12 Haziran 2008 Perşembe

iPod ve Müfide

Sonunda ben de Ipod’lu oldum! Bir minicik, şirin, sade teknoloji harikasına ben de sahibim. Apple yapmış yani. Ötesi yok. Yalnız şu tavsiyeyi veririm. Türkiye’den almaktansa ABD’den almak ve ya getirtmek çok uyguna geliyor. Yarısından da ucuz, öylesi bir uygunluk.

Neyse, efendim. Ipod sayesinde ITunes kullanır olduk mecburen. Alete bir şey yüklemenin tek yolu bu program. İlk yükleyince şoke uğruyorsunuz. Alışılmış programlara benzemiyor. Anlayana kadar 2-3 saati geçirdim. Çünkü mp3’ü direkt yüklemiyorsunuz. Daha doğrusu en mantıklı yöntem mp3’lerinizi şarkı listelerine ayırarak yüklemek. Böylece ilk yüklemeden sonra düzene giriyorsunuz. Direkt yükleme seçeneğini seçerseniz her seferinde her şeyi yüklemek zorunda kalıyorsunuz (ya da bana öyle geldi) ki 4 GB’lık bir veriyi zırt pırt silip yüklemek zaman kaybı.

Ben şu an 7 şarkı listesi yaptım ve düzene girdim. Tabii bu minik alette şarkıları listeden dinleyebileceğiniz gibi, şarkıcı adından ve albüm adından da dinleyebiliyorsunuz. Tabii bunu için mp3’lerinizin içindeki bilgi kısmının düzgün olması gerek. Benimkilerin yarısı değilmiş, ITunes’a atınca öğrenmiş oldum. Tabii aleti tam olarak kullanabilmek için bir düzenleme harekatına giriştim. 1 hafta süren bu işlem sonucunda, şarkılar düzene girdi. Mesela Kenan Doğulu dinlemek istiyorsam ‘Artists’den ‘Kenan Doğulu’yu seçiyorum ve adamın tüm şarkılarını direkt dinliyorum.

Bu zamana kadar hep karışık listelerle mp3 player dinlediğimden, hiç albümün bütününü koymuyordum. Bunun bir sebebi de yer sorunuydu tabii. Şimdi bazı albümleri tamamen koydum. Böylece bazılarını yeniden keşfetme imkanım oldu. Mesela dünden beri Müfide İnselel’in kendi adını taşıyan ilk albümünü dinliyorum. Fena halde hoşuma gitti. Hem şarkı sözleri çok güzel, benim ruhuma çok uyuyor hem de müzikler sözlerle çok iyi bir uyum içinde. Bilhassa ‘Vasati 40 Çöp’ ve ‘Tükenmeden Alınız’ beni başka bir şekilde etkiledi. Benim Türk Müzik tarihinde dinlediğim en iyi albümlerden biri kesinlikle. Bir kere kendi içinde bir sound’u var ki Türk albümlerine nadir karşılaşılan bir olgu. Müfide gibi kimleri yeniden keşfedeceğim acaba.

11 Haziran 2008 Çarşamba

Mezun Olurken (2)

Kayıtlara geçsin! 9 Haziran 2008 tarihi itibariyle Artun BÖTKE’nin, İTÜ’den mezun olmasının önünde bir engel kalmamıştır.

2 ay önceydi, mezun olmama daha 2 ay vardı, bu sayfaya bir yazı yazdım. İlginçtir, en çok (olumlu ve ya olumsuz) tepki aldığım yazı oldu. Milletin içinde demek ki yaramış. Söyleyemiyorlarmış. İfade edemiyorlarmış. Acaba neden? Neden herkes durumun farkında da söyleyemiyor? “Kral çıplak!” diyemiyor? Çok mu zor? Önce çuvaldızı kendimize batırmalı. Ben de ağzımı açamıyorum. Ancak çok sinirlenince ya da iş işten geçince. Yoksa neden bu yazı mezuniyet kesinleştikten sonra yazılsın ki?

Öyle paranoyaklaştık ki! Her taşın altında birini arıyoruz. Çocukken en sevdiğim oyun ‘gizli kameradan saklanma’ydı. Daha Truman Show ortada yokken, dünyanın benim hayatımı izlediğini zannederdim. En olmadık anda (olmayan (yoksa var mı?!?)) kameraya dönüp saçmalardım. Düşünün, çocukluktan paranoyak yetişiyoruz. Facebook ortaya çıkınca bazı sivrizekalılar çıkıp “Bu CIA’in bir programı, sizin bilgilerinizi ele geçiriyor, hayatta üye olmam.” dedi. Evet, CIA Facebook’a kalmıştı zaten!

Bu arada son 2 ayda İTÜ’ye nefretim katlandı. Resmen mezun etmemek için saçma sapan engeller koydu. Ders programımda sorun çıktı önce, dekanlığa dilekçe verdim. Kabul edilince rahatladım. Ama bu kabul değerli otomasyona geçerli değildi. 1.5 ayda tam 3 müdür değişince (Nasıl değişiyor çakamadım.) benim iş son güne kaldı. Mesai bitiminde bitirmeye kaydolabildim. 1 saat geç olsa Ocakta mezun olacaktım. Neyse normal bir öğrenci hüviyetiyle ödev-sınav-bitirme üçlüsü aşıldı. Geçen Cuma dersler açıklandı ki hoppala, yine engel! Sistem hala dersi tanımıyor. Ya sabır! Pazartesi erkenden okula gittim, hocayı rahatsız ettim (Gerçek manada rahatsız ettim çünkü bu kadar saçma bir sebep yüzünden adam işini bıraktı, benimle uğraştı!), hoca sağ olsun, halletti sorunu. Artık önümde engel yok!

Tabii bana olmaması İTÜ’nün harikalığına alamet değil. Bir sürü saçma neden yüzünden okulu uzatanlar (hocalar, sistem, vs.) gördüm, duydum. Ama en bombası uğurlama olayı. Okulum bana harika bir törenle veda ediyor. Final gibi bir tören. Olayı anlarsan diplomanı veriyorlar gün sonunda. Ama olayları harfiyen yerine getirmek gerek. Yoksa vermiyorlar diplomayı! Şaka resmen. Üstüne bonus olarak ‘Evlerinin Önü Boyalı Direk’i dinletecekler. ŞAKA! Ama ne yazık ki gerçek! Önce savaş alanı şeklinde dizilip diplomayı almaya çalışacağız. (Kesin bir aksilik çıkacak! Her şey birbirine girecek!) Eğer olayı başarıyla atlatırsak Öykü & Berk gelip ruhumuzu müzikleriyle kirletecek. İTÜ’den son bir hayatı karartma harekatı! Gerçekten o planı hazırlayan insanın önünde saygıyla eğiliyorum. İçine İTÜ ruhu bu kadar işlemiş! Pes yani.

İzlenimler devam edecek. Benden ayrılmayın. Çünkü yarın mezuniyet işlemlerine başlıyorum. Kesin bir terslik çıkacak.

2 Haziran 2008 Pazartesi

Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull

Çok bekledik ve beklediğimize de değdi. 19 yıl sonra Indiana Jones 4. kez beyazperdeye yansıdı. Yine gizemli bir maceraya, mizahla karışık ortak etti bizi. İsterseniz biraz geriden başlayalım yazıya. Çünkü filmi izlemeden önce üçlemeye bir göz attım, neler izlemişiz diye. Bir hayli konu oluştu kafamda.

Spielberg Amcam Jaws’ın ardından Close Encounters of the Third Kind’ı da çekip başarısını pekiştirip şöyle bir Bond çeksem derken Lucas Beyefendi havuzdan çıkıp “Ce-eeeee!” diyor ve aklındaki arkeolog-hazineci fikrini ona anlatıyor. O an Indy doğuyor. Tıpkı Bond gibi başlangıçtan itibaren seri olması planlanan Indiana Jones’un dramatik yapısı da Bond’a benziyor. Filmin başında bir aksiyon sahnesi izleniyor, ardından Indy evinde normal takılıyor, hatta M’den bozma rektör ona öğüt veriyor. Yeni bir maceraya atılan Indy, önce esas kızı buluyor, sonra da yavaş yavaş olaylara girişiyor. Tabii hafif film-noir, bilimkurgu, fantezi esintileri de var öykülerde. Mesela her öykünün ana objesi, gerçek hayatta sırrı çözülemeyen efsanelerden alınıyor. İlk filmde Eski Ahit Sandığı’nı, sonra Kutsal Hint Taşları’nı, 3. filmde Kutsal Kase’yi ve yeni filmde de Kristal Kafatası’nı arıyor Indy. Ama belki de en önemlisi bunları birleştirirken kendine has havasını yaratmayı başarıyor. Bu da Spielberg’in alamet-i-farikası. Adamın sihirli değneği var.

Şahsen üçlemede en çok ilk filmi, ardından üçüncüyü severim. İkinci fazla maceralıdır, zaten ana yapıyı hafif bozar, bu yüzden de film içinde bir kopukluk sezersiniz. Hoş, Indy yine Indy’dir, seyredilir fakat en zayıf halkadır ikinci film.

Dördüncü filmde ise ilk filmin yapısı birebir takip edilmiş. Belki de bu yüzden ben çok keyif aldım. Filmin başında Indy esir Rus askerlerin elinde, tabii ki kurtuluyor, üstüne de bir nükleer patlamayı bir sıyrıkla atlatıyor. Okuluna dönüyor ama bu sefer de ordan atılıyor. Tam şehirden ayrılacak, yeniyetme bir genç onu alıkoyup, Peru’ya götürüyor ve macera başlıyor. Maceranın ana durakları İnka kalıntıları, eski Indy kızı Marion’un dönüşü, efsanevi kent El Dorado ve UFO’lar.

Hikaye ve senaryoyu ben beğendim. Harrison Ford’un yaşına uygun yazılmış ki bence bu çok önemli bir artı. Bazı fiziksel kural ihlalleri mevcut elbet lakin Indy filmidir izlediğiniz, o kadar olacak. Gerçi Bond bile zamana uydu, fiziksel kurallara riayet eder oldu ama sonuçta Indy fantastik şeylerle uğraşıyor.

Ayrıca Harrison Ford’un karizması yerli yerinde. Biraz bakınca adamın 80’lerin ilk yarısının tek starı olduğunu görürsünüz ama sonra bu özelliğini kaybediyor doğal olarak. Lakin bu filmde 80’lerin Ford’u geri dönmüş gerçekten. Çok önemli bir artı. Marion’un dönüşü, aileye yeni birini katılması gibi unsurlar iyi oturtulmuş. Elbette John Williams’ın tema müziği ve Lucas’ın efektleri.

Kardeşim, bu film dört dörtlük bir popcorn filmi. Ötesi de yok.

Oyuncular: Harrison Ford, Cate Blanchett, Karen Allen, Shia LaBeouf, Ray Winstone, John Hurt, Jim Broadbent – Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski – Müzik: John Williams – Senaryo: David Koepp (George Lucas ve Jeff Nathanson’ın hikayesi ve George Lucas ile Philip Kaufman’ın karakterlerinden) – Yönetmen: Steven Spielberg

1 Haziran 2008 Pazar

Bir Hafta Böyle Geçti

“Haftanın sonu

Bir nakarat gibi!”

Diyor Pinhani. Her ne kadar kulağa mantıklı gelse de, aslında mantıksız. Çünkü asıl nakarata benzeyen, birbirinin kopyası olan hafta içleri. Hafta sonları ise birbirinden farklı olaylara gebe. Bir yere gidersiniz, tatil olabilir; piknik olabilir; müze, sergi, konser olabilir; tanıdığınız size gelir; düğün olur; ek bir işiniz olur; vs. Her hafta böylece farklılaşır.

Bu hafta da öyleydi. Son final haftası olması sebebiyle çalışarak geçirdim haftayı. Pazartesi günkü Gölet pikniğini saymazsak perşembeye kadar çıkmadım denilebilir. Boş zamanlarda da kitap okudum, film izledim, Across the Universe’ün ses kayıt albümünü keşfettim. Bir de fason bir şirketten aldığım iş teklifi vardı, tabii ki kabul etmedim.

Perşembe ilk sınav vardı. Okulda yine geyik oldu bolca. Tipik bir sınav günüydü. Asıl Cuma günü bombaydı. Sabah 5’te kalktım. Bir yandan notlara çalışırken, diğer yanda Lost’un son bölümünü aradım durdum. 7 gibi linkler verildi, hızla indirdim. İndirme bitince de hızla okul yoluna düştüm. 9.30’da sınava girdim, berbattı, kalmam inşallah.

Neyse, sınav sonrası biraz geyik yaptım, yemek yedim, balo listesiyle uğraştık. Sonra Şerocum ile İTÜ Vakfı’na yapılan bir ziyaretten sonra evine gittik. Lost’u izledik. Final bölümüydü ama eski finaller kadar etkili değildi, bazı şeyleri çözdü ama adanın ‘move’ yapması akıllara sezaydı. Dizi bitince yemeğimizi yedik: Birer ekmek kokoreç, hayvani doyduk.

Ardından viski şişesini açıp sohbet ede ede bitirdik, çok hoştu. Sabah erken kalkmak için 1’e gelirken yattık, güzel bir uyku çektik.

Sabah 9’da Kabataş’taydık. EPGİK Ada Pikniği kafilesine katıldık. 1,5 saatlik vapur yolculuğu sonrasında Büyükada’da indik. İskele’den sonra sağdaki yolu takip ederek piknik yerine 40 dakikalık tempolu bir yürüyüşle ulaştık. Bol geyik yapıldı, mangal yandı, yemek yendi, yakan top oynandı. Güzel eğlendik kısacası. Dönüşte de biraz yorucu olsa da aynı rotayı izleyerek Kabataş’a geldik. Ardından ben direkt yurda gelip yıkandım. Üstüne yemek yerken A Guide to Recognizing Your Saints filmini izledim. Güzeldi valla, hayata değişik bir açıdan bakıyordu, en önemlisi kadrosu efsaneydi. Ardından da internette dolaştım biraz. Yattığımda saat 1’i çoktan geçmişti, akrep 2’ye varıyordu.

Pazar sabahı ferahtı, tüm gün ferahtı aslında. Gazetelere göz attım, piknik fotoğraflarını facebook’a yükledim, anneannemi ve teyzemi aradım. Bu arada Engin durmadan oda toparlayıp, bir şeyleri bir yerlere taşıdı. Saat 9 oldu, hala dışarıda. Osman geldi bir ara, tez geyiği yaptık. Onlar ayrılırken ben takımımı kuru temizlemeye vermek üzere İstinye Park’a gidip geldim. Geldiğimde kaynım gurulduyordu. Yemek eşliğinde John Cusack’ın son filmi Grace is Gone’ı izledim. Etkileyici bir melodramdı. Beğendim, çok sade olsa da. Ardından, internet, yazı ve sohbet üçlüsü arasında gidip geldim. Saatler 9.19’u gösterirken ben hala yazıyorum. Engin gelse de Özsüt’ten aldığım tatlıyı yesek.

İki Şarkıyla AŞK

Bazı yazılarımda, hatta bazı senaryolarımda da belirtmişimdir; aşkı en iyi anlatmanın yolu müziktir. Çünkü sözle müziğin enfes uyumu oluşunca ortaya çıkan duygu, aşk denilen o eşsiz duyguya belki bir adım daha yakındır.

İşte bu hafta böyle bir şarkı yakaladım. Daha doğrusu daha önce dinlemiştim ama o kulakla dinlememiştim. Eşsiz Beatles müzikali Across the Universe'ün ses kayıt albümü elime geçti ve ben bu şarkıya vuruldum. (Şarkı: 'If I fell' - Evan Rachel Wood) Yorum yazmamın bir anlamı yok, şarkı kendini o kadar güzel tercüme ediyor ki! Yalnız ben Türkçe'ye çevirdim, daha anlamlı olur diye. Altına da Celine Dion-Clive Griffin düeti 'When I fell in love'ı çevirdim. İşte aşk budur:

AŞKA DÜŞMEK

Eğer sana aşık olursam,

Bana söz verebilir misin

Dürüst olacağına

Ve beni anlamaya çalışacağına?

Çünkü daha önce de aşık olmuştum

Ve aşkın el ele dolaşmaktan

Öte olduğunu gömüştüm.


Eğer kalbimi sana vereceksem

Emin olmalıyım.

Daha en başından

Beni ondan daha fazla sevmelisin.


Eğer sana güveneceksem,

Beni bırakıp kaçma, lütfen.

Eğer ben de seni seveceksem,

Gururumla oynama, lütfen.


Eğer kırılırsa gururum,

Ben bu acıya katlanamam;

Aşkımızın içi kof olduğu için üzülürüm.

O yüzden umarım ki

Beni gerçekten seversin.


GÜN OLUR

Gün olur,

Aşık olursam,

Sonsuza dek sürer.

Yoksa asla aşık olmam.


Tıpkı içinde yaşadığımız gibi,

Yaşıyoruz rahatsız bir dünyada,

Aşkın daha başlamadan bittiği bir dünyada.

Ve bir sürü

Ayışığı öpücüğü

Güneşin sıcaklığını soğutuyor.


Gün olur,

Kalbimi birine verirsem

Tamamen veririm.

Yoksa kimseye vermem.


Ve o an,

Senin de hissettiğini

Hissettiğim an.

İşte sana aşık olduğum an.