

Bu hikayeyi neden yazdığıma gelince, geçen hafta SİYAD’ın 40. Yıl Derlemesi’nde Gizli Yüz’ün eleştirisini okuyordum. Filmin Kara Kitap uyarlaması olduğunu öğrendim. Tabii direkt yukarıdaki hikayeyi hatırladım. Sonra da filmden kareler gözümün önüne geldi. Gizli Yüz Türk Sineması’nda türünün nadide örneklerinden. Filmi Orhan Pamuk’un kendi senaryosundan Ömer Kavur uyarladı. Film tümüyle fantastik bir hikaye anlatıyor ama zamanın Türkiye’sinde (1992) geçen.

Gizli Yüz tamamen mitolojiye sırtını yaslayan, isim içermeyen absürd bir film. Film 1992'de geçse de daha çok bir orta çağ havası hakim. Bu havayı tek bozan videonun filmdeki yeri. Saat kuleli kasaba, saate aşık olan insanlar, babanın ölünce ortaya çıkan hazinesi gibi öğeler bulunduruyor ki bu öğeler bir Türk filminden daha çok Bunuel ve ya Lynch'e yakın. Aynı eskiden anlatılan kocakarı masallarını da andırıyor. Ömer Kavur tıpkı Anayurt Oteli'nde yaptığı gibi bizim sinemamızda hiç eşelenmemiş bakir bir el atıyor. Üstelik mitolojinin ana vatanı olan toprakların üzerinde bir ilki gerçekleştiriyor. Sonunu hala çözemesem de derin analizlere layık bir film.

Keza Gülün Adı'na baktığınızda mekan olarak da Orta Çağ'da geçen bir hikaye görüyoruz. Bu sefer hikaye sembolizme gerek duymadan direkt anlatıyor derdini lakin anlatırken de çeşitli alt metinlerden güç alıyor. Film, Orta Çağ'ın bağnazlığı içinde bilimi vurgularken bunu öylesine değil, gayet planlı bir stratejiyle yapıyor. Tabii ki Sean Connery, F. Murray Abraham ve Christian Slater'li kadrosuyla Gizli Yüz'den katbekat popüler ama öz olarak popülerleşmenin getirdiği eksileri var.

Son kertede, birbirinden çok farklı gözüken bu iki filmin kardeş çocukları olduğunu bilmek çok ilginç geldi bana.

Öylesine Notlar - 2

  • Olimpiyatlar tam gaz devam ediyor. Çok sporla alakadar olmayan insanlar bile merakla Pekin’i takip ediyor. Mesela ben. Çok takip ettiğim söylenemez ama zaman buldukça olimpiyatlara bakıyorum. Şu an yüzme yarışları devam ediyor hatta, ben cümleyi yazarken de 200m serbestte dünya rekoru geldi. Rekor izlemek heyecan verici bir olay. Tarihi bir anı canlı izliyorsunuz.
  • Yüzmeyi izlemek çok zevkli. Değişik stiller ve mesafelerdeki yarışlar yarışlara devinim kazandırıyor. Bu olimpiyatlarda yüzme daha da heyecanlı çünkü devamlı yeni rekorlar geliyor. Mesela dün yapılan 400m karışık erkekleri yeni izledim. Efsane bir yarıştı. Tam 6 takım (zaten geriye 2 takım kalıyor) eski dünya rekorunu geçti. Yeni rekor da 50 saniye geriledi.
  • Olimpiyatların bir amacı var en önemlisi: Dünya barışı. Hatta Pekin buna daha da vurgu yaparak ana cümlesini açılış töreninde öne çıkardı: “One World, One Dream” yani “Bir Dünya, Bir Rüya” Benim en büyük hayalimdir tek çatı altında toplanan dünya fakat giderek ütopya haline dönüşüyor. Olimpiyat açılışından sadece 24 saat önce yeni bir savaş başladı: Gürcistan-Rusya Savaşı. Hoş, zaten hali hazırda birkaç savaş devam etmekte lakin barışı vurgulayan bir organizasyonun hemen yanında bir 1. dünya devletinin savaşa girmesi çok manidar. Benim asıl merak ettiğim bir müsabakada karşı karşıya gelebilecek Rus ve Gürcü sporcuların haleti ruhiyeleri.
  • Olimpiyat her zaman olduğu gibi teknoloji demek aynı zamanda. Yüzmedeki rekorların bir sebebi de tekstildeki son 10 yılda yaşanan akıl almaz gelişme. Ama televizyonculuk da olimpiyatlarla gelişiyor. HD yani yüksek çözünürlük teknolojisi ilk defa olimpiyatlarda. Gazetelerde tam sayfa reklamlar bunun müjdesini veriyor. Eurosport harika bir kaliteyle olimpiyatları veriyor. TRT de beni şaşırtarak apar topar HD’ye geçti. Yalnız TRT her zamanki gibi çok yavan yayın yapıyor. Digitürk ve D-Smart sahipleri bu konuda çok avantajlı.
  • Geçenlerde TRT 3 ile Eurosport arasında mekik dokurken Eurosport 2'de spor denemeyecek bir şey ile karşılaştım. Adına Viking denilen Japon icadı bir müsabaka. Hani çocuk programlarında zamana karşı parkur yarışmaları olurdu ya. İşte Japonlar bunu büyüklere uyarlamış. Üstelik saygın bir spor kanalı da bunu yayınlıyor. Pes doğrusu.
  • Bilmeyenler vardır belki Banvit'in açılımı Bandırma Vitaminli Yem Sanayi'dir.
  • Dün yine Kanyon'daydım. Artık onun da kemikleşmiş bir kitlesi var artık. Yaz-kış aynı dolulukta. Doygunluk sınırına ulaşmış.
  • Tayyip Erdoğan acaba Saakaşvili'nin düştüğü durumdan ders almış mıdır? Hiç zannetmiyorum.

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Öylesine Notlar

  • Kuşadası’nda evden çıktık, Davutlar tarafına gidiyoruz. Long Beach’in girişinde tipik Ege pazarı kurulmuş. Pazarın girişine kemer yapmışlar, üstünde de yazı ‘Sosyete Pazarı’. Burası normal. Yanında bir kemer daha var, üstünde de ‘Society Bazaar’ yazıyor. Hoppa, orada dur bakalım. Yazıyı bariz İngilizcesi kıt biri çevirmiş. Çünkü ‘sosyete’ Türkçe’de belli bir kesimi ifade ediyor ama ‘society’ İngilizce’de ‘topluluk’ demek. Böyle bakınca komik tabii. Peki ne olmalıydı derseniz cevap ‘High Society Bazaar’ olur.
  • Dün ilk defa özel bir plaja, yani beach’e gittim, efem. Tabii Kuşadası’nda olduğundan pek kalabalık değil ve ünlü de yok. Kadınlar Denizi bitimindeki Miracle Beach Club’taydım. İlk falso çok merdiveni olması, bir arkadaşımın dediği gibi asansör lazım. Ortam ferah, şezlonglar, minderler her yerde. Sıkıldın, bahçe masaları var, bar kenarı sandalyeler var. Yayıl yayılabildiğin kadar. Tabii Kadınlar Denizi olduğundan deniz harika. Giriş 15 kafa, bir yerli içki dahil. Biraz yattım, sıcak geldi. Gölgeye kaçtım, kitap okudum, pek keyif vermedi. Ipod’a el attım, yok, hiç dinlenmiyor. Son seste bile DJ’in müziği kulaklarında. Bası öyle coşturmuşlar ki kabinin altında tuvaletler var, bangır bangır titriyor. Tek çözüm muhabbet. Allah’tan mahalleden birkaç elemana rastladım da vakit geçti. Arkadaşlarınla gideceksin, muhabbet, tavla, bira, deniz gidecek. Öbür türlü çekilmez. Ayrıca duşları kötüydü mekanın.
  • Tatil başka bir şey harbiden. Kafamda bir sürü derdim var ama hiç aklıma gelmiyor. Bazen geliyor, direk dümen kırıyorum. Hele yüzerken kafamda bir hayal gidiyorum balıklama. Hakkaten çok garip.
  • Kuşadası çok acayip olmuş. Dönmelere benziyor. Hiçbir şeye benzemiyor ama bir şey. Her taraf ev, insan ama baktığında boş geliyor. Çok dağınık desem Bodrum daha dağınık. Başka bir faktör var ama çözemiyorum. Yine de denizi harika. Kafa dinlemek için de süper. Bakın, ne zamandır yazamıyordum, neler yazıldı.
  • Bugün Pekin 2008 açıldı. Tören enfesti. Zhang Zyi döktürmüş. Adamlarda binlerce yıllık kültür de var, dopdolu bir tören hazırlamışlar.
  • Yine olimpiyat töreninde enfes bir havai fişek şov vardı. “İşte budur!” dedirtti. Hele Türkiye’de havai fişek o kadar ayağa indi ki ben bıktım. Önüne gelen atıyor, yok doğumgünü, yok düğün, yok bilmemne. Oysa belli günlerde adam gibi atılsa hem cazibesi hem de manası artar. İşin kötüsü her yer adam gibi de atamıyor, piç oluyor güzelim fişekler. Çok yanlış.
  • Çarşamba harika bir deniz vardı Kadınlar Denizi’nde. Bir güzel yüzdüm, tam çıkarken ayağıma bir şey çarptı ve anında acımaya başladı. Eve gittim, babama baktırdım, “Çizilmiş, abartma!” dedi. Ama acı artmaya başladı. Giyinip oturdum öylesine. Komşumuz halimi görünce, ne olduğunu sordu. Anlatınca Çarpan Balığı’na çarptığımı söyledi. Bir leğene sıcak su koyup, üzerine de tendir diyot damlatıp ayağımı sokmamı söyledi. Gerçekten acımı azalttı bu işlem, babam da durumu abartmadığımı anladı. Acı 2-3 güne geçti. Bu arada bu balık sadece düzgün denizlerde olurmuş, dikkat!

8 Ağustos 2008 Cuma

Sistem

Yaklaşık bir yıldır aklıma takılan bir kavram var: Sistem. Çok garip yerlerde karşıma çıkıyor. Şimdi makineci olduğumdan yanlış anlaşılabilir, terim olarak ‘sistem’den bahsetmiyorum. Terim halini de sevmem ya o ayrı mesele.
İlk önce kim bu adı koydu bilemeyeceğim. Yalnız tahminim 19. yüzyılın 2. yarısına denk düştüğü. Çünkü Sanayi Devrimi’ni takriben oluşan işçi sınıfı tarihte var oluşlarına ilk belirtiyi bu devirde göstermişlerdir. Ünlü 1845 İhtilali’ni bu sürecin ilk ayaklarından biridir hatta. Neyse, burada tarih dersi vermiyorum, ‘sistem’ kavramı üzerinde birtakım saptamalarda bulunmaya çalışıyorum. (Yoksa konunun ehli filan olduğumu iddia etmiyorum, sadece aklımdakini sizlerle paylaşıyorum.)
Doğal olarak insanlar ‘sistem’ denilen oluşumu ta o zamanlar gözlemlemişler. Marx ile Engels amcalarım da boşuna çizirttirmemişler. Sonra sessiz sinema döneminin ilahlarından Chaplin amcam popüler işlerinden sıkılmış, Modern Times diye bir film çekmiş. Ondan önce saptamalarda bulunan varsa da ben bilmiyorum, hoş görün. Şimdi Chaplin amcam daha ilk planda ‘sistem’e teşbihte bulunmuş: Bir çobanın arkasından giden koyun sürüsü. Sonraki plansa fabrikaya giren işçiler. Uzatmayalım, Chaplin enfes bir kapitalizm tarifi yapar filmin ilk 30 dakikasında. Makineler arasında kaybolan işçi deyimini gerçeğe çevirir. Aynı dönemde Lang amcamım çektiği Metropolis de var tabii. Bu film, tamamen ‘sistem’i anlatır hatta. Gelecekteki dünyada kurulan sistemi ve onu nasıl işlediğini oldukça abartılı tasvirlerle açıklar. Mesela filmde zenginler gökdelenlerin tepesinde yaşarlarken işçiler yer altı mağaralarında yaşamaktadır. İzlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Tabii ki sonraları daha birçok yazar, yönetmen, vs. konuyu ele aldı. Ama iki yönetmenden bahsederek saptamalarıma başlayacağım.
İlki aslında sevgi-nefret çizgisinde devamlı çizilen bir sinüs eğrisinin aramızdaki ilişkiyi çok güzel anlattığı bir ademoğlu: Michael Haneke. Adamın öyle planları var ki intihar edesin geliyor: Uzun, sade, müziksiz, sabit. Cache’de neredeyse kendimi paralıyordum. Adam 10 dakikalık iki planla filmi açıyor ve kapıyor. Kamera sabit şekilde 10 dakika bakıyorsun ve ihtiyacın olan 10 saniyede bitiyor ama o 10 saniyeyi sen buluyorsun. Tabii işin latifesini bir kenara bırakırsak iki planın da derin manaları var ve film de 2005’in en iyilerinden. Ama adam ‘sistem’e kafayı takmış durumda. Her filmde mutlaka bir yerinden sorguluyor ve bunu gayet usturuplu yapıyor. Aslında ilk filmi, Der Siebente Kontinent, tamamen buna adanmış. ‘Sistem’i ilk önce analiz ediyor, sonra da onun nasıl yok edileceğini gösteriyor.
Filmin kahramanları normal bir çekirdek aile: Anne, baba ve kız. Her sabah belli bir vakitte kalkan aile, kahvaltıyı birlikte yapıyor. Kız mısır gevreği yerken, evebyenleri portakal suyu içiyor. Sonra hep birlikte arabaya biniyorlar, önce kızı okula bırakıyorlar. Ardından anne bırakılıyor, oradan da baba işine gidiyor. Akşam ise herkes evine kendi görevlerini yaparak dönüyor. Mesela anne süpermarkete uğrayıp ihtiyaçları alıyor. Yine birlikte yapılan ve sessizce yenen akşam yemeği sonrası herkes odasına çekiliyor.
‘Sistem’in böylece analizi yapılınca ortaya durumu aykırı şeyler çıkıyor: Dayının konuk olduğu bir akşam yemeğinde ağlaması diğerine garip geliyor. Babanın iş yerinde müdürün emekli olduktan sonra, diğer çalışanlar tarafından gördüğü davranışlar babayı şok ediyor. Kız ise okulda kör numarası yapınca annesi tarafından cezaya çarptırılıyor. Bu üç örnek de ‘sistem’e aykırı olaylar. Ağlamak zayıflığın işareti, işi görülen bireyin çöp gibi fırlatılması doğal ve normal bir birey sıra dışı bir davranışta bulunmamalıdır.
Bunlarla birlikte içinde bulundukları açmazı gören aile, ‘sistem’den çıkmak istiyor ve tek bir yol bulabiliyorlar: İntihar. İşlerinden çıkan anne-baba kızı da okuldan alıyor ve doğruca bir yapı markete gidiyorlar. Gerekli malzemeleri aldıktan sonra son bir akşam yemeği yeniyor ve evin imhasına geçiliyor. Her şey paramparça ediliyor, paralar klozete atılıyor, parkeler sökülüyor. Bu imhada iki olay durumu daha da dramatikleştiriyor: Akvaryumun parçalanması sahnesinde yerde can çekişen balıklar tüm filmin özetini oluşturuyor. Oluşan gürültü sonucunda polisten şikayet telefonu (şikayetin telefonla gelmesi bile manidar) sonrasında baba, ahizeyi açık bırakıyor. Bu sefer de telefon şirketi kapıya dayanıyor, ahizeyi açık bırakmanın kurallara aykırı olduğunu söylüyor! Yani ‘sistem’le ilişkini kesmen bile ‘sistem’de yasak! Tüm bu olaylar sonrasında intihar eden aile, arkasında sadece intihar notu bırakıyor. Durumdan günler sonra (!) haberdar olan polis ve yakınlar, ısrarla notu görmemezlikten geliyorlar ve olay cinayet olarak dosyalanıyor.
Haneke’nin ünlü Funny Games’i ise ‘sistem’deki şiddeti sorgular. Yazlık evlerine giden anne-baba-oğul üçlüsü onlar gibi görünen iki gencin saldırısına uğrar. Bu saldırı olağan değildir, ikili eve zorla girmez, uyguladıkları şiddetse yavaşça artar ve ailenin yapacağı en ufak şey yoktur. Çünkü kendi tuzaklarına düşüyorlar; evin çevresi duvarlarla çevrili, ana kapı otomatik açılıp kapanıyor, çıksalar bile ortalık ıssız (çünkü halk tarafından rahatsız edilmek istenmezler!). Filmin en akılda kalıcı sahnesi ise gençlerden birinin kameraya dönüp “Sizce filmin sonunda kim ölecek? Onlar mı, biz mi?” demesi.
Aklıma daha nice film geliyor ama hepsini teker teker anlatmak çok zor. Mesela kült ötesi kısa film La Balloon Rouge. Kırmızı bir balonun peşinden koşan çocukların tek amacı var film boyunca, balonu patlatabilmek. Farklı olana, ‘sistem’e uymayan öğeye yapılan harika bir teşbih.
Gelelim ikinci yönetmene, yani Türk Sineması’nın en iyilerinden olan Ömer Kavur’a. Bu ülkede psikolojik analizi eline yüzüne bulaştırmadan yapabilen belki de tek kişi. Ustanın en iyisi ise kesinlikle Anayurt Oteli’dir. Filmin ana karakteri Zebercet tipik Anadolu insanının ‘sistem’deki yerini o kadar güzel betimler ki şaşar kalırsınız. Filmden çıkınca arkadaşım bana “Ben Zebercet’e benzemekten çok korkuyorum.” demişti ve ben hala daha korkuyorum.
İsimsiz bir Anadolu kasabasında otel işleten Zebercet, tek hayatı otel olan bir insan. Her sabah onu açan, yardımcısına temizleten, idari işlerini yapan, müşterilerle ilgilenen ve her gece onu kapayan tek kişi. Her şey bir rutin içinde. En sonunda genç yaşta kaybettiği annesine benzeyen bir müşterisine aşık olan ve onun gitmesiyle onun hayalini kuran Zebercet, böylece içindeki nice birikmiş derdi açığa vurmaya başlıyor. Deliliğe giden bu yolda geçtiği aşamalarsa tüyler üpertici. Anadolu insanın içinde yaşadığı hayata yapılan bu enfes analiz, ‘sistem’in sadece büyük şehirlerde, batı toplumunda olmadığını kanıtı da aynı zamanda.
Makine mühendisi olmakla artık ben de bu sistemin bir elemanıyım. Bundan sonraki tek amacım ‘sistem’e hizmet etmek olacak. Onun koyduğu kurallara uyup, onunla üzüleceğim, onunla sevineceğim. Büyük bir makinenin işlenmiş yepyeni bir dişlisi olan ben, sabırsızlıkla eski bir dişli ile yer değiştirmeyi bekliyorum. Şaka değil gerçek!

3 Ağustos 2008 Pazar

İTÜ Makine Anıları No:3

Otomotiv kolu

İTÜ Makine’de son sınıfta herkes kol seçimi yapar. 5 kol bulunur: Otomotiv, sistem, tesisat, enerji, konstrüksiyon. En popüleri otomotivdir çünkü en kolayı odur, bu yüzden belli bir ortalama isteyen tek koldur. Tesisat kolay olsa da proje ödevleri zordur. Lakin tesisat sektöründe iş bulmak daha kolaydır. Sistem en zorudur ama geleceğin makine koludur. Otomatikleşen dünyada sistemci ihtiyacı her geçen gün daha da artmaktadır. Enerji ve konstrüksiyon kolları hakkında pek bilgim yok açıkçası.

Otomotivde çok rahattım. Nerdeyse hiç ders dinlemedim, defter kullanmadım. Sadece ilk dönem 2 kitap aldım. İkinci dönem gerekli kitapları hoca sitesine koyuyordu, indirmemiz için. Zaten ders notları da siteden indiriliyordu. Sınavdan önce 2-3 gün çalışmak yetiyordu. Dersler yarı ezber yarı sayısaldı ve kolaylıkla anlaşılıyordu.

Tek seçmeli dersimi tesisattan aldım, Yangın Güvenliği. Hocası Türkiye’de yangın konusundaki tek isimdi. Yangın güvenliği kanununu yazan ve çıkartan kişidir ve yanılmıyorsam hala İstanbul İtfaiyesi’nin başında. Hatta şöyle bir anısını nakletmişti: 89’da Japonya’da bir kongredeyken CNN hocayla röportaj yapar ve sorar, İstanbul’da olası bir deprem durumunda yangın planınız nasıl. Hoca gayet açık olarak, yangın ihtimali bulunmadığını çünkü tüm binaların yıkılacağını belirtir. Derse gelirsek eğlenceli olduğunu belirtmem lazım.

Proje Tasarım

Dersin amacı öğrenciyi bitirme projesine hazırlamaktır lakin bence buna pek gerek yoktur. Yine de sektöre girecekler için yararlı bilgiler anlatılır. Dersin esas bombası 2. vizedir. Bu vize ilk 6 yarıyılda öğretilen derslerden sorulan bir testtir. İşte bu testte ben hiçbir şey bilmediğimi anladım çünkü 70 sorudan sadece birini %100 emin olarak cevapladım. Bu açıdan yola çıkılarak mühendislik mezunlarının ne kadar mühendis olduğu irdelenebilir. Boş ver.

EPGİK

EPGİK adının manası benim için bambaşka. İTÜ Makine’yi gün geçer unutabilirim ama EPGİK’i kolay kolay unutacağımı zannetmiyorum. Öncelikle bilmeyenlere özet geçeyim: EPGİK’in açılımı Endüstriyel Proje Geliştirme ve İşbirliği Kulübü’dür. Kulübün amacı adında saklı, makine öğrencisiyle sanayiyi daha okuldayken buluşturmak. Bunun için teknik projeler hazırlanır, stajlar ayarlanır, kariyer fuarı yapılır. Bunun dışında asosyal olan genel makine öğrencisi sosyalleştirilir. Bu alanda da dergi çıkar, ödül töreni düzenlenir, partiler, özel organizasyonlar yapılır.

Ben EPGİK ile topal dönemimde tanıştım. O zamanlar zaten az makineci tanırdım, Burak ile Uğur bana kulübü anlatılardı. Ama ben asıl Sinema Kulübü’nde aktif olduğumdan ve Gölet’te kaldığımdan toplantılara katılmak zor gelirdi ve üye olmadım. 2. sınıfta ne zaman Ortabahçe (dergi) çıktı, ben EPGİK’e adım attım. 2. sayıdan itibaren dergide yer aldım ve Uğur beni cebren üye yaptı. 3. sınıfta ben Sinema Kulübü’nden bayınca, makinede daha fazla zaman geçirince ve kulüp daha fazla hoşuma gidince ben daha fazla girer çıkar oldum.

Şimdi EPGİK tam bir arkadaşlık tayfasıdır. Giren bağlanır, bir daha çıkamaz, yediği içtiği hep bir olur. Öyle ki EPGİK’e üye olmayan makineciler sana garip gelmeye başlar. Ben hiçbir zaman o pozisyona girmedim. Bu iyi mi, kötü mü bilemeyeceğim. Bundaki esas faktör benim makineyi hiç tam manasıyla sevmememdi ve başka kulüplerle bağlantım hep devam ettiğimden tamamen EPGİK’e bağlanamamamdı. Biraz da bu kadar bağlılık bana garip gelirdi. Tabii ki 3-5 arkadaşın olur, her şeyini paylaşırsın, normaldir. Ama kişisel olarak 20 kişinin paso birlikte takılması bana garip geliyor, sizi bilemem.

Asıl anlatmak istediğim şu ki bu arkadaşlığın giderek tipik Türk sol kesimi arkadaşlığına meyletmesi. Bunu politik anlamda değil (asla bunu demem, diyemem), yapı olarak benzetirim. Şöyle ki kulübe girenler bir süre sonra kulüpten başka şey düşünemiyorlar ve hep bir arada takılıyorlar (buraya kadar doğal) ama bu gruba girmeyenleri bir bakıma dışlıyorlar ve bir EPGİK idealizmi oluşur.

Mizah’ı (makinenin diğer kulübü, sosyal organizasyonlar düzenler) çeşitli nedenlerle hiç sevmemişimdir ama EPGİK hep Mizah’ı abartılı olarak ezmiştir, hep kin tutmuştur. Aynı şekilde makinede tek tabanca olmak ister hep, tıpkı Baykal’ın hep tek tabanca olması gibi. Hiçbir zaman EPGİK dışı bir aktiviteye olumlu yaklaşıldığını görmedim. Oysa ki nihayetinde EPGİK de bir öğrenci kulübüdür. Mesela KSB (İTÜ’de kulüplerin bağlı olduğu, hiç sevmediğim birim) EPGİK’i bir yıl önce kapatmıştır. Kapatma şekli kötüdür ama nedeni gayet açık ve mantıklıdır. Ben son bir yıldır kulüpte kimsenin kapatma nedeni hakkında konuştuğunu görmedim ve bu neden hakkında kimse de özeleştiri yapmadı. Ben bile olayı diğer kulüplerden duydum ve KSB’nin bir toplantıda delillerle olayı anlattığını biliyorum. Kulüpte herkes hala KSB’nin EPGİK’i çekemediğini düşünüyor çünkü kimse konuşmuyor. (KSB kulübü hayatta açmaz bence ve dekan değiştiği anda EPGİK gayriresmi olarak da kapanır.)

Neyse, EPGİK her şeye rağmen beni makineye bağlayan nadide unsurlardandır. İçinde çok sevdiğim insanlar vardır (Sıvat hariç) ve sağ olsunlar kulüp de beni her zaman saymış ve sevmiştir.

Ortabahçe

EPGİK nasıl makinedeki canımsa, Ortabahçe İTÜ’deki canımdır, gurur kaynağımdır. Dergide galiba 11 sayıda yazdım, 2’sinde editörlük yaptım. Dergi zaman içinde çok gelişmiştir.

Öncelikle bizim amacımız dergiyi İstanbul’da bilinen ve okunan bir dergi yapmaktı ama yapamadık. Yapılmaz mı ilerde, çok olası ama çok önemli unsurları halletmesi gerek. Ortabahçe bir EPGİK markasıdır ve EPGİK her zaman Ortabahçe’yi kontrol etmiştir ki çok doğaldır. Ama çeşitli unsurlarda tökezlenmiştir. Bir kere derginin yayın politikası hiç belirlenemedi. Kah sadece sanat dergisi olduk kah teknik-sanat kah da ucube bir dergi. Bu yüzden yazılara hiç değer verilmedi. İlk sayılardaki copy/paste mantığı terk edildi ama bu sefer de kim ne yazmışsa konuldu. Bütünlük, okunabilirlik, uygunluk hak getire. Tek amaç vardı göze hitap. Aman tasarım iyi olsun, güzel görünsün, vs. düşünceleri dergiyi bence mahvetti. İçerik dolmadan makyaj yapıldı. Hal böyle olunca, dergiyi alan insan bir bakıp dergiyi çöpe attı. Çarpıcı bir örnek vereyim: Çok güzel ama içi boş bir kız sizin elinize düştü, naparsınız? Valla ben tek geceden sonradan şutlarım ama sizi bilmem. Ortabahçe resmen bu pozisyondaydı.

Geçen yıl beni ve Şero’yu editör yaptılar. Yazıları aldık, ağlaya ağlaya editledik (Türkçe bilmeyenler yazı yazıyordu, öylesi). Aradan bir ay geçti, prototipi gördüm ve şok! Benim 10 saatlik emeğim çöpe gitmiş, editlenmemiş halde tasarım yapılmış, üstelik tasarımcılar bana ve Şero’ya kaymış. Valla ben bir işi şerefimle yaparım, yapamayacağımı da yapmam. Okuyan adam yanlış bir kelime görse kime kızar, editöre ama editör olarak işi yaptığım halde yapmamış gözüküyorsam, çok affedersiniz ben o işi hiç yapmam. Ben editörlüğü bıraktım, arkadan sövenler olmuştur, umurumda değil.

Bunu niye anlattım sizce? Dergide işleyiş böyleydi. Siz ne yaparsanız yapın, yazınızı bir şekilde ele geçirenler mahvedebilirdi ve olay size patlardı. Sonra anlık başarılarda (ki bence başarısızlıklardı) pohpohlanmalar, “En büyük …, bizim …!” demeler vs.

Şu ana kadar hiçbir zaman okuyucudan bir eleştiri almadım. Mayıs ayında arkadaşlarla Sinema Kulübü’nın olası yayınını tartışırken biri Bilimkurgu Kulübü’nin 2 yıl önceki fanzininden bahsetti ve hala tadının damağında olduğunu söyledi. Ben Ortabahçe için hiç böyle bir anı duymadım. Çünkü hep unutulurdu. Oysa ki fanzin fotokopiden ibarettir, tasarım yoktur, yazıdan oluşur sadece.

Ortabahçe önce içeriğini doldurması gerek. Kulüp içinde bunu yapması çok zor. Bunun için Maslak’a gidip, yazar aramalıdır, yazılarını seçmelidir, bir vizyon belirleyip ona uygun yazı türlerini seçmelidir. Gerekirse baskı kalitesini düşürüp sayfasını artırmalı, okunabilirliğini artırmalıdır. İşte o zaman başarı olur, reklamlar da kendi kendine gelir. Çünkü kimse okunmayan yayına reklam vermez. Ortabahçe’nin daha çok yolu var.

Tüm bu yazdıklarımdan sonra şöyle bir kanı oluşabilir: Hem kulübü ve dergiyi seviyorsun hem de acımasızca eleştiriyorsun. Doğrudur ama ben böyle yetiştirildim. Sevdiğim şeylerin hep daha iyi olmasıdır, benim için önemli olan. Eleştireceğiz ki ileride de görebilelim, çökmesin sevdiğim insan/kurum/nesne.

İTÜ’de Sosyallik

EPGİK’i eleştirdim o kadar lakin Allah’ı var, İTÜ’deki en düzgün kulüplerdendir. Hep öğrenciye ders dışında da hayat olduğunu belirten bir kulüptü ve yaptığı şey İTÜ’de çok önemlidir. Çünkü bir teknik okul olarak İTÜ sadece dersleri düşünen bir kurumdur. Ders dışı aktivite manasında pek bir şey yapılmaz. Öğrenci kampüse sadece ders için gelir. Ders dışı ortam ölü bir kenti andırır, köpeklerin cirit attığı. Daha yeni yeni birkaç kıpırdanmalar başladı, kulüplerin faaliyet artışı, ana kampüse çarşı ve cafe açılması gibi. Tabii gittikçe daha da artacaktır ama öğrencinin bunlara uyum sağlaması ne zaman olacaktır, orası muammadır. Bir kere durmadan değişen ders programları öğrencilerin kafalarını döndürürken, fakülteler arası uyumsuzluk, yeni aktivitelere karşı idarenin şüpheci yaklaşımı, diğer sebeplerle birleşince ortaya farklı öğrenci grupları çıkıyor. Tabii bundaki sebeplerden biri de 21. yüzyılın şartlarıdır ki bu konuyu ‘Tipik İTÜ Kız Prototipi’ ve ‘Tipik İTÜ Erkek Profili’ yazılarımda irdelemeye çalışmıştım. Kısaca şunu söyleyebiliriz ki bir İTÜ bilinci hiçbir öğrencide yok. Bunu en güzel kep töreninde gördü, tüm okul. Kimse fakültesi hariç mezunlarla ilgilenmedi. Tam bir curcuna havası hakimdi. Bu yüzden okulun şu sistemi uygulayacağım dedikten sonra işin sadece idari ve eğitim bölümünü değil, sosyal yönünü de tatbik etmesi lazımdır. İşte o zaman bir İTÜ mezunu tamamen İTÜ’den mezun olabilecektir.

Bitirme Tasarım Projesi (Tez)

Projenin tam adı, ‘Zamanlama Zinciri Test Mekanizması Tasarımı’ydı. Açmak gerekirse dizel motorlarında kam ile krank arası zamanlama sağlayan zincirin aşınmasını, uzamasını, vs. ölçen bir mekanizma tasarlamak. Projeyi Damla ve Levent arkadaşlarımla yaptık. Önceleri hep ilk 2 ay yapalım bitsin diyordum ama ufak hazırlıklar hariç son 1 haftada her şeyi yazdık. Aslında hoştu, üç kişi olunca sıkılmadan yapıyorduk. Danışmanımız Özgen Hoca da rahattı. Gayet rahat bir süreçle tezi yazdık, teslim ettik. Sonra da sunum yaptık hocalara ve sunum da rahat geçti. Tıkır tıkır işledi her şey ve AA’mızı aldık. Tabii lisans tezi olduğundan fazla yenilik içermiyordu. Yalnız 93 sayfalık tez yazdık o kadar ve kimse okumadı (Özgen Hoca belki üzerinden geçmiştir) ve bana çok garip geldi. Sonra da düşündüm, zaten çoğu çeviri/copy-paste olan kaç metni hocalar okusa ne yapacaktı ki? Maksat adet yerini bulsun. Bu arada tezin önsözünde yazmadık, Emine’ye yemekleri için çok teşekkürler. Tezi hazırlarken hiç aç bırakmadı bizi, gerçi pudingi çay kaşığıyla yedirmeye çalışarak farklı bir deneyim yaşattı ama olsun.