29 Ekim 2008 Çarşamba

Üç Maymun

Ben bu filme Türkiye’nin American Beauty’si desem abartmış mı olurum? Çünkü nasıl o film, Amerikan aile değerlerinin nasıl yozlaşmış olduğunu ortaya çıkarıyordu. Üç Maymun da Türk aile yapısının yozlaşmış olduğunu ispatlıyor. Yaş yavaştan kemale eriyor ya, evlilik kurumunu daha fazla inceliyorum artık. Açıkçası gördüklerim pek iç açıcı şeyler değil. Herkes bir evcilik oynuyor gidiyor. Evliliğin tarafları (çocuklar da dahil) hayali bir görev tablosu çizmişler, herkes onu uyguluyor. Tabloyu ihlal eden kapı dışarı ediliyor. Evlilik artık sosyal bir statü halini almış. Bu durumda, statüko harici bir olay tüm yapıyı yerle bir edebiliyor. Nitekim artan boşanma davaları da bu saptamayı destekliyor.

Filme dönersek, Nuri Bilge Ceylan’ın bu sefer daha açık olduğu kesin. İzleyici filme daha fazla hakim olabiliyor lakin bu, alışık olunan konvesiyonel sinema tarzı kadar değil. Yine film, izleyiciyle kendisi arasında belli bir mesafe bırakıyor. Tabii filmin daha yakın olmasının bir sebebi de Ceylan’ın ilk defa profesyonel oyuncu kullanması. Normal hayattan alışık olunan bu simalarla özdeşleşmeniz daha kolay oluyor.

Ceylan, bu filmde tipik bir Türk ailesi içindeki iletişimsizliği sorguluyor. Herkesin bir görevi olduğu bir ailede, normalin değişmesiyle ortaya çıkan olayları gösteriyor. Doğal olarak bu tarz durumlarda, bilinçaltına atılan birtakım anılar da gün ışığına çıkıyor. Yavaş tempo, ne yükseliyor ne de azalıyor. Öykü aynı hızda akarken çeşitli kayalara çarpsa da bu çarpmaların etkisi anlık kalıyor.

Filmin en öne çıkan unsuru, görüntüleri. Gayet çarpıcı olan kareler haricinde gösteriş yapan bir öğe bulmak zor. Oyunculuklar da, reji de kurgu da gayet sade. Böylece Ceylan esas olarak hikayeyi ön plana çıkarıyor. Bu da önceki filmleriyle önemli bir fark teşkil ediyor.

Ceylan, aslında çok doğal olarak lakin genel Türk yapısına göre şaşılası bir biçimde, giderek olgunlaşıyor. Böylece, Üç Maymun Ceylan’ın gelecekte çekeceği başyapıtlar öncesinde önemli bir durak görevi görüyor.

Oyuncular: Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Rıfat Şungar, Ercan Kesal – Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal – Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
**** G.T.: 24 Ekim Y.T.: 29 Ekim

Freaks and Geeks

Freaks and Geeks, 1999-2000 sezonunda ABD’de 18 bölüm halinde yayınlanmış bir dizi. Şu anda dizi, dünyanın her yerinde ‘kült’ mertebesinde. Zaten IMDB sitesinde de 9.6 ortalamaya sahip. Tabii insan, bu kadar beğenilen bir dizinin neden sadece 18 bölümde bittiğini soruyor hemen. Yanıtı basit: Yayınlandığında beğenilmemesi. Zamanla değeri biliniyor. Mesela, yine ABD’de yayınlanan TV Guide dergisi ancak 2004’te diziyi, Tüm Zamanların En Kült Dizileri Listesi’ne dahil ediyor.

Freaks and Geeks’in (F&R) Türkçe karşılığı ‘Ucubeler ve İnekler’. Buradaki ‘inek’ kelimesi mecazi anlamda kullanılıyor, çalışkan ve asosyal öğrenci manasında. Dizinin adı, mantığını gayet güzel betimliyor. Normal bir lise dizisi değil F&R. Dünyanın her lisesinde var olan iki grubu anlatıyor; dersleri eken, her türlü tütün vb maddelerini kullanan, rock dinleyen ama diğerleriyle alakası olmayanlar ve çalışkan ama kendi aralarında takılan, bilgisayar tutkunu, asosyal, dalga geçilenler. Birinci grubun temsilcileri Daniel, Kim, Nick ve Ken, lise 3’e gidiyorlar. İneklerse Sam, Bill ve Neal, onlar liseye daha yeni başlıyorlar. Bu arada önemli bir unsuru unuttuk: Dizi günümüzde değil, 1980’de geçiyor. (Bu tercihin önemine değineceğim.) Dizi aslında Weir ailesinin çocuklarını anlatıyor, Lindsay ve Sam’i. Sam, zaten inekler grubunda. Dizi, Lindsay’in o zamana kadar dahil olduğu inekler grubundan sıkılıp ucubelerle arkadaş oluşuyla başlıyor. Okulun matematik kulübünün başı olan Lindsay, Lise 3’e başlarken her şeyi bırakıp Daniel’in grubuna giriyor.

Dizi ilerledikçe Lindsay’in yavaş yavaş gruba adapte oluşunu izliyoruz. Ama Lindsay derslerine de çalışarak, grupta farklı bir kişilik oluyor. Öte yandan Sam ve arkadaşları, yeni okullarına alışmaya çalışıyor. Bir taraftan büyümenin genel sorunları, bir taraftan okuldaki budalalar (bullies) her birini fazlasıyla terletiyor. Ayrıca Sam ve Lindsay’in evebyenleriyle ilişkileri de dizinin farklı bir unsuru. Babanın yarı tutucu yarı özgürlükçü yapısı, annenin hafif çılgın bir ev hanımı oluşu diziye farklı bir tat katıyor.

Senaryo, lisenin belli başlı tiplerinin ve olaylarının hepsini barındırıyor. Ama diğer dizilerden farkı, bu unsurlara oldukça gerçekçi yaklaşması. Mesela ponpon kızlar çok popüler yine ve Sam bunlardan birine aşık oluyor. Ama gün gelip de çıkmaya başladığında hiçbir ortak yönünün olmadığını anlıyor, diğer deyişle kızın ne kadar boş olduğunu görüyor. Diğer bir örnekse yine Sam’in arkadaşlarından Gordon. Sınıfın en şişman ve en kötü kokan öğrencisi ama Sam, onu tanıyınca ne kadar farklı olduğunu anlıyor. Yine Millie başka bir örnek: Lindsay’in çocukluk arkadaşı olan Millie, her hafta kiliseye giden, çirkin, fazlasıyla inek bir tip ama Lindsay’in her zaman yanında yer alıyor, en kötü anlarında bile. Mesela bir bölümde Lindsay uyuşturucu deniyor ve bebek bakıcılığı yapması gerektiğini fark ediyor ve Millie hem bebeğe hem Lindsay’e bakıyor.

Yazının başlarında en önemli unsurlardan birinin dizinin 1980’de geçmesi olduğunu belirtmiştim. 1980 ve ardından gelen 10 yıl, bence çok önemli bir zaman dilimi. Dünyada her bakımdan değişikler boy gösteriyor. Mesela ilk bilgisayar oyunları çıkıyor. Dizinin bir bölümünde Sam ve Neal babalarından Atari almasını rica ediyorlar. Yine Pink Floyd, Queen ve Led Zeppelin’in zirvede olduğu yıllar. Ses kaydında, diyaloglarda ve kıyafetlerde dönemin etkisi hissediliyor. Sonra punk kültürü, disco kültürünün izdüşümleri; Star Wars etkileri (daha 5. film yeni gösterime girmiş), FRP’nin ortaya çıkışı, Steve Martin geyikleri dizide yerlerini buluyor. Tabii ki politika da var, az olsa. Okula Baba Bush’un gelmesi ve Lindsay’in efsane sorusunu sorması yüzlerde hoş bir tebessüme sebep oluyor.

Biraz da karakterlere girelim, bahaneyle oyuncularına değiniriz. Baş karakter Lindsay zeki, çalışkan ama her genç gibi kafası karışık, her şeyi denemek isteyen, mantığa boş vermek isteyen biri. Lindsay’i canlandıran Linda Cardellini, dizide çok iyi, karakterine çok uyum gösteriyor. Ama diziden sonra Scooby Doo haricinde kayda değer bir işi yok. Daniel, ucube tayfasının başı. Derslerden hep kalan, kopya çekmede usta olan, külüstür arabasıyla gezen bir tip. Lindsay’e hep arka çıkan o oluyor, aslında yalnız biri olduğu ortaya çıkıyor. James Franco, Daniel karakteriyle özdeşleşiyor. Franco, şu an Hollywood’un starlarından. Nick karakteri davul hayranı, baterist olmak için her şeyini verebilecek biri. Derslere pek kafası basmıyor ama kötü de değil, otoriter babasıyla uğraşıyor ve Lindsay’e fena halde aşık oluyor. Jason Segel şu an How I Met Your Mother’daki Marshall olarak tanınıyor. Daniel’in sevgilisi Kim, tam bir çatlak; onu oynayan ise Busy Philips (Dawson’s Creek’in çatlak Audrey’i). Şimdilerde Knocked Up, Pineapple Express ve Super Bad ile iyice yıldızlaşan Seth Rogen ise pek sesini çıkarmayan Ken rolünde.

İnek tayfasına gelirsek: Sam, gayet normal bir çocuk ama çelimsizliğin dezavantajlarıyla cebelleşiyor. Bu arada ponpon kız Cindy’ye aşık ama uzun süre açılamıyor. Bill ‘geek’ kelimesinin sözlük karşılığı resmen. İnce, uzun, çelimsiz, kocaman gözlüklü, diş teli takıyor ve sürüyle prensibi var. Mesela koyu bir Dallas hastası. Martin Starr Bill rolünde harika bence. Neal içlerindeki en garipleri. Hem inek hem de züppe. Bilbo Baggins’e fena halde benziyor, kızların peşinde oldukça saçmalıyor, havalı görünmeye çalışıyor, ne yapsa boşa çıkıyor (Şişe Döndürmece’deki başarısı göz dolduruyor!). Konuk oyuncularda ise Ben Stiller, Leslie Mann, Jason Schwartzman ve Dave Allen’e (Mr. Rosso tiplemesi efsane) dikkat etmenizi öneririm.

Kamera arkası da fena değil ayrıca. Dizinin yaratıcılarından Judd Apatow, Knocked Up sonrası Hollywood’un popüler yapımcı/yönetmeni oldu. Dizideki çoğu oyuncu hala Apatow’un favorileri (James Franco, Seth Rogen, Martin Starr). Dizinin görüntü yönetmenlerinden Bill Pope, Matrix’in de görüntülerinden sorumluydu. Müzikleri yapan Michael Andrews ise Donnie Darko’nun müziklerini yaptı sonra ve ‘Mad World’ de ona ait.

En sona ise diyalogları bıraktım. Her bölümde birkaç bomba diyalog bulabilirsiniz ve bunlar sizi yerlere yatırabilir. Benim 2-3 dakikalık krizlerim oldu dizi boyunca. Şimdi yazsam çok yer tutacağından sizi ilgili sitelere davet ediyorum.

Şimdi ise güzel bir özetleyelim: F&R gerçekle neredeyse kesişecek kadar yakın bir lise dizisi. Diğer gençlik dizilerinde (Dawson’s Creek, O.C., vb.) gördüğünüz klişelere burada yer yok. İkinci olarak, yaratıcı ekibi izlenilesi bir dizi çekmiş. Üç, oyuncular kasıntı değil. Dört, 80’leri çok güzel anlatıyor, neredeyse yaşatıyor. Daha ne olsun, ey izleyici!

21 Ekim 2008 Salı

Yaşayan En İyi Oyuncular

Efendim, Sinema dergisi ‘Yaşayan En İyi 10’ar Kadın ve Erkek Oyuncu’yu seçmiş. Ben de kendi listemi sizlerle paylaşmak istedim. Öyleyse buyurun:

Yaşayan En İyi 10 Erkek Oyuncu:

1) Robert De Niro: Ne desem boş valla. Godfather Part II, Mean Streets, Raging Bull, Angel Heart, Taxi Driver, The Deer Hunter, The Untouchables ve Heat mutlaka izlenmelidir, bu adam uğruna. Daha sürüyle film var gerçi onun uğruna izlenecek lakin bu filmler bana göre zirvedir. Benim sinema tarihinde Humphrey Bogart ve Marlon Brando ile birlikte en sevdiğim 3 oyuncudan biridir.
2) Daniel Day Lewis: Sınırlı filmografisinde harikalar yaratmış bir aktör. There Will Be Blood onun tek kişilik şovudur. Ayrıca My Left Foot, In the Name of the Father ve The Last Mohican da onun parıltılarıdır.
3) Harry Dean Stanton: Benim aşık olduğum filmlerden Paris, Texas’ta başrol oynaması bile yeter de artar. Ama ayrıca Stanton ABD’nin en sağlam karakter oyuncusudur. Ünlü film eleştirmeni Roger Ebert şöyle demiştir: “Bir filmde Harry Dean Stanton oynuyorsa, o film iyidir.”
4) Dustin Hoffman: Hoffman, gerçek bir oyuncudur. Her rolün altından kalkabilen, her türlü (büyük, küçük demeden) filmde oynayabilen bir aktördür. Hoffman her zaman The Graduate, Midnight Cowboy, Kramer vs. Kramer, Tootsie ve Rain Man ile hatırlanacaktır. Ama gerek I Heart Hucklebees gibi bağımsız yapımlarda, gerek Straw Dogs gibi tartışmalı yapımlarda, gerekse Finding Neverland gibi karakter oyunculuğu gerektiren yapımlarda yer almıştır.
5) Al Pacino: Çok farklı bir aktör daha. Genelde polis, mafya, ajan filmlerinde sağlam adamı oynayan üst düzey bir oyuncu. Benim için önemli olan filmleri: Godfather Triology, Scarface, The Devil’s Advocate, Heat.
6) Jack Nicholson: Ben oyuncuyum diye bağıran Nicholson’ı asla göz ardı edemezsiniz. Easy Rider, One Flew Over Cockoo’s Nest, Terms of Endearment, Batman, About Schmidt Nicholson’ı gıptayla izlediğim filmlerdir.
7) Robin Williams: Her ne kadar son zamanlarda saçmalasa da çok sevdiğim bir aktördür. Çocukken en sevdiğim aktördü. The World According to Garp, Good Morning Vietnam, Dead Poets Society, Good Will Hunting kesinlikle onun için izlenmelidir.
8) Johnny Depp: Depp’i sevme sebebim, farklı türlerdeki filmlerde farklı karakterleri başarıyla canlandırması ve bu filmlerin hepsinin belli bir ağırlığının olması. Edward Scissorhands, Ed Wood, Donnie Brasco, Pirates of the Caribbean, Finding Neverland sevdiğim filmleridir.
9) Edward Norton: Tıpkı Depp gibi sıra dışı, güzel filmlerde farklı roller canlandırabilen biri. American History X’de de o oynuyor, The Incredible Hulk’ta da.
10) Michael Caine: Onu şöhret yapan çoğu filmi seyredemesem de kalburüstü bir oyuncu olduğu su götürmez. Sleuth, Hannah and Her Sisters, The Prestige bile bana kafi.

Yaşayan En İyi 10 Kadın Oyuncu:

Kadın oyuncular hakkında yaklaşık 2 haftadır düşünüyorum ama net bir karara varamıyorum. Çünkü güzellik faktörü önemli bir unsur olarak öne çıkıyor. Ama bu liste oyunculuğu göz önünde bulundurmalı. Sonuçta objektif bir karar veremeyeceğimden, numaralandırma yapmaksızın salt adları yazacağım:
- Joan Allen
- Meryl Streep
- Juhi Dench
- Charlotte Rampling
- Helen Mirren
- Julie Christie
- Liv Ullman
- Frances McDormand
- Diane Lane
- Cate Blanchett

Son Zamanlarda İzlediklerim

İşsiz, güçsüz biri olarak hayatımı tamamen filmlere adadığımı söylemeliyim. Son 10 gündür o kadar çok film izledim ki hepsine ayrı bir yazı düzmek çok zor geliyor. O yüzden tek yazıda, birer paragraf halinde hepsinden bahsetmenin en iyisi olacağına kanaat getirdim.

Guillermo Del Toro’ya bundan böyle ‘Yaratıkların Efendisi’ diyeceğim çünkü adam, o kadar ilginç, özgün ve sanatsal yaratıklar yaratıyor ki sırf bu yüzden tüm Del Toro filmleri izlenir. Hellboy II: The Golden Army ise tek kelimeyle eğlenceli ama ben fazlasını bulamadım. Hoş, zaten bir çizgi roman uyarlamasında olması gereken ana unsur da bu ya. Senaryoyu, bilhassa finalde, biraz zayıf buldum. Ama bu, filmin nüvesine zarar vermiyor. 3. film çekilirse mutlaka giderim.

Wall-E’de hayal kırıklığına uğradım. Bence güzel bir animasyondan öteye pek geçememiş. Tamam, tüketim toplumu konusunda çok ağır eleştiriler getiriyor ve çevre hakkında ciddi saptamalarda bulunuyor. Lakin çok daha felsefik bir anlatım tarzı bekliyordum. Sonuçta bir PIXAR yapımından beklentileriniz her zaman yüksektir. Hele IMDB’de 30. sıraya çıkan bir animasyondan düz bir anlatım beklemem ben. İzlediğim film, Cars’tan daha iyi fakat Finding Nemo’dan kötü.

Robert De Niro-Al Pacino ikilisi bundan 12 önce bir klasik yaratmışlardı. 2008’de de bir fiyaskoya imza attılar. Bu 12 yılda ne değişti diye sormak herkesin hakkı lakin cevabı yok. Bu kadar kötü bir filmde böyle bir ikili ne arıyor bilemiyorum. Filmin adını bile anmak istemiyorum.

2 ay önce IMDB’nin Top 250 listesinde gördüm filmin adını. Bu ne ya, dedim içimden. Çünkü film hakkında hiçbir şey duymamıştım. Araştırdım, iki tetikçinin Bruges’a bir iş yüzünden gitmelerini anlatıyormuş. In Bruges, öncelikle inanılmaz eğlenceli bir film. Ayrıca temposu oldukça güzel akan, çok titiz ve dakik bir senaryoya sahip olan, bunu sağlam performanslarla ve rejiyle pekiştiren bir film. İşte kaliteli bir aksiyon-komedi böyle olur. Budur!

Apatow ve tayfasının işleri gittikçe tadından yenmez oluyor. Knocked Up, Super Bad ve en son Forgetting Sarah Marshall’da onlara hayran kalmıştım. Bu sefer Super Bad tarzına dönüyorlar, yani 80’ler gençlik komedisine. Asıl bomba hikayenin bu türün babası John Hughes’un olması. Sonuç, eğlencenin tavan yapması. Tabii, türü sevenler açısından. Breakfast Club’ı sevmeyenlerdenseniz bu filmi sakın izlemeyin, çok sıkılırsınız. Drillbit Taylor, saf 80’ler gençlik filmlerini sevenler için kaçırılmayacak bir fırsat.

X Files: I Want to Believe vasat bir X Files bölümünü andırıyor. Paranormala pek bulaşmadan, sade bir gerilim yaşatmak istiyor. Fakat bunun örneklerini, gerek beyazperdede gerekse beyazcamda o kadar izledik ki hiçbir artısı kalmıyor filmin.

Dali sergisine gittikten sonra Spellbound’u izlemenin vakti gelmişti. Hitchkock’un psikanalitik gerilimi, gerek bu konudaki ilk film oluşuyla gerekse Dali’nin tasarımıyla ve enfes ses kaydıyla hiç eskimeyecek bir film.

Mayıs ayında gösterime girince gidemediğim Definitely, Maybe’yi geç de olsa izleyebildim. Klasik romantik-komedi kalıplarının dışına çıkmayan film, ‘How I Met Your Mother’ konulu hikayesiyle farklı bir bakış açısı sunuyor.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Batman'de Nolan mı, Burton mu?

Bu yaz The Dark Knight dünyayı salladı. Hem eleştirel olarak hem de ticari açıdan inanılmaz bir başarıya imza attı. Hal böyleyken, yani The Dark Knight en iyi süper kahraman filmi ilan edilmişken, akla ister istemez Tim Burton geldi. Onun da Batman’i gayet iyiydi ve başarılıydı eskiden. Öyleyse, dedim, o iki filmi bir daha izlemek gerek. Farkları nelermiş görelim.

Ama öncelikle kendi Batman hayranlığımdan biraz bahsetmek lazım. Çünkü subjektif bir yazı olacağından, benim olaya nasıl baktığımı görebilmeniz lazım. Batman benim en sevdiğim süper kahraman. Aslında şu ‘süper’ kelimesi beni ona yaklaştıran. Çünkü Batman, her ne kadar bir süper kahraman olarak lanse edilse de aslında hiç de süper değil. Yani hiçbir süper gücü yok. Normal bir insan o. Servetini ve zekasını insanlığı biraz da olsun rahatlatmaya adamış biri. Onun (çizgi roman) dünyasında tek doğa dışı olan düşmanları. Joker, Penguen, Mr. Freeze, Catwoman gibi karakterlerin başlarından süper bir şeyler geçirmişlikleri var. Ama onlar bile Batman’le süper güçleriyle savaşmıyorlar.

Sonuçta beni Batman’e çeken unsur, gerçekliği. Bir sinema manyağı olarak da bir senaryoda beni ilk ilgilendiren unsur da gerçekliktir. (Gerçeklik unsuru taşımayıp da sevdiğim birçok film vardır, o ayrı.) İşte tam da bu unsur Burton ile Nolan’ın Batman’e yaklaşım açısı oluyor. Burton, Batman’i bir çizgi roman karakteri gibi ele alıyor ve Batman ile Batman Returns’ün dünyasını bu açıdan yaratıyor. Nolan ise Batman’e dünyamızda yaşayabilecek bir insan olarak ele alıyor ve Gotham City’yi şu anda Amerika’daki herhangi bir şehir biçiminde tasarlıyor.

Detaylara inelim biraz isterseniz. Burton’un Batman’i tam bir mirasyedi. Herhangi bir işi yok, babasından kalan parayı yiyor ve yatırımlar yapıyor. Asıl işi Gotham City’de huzuru sağlamak. Zaten geçmişi hakkında tek bilgi ailesinin Joker tarafından öldürüldüğü. Gotham City’ye bakarsak tam bir çizgi roman kenti olduğunu görüyoruz. Sadece Batman bilgisayar kullanıyor. İlk filmdeki gazete ofisi ise 50’lerden kalma. Keza şehir setlerinde de bu detaya rastlıyorsunuz. Joker’in kimyasal bir tankerin içine düşerek beyazladığını biliyoruz. Penguen ucube olarak doğmuş ve sonra da penguenler tarafından yetişmiş biri. Kedi Kadın, ölümden kedilerin yalamalarıyla kurtulmuş ve daha 8 canı kalan bir sekreter. Diğer karakterler de, çizgi roman kalıplarına göre, ya saf kötü ya da saf iyi olarak çiziliyor.

Nolan’ın Batman’ini ise sıfırdan izliyoruz. Ailesini yine kaybediyor, sonra şirketini yönetim kuruluna devrederek Uzak Doğu’ya gidip iç ve dış eğitimden geçiyor. Yani hem felsefik bir eğitim alırken hem de dövüş sanatlarını öğreniyor. Gotham City’ye döndüğünde şirketinin başına geçiyor. Bu arada Batman personasını yaratıyor ama yaratırken üç şeyi kullanıyor: Eğitimi, Alfred’in öğütleri, Lucius Fox’un aletleri. Bu şekilde Batman Begins’de Ra’s Al Ghul ve Korkuluk ile mücadele ediyor. Bu iki karakterde gayet gerçekçi ve alt yapıları olan kötüler. Mesela Korkuluk aslında bir örgütün baş avukatı ve ana unsuru davalarda karşısına çıkanı delirtmek. The Dark Knight’da ise durum daha karmaşık, tıpkı hayatımız gibi. Batman, hem Joker lakabını almış makyajlı bir deliyle uğraşırken bir yandan da kendisinin halkın içindeki konumunu sorguluyor. (Batman Returns’te de benzer bir yaklaşım var ama o filmde Batman kendisini sorgulamıyor.) Ayrıca karakterlerin dönüşümü de ilgiye layık. Gerek Harvey Dent’in Two Face’e dönüşümü hem de Rachel Dewes’in ikilemi filmin diğer önemli unsurları.

Şimdi hangisi daha iyi? İşte bunun cevabı yok. Çünkü ikisi de farklı karakteri anlatıyor. Benim tercihim Nolan, her açıdan. Ama Batman’in özünde bir çizgi roman olduğu göz önüne alındığında Burton’un seçimi de gayet mantıklı. İsterseniz bu görüşteki bir fikirle yazıyı noktalayalım. Bakın, Uygar Şirin Sinema’nın Eylül 2008 sayısında ne demiş: “Batman serisine ciddiyet ve derinlik katmak için (sanki ihtiyacı varmış gibi) kimliğine dair çelişkiler yaşayan bir kahramana, Felsefe 101 bakış açısıyla kaos ve anarşiden söz eden bir kötü adama ve postmodern aksiyonların tüketmeye yüz tuttuğu ‘iyi de aslında kötü, kötü de aslında iyi’ cümlesine ihtiyaç var, öyle mi? İki önerim var naçizane: 1) Bütün bunların incelik ve ustalıkla yapıldığı bir film için bkz. Batman Returns. 2) The Dark Knight’ın Batman serisine yapmaya çalışıp beceremediği reformu 40 yıllık Bond serisine yapıveren bir film için bkz. Casino Royale.”

16 Ekim 2008 Perşembe

Filmekimi İzlenimleri

Filmekimi bir türlü oturamadı. Nasıl bir festival olduğu belirsiz. Her ne kadar Berlin, Cannes ve Venedik’in ödüllü filmlerini gösterme amacıyla başlasa da, daha çok galalar festivali olmaya başladı. Zaten gösterime girecek filmlerin galası yapılıyor. Bu yılki programın çoğunluğu gala filmleriydi. Oysa ki festivalin daha çok izlenmesi zor filmleri göstermesi gerekiyor bence.

Tabii bir de son yılların eğilimini de eklemek lazım: Seyirci festival biletlerini 1-2 saatte kapışıyor ama normal vizyona giden yok. Hoş, benim de pek farklı davrandığım söylenemez. Lakin normalde hiç izlemeyecekleri filmleri salt ortam olsun diye festivalde izleyenler var. Bu yıl bizzat duyduğum konuşmalardan çıkartıyorum bunları. Tabi 10-15 kişilik gruplarla gelen gençler de var. Onlar daha da komik.

Neyse filmlere geçelim biz. Bu yıl 4 film izledim festivalde. 2 Güney Kore yapımı, 1 İngiliz, 1 de Danimarka. Gelin kısaca değinelim:

In the Mood for Love’dan beri zevkle takip ettiğim yönetmenlerden Kar Wai Wong, bu sefer 1994 yapımı filmi Ashes of Time’ı, Coppola’ya özenip ‘redux’lamış. Yani kurgusunu tekrar gözden geçirmiş ve kaydını dijitale aktarmış. Önceki hali izlemediğimden kurgu hakkında yorum yapamayacağım. Filmin kendisi ise konu bakımından bana ters. Wuxia denilen Uzakdoğu dövüş sanatlarını içeren türdeki film, her ne kadar dövüşe en az zamanı ayırsa da beni hiç cezp etmedi. Öncelikle konuyu fena halde karışık buldum. Zaten konudan sıkılınca tüm filmden soğudum.

En Mand Kommer Hjem, absürd bir Danimarka komedisi. Bir opera sanatçısının doğduğu köye dönüşündeki olayları anlatıyor. Sıkılmadan izleniyor ama o kadar. Akılda kalıcı değil.

Genova, ruhuma çok işleyen bir filmdi. İçinde bulunduğum halet-i ruhiyeye çok uyuyordu. Tabii film de çok iyiydi. Fazlasıyla üretken ve her türde işe el atan İngiliz yönetmen Michael Winterbottom’ın bu son marifeti kaçırılmamalı. Bir trafik kazasında annelerini kaybeden 2 kız ve babalarının hayata tutunma çabalarını anlatıyor. Her biri farklı yollar deniyor. Baba, önce Cenova’ya taşınıyor kızlarıyla ve yeni sınıfına alışıyor. Büyük kız Kelly, bu yeni ülkede cinsellikle kendini avutuyor. Küçük kız Mary ise aralıklarla gördüğü annesinin hayaletini takip ediyor. Cenova’nın daracık sokaklarının da katkısıyla yürek burkan bir filme dönüşüyor. Benim çok şeyler bulduğum bir filmdi ama sizi bilemem.

Kim Ki-Duk, özgün filmler çekmekte usta. Onun için konuları ne kadar saçma olursa olsun filmleri büyük ilgiyle izleniyor. Şimdi de bir gencin gördüğü rüyaların, bir kızın uyurken yaptığı eylemler olduğu bir film izliyoruz. Mesela oğlan rüyasında arabayla bir adama çarptığını görüyor ve aynı anda kız (uyurgezer halde) arabayla bir adama çarpıyor. Okuyunca çok saçma geliyor lakin izlerken çok keyifli oluyor. Ki-Duk’un en iyilerinden değil ama gayet güzel bir film.

Zamanın Külleri/Ashes of Time Redux
Oyuncular: Leslie Cheung, Maggie Cheung, Tony Leung Chiu Wai, Tony Leung Ka Fai, Carina Lau, Li Bai, Jacky Cheung, Brigitte Lin – Görüntü Yönetmeni: Christopher Doyle – Müzik: Frankie Chan, Roel A. Garcia – Senaryo: Kar Wai Wong (Louis Cha’nın romanından) – Yönetmen: Kar Wai Wong - **1/2

Eve Dönüş/En Mand Kommer Hjem
Oynuclar: Oliver Moller-Knauer, Thomas Bo Larsen, Ronja Mannov Olesen, Helene Reingaard Neumann, Karen-Lise Mynster, Shanti Roney – Görüntü Yönetmeni: Anthony Dod Mantle – Müzik: Johan Söderqvist – Senaryo: Morten Kaufmann, Mogens Rukov, Thomas Vinterberg - ***

Genova
Oyuncular: Colin Firth, Perla Haney-Jardine, Willa Holland, Catherine Keener, Hope Davis – Görüntü Yönetmeni: Marcel Zyskind – Müzik: Melissa Parmenter – Senaryo: Laurence Coriat, Michael Winterbottom – Yönetmen: Michael Winterbottom - ****

Rüya/Bi-mong
Oyuncular: Jo Odagiri, Na-yeong Lee – Yazan ve Yöneten: Kim Ki-Duk - ***1/2

15 Ekim 2008 Çarşamba

The Godfather the Book

Bursa-Ankara-İstanbul-Bursa yolculukları uzun olacağından yanıma kolaylıkla okuyabileceğim bir kitap almam gerektiğini düşündüm. Kütüphanede de en üste Baba’yı görünce direkt aldım. Kitabı, filmi izlemeden önce orta okuldayken okumuştum. O zamanlar çok beğenmiştim.

Kitaba Ankara’ya gitmek üzere terminalde beklerken başladım. İstanbul otobüsü, Bursa Terminali’ne girdiğinde de bitirdim. Öncelikle kitabın pek bir edebi değerinin olmadığını fark ettim. Çok iyi yazılmış bir aksiyon kitabı. Gözlemleri göz kamaştırıyor. Bunda sanırsam Mario Puzo’nun mafyayı iyi araştırması, hatta tanımasının payı var. Hiçbir falsosu olmayan bir kitap.

Tabii filmden bariz farkları var ama film, kitaptan daha iyi. Yine de okumayanlar için farkların üzerinden geçelim:
· En önemli fark, yan karakterlerin bile geçmişini içermesi. Detaylı şekilde geçmişlerinin kitapta oynadığı rol üzerindeki izdüşümü.
· Bazı karakterlere daha fazla yer ayrılması: Johnny Fontane bölümü oldukça yer tutuyor. Johnny’nin kankası Nino Valenti yine önemli bir karakter oluyor. Sonny’nin metresi Lucy Mancini’ye, bilhassa Sonny’nin ölümünden sonra ciddi yer ayrılmış. Lucy’nin yeni kocası Dr. Jules filmde hiç yok ama kitapta önemli bir yan karakter, ailenin önemli ameliyatlarına giriyor. Yine ailenin tetikçileri hakkında daha fazla bilgi var.
· Hollywood/Las Vegas bölümü daha geniş. Hollywood’daki yozlaşma açıklanıyor.
· Final hafiften farklı. Apollina’yı öldüren çoban da finalde öldürülüyor.
· 3. filmde Don olacak Sonny ve Lucy’nin oğulları yok. Lucy’nin, Sonny öldüğünde hamile olduğu belirtiliyor ama sonra çocuktan hiçbir şekilde bahsedilmiyor. Kürtaj olduğu anlaşılıyor.
· 2. filmde önemli yer tutan Vito Carleone’nin gençliği kitaptan direkt alınmış. Sadece Sicilya’daki babasının katilini öldürüşü yok.
· Michael’ın babasından Don’luğu öğrenmesi daha detaylı açıklanmış.
· Michael ve Kay’in 2. çocukları kitapta erkek. (ilk filmde bahsedilmiyor ama sonraki filmlerde kız olduğu görülüyor)
· Olaylar kitapta tam 10 yılda oluyor, filmde ise yaklaşık 5 yıl.

Ankara, İstanbul Gezisi

Geçen perşembe Ankara’ya gittim, iki mülakata gitmek için. Lise 2’deki ODTÜ gezimden sonraki ilk Ankara yolculuğumdu. Daha önce hiç Ankara’da kalmamıştım, hafif gergindim. Neyse ki İbrahim Amca ve Beyhan Teyze sayesinde gayet rahat bir gezi geçirdim.

Ardından İstanbul’a geçtim, hem birkaç arkadaş görmek için hem de Filmekimi’ne gitmek için. 4 gün kaldığım İstanbul, nedense beni neşelendirmedi. Oysa ki İstanbul’u çok severim, film festivalleri benim en sevdiğim etkinliktir ve en önemlisi nicedir göremediğim en yakın arkadaşlarımla bir arada olacaktım. Ama bu saydıklarım umduğum kadar moralimi düzeltmedi. Birkaç not halinde bu geziden çıkardıklarımı yazacağım:

  • Öncelikle Ankara’daki mülakatlarda önceden savunduğum “Kendin ol!” mottosunun çok geçerli olmadığını anladım. Hafif politik olmak lazım.
  • Ankara’da hep araba üstünde olsam da gözlemlediğim kadarıyla yaşayabileceğim bir kent. Ne çok canlı, ne çok sakin. Yeni bir hayata başlamak için ideal.
  • İstanbul’u aslında pek özlemediğimi fark ettim. Yalnızlığa alışmanın zararları.
  • Dali sergisine gittim bahaneyle. Picasso’daki gibi pek bir şey anlamadım ama çok bilgilendim. Dali’nin kim olduğunu biliyorum artık. Sürrealizmi ise daha iyi kavradım.
  • Sergide en akılda kalıcı şey Dali’nin bir sözüydü: “Dali ile bir deli arasındaki fark basittir: Dali deli değildir!”
  • Yine de bir sergi için İstanbul’da yaşamanın gereksiz olduğunu anladım. Ufak ziyaretlerde de görebilirsiniz etkinlikleri.
  • İstiklal beni 3 günde sıktı. En güzeli 2-3 ayda bir ziyaret etmek.
  • Emek’te film izlemek eskisi kadar heyecanlandırmadı beni. Bilgisayarda çok film izlemenin zararı olabilir.
  • Festivale de ısınamadım. Gerçi Filmekimi’ni hiçbir zaman çok beğenmemişimdir ama…
  • Bu yılki festivalde çok dangalak vardı. Bariz film izlemek için değil, ortam yapmak için gelmişlerdi. Gereksiz kalabalık yaratıyorlar. İşin en kötüsü de her geçen yıl artmaları.
  • Şunu çok iyi anladım: Ben depresyondan çıkmadıkça en sevdiğim şeyler bile boş geliyor. O yüzden yalnız kalmak en iyisi.

Not: Şero'ya sonsuz teşekkürler.

9 Ekim 2008 Perşembe

Eagle Eye

Ortalığın yeniden çevrimler ve devam filmleriyle kavrulduğu zamanları yaşıyoruz. Ne kadar tüketilmiş ki orijinal bir hikayeye/filme rastlamak çok zorlaştı. (Hoş, aslında tüketilmemiş bakir alanlar da var lakin onlar da sakıncalı atfediliyor.) Şimdi bu, madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde de Hitchkock var. Hitchkock’u bilmeyen yoktur lakin biz yine de “Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.” sözünden istifade edip tanıtalım. Hitchkock, gerilim sineması türünü neredeyse sıfırdan yaratmış bir ustadır. Çoğu filminde belirgin kalıpları kullansa da hepsine farklı açıdan yaklaşarak her birini birer başyapıta dönüştürmüş biridir. Ana kalıbı, hiçbir şeyden haberi olmayan bir adamı bir olayın merkezine yerleştirmek, sonra da adamın olayı çözmesini izlettirmektir. The Man Who Knew Too Much, North by Northwest, The 39 Steps, The Lady Vanishes, Sabotage, Dial M For Murder en bilinen örneklerdir ama aynı kalıpta daha bir sürü filmi vardır.

Şimdi bu madalyonu D. J. Caruso boynuna asmış, film çekiyor. Daha anlaşılır manayla Caruso, Hitchkock’un ana kalıbını günümüze uyarlıyor. Bir önceki filmi Disturbia’da Rear Window’u modernleştiren Caruso, bu sefer North by Northwest’i modernleştiriyor. Tabii Hitchkock’un zamanında teknoloji bu kadar gelişmemişti ve aksiyona bu kadar aç izleyici kitlesi de yoktu (sebebi de televizyonun daha rakip olmamasıydı). Caruso, teknolojiyi de sonuna kadar kullanıyor, Hitchkock’tan farklı olarak. Bu arada ana kalıbın bir unsuru daha var: Esas kız. Bu kız, adamın önüne pat diye çıkar, önce adamı sevmez sonra olayı beraber çözerler, finalde de adam aşık olmuştur çoktan. (Kalıbı daha iyi ve uygulamalı olarak anlamak için The 39 Steps’i izleyin.)

Filmimizde Jerry Shaw basit bir fotokopici. Bir gün ikizinin öldüğünü öğreniyor. Cenazeden evine döndüğünde odasında en az 1000 bomba yapacak kadar malzeme buluyor. Daha ne oluyor bile diyemeden telefonu çalıyor ve bir kadın ona hemen kaçmasını söylüyor. Neden kaçayım derken de odayı FBI basıyor ve tutuklanıyor. Böylece sıradan adam olayın içine giriyor. Esas kız da yaklaşık 10 dakika sonra karşısına çıkıyor ve film akıp gidiyor.

Jerry Shaw’da ilginçtir Shia LaBeouf hiç sırıtmıyor, hatta birkaç tane daha böyle filmde oynarsa yeni Cary Grant/James Stewart yakıştırmaları yapılabilir. Michelle Monaghan’a gelirsek tek suçu esmer olması. Hitchkock’un sarışın sevdiği bilinir, Caruso da bariz bu kuralı tersine çevirmiş (Disturbia’daki kız da esmerdi galiba). Ayrıca yapımcılar iki star yetmez diye düşünmüşler ki yanlarına iki yıldız daha vermişler. FBI ajanı olarak Billy Bob Thornton ve Rosario Dawson her zamanki gibi çok iyiler.

Genel olarak filme dönersek de arkasını Hitchkock kalıbına dayamış olarak temposu hiç düşmeyen bir popcorn filmi izliyoruz. Aksiyon seviyorsanız verdiğiniz parayı sonuna kadar hak edecek bir film izliyorsunuz. Ama ötesini beklemeyin. “Taklit, aslının değerini yükseltilmiş.” derler, 60-70 yıl önce çok daha iyisi zaten çekilmişken filmimiz iyi bir taklitten öteye gidemiyor.

Oyuncular: Shia LaBeouf, Michelle Monaghan, Billy Bob Thornton, Rosario Dawson, Michael Chiklis – Görüntü Yönetmeni: Darlusz Wolski – Müzik: Brian Tyler – Senaryo: John Glenn, Travis Wright, Hillary Seitz, Dan McDermott – Yönetmen: D. J. Caruso
*** G.T.: 3 Ekim Y.T.: 7 Ekim

8 Ekim 2008 Çarşamba

Azınlıktayız

Ey sayın okuyucular (bir elin parmaklarını geçmediğinizin farkındayım, maksat özgüven olsun), siz de AB’ye girmememiz için bir neden bulamayanlardan mısınız? Siz de AKP’nin yüzde 47 oy oranıyla iktidar olmasına şaşıranlardan mısınız? Siz de bir kömür torbasına oy (s)atanları uzaylı gibi mi görüyorsunuz? Siz de 4,5 yıl hükümeti eleştirdikten sonra ona oy atanları ağzınız açık mı izliyorsunuz? Siz de halkın gözüne baka baka yolsuzluk yapanlara sinirlenenlerden misiniz? Siz de cumhuriyet, laiklik, hukuk gibi temel unsurların yok olmasına karşı hareket etmek isteyenlerden misiniz?

Eğer cevabınız evetse asıl sorum geliyor: SİZ DE KENDİNİZİ ÇOĞUNLUK MU ZANNEDİYORSUNUZ? Yani şu anda bizi yöneten kesmi azınlık olarak mı görüyorsunuz?

Yine cevabınız evetse, size birtakım basit sorularım var: Sizce Türkiye’de kaç kişi...

  • demokrasinin ne demek olduğunu biliyor?
  • Atatürk ilkelerini gerçek manasıyla anlamıştır?
  • Kuran-ı Kerim’in Türkçe tefsirini/mealini okumuştur?
  • bir hobi sahibidir?
  • düzenli şekilde gazete/dergi/kitap okumaktadır?
  • 19. ve 20. yüzyıl dünya ve Türkiye siyasi tarihini okumuştur ya da bilgi sahibidir?

Daha bir sürü benzeri soru sorulabilir. Ama bu kadarı da benim gelmek istediğim amaç için yeterli. Şimdi madde halindeki soruların cevaplarını az çok tahmin etmişsinizdir. Cevabı en yüksek olanı bile, iyimser bir yaklaşımla, nüfusun %10’unu bulmaz. O halde siz hala kendinizi çoğunluk olarak görüp kendinizi kandırmakta hala ısrarcı mısınız? Hala azınlıkta olduğunuzu görmüyor musunuz?