31 Mayıs 2007 Perşembe

The Fountain ve Aronofsky

Bu filmi izlediğim günün sabahında bir arkadaşımla Darren Aronofsky hakkında konuşuyorduk. Arkadaşım önceki gün Requiem For a Dream’i izlemiş, ne kadar sıkıcı olduğunu anlatıyordu. Anlayışla karşılasam da filmin bir başyapıt olduğunu değiştirmez bu sonuç. Evet, çok depresif ve yer yer sıkıcı ama kesinlikle çok iyi bir film. Buna rağmen filmin sıkıcılığını Aronofsky’nin kişiselliğine bağlayabiliriz. Requiem’den sonra Pi’yi çok merak etmiştim. Ama benim için tam bir hayal kırıklığıydı, o kadar kişiseldi ki içine giremiyordun. The Fountain ikisinin tam ortasında, güzel tarafları da var ama Aronofsky kafasında filmi o kadar güzel çözmüş ki bize anlatmasına gerek kalmamış.

Film, üç ayrı zamanda (geçmiş, günümüz ve gelecek) 2 sevgilinin hüzün dolu hikayesini anlatıyor. Budizm tarzı ruhsal dinlerden oldukça beslenen senaryo, fena halde sürrealist. Ama bu sefer Aronofski biraz seyirciye neyi anlatmak istediğinin hakkında ipucu veriyor ama yetmiyor. Çünkü film zaten 3 ayrı zaman/mekana yayılmış, üçünün de ayrı derdi var ve üçünün de ana karakterleri aynı; bunları hazmetmek filmin zamanına oranla çok zor. Mesela filmin sanat çalışması ve görüntü yönetimi mükemmelle boy ölçüşüyor, keza filmin alt metinleri çok doyurucu. Oyunculuklar, bilhassa Hugh Jackman harikalar. Ama film sizi içine sokmadıkça hepsi boş kalıyor.

Hitchkock bir keresinde “Ben filmi kafamda çeker bitiririm, kalanı çok sıkıcıdır, seyirciye filmi göstermek.” demiş. Ama her zaman da kafasındakini perdeye tamamen aktarabilmiştir. Aronofsky de bir aktarabilse ne başyapıtlar çıkaracak.

Oyuncular: Hugh Jackman, Rachel Weisz, Ellen Burstyn, Mark Margolis, Stephen McHattie, Ethan Suplee – Görüntü Yönetmeni: Matthew Libatique – Müzik: Clint Mansell – Senaryo: Darren Aronofsky (Darren Aronofsky ve Ari Handel’in hikayesinden) – Yönetmen: Darren Aronofsky

*** G.T.: 11 Mayıs Y.T.: 31 Mayıs

30 Mayıs 2007 Çarşamba

Heroes Vakası

Sanırım ekim başlarındaydı, bir gazetede Amerika’nın yeni bir diziyle kavrulduğu yazıyordu. Adı Heroes’tu ve tıpkı Lost gibi doğaüstü olaylardan kaynak alıyordu. Giderek ünlenmeye devam edince şöyle bir bakayım, dedim ve 14 bölümü 1 haftada izleyiverdim. Geçen hafta kendinden hiç beklenmeyecek kadar kötü bir finalle 1. sezona veda eden Heroes vakası bu yazının ana temasıdır.

Hikaye günümüzde, başlangıçta birbirinden habersiz, süper güçlere sahip birtakım insanlar arasında cereyan ediyor. Ana kahramanlarımız şöyle: İçinde bir şeyler olduğunu hisseden hemşire Peter; ağabeyi, senatör adayı ve uçma yetisine sahip Nathan; kendini iyileştirebilen lise öğrencisi Claire; zamanı durdurup yolculuk edebilen Japon Hiro; karşısındakinin düşüncelerini okuyabilen polis memuru Parkman; çift kişilikli Jessica/Niki; Jessica’nın her yerden geçebilen kocası ve elektronik aletleri düzelten oğlu Micah; vs. Ayrıca güçsüz kahramanlarımız var, hayatını babası gibi süper güçlü insanları bulmaya adamış Mohinder, Clarie’nin esrarengiz babası Mr. Bennett gibi. İlk sezonun ana hedefi yakın zamanda New York’ta yaşanacak bir patlamanın önüne geçebilmekti. Birbirinden bağımsız bu karakterleri birbirine bağlamaya ve sonunda da patlama engellenmeye çalışıldı tüm sezon. Son 2 bölüme kadar bence her şey güzel gidiyordu, gayet heyecanlı bir şekilde izliyorduk diziyi. Bağıntılar bir bir açığa çıkıp eksik parçalar görünmeye başlayınca diziye daha da bağlanıyordunuz. Ama son hamle olan finalde bir çuval inciri bir güzel berbat etmeyi başardı yapımcılar. Patlamayı son derece bayat bir sebeple engellediler.

Diziyi seyretmeye başlayınca ilk önce Lost havası, hemen akabinde de X-Men kokusu burnunuzu geliyor. Çok karakterli, doğa üstü olaylara dayanan konusuyla Lost’a benzemediğini kimse iddia edemez. Hatta bazı karakter benzerlikleri bile bulabilirsiniz. Sayyid-Mohinder gibi. Gözünüze çarpan ikinci önemli benzerlik de X-Men, mutant karakterlerin var olma savaşı, sıradanlaşarak diziye yansımış fakat tek kötü mutantın Sylar olması gibi bir saçmalık var. Üstelik Sylar gayet akılsız, Magneto’nun yanına yaklaşamaz. Dizinin çizgi romansı tasarımı pozitif etki yaratıyor. Buna karşın çizgi romanın sade eğlenmeye yönelik dünyasını karanlıklaştırıyor, dizi olmanın verdiği etkiyle gerçeklik katıyor. Bu da çizgi roman havasına negatif etki ediyor.

Ayrıca nedense Lost’un etkisinden sıyrılıp kendi kişiliğini yaratamıyor ve sezon bittiği halde hala bağımlı olmanın dezavantajını yaşıyor. Sezon ortasında Lost’un sıradanlaşmasına paralel Heroes’a ilgi artarken, finalde tamamen bozguna uğradı. Normal bir bölümden bile vasat olan final bölümü, herkesin beklediği patlama anını çok sıradanlaştırmasıyla büyük hayal kırıklığı yarattı. 2. sezonda kaç kişi devam eder merak konusu. Asıl soru ise nasıl devam edecekleri? Sylar ölmemiş olabilir ama tüm sezon da Sylar peşinde geçemez. Yeni sezonun gösterilen 1 dakikasında Hiro’yu orta çağ Japonya’sında gördük ama pek bir anlamı yok.

Diğer deyişle, Heroes bir bocalama evresine girdi. Bunu nasıl atlatabileceği merak konusu. Kendini kabuğunu kırıp yeni bir surete bürünmesi gerek. Bunu da ancak yeni sezonda görebileceğiz.

29 Mayıs 2007 Salı

Lost Üzerinden Medeniyet Çeşitlemeleri

Lost 3. sezonunu kaparken çok önemli sorular bıraktı arkasında. Final bölümünün son sahnesinde gelecekteki Jack, Kate’e “Keşke adaya dönsek.” dedi. Belli ki ada dışındaki modern hayata uyum sağlayamamıştı ve adada geçirdiği günlerin yasını tutuyordu. Tabii bunun nedenini ilerleyen sezonlarda anlayacağız ama yine de çeşitli çıkarımlarda bulunabiliriz.

Edebiyat sınıflandırmalarında egzotik yazın türünün başlangıcı olarak Robinson Crusoe gösterilir. Çoğumuz konusunu az çok biliriz. Gemiyle seyahat eden bir İngiliz beyefendisi geminin fırtınada batması sonucu bir adaya sığınır. Issız adada günlerini geçirirken ilk işi bir kayık yapmak olur. Tıpkı ilk sezonda Micheal’ın yapmaya çalıştığı gibi. Robinson Crusoe ilk yayınladığında egzotik ülkelere duyulan ilgi artmış. Daha sanayi devriminin ilk yılları olmasına karşın insanlarda, doğal hayata duyulan özlemi alevlendirmiş.

Şimdi ise yıl 2007. Tamamen vahşi kapitalist bir dünyanın içindeyiz. Evebyenler çocuklarını okula başlatırken bile ÖSS’ye göre okul seçiyor. Kimin, kimin arkasında olduğu belli değil. Bir yarış almış başını gidiyor. Hızla tüketilen bu yaşamda, durup soluklanmak mümkün değil. Hayatınız trafikte, sokaklarda, işte (plazalar, gökdelenler), fast-food’çuda geçiyor. Eve belki de sadece uyumak için gidiyorsunuz. Böyle bir yaşam tarzında herkesin en az bir kere aklından geçiyor, tüm bu formaliteleri bırakıp alıp başını gitmek. Nereye? Boşuna en klişe soru “Issız bir adaya düşseniz, yanınıza alacağınız 3 şey nedir?” değil. İnsanlar da bir sıkılmışlık duygusu var, ıssız bir adaya düşüp tüm dertlerden kurtulmak istiyor. Buna sosyal hayatı da ekleyebilirsiniz. Çünkü maddiyat sosyal hayata da bulaşmış. Evliliklerin maddiyata göre yapıldığı bir dünyada yaşıyoruz ya da aşk acısı yaşayanların giderek katlandığı bir dünya. Dolayısıyla, insan durup silkinmek istiyor. Tüm dertlerinden kurtulmayı arzuluyor. Hayat supapları dediğimiz tatiller bazılarına az geliyor, çünkü insanlar için 50 haftalık bir rutinden sonra 2 hafta bir şey ifade etmiyor. İşte tam burada kaçış duygusu devreye giriyor. Lost’un bu kadar sevilmesinin bir nedeni de bu. Her hafta 42 dakika boyunca tropik bir adaya gidip stres atmak istiyor insan.

Bunu dizideki karakterlerde de gözlemleyebilirsiniz. Çoğu gerçek hayatta tam anlamıyla bir kaybeden ve uçağın düşmesiyle önlerine 2. bir hayat sunuluyor. Çoğunun bunu değerlendirdiğine şüphe yok. Mesela, John Locke. Sahtekar bir baba yıllar sonra çıkıp sevgisini sunuyor ama böbreğini alıp tüyüyor sonra. 2. gelişinde John’u evleneceği kadından ayırıp yapayalnız bırakıyor. 3. de ise bir gökdelenden atıp sakat bırakıyor. Locke’un hayatı işkenceye benziyor, ta ki adaya düşene kadar. Adanın esrarengiz gücü sayesinde bacaklarına kavuşuyor, sonra da grubun avcısı olarak 2. bir lider haline geliyor. Bunca olaydan Locke’ın ısrarla adada kalmak istemesini yadırgayamazsınız. Locke, adadan kurtulmamak için elinden geleni ardına koymayacaktır.

Oysa ki Locke harici kazazedeler ısrarla çıkış arıyor. Sanki dışarıda harika bir hayat onları bekliyor gibi. Son bölümde gelecekteki hayatı işkenceye benzeyen Jack’e bakalım. Başarılı bir cerrahın oğlu olarak tıbbı seçmiş ve babası gibi bir cerrah olmuştur. Ama bu kararın belki de acısını çekerek babasıyla durmadan zıtlaşmaktadır. Giderek pis bir sarhoşa dönüşen babasınız pisliklerini temizlemektedir. Tam bu zamanda mucize eseri kurtardığı kadınla evlenmiş ama bir süre sonra boşanmıştır. Hayat hiç adil değildir ona karşı. Derken babasının cenazesini eve getirirken uçağı düşer ve lider pozisyonuna gelir, daha ilk günden. Herkesle ilgilenir, tüm sorunları çözmeye çalışır, kaçırılır, pes etmez çabalar. Tek amacı, lideri olduğu grubu adadan kurtarmaktır ama acaba onun için doğru olan bu mudur? Sanırım, Jack adanın kıymetini ancak kurtulunca anlayacak. Çoğu kişi Ben’in grubun karşısına tek başına çıkmasının sebebini anlayamadı, Ben aslında Jack’in bu saydıklarımı anlayıp adadan gitmemeye ikna edebileceğini sanıyordu. Ama kurtulma amacı Jack’in gözlerini o kadar kör etmiş ki adada yaşadığı deneyimleri doğru dürüst değerlendirmiyor bile.

Peki diğer karakterler çok mu farklı? Sizce Kate hapse mi dönecek, Sawyer dönünce dolandırıcılık yapmaya devam mı edecek ya da Sayyid dünyada dolaşırken gerçek vatanını bulabilecek mi? Durumları az çok aynı. Charlie bir amaç uğruna öldü hiç olmazsa. Diğerlerinin amacı ne?

27 Mayıs 2007 Pazar

Pirates of the Caribbean 3 (Karayip Korsanları 3)

Yine geldik bir üçlemenin daha sonuna. Üçlemeler yılının ikinci ayağındayız. Benim en çok beklediğim ayağı. Mayıs gelse de gitsem, dediğim film. İlk ikisinde çok eğlendiğim film. Sonuç? Bilmiyorum, daha doğrusu karar veremiyorum. Filmi izlerken de bir gariptim. Sezonda en çok beklediğim film önümde perdeden akıyor ama ben beklediğim zevki alamıyordum. Üstelik normalde zevk almam gerektiği halde çünkü filmde göze çapan büyük bir eksiklik yok. Jack de orada, Barbossa da, Elizabeth de, William Turner da ve öbürleri de. O zaman ben de mi sorun? Acaba gün çok yoğun geçtiği için mi kafamı veremiyordum. Dur ya. Kafa mı vermek? Biz eğlenmek için filmi izlemiyor muyduk? Filmin bizi ferahlatması gerekmiyor muydu, neden üstüne kafa yoruyoruz.

Sorunu buldum en sonunda. Film fazla karışık ve bol malzemeli. Hayır, Spider-Man 3’teki gibi değil. Farklı bir karışıklık. Daha önce de bu karakterler vardı, tek fazlalık Sao-Feng, o da kısa sürede ölüyor zaten. Bu gibi filmlerin basit olması gerekmiyor muydu, amaç o zaten. İlk iki film öyleydi zaten. Olaylar sırayla gidiyordu. Ama bu sefer bir acayiplik var.

Önce kraliyet limanında tanımadığımız, filmle alakasız insanların katledilişini izliyoruz. Sonra bir kayık süren Elizabeth ile Singapur’a gidiyoruz. Gayet kafa yorucu bir girişle Barbossa’nın Sao-Feng’i keklemesini izliyoruz. Ardından Kraliyet askerleri mekanı basıyor ve aksiyon izliyoruz (nihayet!). Sonraki sahne bir arkadaşımın dediği gibi sürrealist bir filmden kopup gelmiş sanki. Kumun ortasında bir gemide düzinelerce Jack Sparrow birbirlerine emir veriyor. Taşa benzeyen yengeç de cabası. Allah’tan bizim ekip olay yerine gelip Jack’i kurtarıyor da bu sıkıcı ve oldukça gerçeküstü bölüm sonlanıyor. Bir popcorn filminde bütün bunlar ne arıyor? Neyse ki Jack kafasını kullanıp bizimkileri gerçek dünyaya döndürüyor. Bu arada Yunan mitolojisindeki Hades denizine gönderme yapan ruhların yüzdüğü deniz, çok dahiyane bir fikir ama bu filmde olmaması gerek.

Ekip dünyaya dönünce, film de başlamaya hazır oluyor. Ama daha savaşa hazırlanacağız, acelemiz ne. Herkesin kişisel politikaları, çıkar çatışmaları, tipik saf değiştirmeler filan derken korsanlar konseyi için yine bayağı zaman geçiyor. Oldukça eğlenceli bir konseyden savaş kararı çıkıyor ve sadece 2 gemi koca İngiliz filosunun (yaklaşık 50 gemi) ana gemisini batırınca da film bitiyor. Tamam, böyle bir filmde mantık aranmaz, o kadar sürrealist takıldıktan sonra 49 gemi savaşa katılmadan kaçıyorsa bir sorun vardır herhalde.

Bütün karakterlerin kaderi bir nihayete eriyor sonunda ama biz de bitiyoruz. Geriye Keira Knightley’in ne kadar güzel olduğundan başka bir şey kalmıyor vallahi. Jack Sparrow’a bile doyamıyoruz yoğunluktan. Umutlar Bourne Ultimatom’a kaldı. Sen de bizim yüzümüzü kara çıkarma Bourne.

Oyuncular: Johnny Depp, Orlando Bloom, Keira Knightley, Geoffrey Rush, Bill Nighy, Jack Davenport, Jonathan Pryce, Lee Aarenberg, Mackenzie Crook, Kevin McNally, David Bailie, Stellan Skarsgard, Tom Hollander, Naomie Haris, Yun-Fat Chow – Görüntü Yönetmeni: Dariusz Wolski – Müzik: Hans Zimmer – Senaryo: Ted Elliott, Terry Rossio (Ted Elliott, Terry Rossio, Stuart Beattie ve Jay Wolpert’in karakterlerinden) – Yönetmen: Gore Verbinski

*** G.T.: 25 Mayıs Y.T.: 27 Mayıs

NOT: Hakkını vermek gerek efektleri süper. Ayrıca filmin jenerik sonunda bir sahne varmış, ben kaçırdım, siz kaçırmayın.

26 Mayıs 2007 Cumartesi

Previously on LOST

----------SPOILER İÇERİR----------

3. sezonu da harika bir şekilde nihayete erdirdikten sonra geriye bakıp düşünmenin zamanı gelmiştir. Ne de olsa önümüzde 8 aylık bekleme dilimi var daha. Ben diziye sonradan haberdar olan gruptanım. Diziye geçen eylülde 2 sezonu 5 günde izleyerek başladım. Eğer bir diziyi soluksuz bir vaziyette bu kadar çabuk izleyebiliyorsanız, o dizide mutlaka bir bit yeniği vardır.

Eminim son 3 yılda bir sürü kişi bu soruyu sormuştur ama bir kere de ben sorayım: Nedir bu Lost’un cazibesi? Aslında dizi gayet normal bir şekilde başlıyor. Bir uçak kazası oluyor ve uçak bir adaya düşüyor. Kazadan kurtulanlar ise yaşam mücadelesi veriyor. Yalnız Lost’un olayı burada başlıyor. Uçağın düştüğü ada sıradan bir yer değil. Garip olaylar oluyor. Mesela? Kutup ayıları yaşamakta, akla gelen ilk soru “Tropik adada kutup ayısı ne arıyor?”. Sonra adada yaşayan başkaları var ve bunlar da sıradan değil. Gayet modern insanlar, dış dünya ile bağlantıları var ama bizim kazazedelere düşmanlar. Daha ‘The others’ denilen bu topluluğun gizemini çözemedik, ilerleyen bölümlerde inşallah. 3. sezonun bomba sorularından biri “Jacob kim?”, sözde Ben’in de üstü olan bu şahsı (ya da her neyse onu) çözmeyi umuyoruz. Ama bence asıl soru şu olmalı: ‘The others’ adada ne yapıyor? Komünitenin her üyesinin bir amacı var gibi görünüyor ama daha Juliet hariç hiç birinin tam amacını öğrenemedik. Hatta tam olarak kaç kişi olduklarını bile bilmiyoruz. İçlerinde akıllara zarar tipler mevcut. Sözde eski KGB ajanı olan (ki gayet muhtemel) Mikhail gibi. Ben’in flashbackini izlediğimiz bölüm bunlara yeni sorular ekledi. Dharma grubunu telef edip yerine geçen ada sakinleri (Bu ada sakinleri de kim?) ve Ben, hiçbir şey olmamış gibi hayata devam ediyorlar. Üstelik ada dışı bağlantıları hala mevcut. Dharma’dan karşı saldırı hala gelmemiş (Naomi’nin ekibi Dharma mı?). Bir takım tıbbi araştırmalar yapılıyor ama her halde tüm grup araştırmacı değil. Bir de esrarengiz siyah duman var. Fotoğraf çekip insanları yerden yere vurmaktan başka amaçları olduğu kanaatindeyim. En azından karakterlerimize arada bir görünen çeşitli hayaletimsi varlıkların siyah dumandan kaynaklandığı neredeyse kesin ama nedenini de öğrensek fena olmayacak.

Ayrıca adanın garip bir iyileştirme gücü var. John Locke’u tekerlekli sandalyeden kaldırdı, son olarak da ölümcül yarasını iyileştirdi (Gerçi ana etkenin sol böbreği olmadığından kan kaybına uğramaması olduğu düşünülüyor). Rose’u da kanserden kurtardı. Üstüne Jin’in kısırlığını giderdi. Adadaki elektromanyetik alan nelere kadir daha öğreneceğiz.

İlk sezonun finaliyle hayatımıza giren sığınak yani ‘Hatch’ de ayrı soru. 108 dakikada bir bilgisayara basıp ne oluyor? Sonunda sığınağın patladığını ve deprem olduğunu (yani elektromanyetik alanın dışarı çıktığını) öğrendik ama pek de aham şaham bir sonuç bırakmadı. Bir tek Desmond geleceği görmeye başladı. Bu arada olayın sadece Dharma’nın geliştirdiği bir psikolojik test olma durumu da var. Bu arada Dharma ne? Ne araştırması yapıyor? Bu adadaki amacı ne? O Japon herif de kimin nesi? Ünlü sayılara değinmeyelim isterseniz.

Dizi sadece adayı anlatmıyor. Her bölümde bir karakterin flashbackini izleyip onu geçmişini izliyoruz. Kazazedelerin hepsi sorunlu tipler. Kimi eski rock yıldızı ama popülaritesini yitirmiş ve uyuşturucuya saplanmış. Öbürü herkesi kurtaran ama kendini kurtaramayan bir cerrah. Diğeri babasını öldüren, ardından da polisten kaçan bir kaçak. Grup içinde dolandırıcı, milyoner, Koreli bir çift, yalnız bir anne adayı, eski bir Irak askeri bulunuyor. Grup garip olunca, aralarındaki ilişkiler de garip oluyor. Üstüne birbirlerine bir şekilde geçmişleriyle bağlı olduğu ortaya çıkınca sorular daha da artıyor. Örnek vermek gerekirse, Claire’in Jack’in üvey kardeşi olması çok absürttü. Üstelik yeni açıklanan duruma göre artık flashforwardlar da olacakmış. İşlerin iyice karışması elde değil yani. Bu arada giren çıkan karakterler, onların geçmişleri de tuz biber. Boone ile Shannon belki ölmeliydi ama Mr. Eko ile Libby gerçekten haksızlık oldu. Hugo’cuğumuz yeniden yalnız kaldı. Arada Anna Lucia da kaynadı. Şimdi de Charlie, kendini Claire ve Aaron uğruna feda etti. Severdik kendisini, pek şımarıktı ama şirindi. Eklenecek yeni muhtemel karakterler Naomi’nin ekibi bence. Gayet sadist tipler beklemekteyim. ‘The Others’ muhtemelen savunma durumuna geçecek, çünkü savaşan 10 adamları öldürüldü, üstüne Jack Ben’i rehin aldı. Bu arada Ben’den yeni atraksiyonlar bekliyorum, kesin bir şeyler çevirecek yeni sezonda.

Daha 16’şar bölümden 3 sezon yayınlanacak dizi, kesinlikle çok ilgi çekecek. Sezon ortasında etkisini yitirdi diye somurtup, küfrettiğimiz senaristler nasıl yaptıkları muamma olan bomba bir sezon finali çekmişler. Gerçekten, izlediğim en güzel sezon finaliydi. Her karaktere önemli bir görev yükleyip izleyiciyi ters köşeye yatırıyordu. Walt bile göründü arada, bence siyah dumanın marifeti ama görmek bile hoştu. French Chick hele şükür kızına kavuşup onu bağrına bastı. Akıllarda kalan sorulardan en önemlisi, Jack’in gelecekte gittiği cenazenin kimin olduğu. İnternette çeşitli tahminler mevcut, ben Sawyer’dan yana oy kullanıyorum.

Sezon boyunca “Heroes mu, Lost mu?” tartışması yaşandı. Son 2 bölüme kadar hep Heroes dedim ama sezon finalinde Lost, Heroes’u ezip geçmiştir. Böylece şanına konan gölgeyi güzelce üzerinden atmıştır. İlk sezonda bize kendisini sevdiren özelliklerine geri dönüş yapıp kalbimizdeki yerini sağlamlaştırmıştır.

Şubata kadar beklemek zor olsa da dayanıp kazazedelerin yeni maceralarına göz gezdireceğiz, yeni gizemlere tanık olup yeni sorular soracağız ve yine Lost’u sevmeye devam edeceğiz.

24 Mayıs 2007 Perşembe

Bir Çocuk Filmi Olarak Spider Man 3

Filmle ilgili o kadar yazı okudum ki öncesinde. Sanki tüm filmi görüyordum gözlerimin önünde. Meğerse ben öyle zannediyormuşum. İlk filmde Raimi'yi popülistlikle suçlamıştım. İkinci filmde ise herşey rayına oturdu demiştim, güzelce Örümcek Adam'ı izliyorduk. Raimi'ye birşeyler olmuş. 2. filmin o samimiyetini yakalayamamış. Artık zaman baskısı mı (gösterim tarihi 2004'te ilan edilmişti.) yoksa başka bir sebep mi, bilemiyorum. Ama bu film çok çocukça. Hatta İngilizce seviyesi bile ilkokul düzeyinde. (Filmi altyazısız izledim de)

Bir kere film fazla kalabalık. Herkesin esas eleştirisi de bu, zaten. İşin içinde MJ ile sorunlar, Harry ile ilk iki filmden gelen (ve oldukça sıradan sonuca bağlanan) ilişkisi, simbiyotik yaşam formuyla kendi içi çekişmesi, işte rekabet, yeni sevgili fırsatı, Venom, Sandman ve onun amcasıyla ilişkisi. Tanrım, yazmak bile yordu. Spidey tüm bunlarla uğraşıyor, üstüne akrobasi de yapıyor (zaten eğlence o ya). Ama hepsini toparlayayım derken bocalıyor ve ölçüyü tutturamıyor. Açıkçası Raimi bile yapamıyorsa, yapılamaz zaten. Yani esas sorun senaryoda, hatta sinopsiste. Zaten filmin senaristi hikayeyi ilk gördüğünde 2 filme ayırmayı düşünmüş. (O zaman cıngar çıkardı.) Böylece filmdeki hiçbir olay hakkıyla işlenmiyor. Bence Sandman hikayesi çok yavan, efektleri de pek büyülemedi beni, gayet gereksizdi. Onun yerine iç çekişmeyi öne çıkarıp (ki çok malzeme vardı) Venom'a biraz daha zaman verse fena olmazmış. Zaten Gwen karakteri çok boş kalmış, o kadar yazı okuduktan sonra güzel bir aşk üçgeni bekliyordum. Bırakın aşk üçgenini, ortada aşk da yok. Peter Gwen'e aşık değil; Gwen de Peter'a, sadece Örümcek Adam'ın cazibesine kapılıyor. Peter ile MJ yine aşık ama kavuşamayan çifti oynuyor ki beni baydı artık.
Filmin tek artısı komediye biraz daha ağırlık vermesi, filmin en iyi iki performansı da buradan geliyor zaten. J. K. Simmons ve Bruce Campbell harikalar. Campbell'in Fransız komposizyonu izlenmeli. Başka da birşey yok pek. Unutmadan filmde Örümcek Adam'dan keyif aldığım yegane sahneler kötü adam olduğundaydı. Neden acaba?
Raimi'den artık çocukları değil büyükleri düşünmesini istiyoruz, The Gift tarzı esaslı gerilimler bekliyoruz. Son olarak, Maguire ve Dunst böyle giderse seri bitince hiç iş alamayacak.
Oyuncular: Tobey Maguire, Kirsten Dunst, James Franco, Thomas Haden Church, Topher Grace, Bryce Dallas Howard, J. K. Simmons, Rosemary Harris, Bruce Campbell - Görüntü Yönetmeni: Bill Pope - Müzik: Christopher Young, Danny Elfman - Senaryo: Sam Raimi, Ivan Raimi, Alvis Sargent (Sam Raimi ve Ivan Raimi'nin hikayesi; Stan Lee ve Steve Ditko'nun çizgi romanından) - Yönetmen: Sam Raimi
**1/2 G.T.: 4 Mayıs Y.T.: 24 Mayıs

22 Mayıs 2007 Salı

Ülkesini Satanlar Yanıbaşımızda

Bu sabah, üç arkadaş okula gidiyoruz. Barbaros’tan indik, CHP tüm meydanı flamalarla donatmış. Dedim ki “Seçim zamanı en nefret ettiğim şey de bunlar. Acaba kaç kişi bu bayraklara kanıp oy veriyordur ki?”. Arkadaşım öbür arkadaşıma dedi ki “X, doğruyu söyle bir parti gelip sana 100 YTL verse, oyunu o partiye vermez misin?”. Nasıl yani, diye başımı çevirdim. Arkadaşım “Az” dedi. Konuyu açan arkadaş da “Valla ben veririm. 500 YTL’ye fit olursun ama?” Ben şok içinde cevabı dinlerken “Evet” dedi. Sonra bana döndüler, “Peki sen?” dediler. “Hayatta öyle şey yapmam. Şu an AKP gelse 10 milyar dese, bir an düşünmeden hayır derim.” dedim. Bazı şeylerin para olmadığını anlattım. Onların savunması da attıkların oyun hiçbir şey ifade etmemesi, zaten boşa giden oyla hiç olmazsa para alacaklarıydı. Yani arkadaşlarım, sandıkta oy kullanmanın ne manaya geldiğini bile bilmiyorlardı. Onlardan çıkan 1 oyun neler ifade ettiğini bilmiyordu. Sadece onlar değil, Türkiye’nin çoğu da bilmiyor zaten. Bilse 2002 yılında %45 oy boşa gitmezdi. O oyların sahipleri de zaten boşa attıklarını düşünüyordu ve ne olduğunu sadece onlar değil, tüm Türkiye anladı.

Sizce ülkeyi satmanın kavramı nedir? Bir ajanla işbirliği kurup ülke sırlarını satmak mı sadece? Kendi keyfi uğruna ülkesinin kaderiyle oynayanlar aynı kefede değil mi? Kısa vadeli planlar kurup uzun vadede ülkeyi batırmak değil mi? Arkadaşım eline geçen o 100 YTL ile ne yapacak? Gezer, tozar, sevdiği bir kıyafeti alır ve para biter. Oysa aynı oyun vebali tam 5 yıllıktır. Aynı arkadaşım, bundan 3 yıl sonra uğradığı bir haksızlıkta hükümete kızmayacak mı, yoksa “Bunlar bana 100 YTL vermişlerdi” deyip oturacak mı?

Hükümetin çıkardığı yasalar ortada. Yakalanan hırsız, ertesi gün çıkıp yine aynı evi soyuyor. Konu buraya geldiğinde hep bir hikaye anlatırım arkadaşlara, gerçek bir öyküdür ve yaşanalı 1 yıl olmamıştır:

Ankara’da bir eve hırsız girmiş. Evin hanımı da evdeymiş ve hırsızı görünce engellemeye çalışmış. Hırsız kadını bıçaklayıp kaçmış. Kadının bel altı tamamen felç olmuş. Kocası ve akrabaları polise başvurmuşlar. Şansa bakın, hırsız yakalanmış (Buna bile şans diyoruz artık!). Hırsız mahkemeye çıkmış, 3 ayla yırtmış. Olaya sinirlenen kadının yakınları, demokratik haklarını kullanıp adliyenin önünde eylem yapmışlar ve savcı, bu grubu çete oluşturmak suçundan hapse atmış!!!

100 YTL’ye fit olan değerli arkadaşım, evlendikten 10 gün sonra aynı olay senin başına gelse ve karın ömür boyu yatalak kalsa, sen ne yaparsın? Ben 100 YTL aldım, vicdanım rahat deyip oturabilecek misin? Bu, inanın çok ama çok küçük bir örnek. Şu anda biz rejim savaşı da veriyoruz. Ülkenin kalan 3-5 karış toprağı da satılmak üzere. Sen ülkenin topraklarını 100 YTL’ye mi satacaksın?

Boşuna tarihten ders alın demiyorlar. Biraz Osmanlı Tarihi okuyun ülke nerelerden geçmiş görün. Kısa vadeli düşünen Osmanlı vezirlerinin yüzünden, ülkenin ne biçim bir bataklığa düştüğünü görün.

En önemlisi demokratik hakkınızı kullanın. Kendi iradenizle, kendi hür vicdanınızla sandık başına gidip oyunuzu kullanın. Çok geç olmadan!

21 Mayıs 2007 Pazartesi

Nedir Bu Sağ-Sol Meselesi?

İlkokul 5’teydim galiba. O sıraların yakın arkadaşlarımdan Burçin, yarı isyan dolu bir soruyla “Hocam, nedir bu sağ-sol olayı? Anne-babama sordum, küçüksün diye cevaplamadılar.” demişti. Bu konuların ne olduğu hakkında en ufak cevabı bile olmadığını düşündüğüm hocam, gülerek savuşturmuştu soruyu. Doğru ya, tu-kaka konulardı bunlardı. Hele daha 11 yaşındaki birine açıklanıp, gomünist mi yapılacaktı. Hâşâ.

Türkiye bazı şeylere çok geç kaldı. Başta değişimin ne demek olduğunu anlamaya, sonra fikri anlamda Rönesans’a, daha sonra sanayi devrimine en sonunda da kapitalizme. Bizim halkımız kendi ile uğraşmaktan gavurun atı alıp Üsküdar’ı 300 km ile geçmesini bile seyredemedi. Dolayısıyla, esas olaya tanık olamayan değerli halkımız 3. kişiden anlatıma güvenmek zorunda kaldı, ne de olsa 3. dünya ülkesiyiz ya!

Biz cumhuriyetin ne demek olduğunun bile Atatürk’ten öğrendik. Çoğu kişi Atatürk’ü yeni padişah sandı ve bu yüzden cumhuriyetin aslında egemenlik haklarını onlara verdiğini bile anlamadı. Gerçi 2007’de bile anlamayanlar var ya konumuz bu değil. Sonra İnönü geldi, o da hala cumhuriyeti kavrayamamıştı ki halkına anlatsın (Bazı şeyler hala örtbas ediliyor, İnönü’’nün kendi adına para basması hala tabu olarak gizleniyor.) Menderes-Bayar ayrı vaka zaten, isterseniz bulaşmayalım. Derken 60 Anayasası ilan edildi. Kişisel özgürlük hakları ön plana çıktı. Derken halk yeni bir kavramla tanıştı: Sağ-sol

Ama kimse de oturup “Nedir bu sağ-sol?” diyemedi. Nazım Hikmet komünistti ve Rusya’ya kaçmıştı, Rusya da Türkiye’ye düşmandı. Demek ki neymiş? Komünizm kötüymüş. Komünizme kötü diyenlerin kaçının Das Kapital’i okuduğunu merak ediyorum. Sağ için ise durum pek mi farklıydı? O günlerde sağ demek milliyetçilik demekti, ülkücülükten başka manası da olamazdı. Sağ-sol kavramımız bu açıdan ibaretti. Bir tane Marx makalesi okuyan gencecik beyinler kendini komünist sanıyordu. Solun din düşmanlığı olduğunu, ülkenin, dinin elden gideceğini düşünen kalan gencecikler ise ülkücü sayıyordu kendini.

Geçenlerde bir arkadaşım ‘sol’un İngilizce teriminin ne olduğunu sordu bana. “Yapma be abi!” der gibi baktım, “Sol, evrensel bir terimdir oğlum, nereye gidersen git ‘left’ terimi o anlamı verir.” dedim. Tabii, suç onda değil, ona öğretmeyende. Sen gelecekteki vatandaşına hiçbir şey öğretmeyip sonra da vatandaş olmasını bekle. Gerçi o zihniyetin amacı da bu, zaten bu yüzden salak gibi bakıyoruz etrafa. Gençlerin apolitize olmasını istediler ve başardılar.

Burada bir siyaset bilimcisi gibi sağ-sol tanımı yapacak değilim, amacım da o değil zaten. Yalnız, gündemde olan sağın birleşmesi, solun birleşmesi gibi cümlelere Fransızca muamelesi yapanlara bir tepkide bulunmak. Israrla apolitize olmamı bekleyen adamdan, öcümü alabilmek.

Sağ-sol kavramı nereden çıkmış harbiden, bileniniz var mı? Lafı uzatmayarak cevabı vereyim bari. Kavram Fransız İhtilali’nde çıkmış. İhtilal sonundan çözüm arayan taraflar mahkeme tarzı bir yerde toplanmış. Oturum başkanının sağında oturan kralcılarmış, solunda oturanlar ise halkçı. İşte gündemimizi 50 yıldır meşgul eden kavramlar, bu basit oturuş biçiminden ilhamla oluşturulmuş.

Şimdi bu tarihi gerçekten ötürü saptamalar yapmaya kalkmayın. Olay 218 yıl önce olmuş, o kadar yıl içinde bu kavramların altından ne sular akmış, ne hale gelmişler. Bu saptamaları da yapmak için iki tarafın gelişmesini güzelce okuyup irdelemek gerek. Ben ise sadece solun gelişimini okuduğumdan bir saptama yapamam. Yapmam, sağcılara ayıp olur, bana yakışmaz. Keşke, tüm politikacılar da böyle düşünse de, ne olduklarını tüm gerçekliğiyle açıklasalar. Biliyorum, umulanın ötesinde bir ümit. Ama yaşamamızın sebebi de o ümitler değil mi?

NOT: Zaman zaman, politik yazılarım bu sitede yayınlanacaktır.

20 Mayıs 2007 Pazar

Zodiac: Bir Fincher Filmi

David Fincher’in son marifetini uzun zamandır bekliyorduk. Düzeyli bir gerilim filmi olmaktan öteye gitmeyen Panic Room’u geçersek son kaliteli işi olan Fight Club’tan beri 8 yıl geçti. Hayranları bir sonraki filmi iple çektiler. Hele filmin polisiye olduğu duyulunca umutlar daha da tavan yaptı ve en sonunda Zodiac gösterime girdi. Filmi bir solukta izlediğimi belirtmeliyim. Fincher imzası bazı sahnelerde belli oluyor ve bu, hoşuma gitti. Filmin Panic Room’dan çok daha iyi olduğu da açık. Ama…

Aslında pek ama denecek bir şey de yok. Film gayet temiz, sürükleyici bir polisiye. Görüntülerinden müziğine her halkası gayet başarıyla oluşturulmuş bir film. Lakin insan Fincher’dan daha fazlasını bekliyor. Şöyle söyleyeyim: Bu filmin 2007’nin akılda kalıcı filmlerinden olacağı kesin ama ben ikinciye seyretmem.

Amerika’nın ünlü seri katillerinden birini daha izliyoruz. Zodiac takma adlı katilin sırrı hala çözülememiş, çözüleceğe de benzemiyor, çünkü en önemli sanık bundan 15 yıl önce ölmüş. Davanın çıkışını ve hem polis kandında hem gazete kanadında iz sürme kısmının anlatıldığı film, esas olarak davaya saplantılı olarak bağlanan karikatürist Robert Graysmith’i merkeze alıyor. Zaten film de Graysmith’im çok satmış kitabının bir uyarlaması. Okuduklarıma bakılırsa, Fincher olaylar ve sürecine gayet sadık kalmış ama esas olarak Graysmith’in bakış açısını izliyoruz. Film bu bakımdan çok başarılı bir polisiye. Neyi anlattığının bilincinde ve bunu çok iyi kullanıyor. Filmin asıl başarısı ise kadrosu. Jake Gyllenhaal hariç karakterlerine cuk oturan oyuncuları izliyoruz. Başta Robert Downey Jr. olmak üzere (ki 2008’de bu rolle Oscar alacağı konuşulmaya başlandı), Mark Ruffalo, Philip Baker Hall, Anthony Edwards ve John Carroll Lynch rollerinde çok başarılı. Chloe Sevigny’yi Melinda and Melinda’dan beri göremiyordum, kesinlikle daha çok görünmeli. Romantik komedilerin 2. adamı Dermot Mulroney bile rolünde şaşılası biçimde başarılı. Ama benim Donnie Darko yüzünden favori oyuncularımdan biri olan Jake Gyllenhaal, rolüne uymuyor ve gerekli performansı da veremiyor, böylece filmin en önemli zayıf noktası oluyor. Bunun haricinde başarılı bir görüntü çalışması yapılmış, sanat yönetimi konusunda olduğu gibi. Filmin harika bir ses kaydı (soundtrack) olduğu kesin, bence albümü aramaya şimdiden başlayın.

Son bir toparlamaya girersek, film ne zamandır izlemediğimiz kadar başarılı bir polisiye ve vakit harcanıp, üzerine kafa yormayı kesinlikle hak ediyor.

Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Mark Ruffalo, Robert Downey Jr., Anthony Edwards, Brian Cox, John Carroll Lynch, Elias Koteas, Chloe Sevigny, Dermot Mulroney, Philip Baker Hall – Görüntü Yönetmeni: Haris Savides – Müzik: David Shire – Senaryo: James Vanderbilt (Robert Graysmith’in kitabından) – Yönetmen: David Fincher

**** G.T.: 18 Mayıs Y.T.: 20 Mayıs

19 Mayıs 2007 Cumartesi

Hot Fuzz

Shaun of the Dead’i seyredeniz var mı? Hani şu zombi filmleriyle fena halde dalga geçip ama saygıda da kusur bırakmayan İngiliz filmi. İzleyenler unutamaz zaten. Hatta devamlı izleyen hayranları olduğunu bile biliyorum. İşte o ekip, şimdi popüler macera filmlerine el atıyor. Korku filmlerini pek sevmediğimden olacak, bu filmden daha çok zevk aldım. Bazı sahneler gerçekten çok komik, ayrıca normal bir macera filmi kadar da heyecanlı. Ekip yine başarmış, diğer bir deyişle.

Fazlasıyla idealist polis memuru Nicholas Angel’ın Londra’dan, son 20 yılda suç kaydı olmayan Stanford kasabasına atanmasıyla başlayan ilginç olayları konu alıyor film. Filmin ilk bölümü sakin geçse de, güzel durum komedisi sahnelerine sahip. Zaten işinin ehli olan ekip, bu işi zorlanmadan atlatıyor. İkinci bölümde ise bayağı bir aksiyona şahit oluyoruz. Bunun yanında bolca da gülüyoruz. Daha ne olsun. Adamlar eğlendirmeyi başarıyorlar, üstüne sinema tarihine geçecek bir taşlama bırakıyorlar.

Ana oyuncu kadrosu yine sabit. Bu sefer yan kadro da çeşitli ünlüleri görüyoruz. Jim Broadbent, Timothy Dalton bunların sadece ikisi. Ayrıca şöyle bir gözüküp kaçan ünlüler var, tanımanız pek olası değil gerçi, Cate Blanchett örneğinde olduğu üzere. Her şeyi iyi güzel ama ben asıl şaşkınlığı araştırmam sırasında yaşadım: Şöyle ki film IMDB’de en iyiler listesine 94. sıradan girmiş bile. Şaşılası bir olay ama günümüz gençliği açısından pek öyle değil demek. Gençler Monty Python’un haleflerini saygıyla izliyor. Ne diyelim, saygıyla izliyoruz Edgar Wright ve ekibini. Çalışmalarının devamını bekliyoruz.

Oyuncular: Simon Pegg, Nick Frost, Jim Broadbent, Timothy Dalton, Paddy Cossadine, Stuart Wilson, Bill Bailey, Paul Freeman, Adam Buxton – Görüntü Yönetmeni: Jess Hall – Müzik: David Arnold – Senaryo: Edgar Wright, Simon Pegg – Yönetmen: Edgar Wright

17 Mayıs 2007 Perşembe

Tipik İTÜ Erkeği Profili

Şimdi kızları yazdık, hak geçmesin bari erkekleri de yazalım. Sonra adımız tek taraflıya çıkmasın. Şaka bir yana, kız prototipi yaparken fark ettim, erkek prototipi de var İTÜ’de. Bilhassa Maslak’ta gayet belli oluyor. Gümüşsuyu’nda okuduğumdan olabilir, Maslak’a gelince herkes bana aynı geliyor. Yüzleri somurtuk, sadece önüne bakan tiplerle karşılaşıyorum. Bunların arasında kızlar da mevcut, herkes pek bir asosyal. Birazdan değineceğim, bunda ana sorumlu İTÜ’dür ama yapmayın arkadaşlar, dünyaya kaç kere geliyorsunuz, kaç kere 20 yaşında olabileceksiniz?

İTÜ’ye gelen kesim belli. ÖSS’de belli bir düzeyi tutturanlar geliyor bu okula. Bunlar da gayet zeki, çalışkan insanlar. Ülkenin bir nevi kaymak tabakası. Daha kayıt bile olmadan önünüze Profiency Sınavı’nı dayıyorlar. Hazırlık evresini geçelim, okuyan var, okumayan var. Okula başladınız, ilk haftadan ödevler başlıyor, 5. haftadan sonra da bir daha bitmemecesine vize dönemine giriyorsunuz. Öyle günler oluyor ki aynı gün ödev veriyorsunuz, quiz oluyorsunuz, üstüne vize yapıyorlar. Baş kaşıyacak saniye olmayan haftalar geçip gidiyor. İTÜ’nün amacı belli, kaliteli mühendis yetiştirmek. Yalnız, kaçırdığı bir nokta var, ot gibi adam yetiştirmekle bu çağda ayakta durulmaz. 50–60 yıl önce durum öyleydi, İTÜ mezununu direkt havada kapıyorlardı. Şimdi devir değişti, Mercedes stajyer almak için bile 3 aşamadan geçiriyor milleti. Çoğu işyeri artık ortalamanızın yanında sosyal yaşamınızı da öğrenmek istiyor. Neden acaba? Artık devir hız ve teknoloji devri. Teknolojiye hızlı adapte olacaksın, hızlı düşünüp doğru kararı vereceksin. Genel kültürün geniş olacak ki gerektiği yerde devreye sokacaksın. Neyi nerede, ne zaman kullanacağını bileceksin. İnsanlar boşuna mülakata girmiyor. Sosyal olacaksın. Hayatı iş-ev arasında yaşarsan bir yerden sonra tekdüze kalırsın, kendini yetiştiremezsin, yetiştiremezsen de rekabet edemezsin, olduğun yerde ömür boyu öylece kalırsın. Artık işverenler komplike elemanlar alıyor, bilgin yeterli olabilir, ama kendini sunamadıktan sonra bilginin zerre kadar değeri olmaz. Ama ne yazık ki İTÜ’de tek boyutlu adam yetişiyor, daha doğrusu öyle mecbur bırakılıyor.

Mesela geçen hafta değerli üniversitemizde konserler, açık hava gösterimleri ve çeşitli etkinlikler vardı. Ama ben gidemedim çünkü vermem gereken bir sürü ödev vardı. Zaten o etkinliklere de 1. ve 2. sınıflar katılabiliyor. Çünkü 3 ve 4’ler o kadar yoğun ki dışarıya adım atacak güçleri olmuyor. Ya ertesine güne bir vizesi, ödevi ve ya projesi oluyor ya da okulda o kadar yoruluyor ki yorgunluktan sızıp kalıyor. Bu hayat mıdır, ey millet? Bir daha ne zaman 20 yaşına gelebileceksin ki? Siz edindiğiniz 3 puan fazla notla süper yerlere mi gelebileceğinizi zannediyorsunuz? Hayat sizin not ortalamanıza bakmaz, dayanıklı mısın değil misin ona bakar. Zayıfsan yemediğin tokat kalmaz, geçersin elbet feleğin çarkından.

Şubat ayında hasbelkader Elektronik’in önünde el ilanı dağıtmam gerekti Aman Allah’ım, bu kadar somurtkan bir insan topluluğu görmemiştim. Dersten çıkanların yüzleri beş karış, gülümseme yok, bodoslama yürüyorlar. Valla Gümüşsuyu’nda okuduğuma şükrettim. Biz dersten çıkınca, ders bitti diye seviniriz, gülerek kantine ve ya yemekhaneye gideriz. Ders sıkıcı olabilir, hocan berbat olabilir ama bu hayattan zevk almanın önüne geçemez ki. Nereye kadar gider böyle, kendi kendine sormayacak mısın?

Sözde erkek profili çıkaracaktık, söz nereye geldi bakın. Ama tipik İTÜ erkeği işte böyle asosyal, ders-yurt arasında vakit geçiren bir tiptir. Ben 1 ay boyunca kampüsten dışarı adımını atmayan insan biliyorum ya. Böyle bir tip mezun çıkınca apışıp kalıyor çünkü hayat yurt ve okuldan ibaret değil, yaşayan sosyal bir organizma. Tabii gelelim işin en can alıcı kısmına, bu tip son derece abazan oluyor. Kızlara yiyecek gibi bakıyorlar, hiç görmemiş dağ kekoları misali. Sonra da ne olacak bu İTÜ erkeğinin hali? Benim ‘tipik İTÜ kızı’ dediğim profilin bir sebebi de bu abazan takımı. Geçen yıl merkez kütüphanede olanları herkes az çok biliyordur (Biri, kıza penisini teşhir etmiş rafların arasında, kız da bağırarak kaçmış). Bunu yapan kişi bir insan mıdır yoksa hayvan mı?

Biraz medeniyet lütfen. Çıkın, dolaşın. Dünyanın belki de en güzel şehrin de yaşıyorsunuz. Boğaz 10 dakika uzaklıkta. İnin İstinye’ye, Yeniköy’e. Haftasonu Çengelköy’de Fiko’nun kahvesinde o güzelim manzaraya bakarak çayınızı için. Neredeyse yılın her ayı bir festival, bir konser var. Gidin, eğlenin. Bir İspanyol filmi izleyin mesela, değişiklik olsun. İçiyorsanız Nevizade’de iki tek atın, kendinize gelin. Bu şehirde imkan bol. İstanbul’un tadına varın biraz. Hayat ders değildir. Feridun Abi’nin dediği gibi kendinizden kendinizi çıkarınca sıfır kalmıyor bu hayatta.

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Tipik İTÜ Kızı Prototipi

Şimdi İTÜ’de okuyan kızlar kıyameti koparır ama ben bu prototipi 4 yıldır gözlüyorum. Bu yaptığım örnekleme, bir genelleme. Benim de yakın kız arkadaşlarım vardır ki bu sınıflandırmaya ucundan kıyısından girmez. Yani tüm İTÜ’lü kızlar üzerine alınmasın ama isteyen de alınabilir. Ne demişler, yarası olan gocunur.

İTÜ herkesin malumu bir mühendislik okulu, dolayısıyla kız oranı bayağı az. Bu durum sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada böyledir. Hemen alınmasınlar, kızlar yapamadıklarından değil, istemediklerinden seçmemekte mühendislik fakültelerini. Tabii seçenler de var, zaten var ki İTÜ’de kız var. Bu oran bölümden bölüme değişiyor tabii. Tekstil, çevre gibi şanslı (mı acaba?!!) bölümlerimiz olduğu üzere makine gibi 3 erkeğe 1 erkek düşen bölümler de var. Şaka, şaka, makinede kız oranı %6 civarındadır. Ama onlar da erkek sayıldıklarından ilk hipotezi geçerli sayabiliriz. Şaka bir yana benim teknik resim sınıfımda 43 erkeğe tek kız vardı. Yusuf Hoca’m açıklama yaparken Nergis’i erkek sayarak “Beyler” diye hitap ederdi, sonra da Nergis’e takılırdı “Bu kadar erkek arasında sen de erkek oluver.” diye.

Efendim, neden böyle bir sınıflandırma yapıyoruz? Çünkü son 1 yıldır bu tipe giren o kadar kıza rastladım ki yazmamak elde değil. Harbiden en sağlam kız, bir an oluveriyor, çat sınıflandırmaya giriveriyor. Ben de şaşırıyorum, Tanrı bu kadar aynı karakterli kızı nasıl bir araya toplayabilmiş diye. Tabii işin latifesi bu olsa da genel olarak sadece İTÜ’lü değil tüm kızların hemen hemen aynı özelliklere sahip olduğunu görürsünüz. Yani İTÜ dışından kızlar da alınabilir, izin veriyorum.

Peki bu kızlar neden böyle? Hepsi ana karnından bir mi çıkıyor? Alakası yok! 80’lerde kapitalizme girebilen Türkiye’nin sonuçları bunlar. Her genç kolay yönden köşe olma peşinde. Dürüstlük ve hakkaniyetin enayilik olduğu bir dönemin çocuklarıyız biz. Herkes önüne gelene atlıyor, önüne geleni kazıklıyor. Bu durumda da kızlarımız zengin koca bulup hayatlarını kurtarma derdinde. Darwin’e göre dişiler güçlü erkek ararmış ki çocuğunu koruma şansı yüksek olsun. Günümüzde de güç demek para demek olduğundan, olayı biyolojik sebebe bile bağlayabilirsiniz.

Altyapımızı oluşturduğumuza göre esas amacımıza dönebiliriz. Bir kere bir İTÜ kızı için, erkekler acınası, köle varlıklardır. Mesela bir erkeğe selam verilmez, eğer erkek selam verirse lütfedip selam verilebilir. Tamamen kızın inisiyatifine kalmıştır. Konuşulacak mutlaka paralı olmalıdır, yakışıklı olmalıdır, sosyal olmalıdır, komik olmalıdır, rahat olmalıdır, kültürlü olmalıdır, nerde ne var her şeyi bilmelidir, falan filan. Bu özelliklerin birine sahip olmayan erkek ya çöptür ya da bırakılmaya (harcanmaya) mahkûmdur. Yani değerli İTÜ erkekleri bu sıfatlardan birini sağlamıyorsanız ve bir İTÜ’lü ile çıkıyorsanız arkanızı kollayın bence. Ve geldik en önemli kıstasa arabanız olmalı. O kıza hizmet edebilmek için mutlaka arabalı olmalısınız. Bu sıfatları ne kadar sağlıyorsanız ilişkideki aktifliğiniz o kadar fazladır. Mesela o kadar paranız yok, olsun kampus içinde kızın elini tutamazsınız olur gider. (Bizzat gördüğüm bir olaydır. Neden olduğunu siz düşünüverin.)

Bu durum böyle mi sürüp gidecek, diye sorabilirsiniz. Ne yazık ki biraz daha katlanacağız. Ne zaman ki paranın her şey demek olmadığını, bazı şeylerin zamanla çalışarak, alın teriyle elde edilebileceğini anlayacaklar o zaman bu durumda azalacaktır. Ama bizim neslimiz 5 yıldızlı otelde düğün, Maldivler’de balayı, altına hemen ev ve araba çekmek istediği için bu olanlar oluyor. Varsın, olsun. Allah’tan öyle olmayan kızlar da mevcut da hala umudumuz yeşil kalabiliyor.

Yoksa çok mu ağır oldu? Hiç zannetmiyorum. Ayrıntılı bilgi isteyenler Kadın Hakları Hakkında Birkaç Düşünce adlı blogumu okuyabilirler.

15 Mayıs 2007 Salı

Shortbus Üzerinden 21. Yüzyıl Cinselliği

Bazıları ısrarla kabul etmese de 21. yüzyıl, cinselliğin açıkça yaşandığı bir yüzyıl. Eşcinseller kimliklerini özgürce açıklayabiliyor, kadınlar nasıl orgazm olacaklarını doktorlarıyla tartışabiliyor, erkekler ise Viagra’larını özgürce kullanıyorlar. Çocuklar bile prezervatifin ne demek olduğunun az çok farkında.

Böyle bir yüzyılda bazı unsurların tabu kalması bana biraz saçma geliyor. Mesela Babel filmini kız arkadaşı ile izlemenin sakıncalı olduğunu düşünenler var. Neden? Japon aktrisimiz organını gösteriyormuş. Vah vah! Hâlbuki filme giden kız böyle bir şeyin olduğunun farkında değildi! Şimdi Babel porno filmi statüsüne mi giriyor? O zaman bütün filmleri siyah kaplar içinde satmalılar. Tabii, herkesin görüşü farklı olabilir ama bu tarz saplantılar saçma geliyor. Çünkü o filmin amacı bambaşka, filmi sadece cinsel sahneleri ile değerlendirmek ne kadar mantıklı ki?

Benim asıl değinmek istediğim John Cameron Mitchell’ın 2. uzun metraj çalışması olan Shortbus filmi. Muhafazakâr çevreler filme porno etiketi yapıştırmakta gecikmedi. Zaten film Singapur’da yasaklandı. Filmi daha önce duymamanız olası çünkü İstanbul Film Festivali’nde gösterildi sadece. Gece 2’de gösterildiğinden meraklıları hariç ilgi gösteren pek olmadı. Hiçbir Türk dağıtımcının da filmin haklarını satın almaya cüret edebileceğini zannetmiyorum. Doğal olarak film otomatikman Türkiye’nin gündeminden çıkıyor. Tüm bunlar filmin çok etkileyici olmasını etkilemiyor tabii. Film, bence küçük bir başyapıt.

Filmin ilk 10 dakikasını izlediğinizde siz de filme değişik yaklaşabilirsiniz, bütününü izlediğinizde fikirleriniz tamamen değişecek. Bir çift terapistinin orgazm olamama sorununu ana eksenine yerleştiren film, cinselliğin hayata etkiyen izdüşümlerini inceliyor. Tüm karakterlerini filme de adını veren Shortbus adlı barda (bar da denemez aslında ya) buluşturuyor. Bu mekânda her türlü cinsel aktivite serbest, sadece üyeler ve üyelerin davet ettikleri kişiler girebiliyor. Her oda da farklı bir aktivite mevcut. Mesela bir odada canlı müzik eşliğinde içkinizi içebiliyorsunuz, diğer odada üyelerin çektiği filmlerin gösterildiği film festivali var, diğer tarafta kadınlar sohbet ediyor, başka bir odada da grup seks yapılıyor (tamam, burası çok abartılmış). İşte böyle bir mekânda karakterlerimiz hayatlarını etkileyecek sınavlardan geçiyor. Gay bir çift olan Jamie&James’in dışa açılma sorunları var. Daha doğrusu James, filmin ortasında açığa çıkan mutlak planına doğru yol alırken Jamie’yi planın sonuçlarına hazırlıyor, çaktırmadan. Terapistimiz sorununun nedenlerini araştırırken de bir fahişe hayatın amacını arıyor.

“Ne sapık film” dediğinizi duyar gibiyim. Kötü çekilseydi muhakkak öyle olurdu. Yalnız film o kadar doğal ve samimi ki hiçbir şekilde itici gelmiyor. Tam tersine filmin içine kolayca girebiliyorsunuz ve o havayı teneffüs edebiliyorsunuz. Gerek diyaloglar gerekse olaylar o kadar hayatın içinden ki bırakın itici olmayı bir an için perdeden çıkıp önünüzde oluyor. Sanki yürüyüp elinizi uzatsanız karakterlere dokunacaksınız. Film, aynı zamanda bir 11 Eylül filmi. 11 Eylül sonrası New York insanının travmatik hali hakkında başarılı saptamalarda bulunuyor. En küçük arızadan (elektrik voltajının gidip gelmesi gibi) korkan insanlar topluluğu örneğinde görüldüğü üzere. Yani film, asla cinselliği kullanmıyor, tersine onun üzerine saptamalarda bulunup bu yüzyılın önemli sorunlarından biri haline gelen bu probleme çözümler üretiyor. Sonuçta AIDS hala çağımızın en önemli hastalığı ve binlerce kişi iktidarsızlıktan kıvranıyor. Sizce bunlar da hayatın bir parçası değil mi yoksa hala tabu olarak görülüp sakınılması gereken düşünceler mi?

Filmin başarısında aslan payı filmin senaristi, yapımcısı ve yönetmeni olan John Mitchell Cameron’a ait. 2001 yılının gözde bağımsız filmi Hedwig and the Angry Inch’in (bu film de ülkemize uğramadı ama yurtdışında küçük çapta fırtınalar kopararak kült mertebesine erişti) yönetmeni olan Cameron, yine radikal bir işe imza yapıyor ve bunu da sinema kriterleri çerçevesinde hakkıyla yapıyordu. Doğrusu 2 filmiyle resmen usta mertebesine ulaşabilecek işler başardı. Tıpkı ilk filmde olduğu gibi animasyon sahnelerine yer veren Cameron’un en önem verdiği unsur ise müzik. Shortbus’ın ses kaydında (soundtrack) enfes şarkılar mevcut. Bilhassa filmde de doruk noktası teşkil eden Justin Bond’un icra ettiği ‘In the End’ defalarca duymaktan sıkılmayacağınız, sizi ferahlatacak bir parça. Film diğer önemli ayağı ise neredeyse tüm oyuncularının amatör oluşu ve çoğunun filmdekine benzer bir hayat tarzına sahip olması. Öyle ki filmin sonunda ibaresini gördüğümüz ‘Senaryo kadro ile ortak yazılmıştır’ cümlesi daha iyi açıklıyor her şeyi. Filmin doğallığındaki belki de en önemli şey bu unsur.

Filmi izledikten sonra belki de cinselliği dair önyargılarınız değişecek. Onları onaylamasanız bile, hoşgörü ile yaklaşıp onların da birer insan olduğunu göreceksiniz. Belki de bizden bile daha çok acı çeken, incinen ve eğlenen insanlar. Hayatın farklı bir açısıyla karşılaşmak daha iyi bir film bulamazsınız.

Donnie Darko

Yaklaşık 2 yıldır bu film hakkında derinlemesine bir yazı hakkında düşünüyorum ama bir türlü kendimi yeterli bulmuyorum. Bir daha, bir daha izliyorum, her izleyişte yeni bir detay fark ediyorum. En sonunda Türkiye’de ‘Yönetmenin Kurgusu DVD’si de çıktı. Efsane tamamlandı. Artık her şey açık ve net, tahminimce. Film, dünyada gösterime girdiği son 5 yıl boyunca kült mertebesini de aşıp modern klasikler arasına girdi. Zaten Türkiye’de gösterime girdiği 2003 Haziranı’ndan beri aynı etkiye mahzar oldu. Sanıyorum ki üniversite gençliğinde izlemeyen kalmamıştır.

Bu yazıda, biraz Donnie’nin bu kadar kültleşmesinin altında yatan nedenleri, biraz filmin ne demek istediğini (sanırım hala filmi tam olarak anlamayanlar çoğunlukta) ve biraz da Donnie’nin 5 yılda oluşan etkilerini anlatmaya çalışacağım.

Donnie neden bu kadar sevildi? Elbette tek bir nedene bağlayacak değiliz, zaten öylesi de bir nevi filme ihanet olurdu. Bir kere filmi analiz etmek için filmin geçtiği zamanı yani 80’leri iyice kavramak gerekiyor. 80’ler çok ortada bir dönem. Sanki analog çağla elektronik çağın bileşimi gibi. Çünkü bilgisayarların yeni yeni göründüğü, cep telefonunun (hiç olmazsa Amerika’da) sokağa düştüğü, insanların yeni elektronik oyuncaklara alıştığı, kıyafette abartının moda olduğu, müzikte rock ve metalin piyasaya girdiği ve klavyenin altın çağı olan bir dönemden bahsediyoruz. Sinemada ise 90’lar kadar olmasa da bir ortada kalmışlık dönemi: Gençlik ve müzik/dans filmleri revaçta, MTV tarzı ortaya çıkıyor ve dolayısıyla video klip estetiği sinemaya giriyor. Tüm bunlar da doğal olarak Donnie’yi etkiliyor. Mesela modadaki abartılık, Donnie ve ablasının düzenlediği partide öne çıkıyor. Donnie tam bir 80’ler gençliği. Bu özellik de hasbelkader 80’lerde gençliğini veya çocukluğunu yaşamış olanları cezp ediyor. Hangimiz Donnie’nin Smurfs/Şirinler hakkındaki yorumuna gülmedik, filmi izlerken. Filmin 80’lerin birçok unsurunu barındırdığı ve hatta dönemin kimi ünlü oyuncularını (Patrick Swayze, Katherine Ross, Drew Barrymore) oynattığı düşünülürse 80’ler nostaljisi ön plana çıkıyor. Her şeyden öte ilk paragrafta belirttiğim gibi film, üniversite gençliği tarafından kült haline geldi. Bunun sebebi de ergenlikten yeni çıkmaları. Donnie de bir ergen ve üstelik çok sorunlu bir ergen, tıpkı dünyadaki her ergen gibi. İzleyici onunla çok rahat biçimde özdeşleşebiliyor. Çünkü onun da dünyaya anlatmak istediği sorunları var, o da hocasına küfretmek istiyor, dahası o da süper kahraman olmak istiyor. Tabii, tüm bunların dışında da Donnie Darko çok kaliteli bir film. Bir gençlik filmi havasında (bunu da 80’lerdeki John Hughes tarzı gençlik filmlerine borçlu olduğunu söyleyebiliriz) gerilim, fantastik, bilim-kurgu, romantizm ve kısmen de olsa komedi ve politik film türlerini çok güzel biçimde harmanlayan bir film var karşımızda. Bu güzel senaryonun tepesine de 80’ler müziği, oyuncuların kalitesi, vs. ekleniyor. Ortaya da tadından yenmeyecek bir film çıkıyor.

Filmi anlayabilmeniz için en az iki defa izlemeniz bir gerçek. Çünkü finale kadar her şey iyi, hoş gitse de finaldeki döngü size, bunu zorlayacaktır. Biraz karmaşık olaylardan bahsettiği için de çoğu kişi anlayamıyor. Hele son sahne olayı iyice kopartıyor. Herkes kendine aynı soruyu soruyor: “Nasıl yani?” Filmi izleyenler bu sorunun hemen ardından cevabı öğrenmeye çalışıyor. İlk önce yakın arkadaş çevresinden, sonra sanal ortamdan (filmin internet sitesi olayları gayet açık bir şekilde açıklıyor), olmadı film hakkında yazılmış yazılardan (Türkçe olarak bunların ilki ‘Sinema’ dergisinin Temmuz 2003 sayısında çıkmıştır ve oldukça doyurucudur) cevap aranıyor. Tabii tek bir cevabı da olmadığından arkadaş muhabbetlerinin en koyu öğesi haline dönüşüyor. Yalnız, son çıkan ‘yönetmenin kurgusu’ versiyonu filmi çok iyi biçimde açıklıyor. Bu versiyondan sonra soru işareti kalacağını düşünmüyorum. Son olarak, bütün bu kafa karışıklığının yönetmenin amacı olduğunu söyleyeyim. Film gösterime girmeden önce verdiği röportajda, kendi filmlerinin 2-3 defa izlenmesini istediğini söylüyor.

Artık çoğu kişi filmin ne demek istediğini anlamasına rağmen ben yine de kendi yorumumu getireyim. Ne de olsa net bir cevap yok. Öncelikle, film tamamen ‘Paralel evrenler teorisi’ üzerine kurulu. Söz konusu teoriye göre, insanları birtakım yanlışlıklardan kurtarmak için bir kahraman seçiliyor (Donnie) ve bir paralel evren açılıyor (motorun düştüğü gece). Kahraman, kahraman olduğunu bilmediği için ona bir aracı (Frank/Tavşan) yol gösteriyor. Bu paralel evrendeki olaylar kahramanın etrafında dönüyor ve kahraman, aracının önderliğinde birtakım yanlışlıkları açığa çıkarıyor. Kahramanın amacı sona erdiğinde bir portalla kahraman, paralel evrenin başladığı zamana geri dönüyor ve paralel evren kapanıyor. Paralel evren dahilinde olan olayları ise kahramanın yakın çevresi rüyalarında görüyor. Şimdi okuyunca basit gelse de film içinde gayet karmaşık bir yapı haline dönüşüyor. Mesela, kahramanın tüm tanıdıklarının evrende bir görevi var. Bunları bulmak ise size kalıyor filmde. (İşte bu gibi şeylerden ötürü birkaç defa izlemeniz iyi oluyor.) Tabii filmdeki çeşitli göndermeler de cabası. Bu bakımdan filmi bir bulmaca halinde düşünmek yerinde olur. Mesela Donnie’nin bir İsa figürü olduğunu; kız arkadaşı, annesi ve kız kardeşi için kendini feda etmesini rahatlıkla filmden çıkartabilirsiniz. Bunun gibi bir sürü metaforu filmden çıkartabilirsiniz, biraz da sizin görebilme gücünüze bağlı.

Son olarak, filmin günümüze etkileri. Tabii bu etkilerden bahsetmek için daha erken olsa da şimdiden görebilirsiniz. Mesela filmlerin, artık salt izlemek için değil kafa yordurmak için yapılması (David Lynch ayrı bir vaka, ondan bahsetmiyorum.). Bu bakımdan 2004 yapımı The Butterfly Effect örnek verilebilir. Ayrıca Mad World şarkısının bu kadar sevilmesi (İngiltere’de kaç hafta ilk sırada yer alması), filmin ilham verdiği sergilerin açılması, vs…

Şimdi dönüp baktığımızda, sıra dışı bir film var karşımızda. Hiçbir şekilde başka filmlere benzemeyen, tamamen tek olan bir film. Ayrıca bunu çok kaliteli biçimde yapıp insanı düşüncelere sevk ediyor. Sonuç ortada: Bir başyapıt, hatta bakarsınız zaman içinde bir klasiğe dönüşecek bir film.

Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Jena Malone, Mary McDonnel, Holmes Osborne, Maggie Gyllenhaal, Drew Barrymore, Noah Whle, Katherine Ross, Patrick Swayze – Görüntü Yönetmeni: Steven Poster – Müzik: Micheal Andrews – Yapım Yılı, Ülkesi: 2001, ABD – Yazan ve Yöneten: Richard Kelly

***** Y.T.: 23 Ekim 2006

Cennet Sineması (Nuovo Cinema Paradiso)

İçimdeki sinema aşkımı şimdiye kadar çok az kişi anlamıştır. Belki de kimse. Festivale 15 bilet alırken çoğu arkadaşım bana kaçık gözüyle bakıyor. Hele benim deyimimle ‘double yapma’nın (ardı ardına 2 kere sinemaya gitmek) keyfini anlayanın olduğunu hiç zannetmiyorum. Ne mutlu ki dünyada bana benzeyenler kaçıklar var. Olmasa bu kadar güzel bir filmi kim yapacaktı ki?

1950’ler. Sicilya’nın küçük bir köyü. Köydeki tek eğlence sinema. Herkes sinemaya farklı amaçlarla giderken içlerindeki 9 yaşındaki Salvatore’un amacı bambaşka. Onun tek amacı bu büyülü dünyayı anlamaktır. Kılavuzu da makinist Alfredo olacaktır…

Salvatore gerçekten farklı bir çocuk, çünkü o sinemaya eğlence gözüyle değil hayat olarak bakıyor. Bogart’ın, Tracy’nin repliklerini ezbere biliyor; Şarlo’nun şaklabanlıkları ona sıradan gelmekte. Clark Gable’ı ağabeyi biliyor, Rita Hayworth’ü ise fettan kadın. İlk duygularını beyazperdede yaşıyor, hayatı beyazperdede öğreniyor. Aşkını bile sinemayla ifade ediyor. Çünkü sinema hayatın ta kendisi. Salvatore’u o kadar iyi anlıyorum ki onun kafasındaki düşünceleri duyar gibi oldum, filmi seyrederken.

Salvatore’un köyü de Türk köylerinden farklı değil. Sicilya gezimden iyi biliyorum ki Sicilyalılar ile Türkler arasındaki tek fark dinleri. Dolayısıyla köydeki yan karakterler de bize çok yakın. Köyün meydanının kendisine ait olduğunu iddia eden köyün delisi, sinema sahibi, sinemada tanışıp evlenen çift, sinemada horlayan adam, sinemaya gelme amaçları bambaşka olan gençler ve diğerleri o kadar gerçek ki sanki her an onlara dokunacakmışsınız gibi geliyor. Filmin en büyük artısı çok samimi olması, her şeyi olduğu gibi yansıtması. Bu samimiyet öyle bir hale geliyor ki filmin sonunda göz yaşlarınızı zor tutuyorsunuz. Yaşlı Salvatore ile siz de geçmişe ağıt yakıyorsunuz. Ah nerde o eski zamanlar!

Yönetmenin bu kadar sahici olmasının yanında performanslar da çok önemli Hele Salvatore’un çocukluğunu oynayan Salvatore Cascio muhteşem. Makinist Alfredo rolünde usta aktör Philippe Noiret harikalar yaratıyor. Diğer oyuncular o kadar harikalar. Ayrıca, filmin bir diğer önemli unsuru da müzikleri, seyrederken müzikler sahnelerle tam bir bütünlük içinde. Sicilya’nın o neşeli havasını çok güzel yansıtıyor.

Size tek bir şey kalıyor. Gidip bu eşsiz öyküyü seyretmek. İnanın film bittiğinde içinizde bir şeylerin kıpırdandığını hissedeceksiniz.

Oyuncular: Salvatore Cascio, Philippe Noiret, Marco Leonardi, Jacques Perin, Leopoldo Trieste, Antonella Atili, Agnese Nano, Nicola Di Pinto – Görüntü Yönetmeni: Blasco Giurato – Müzik: Ennio Morricone, Andrea Morricone – Senaryo: Giuseppe Tornatore, Vanna Paoli – Yönetmen: Giuseppe Tornatore

***** Y.T.: 8 Aralık 2006

Godfather Triology

Benim için yeri çok büyük bir üçleme. İlk filmi en sevdiğim filmdir. İkinci filmi apayrı bir başyapıttır. Üçüncü film ise kafadaki soru işaretlerini tamamlar. Bu yazıyı bilhassa Sicilya gezimden sonra yazmak istedim. Öncelikle, mafya ile anılan ada neden böylesi bir görünümdeydi? Bu topraklar nasıl Amerika mafyasını doğurmuştu? Benim ilkel gözlemlerimle de olsa kendime göre bazı cevaplar bulabildim. Sicilya insanı çok rahat, komik, hayatı olduğunca yaşayan, step ve dağlık bir coğrafyada bile olsa eğlenen garip bir topluluk. Böyle bir coğrafyadan silahın çıkması eğitime bağlanabilir ve tabii ki coğrafyaya. 3-4 şehri haricinde ufak kasabalardan oluşan coğrafyada, ulaşım gayet zor. Okuyan kesim az, tabii ki okur-yazar bol ama ilerleten az. Çünkü çoğu kasabada lise yok, ulaşımda zorlu olunca pek okuyan kalmıyor. Hele bundan 50 yıl öncesini tahayyül ederseniz dediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Ayrıca insanların zeki ve dayanıklı olduğunu ekleyeyim. Sonuçta Don Vito Corleone efsanesini yaratan da aynı topraklar.

İlk film:

İlk film benim şimdiye kadar izlediğim en iyi film. Gerek teknik gerekse hikaye olarak hiçbir eksisi yok. Şahane bir film. Filme getirilen tek eleştiri ise mafya sistemini yüceltmesi. Bu eleştiri 2. filmle telafi edilmeye çalışılsa da göze çarpıyor. Yine de ortada bir abartı, daha önemlisi özendirme söz konusu değil. Hikaye sadece hayatın bir kesitini sunuyor: New York’un en güçlü mafya babasının, tahtını oğluna devredişini anlatıyor film.

Film, dört dörtlük bir karakter tanıtma sahnesiyle başlıyor: Babanın kızı Connie’nin düğünü. Filmdeki çoğu karakteri gayet güzel biçimde tanıtıyor düğünü gezen kamera. Düğün sonrası aksiyon başlıyor. Baba kendisine gelen uyuşturucu işi teklifini reddediyor. Bunu hazmedemeyen taraf ise babaya suikast düzenliyor. Bu olaya kadar ailedeki tüm işlerin dışında kalan ve onları reddeden oğul Micheal ise babasına yapılan suikast sonucu işe girmeye başlıyor. Önce babasının suikastçilerini öldürüp Sicilya’ya kaçıyor. Bu sırada ağabeyi Sonny’nin öldürülmesiyle veliaht olarak Amerika’ya geri dönüyor. Babayla son planı hazırlayıp onun ölümünü bekliyorlar. Baba ölünce de Micheal planını yürürlüğe sokuyor ve mükemmel bir final sahnesiyle New York’un en güçlü mafya babası haline geliyor.

Filmin çoğu sahnesi başlı başına bir ders niteliğinde bence. Nasıl açılış sahnesi karakter tanıtımı açısından bir ders ise final sahnesi de ayrı bir olay: Micheal’ın hem gerçek hem de manevi anlamda ‘godfather’ (İngilizce’de tam anlamı ‘vaftiz babası’dır) olmasını anlatır. Micheal yeğeninin vaftiz babası olduğu sıralarda adamları da teker teker başta diğer mafya ailelerinin reisleri başta olmak üzere bütün düşmanlarını öldürür. Son sahne ise gerçekten bunu vurgulayan harika bir sahnedir: Micheal, Kay’e olanlarla bir ilgisi olmadığını söyledikten sonra kamera geriye çekilir ve başta Clemanza olmak üzere bütün adamları Micheal’in elini öper. Sahnede Kay’in yüzü gayet çarpıcıdır.

Gerçekten film, her sahnesiyle dört dörtlüktür.Teknik bakımdan da dikkate değerdir. Görüntülerin güzelliği (benim favorim Sicilya bölümüdür) çarpıcıdır. Diyaloglardaki titizlik gerçekten takdire şayandır ki kimi replikler hafızalara kazınmıştır. Bugün filmi seyredip de “I’m gonna make you an offer you can’t refuse!” repliğini hatırlamayan çok azdır. Ayrıca setleri olsun, kostümleri olsun (sonuçta bir dönem filmidir) aynı güzelliktedir. Ama belki de en önemlisi müzikleridir. Nino Rota’nın o eşsiz ezgileri filmle o kadar uyumlu ki belki de Casablanca’dan sonra ilk defa bir şarkı, filmin bile önüne geçecek hale gelmiştir. Bugün tema müziğini duymayan bir kişi olduğunu zannetmiyorum.

Bütün her şeyi söyledik ama efsaneyi yaratan Mario Puzo’yu unuttuk. Kendisi de Sicilya göçmeni bir Amerikalı olan Puzo, kitabı kendi anılarından, gözlemlerinden beslenerek yazmıştır. Zaten bunu, kitabın gerçekçiliğinden anlayabiliyorsunuz. Doğal olarak kitabın, filmden konu olarak fazlalıkları var. Mesela 2. filmde geçen Vito Corleone’nin Don oluşu ve 3. filmdeki Don Vincenzo Mancini’nin anne-babası (Sonny) arasındaki ilişkinin ayrıntılarını okuyabilirsiniz. Kısaca kitap, filmin ayrıntılarına da değiniyor. İşte burada da uyarlamanın sırrı geliyor. Film, kitaptaki hiçbir önemli noktayı atlamadan, sadece birkaç ayrıntıyı atlayarak kitabın havasını aynen yansıtıyor. Burada Mario Puzo’nun da bizzat senaryo yazımında bulunması önem arz ediyor. Zaten filmin belgeselinde Coppola’nın elindeki notlar alınmış kitabı gördüğünüzde ne kadar ince bir iş yapıldığı ortaya çıkıyor.

Son olarak oyunculara gelelim. Filmin çoğu oyuncuyu yıldız yaptığına şüphe yok. Ama filmin, o devirdeki, tek yıldız oyuncusu Marlon Brando’nun itibarı yeniden geri veriliyor. (Gerçi Oscar’ı reddetmesi ve reddediş biçimi eleştirilere sebep olsa da) Film Hollywood’a Al Pacino, Robert Duvall, Diane Keaton, John Cazale, James Caan ve Talia Shire’ı armağan ediyor. Bilhassa Al Pacino’nun sarsılmaz karizmasını başlatıyor. Belki daha da önemlisi Francis Ford Coppola’yı yıldız yönetmen yapıyor bir anda. Teknik ekipteki, başta Nino Rota üzere, tüm elemanların da bu ünden nasiplerini aldığını ekleyeyim.

Bu film yani The Godfather, tartışılmaz biçimde sinema tarihinin mihenk taşlarından biridir. Kendisi tipik Hollywood film gramerinin kullanıldığı en iyi filmdir. Bundan belki de 100 sene sonra aynı keyifle izlenebilecek nadide filmlerdendir.

İkinci film

İkinci film tamamen aynı kadroyla çekilir. Konu ve senaryo oldukça tutarlı yazılır. Ayrıca ilk filmde olmayan artı bir mesajda verilir seyirciye: Mafyada lider olunabileceği fakat bunun yalnızlığa sürüklediği. Yani mafyanın dezavantajı da verilir bu filmde.

Film yine bir törenle başlar: Micheal’ın oğlunun komün töreni. Filmde tanışacağımız yeni karakterleri de bu törende görürüz. Ayrıca buna paralel olarak Vito Corleone’nin çocukluğunu görürüz. Sırasıyla babası, ağabeyi ve annesi vurulan Vito, kendisi de sıradaki olduğundan Amerika’ya göç eder. İki zamandaki hikayeyi de paralel kurguyla izleriz.

Micheal ve ailesi ilk filmin sonunda söylendiği gibi Las Vegas’a taşınmıştır. Fakat yine düşmanları vardır. Komün töreninin akşamı Micheal’ın evi kurşunlanır. Micheal olayla ilgili soruşturmaya başlar. Miami’deki Yahudi Hyman Roth ve New York’taki varisi Frankie Pantengeli’yle görüşür. Hemen arkasından da Küba’ya gider. Hyman Roth’la Küba’da büyük bir ortaklık kuracaktır fakat Roth, Frankie’nin saf dışı bırakılmasını ister ve Frankie’ye Micheal tarafından düzenlenmiş süsü verilen bir suikast düzenler fakat başaramaz. Diğer yandan Küba en tehlikeli dönemine giriyordur. Fidel Castro’nun güçleri adım adım güçlenmektedir. Micheal bunu görür ve anlaşmayı yeniden düşünür. Tam bu sırada ağabeyi Fredo’nun ailedeki köstebek olduğunu fark eder. İhtilal akşamı her şeyi arkasında bırakarak Vegas’a döner. Bu sefer de devletin kendisine açtığı davayla uğraşır. Tanık Frankie’dir ama onu da susturmayı başarır. Davayı kazandığının ertesinde başka bir sorunla karşılaşır: Kay. İlk filmde verdiği sözü tutamayan Micheal, giderek güçlenmesinin vebalini öder ve Kay tarafından terk edilir. Ardından annesini kaybeden Micheal, yine zirve planları yapmaktadır. Finalde, ilk filmdeki gibi bütün düşmanlarının öldürülüşünü izleriz.

Diğer yandan Vito, büyümüş, evlenmiş ve bir manavda çırak olarak çalışmaktadır. Bölgenin mafya babası yüzünden işinden olan Vito, komşusunun (genç Clemenza) sayesinde hırsızlığa başlar. Giderek işleri artınca mafya babası haraç istemeye başlar. Burada Don oluşundaki ilk adımını atar ve babayı öldürür. Arkası çorap söküğü gibi gelir ve Don Vito Corleone olur. Finalde de Sicilya’ya dönüşünü ve ailesinin öcünü almasını görürüz.

Final gerçekten çok iyi hazırlanmıştır bu filmde de. Micheal düşmanlarını öldürtünce konumundaki tek güç haline gelir ama önce Kay’i sonra annesi ve ağabeyini (kendisi öldürtür) kaybeder ve finalde kendisini gölün kırsında tek başına otururken görürüz. Bu arada Vito Corleone Sicilya’dan ayrılırken kollarında Micheal vardır. Başka bir sahnede de ilk filmin (zaman olarak) biraz öncesinde Micheal’ın aileye orduya katılacağını ilk kez söylediği ana şahit oluruz. Sonny yine sinirlenir ama tam o sırada kapı çalınır ve Don Vito gelir. Herkes onu karşılamak için koşarken Micheal masada yalnız kalır tıpkı güçlü ama yapayalnız olan Don Micheal gibi.

İşin teknik yanı ilk filmle aynı. Her şeyiyle dört dörtlük. Ayrıca film sektöre genç Vito rolündeki Robert De Niro’yu armağan eder. İlk filmle aynı ölçüde başarılı ve bir başyapıt sayılan film, sinema tarihinin diğer bir mihenk taşıdır.

Üçüncü Film

Son film tamamen stüdyonun isteği üzerine yapılmıştır. Başta yönetmen çoğu kişi karşı çıkmıştır ilk önce. Ama Coppola (dedikoduya göre sen çekmezsen Scorsese çekecek demişler) ikna edilince Robert Duvall hariç tüm kadro toplanır. Sonuçta ortaya beklenenden iyi bir film çıkar. Ama ilk iki filmin gölgesinde kaldığı için eleştirilerden kurtulamaz. Sonuçta bahsettiğiniz iki film, sinema tarihinin tartışılmazları olunca bir bakıma normal oluyor. Filmin bütününe baktığınızda gayet kaliteli bir mafya filmi olduğunu ve ilk iki filmi gayet saygılı biçimde tamamladığını söyleyebiliriz. Bundaki ana unsur ise teknik ekibin aynı kalmasıdır.

Filmin hikayesi 2. filmden epey zaman sonra başlıyor. Micheal, artık yaşlanmıştır ama nihai amacına ulaşmasına az kalmıştır: Corleone ailesini yasal hale getirmeye. Vatikan’a yaptığı yüklü bağışlar altında Vatikan’ın ortağı olduğu köklü banka Immobiliere’ye ortak olmak üzeredirler. Fakat bunun için Papa’nın bizzat onayı gerekmektedir. Bu arada aile bütün yasadışı işlerini devretse de diğer ailelerin Corleone’lerin gücünü bırakmaya niyeti yoktur. Sonny’nin gayrimeşru oğlu Vincent Mancini de sorun çıkarınca Micheal onu koruması olarak alır. Ardından yapılan mafya toplantısında da Micheal çekilmek istediğini belirtir ve ardından da saldırı yapılır. Micheal hariç tüm reisler ölür. Fakat Micheal durumu hazmedemez ve sinirden kalp krizi geçirip hastaneye kaldırır. Bu saldırının Immobiliere’nin diğer ortakları tarafından düzenlendiğini anlar. Düşmanlarının New York’taki görünen yüzü olan Joey Zaza’yı öldüren Vincent ise ailedeki konumunu yükseltmektedir ve Micheal’ın kızı Mary ile bir ilişkiye başlamaktadır.

Sonuçta giriş ve gelişme bölümü ilk iki filmin yapısını takip etmektedir. Film yine bir toplu törenle başlar: Micheal’ın Vatikan madalyası almasının yemeği. Film tıpkı 2. film gibi politik kirlenmeye atıfta bulunuyor ve yine mafyanın ahlaki yönüne yani güçlü birinin mutlaka uğruna acı çektiğine değiniyor. Bunu Micheal’ın ağzından da duyuyoruz üstelik: Vincent’e koltuğunu devrederken tek şart koyuyor, kızını bırakması. Diğer bir deyişle baba olacaksan aşkını feda et diyor ve Vincent de kabul ediyor.

Yalnız bu sefer aksiyon dozunun arttırılmış olduğunu da görüyoruz. Bunun da 90’lar piyasasında seyirci çekmek için olduğu söylenebilir. Belki de bu yüzden Coppola babalar toplantısına saldırıyı George Lucas’a çektirmiştir. Ama bu arttırılmış doz da önceki filmlerin hayranlarının ilgisini düşürmüş olabilir. Ama filmin gereksiz olduğu görüşlerine kesinlikle katılmıyorum. İlk iki filmin başyapıt olduğu bir gerçek. Onların arkasından yapılan bu filmin de ticari amaçla yapıldığı başka bir gerçek. Ama tüm bunlara rağmen ortaya kaliteli bir film çıkmıştır (saleflerine erişemese de) ve hikayeyi (belki de şaşırtıcı biçimde) en ufak falso vermeden düzgün biçimde devam etmiştir.

Filmin finalinin çok ağdalı olduğu diğer bir gerçek. İlk iki filmdeki suikastlardan oluşan final yapısı korunup bunlara ağdalı bir son eklemiştir. Bence güzel tasarlanmış bu sonun onun ticari etkisi vardır elbet. Yine de Coppola bu ticari sahne ile bir nevi üçlemeye hizmet etmiş, Micheal’ın verdiği ödünlere en büyüğünü eklemiştir. Finalin hemen arkasından son sahne ise üçlemenin kesinlikle bittiğini cümle aleme duyuran güzel bir sondur.

Filmi teknik bakımdan analiz etmemize pek gerek yok çünkü her şey tamamen ilk iki filmin devamı. Yalnız filmin ortalarında yer alan ‘Godfather Theme’ın İtalyanca sözlü resitali filmi benim gözümde bambaşka yerlere taşımaktadır. Anthony’nin söylediği şarkı ve ambians enfestir.

3. film ilk iki filmin bir başka özelliğini de 90’lara taşımıştır ve Andy Garcia’nın yıldızını parlatmıştır. Yan rollerde Bridget Fonda gibi günümüzün önemli karakter oyuncularını da görürüz. Yalnız filmin en talihsiz noktası Sofia Coppola’dır. Gerçekten kötü oyunculuğu, 3. filmi sevmeyenlerin ana dayanak noktasıdır.

Dediğim gibi 3. film, zevkle izlenebilecek, dengi birçok filme fark atan bir filmdir ve yine kesinlikle izlenmelidir.

Son söz

Üçlemenin tamamına bakarsanız, tek bir ismin ön plana çıktığını görürsünüz: Micheal Corleone. İlk film onun yükselişini, ikinci film onun altın dönemini (bir yandan da onun yalnızlığını) ve üçüncü film ise onun düşüşünü anlatır. Bu bakımdan üçleme sağlam biçimde birbirine bağlıdır. Diğer yandan da her filmi mükemmel yada ona yakın olan tek seridir. (Belki Alien serisi ona yaklaşabilir.) Kısaca her yandan sinema tarihinin mihenk taşıdır.

Oyuncular: Marlon Brando, Al Pacino, James Caan, Robet Duvall, Talia Shire, Diane Keaton, John Cazale, Richard S. Castellano, Sterling Hayden, John Marley, Al Lettieri – Görüntü Yönetmeni: Gordon Willis – Müzik: Nino Rota – Yapım Yılı ve Ülkesi: 1972, ABD – Senaryo: Francis Ford Coppola, Mario Puzo (Mario Puzo’nun aynı adlı kitabından) – Yönetmen: Francis Ford Coppola

***** Y.T.: 22 Ağustos

Oyuncular: Al Pacino, Robert De Niro, Robert Duvall, John Cazale, Diane Keaton, Talia Shire, Lee Strasberg, Micheal V. Gazzo, G. D. Spradlin, Richard Bright - Görüntü Yönetmeni: Gordon Willis – Müzik: Carmine Coppola, Nino Rota – Yapım Yılı ve Ülkesi: 1974, ABD – Senaryo: Francis Ford Coppola, Mario Puzo – Yönetmen: Francis Ford Coppola

***** Y.T.: 24 Ağustos

Oyuncular: Al Pacino, Diane Keaton, Andy Garcia, Talia Shire, Eli Wallach, Joe Mantegna, George Hamilton, Sofia Coppola, Bridget Fonda, Raf Vallone – Görüntü Yönetmeni: Gordon Willis – Müzik: Carmine Coppola, Nino Rota – Yapım Yılı ve Ülkesi: 1990, ABD – Senaryo: Francis Ford Coppola, Mario Puzo – Yönetmen: Francis Ford Coppola

****1/2 Y.T.: 3 Eylül

Casablanca

Tartışmasız başyapıtlardan biri. Nice akademik yazıya konu olmuş, nice en’ler listesine girmiştir. Hollywood basit bir ticari film çekmek isterken beklenmedik bir şey olmuş, Micheal Curtiz o filmden bir başyapıt yaratmıştır. Aslında söylenenlere göre film gösterime girdiğinde hedefine uygun bir yolda seyrediyormuş, gişe başarısı yüksek kaliteli bir film. Yıllar sonra Humphrey Bogart öldükten sonra onun anısını yaşatmak isteyenler eski filmlerini yeniden izlemeye başlayınca film de o esas popülaritesine ulaşıyor ve o efsane günümüze kadar geliyor. Casablanca’yı izleyip de etkilenmemek pek mümkün değil. Bir vakit ünlü bir sinema eleştirmenine sormuşlar, Casablanca’nın neden bu kadar popüler olduğunu. O da 3 unsur var demiş: Final sahnesi, müzikleri ve esprili dili.

Film, 2. Dünya Savaşı’nın tam ortasında geçiyor. Aslında bu yönden de ilginç bir film çünkü film o zamanda çekiliyor yani daha savaşın sonucu belirsiz. Hatta Almanların hala önde olduğu vakitler. Adını da aldığı Fas’ın Casablanca şehrinde geçer film. Yine gerçek bir olaydan destek alır film. Savaş halindeki Avrupa’dan Amerika’ya kaçmak isteyenler Lizbon’a ulaşmak zorundadır. Lizbon’a da ulaşmanın tek yolu Casablanca’dır. Film bu bilgiyi bize vererek başlar. Kamera Casablanca’nın genel profilini verdikten sonra şehrin en ünlü barı Rick’s American Cafe’ye çevrilir. Sonradan öğrensek de geçmişi belirsiz, kadınlara önem vermese de şehrin en gözde bekarı olan Amerikalı Rick tarafından işletilmektedir bu bar. Gerek ünlü piyanisti Sam ile gerekse arkasındaki gizli ama açık kumarhanesiyle çok popülerdir. Olaylar önce Rick’in gizli işler çeviren arkadaşının barda öldürülmesi ve Rick’e önemli bir belge vermesiyle başlar. Ertesi gün de Alman karşıtı grupların lideri Victor Laszio’nun Casablanca’ya gelmesiyle gerilim artar. Ama esas gerilim Victor Laszio’nun eşi Lisa ile Rick karşı karşıya gelince doruğa çıkar. Burada bir flashbackle öğreniriz ki Lisa ile Rick Paris’te birbirine aşık olmuşlardır. Tam evleneceklerken de, tam da Nazilerin Paris’i işgal ettiği gün, Lisa’nın ortadan yok olmasıyla ilişkileri bitmiştir. Anlarız ki Rick’in kadınlara ilgisizliği meğerse Lisa’ya olan aşkıymış ve o gizli belge Victor Laszio’nun Lizbon vizesiymiş. Böylece hem siyasi olarak hem de romantik olarak ilginç bir üçgen kurar film ve bu çatının üzerinde yol alır. Tabii başta polis şefi ve Alman kumandan olmak üzere birbirinden ilginç karakterler de hikayeye eşlik eder.

Gelelim şu ünlü final sahnesine. Lisa Rick’i mi seçecek, kocasını mı ikilemine. Bunun hakkında tonlarca yazı, konuşma bulabilirsiniz. Sonuçta filmin mutlu sonla bitmediği aşikar. Herkes de bunun üzerinde duruyor zaten. Mutlu sonla bitse Casablanca bu kadar popüler olabilir miydi? Bence hayır çünkü filmin esas ünü bu sahneden kaynaklanıyor. Hatta When Harry Met Sally’de bu sahneyle ilgili çok komik bir diyalog da mevcut. Olayın kadın ve erkek arasındaki iki farklı yorumunu duymak için bu sahneyi şiddetle öneririm. (Hatta işin ucu cinselliğe kadar varır.) Yine ilginç bir rivayete göre Lisa’yı oynayan Ingrid Bergman çekimler boyunca finali bilmiyormuş, yani hangisini seçeceğini ve bu, performansını pozitif yöne etkilemiş.

Filmin espri kalitesi bence mükemmel. Bugün birçok Hollywood filminde duyamayacağınız kadar güzel espriler mevcut, hala daha güncelliğini koruyan espriler üstelik. Senaryoya çok güzel yedirilmiş olması ayrı bir yetenek ayrıca, mesela Rick ile Lisa’nın pazardaki kavgasında pazarcının fiyatını %80 indirmesi seyirciyi siyasi tonlu bu filmde gayet rahatlatıyor.

Ve gelelim o muhteşem şarkıya: ‘As Time Goes By’. Filmi izlemeden de duysanız içinizi ısıtacak bu şarkı filmle, başka hiçbir filmde olmadığı gibi, örtüşüyor. Zaten şarkıyı mutlaka bir yerlerde duymuşunuzdur. Neredeyse her şarkıcı söylüyor çünkü. Ama benim tercihim orijinali olan Dooley Wilson versiyonu. Ayrıca filmde şarkının ilk defa çalınışındaki replik de en iyi replikler listesinde: “Bir daha çal Sam ‘As Time Goes By’ı.”

Gerek saydığım nedenler gerekse oyuncu kadrosunun sağlamlığıyla defalarca izlenebilen nadide klasiklerden. Yalnız orijinal versiyonu olan siyah-beyaz versiyonunu izlemenizi öneririm. Renklendirilmiş versiyonu çok göze batıyor, o büyüyü azaltıyor.

Oyuncular: Humphrey Bogart, Ingrid Bergman, Paul Henreid, Claude Reins, Conrad Veidt, Sydney Greenstreet, Peter Lorre, S. Z. Sakal, Madeleine LeBeau, Dooley Wilson – Görüntü Yönetmeni: Arthur Edeson - Müzik: Max Steiner, M. K. Jerome, Jack Scholl, Herman Hupfeld (‘As Time Goes By’) – Yapım Yılı, Ülkesi: 1942, ABD – Senaryo: Julius J. Epstein, Philip G. Epstein, Howard Koch, Casey Robinson (Murray Burnett ve Joan Alison’un ‘Everybody Comes to Rick’s’ adlı oyunundan) – Yönetmen: Micheal Curtiz

***** Y.T.: 16 Haziran

Venüs

Açıkçası filme girerken bu kadar başarılı bir film izleyeceğimi düşünmüyordum. Peter O’Toole’a duyduğum minnet duygusuydu, gitme sebebim. Dile kolay adam 8 kere Oscar adayı oldu ve hiç kazanamadı. Film biterken içimi ferahlatıcı bir his kapladı. En kısa zamanda İzmir’e gidip dedemi görme isteği uyandı içimde. Bu yoğunlukta nasıl olacak, o da ayrı mesele.

80’e merdivenini dayamış bir aktörün son günlerini izliyoruz. Hiçbir zaman hayata küsmemiş biri, hala hayatla mücadele halinde. Hala oyunculuk yapıyor, her ne kadar –kendi deyişiyle- ceset rollerinde tekel olsa da! Her gün 2 eski arkadaşıyla bir cafede sohbet ediyor. Tiyatroya gidiyor, kim bilir kaç yıl önce terk ettiği karısını ziyaret ediyor. Bu arada her ne kadar iş işten geçmiş olsa da, kadınları çok seviyor. Belki de bu yüzden en iyi dostunun bakıcısına kur yapıyor. Onunla ilgileniyor ama o da farkında ki onun çağı geride kalmış. Buna rağmen pes etmiyor, çabalıyor, belki de tek bir öpücük için...

O kadar hafif ve sürükleyici bir hikaye ki izlemeye doyamıyorsunuz. Çok samimi ve içten. Hayata dair enfes diyaloglarla dolu. Mesela:

Maurice: Çoğu erkek için, kadın vücudu hayatında gördüğü en güzel şeydir.

Jessie: Peki kadınların görebileceği en güzel şey nedir? Biliyor musun?

Maurice: İlk çocuğu!

Ne kadar doğal değil mi? Aynı derecede komik ve düşündürücü. Bütün kadronun enfes oyunculuğu ama büyük şef Peter O’Toole’un öne çıkan performansı görülmesi gerek. Benim izlemeye doyamadığım Notting Hill’in yönetmeni Roger Michell’ın sade yönetimi ve uyumlu şarkılarla keyfine doyulmaz bir seyirlik.

Aşkın Doğuşu

8 yaşlarında filandım galiba, babama ilk ciddi sorumu sormuştum: “İlk insan ne zaman ortaya çıktı?” Babam, beni araştırmaya yönlendirerek iki ana hipotezden bahsetmişti. Sonra da uzun bir araştırma süreci başladı. 14 yaşıma geldiğimde hala şüpheler vardı kafamda. Bir gün elime 130 yıllık bir kitap geçti. Kitap, insanın, rivayete göre, ilk ortaya çıktığı kıta olan Mu kıtası hakkında bilgi veriyordu. Kitaba göre ilk insan, 4 kollu 4 bacaklı bir varlıktı. Sonra, Allah bu varlığın üreyebilmesi için ikiye bölmüş ve ortaya kadın ve erkek çıkmıştı. Yani, genel kanının tersine kitaba göre ilk önce Adem yaratılmamıştı, Adem ve Havva aynı anda yaratılmıştı. Bunun doğruluğu tartışılır, zaten benim değinmek istediğim nokta farklı.

Kitap, konuyu örneklendirirken eski bir Yunan mitini anlatıyordu. Tabii ki mitler gerçek değildir ama her mitin de mutlaka bir gerçeklik payı olduğunun unutulmaması gerek. Nitekim, Truva 1850’lere kadar sadece bir mitti ama şimdi ise gerçek bir tarihi kent. Neyse biz mitimize geri dönelim. Efendim, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Yunan yarımadasının bir yerlerinde...

İnsanlar 4 kollu, 4 bacaklı ve eşeysizmiş. Gün boyu gülüp, eğlenip, yuvarlanarak yolculuk ederlermiş. İşler öyle bir boyuta gelmiş ki insanlar Olimpos Dağı’na çıkıp tanrıları rahatsız etmeye başlamış. Bu rahatsızlığa dayanamayan tanrılar bir konsey düzenlemiş. Her tanrıdan ayrı bir ses çıkıyormuş. Çoğu fikir insanları nasıl yok edecekleri üzerineymiş. En sonunda bir tanrı söz almış: “Ey tanrılar, neden bu kadar öfkelisiniz? İnsanlar zavallı varlıklar. Bence, onları ortadan ikiye bölelim. Hem böylece yuvarlanamayacaklarından bizi rahatsız edemezler, hem de

Kadın Hakları Hakkında Birkaç Düşünce

Öncelikle şu söylemek lazım, bahsedeceğimiz konunun zemini pek sağlam değil. Bir sürü fikir var. Feministlerden tutun da aşırı dindarlara kadar konuya apayrı bakan görüşler mevcut. Bir erkek olarak hiçbir safa ait olmadığımı belirtmeliyim. Sonradan bana “Kadın düşmanı!” ve ya “Feminist” etiketleri yapıştırmaya yanaşmayın. Çünkü ikisi de değilim. Benim düşüncelerimin 22 yıllık hayat tecrübemden damıtılarak oluşan birkaç damlanın kağıda yansımasıdır. Yoksa ben otorite filan değilim. Zaten öyle olduğumu iddia edemem de çünkü o alanda bir eğitimim yok.

Heteroseksüel bir erkek olarak kadınlarla ilgiliyim. Doğal olarak onlar hakkında düşünüyorum ve ileride hayatıma girebilecek kadın(lar) hakkında nasıl bir tavır takınacağımı tezahür ediyorum. Bu çerçeve içerisinde de kadın yaşayışı hakkında birkaç düşüncem var.

Öncelikle hayat felsefeme bağlı olarak bir insana, ilk olarak ırksal, dinsel, cinsel olarak bakmam. Bir kişi öncelikle insandır, benim için. Sonra onun özellikleri gelir ki en başta önemli bir fiziksel ayrım olan cinsiyet gelir.

Cinsiyetin sadece fiziksel bir olgu mu yoksa ruhu da içine alan daha derin bir olgu mudur? Bunun hakkında yapılan düzinelerce araştırma var sanırım. Birkaçını bilimsel dergilerde ben de okudum. En bilinen bulgu erkek beyninin kadınınkinden 300 gr. fazla olmasıdır ki bence fiziksel bir bulgu ile insanın aklı hakkında mukayese yapılamaz. Bunun gibi çeşitli bulgular da mevcuttur. Kadınların daha hassas olması, erkeklerin daha dayanıklı olması gibi ki bence günümüz dünyasında böyle fiziksel ayrımlar yaparak konuyu tartışmak son derece saçma.

21. yüzyıl öyle bir yüzyıl ki yapamayacağınız bir şey hemen hemen yok. Bir kadın belki asker olarak cepheye inemez (ki bence bu kural geçerli değil artık) ama komuta başında bir erkeğin yapabileceğinin çok daha fazlasını yapabilir. Keza bir erkek belki çocuk doğuramaz ama bir kadından çok daha iyi annelik yapabilir.

Burada önemli bir eleştiri gelebilir. Olay zamanda mı bitiyor? Hayır, ama tarihte kimin kimden üstün olduğunu %100 anlamanızın olanağı yoktur. Unutmayın ki tarihi kazananlar yazar ve bunlar hep erkektir. Tabii ki de teknolojik gelişmeyle kadın hakları doğru orantılı artmıştır ama bu gerçek, gelişme öncesi kadınların bir hiç olduğunu göstermez.

Tarih öncesinde kimi bölgelerdeki kadınların erkeklerle eşit olduğunu belgeler bize söylüyor. Gerek Hititlerde gerekse Mısırlılarda böyle dönemler mevcut. Ayrıca erkeğin iktidarda olması her zaman erkek iktidarı olduğu anlamına gelmez. Tarihte birçok lider aşklarının veya annelerinin sözleriyle düşüncelerini yönlendirmiştir ki bu olgu, kadınların düşünüldüğünden fazla iktidarda olduğu anlamına gelir.

Mesela dünyaca ünlü filozof Aristo’ya bakalım. Aristo’ya göre kadınlar da birer insan olduğundan eşit olmalıdır fakat (altını çizelim) kadınlar da erkek gibi yaşarsa evde çocuğa bakacak kimse kalmayacağından kadın evinde oturmalıdır. Benzer düşünceyi 20. yüzyıla kadar birçok düşünürde görebilirsiniz. Örneğin Fransız İhtilal’ini hazırlayanlardan Voltaire bir sözünde kadınları resmen aşağılamıştır. Yine ünlü bir İngiliz düşünür kadınların politikaya giremeyecek kadar aptal olduğunu belirtir (Margaret Thatcher hakkında ne düşünürdü acaba?).

Türklere bakalım mesela. Göçebe kavmin kadınları her zaman evin efendileridir. Buna itiraz edenler olabilir ama hala daha bu düzen devam etmektir. Savaşçı olan erkekler at sırtında kilometrelerce yol tepip savaşıp avlanırken, kadın evine (obasına) bakmıştır. Yerleşim yerinin tüm sorumlulukları ondadır, yemek, çocuklar, tertip-düzen başlıcaları. Bu bakımdan anaerkil bir toplum olduğu bile söylenebilir. Günümüzde bile Türk erkekleri evle ilgili kararlara pek katılmazlar, tüm işlere kadınlar bakar.

Burada kadınların erkeklerle daha eşit olma problemi araya geliyor. Çalışmak, başta gelen istek. Çoğu erkek, bu isteği “Kadın kısmı çalışmaz!” diyerek savıyor. Bu da bir bakımdan mantıklı gelebilir. Şöyle ki yüzyıllar boyu eve para getiren dolayısıyla görünür iktidar (aslı kimdedir tartışılır) olan kişi, kendisine rakip çıkınca istemiyor doğal olarak. Asırlardır tekel olan erkek cemaatinin duapol bir ortama girmesi kendine ters geliyor. Aslına bakarsanız çoğu kadına da durum ters geliyor. Şimşekleri üzerime çekmeden hemen açıklayayım: Kadın şu ana kadar hep evde oturmaya alışmış, okumamış, koca bekleyip çocuk bakmak, günlere katılmak hayatı olmuş. Doğal olarak anneler kızlarını da böyle yetiştirmiş. Çoğu kadının kızına şöyle dediği açık: “Oku ama nasılsa koca bulup evleneceksin, pek de uğraşma.” Genelleme yapmıyorum ama durum böyle. Hatta sırf iyi koca bulmak için okuyanlar mevcut. Şaka değil gerçek. Şöyle düşünebilirsiniz: Okumuş bir erkek, hele 21. yüzyılda, cahil bir kadın istemez. Ama yine o erkek, büyük olasılıkla, evinde oturup çocuğuna bakacak iyi aile kızı arıyor. Kızların bazıları da bu duruma pek karşı çıkmıyor. Sonuçta, çalışma hayatının kahrını çekmektense evde çocuğuna bakmak daha kolay geliyor. Çocuklar büyüyünce de bunca yıl çalışmadım, artık çalışamam diye işin içinden sıvışıyorlar. Ya da tersi, erkek böyle istediği için onun emirlerine uyup böyle bir yaşam kuruyorlar.

Günümüz vahşi kapitalist dünyasında işler daha da vahim. Kadınlar ellerine geçen birkaç hakla erkekleri süründürmekle meşguller. Ama erkek, kızı kendisine bağladı mı işler tersine dönüveriyor. Sokağa çıkıp yoldan geçen 100 kıza nasıl bir adamla evlenmek isteyeceğini sorarsanız, eminim ki çoğu evi olan, araba sahibi, iyi bir işe sahip bir prototip çizecektir. (Burası tecrübeyle sabittir.) Şimdi söz konusu kız, erkeği seçerken binbir naz yapıyor, işte görkemli hediyeler, yemekler falan. Ama yüzük takılınca iş bitiyor, adam aldatsa da “O erkektir, yapar.” ya da “Çocuklarım için katlanıyorum.” geyikleri dönüyor. Sonra da bir istatistik uzmanı çıkıp “Boşanmalar son yıllarda pek arttı.” açıklaması yapınca kıyamet kopuyor. Neden acaba?

Tabii bir de her boşanan kadına, kötü kadın etiketi yapıştırma huyumuz var. Ama o, geleneksel bir hastalık, zamanla tedavi edileceğini umuyoruz. Fakat konumuz o değil. Kadının neden böyle maddi evlilikler peşinde koştuğu. Çalışan kadınlarda da durum bence aynı. Tek farkı, hata görünce direkt mahkemeye başvurmaları. Çeşitli sosyologlar, buna doğacak çocuğunu koruma içgüdüsü (iyi bakım, vs.) diyebilir, bana saçma geliyor. Eğer bir evlilik sadece maddiyat üzerine kurulmuşsa o birlikteliğin ürünü ne kadar sağlıklı olabilir ki? Çocuğun her şeyden çok sevgiye muhtaç olduğu her şeyden öte bir gerçek varken birbirine aşık olmayan iki insanın çocuğu nasıl, aşık bir ana-babanın çocuğundan daha sağlıklı olabilir? Çocuğu da bırakın, bir insan nasıl hayatı boyu sadece eşinin maddi durumu iyi diye bir evliliğe katlanabilir? Benim aklım almıyor doğrusu.

Peki kadın çalışmalı mı? %100 evet. İstemese de çalıştırılmalı. Neden? Öncelikle, dediğim gibi bir kadının bir erkekten fazlası ve ya eksiği yoktur. Bir evlilik iki kişiden kurulduğuna göre ve kadın da bu kurumun %50 ortağı olduğuna göre erkek çalıştığına göre o da çalışmalıdır. Peki çalışmasa ne olur? Bir kere kocasından para istemesi gerek. Her yaptığı işi, sanki efendisi gibi kocasına açıklaması gerek (Zaten mantıklı bir evlilikse her iki taraf karşısındakine sorumlu olur.), kocasının fazladan hak durumu ortaya çıkar. Bir kere kadın çalışmalıdır ki, yanlış bir durumda kendini savunacak dayanağı olsun. Mesela ben evlendim ve büyük bir hata yaptım (aldattım diyelim), karımın benle sadece param için evli kalması beni daha çok üzer. Düşünsenize, yaşlanıyorsunuz ve eşiniz size gelip “Ben senden nefret ediyorum ama evli kalmak zorundaydım.” diyor, sizin içiniz yanmaz mı? O kişinin harcanan onca yıllarını ödeyebilecek misiniz, vicdanınızda? Bir kadın benle beni sevdiği için evlenmeli ve sevdiği için evli kalmalıdır. Tersi durumda, hukuki olarak o kuruma evlilik dense de, benim gözümde evlilik olmaz. Tabii, tersi de geçerli olmalı. Bir erkek bir kadınla sevdiği için evlenmelidir. Yoksa, bu kız, çocuğuma iyi annelik yapar, iyi aile kızı diye değil.

Bir de biraz erkek olmaktan kaynaklanan bir düşüncem var: Çalışmayan kadın bütün gün evde oturduğundan, doğal olarak erkek işten gelince dırdıra başlar. Bir kadın bunu anlamayabilir ama inanın kötü bir şey. Bir de şu var tabii, iki kişi de çalışırsa ev işleri de müşterektir. “Ben erkeğim, iş yapamam.” mazereti geçersizdir. Bir erkek olarak bunu da kabul ediyorum. Ama hala anneleri tarafından bu tarz yetiştirilen erkek çocukları mevcut, orası ayrı. Dolayısıyla madem erkek ile kadın hayatın her alanından eşittir, bu uygulamaya da geçmelidir. Kadın evde oturup dırdır da yapmamalıdır, erkek de ben çalışıyorum diye evde yan gelip yatmamalıdır.

Çalışan kadın mevzu bahis olunca hemen şu konu ardından tartışmaya açılıyor. Peki çocuk ne olacak? Modern tercümeyle “Hem kariyer, hem çocuk” mevzusu. Ben çalışan bir annenin oğluyum. Annem hem ablamı hem beni çalışarak büyüttü. Evde her zaman temizdi, yemek de yapardı, hatta mahalle pazarına kendi çıkardı. Hiçbir zaman bir eksiğimiz olmadı. İşte eskiden anneler bütün zamanlarını çocuklarına ayırırmış. Siz öyle mi zannediyorsunuz? Anneler güne gider, eline de bir parça yiyecek tutuşturur, sokağa salar. Çoğu ev kadını böyle yapıyor. İstisnalar her zaman mevcuttur. Artık 21. yüzyıldayız, beyler, bayanlar. Hayat hızlı yaşayanın elinde kalıyor. Çocuk ne kadar bu hızlı hayata alışırsa o kadar iyidir. Bunun da yolu doğru eğitimden geçer. Sağlıklı bir kreş çocuğu her zaman hayata daha iyi hazırlar. İlkokul fobisinden de kurtulur, başta paylaşma olmak üzere, sosyal yönleri de hızlı gelişir. Böyle bir çocuk da bu vahşi dünyaya daha iyi uyum sağlar. Şahsen ben çocuğuma gerekli eğitimi verecek, ona sevginin yanında kültürlü bir hayat da aşılayacak bir kadını tercih ederim. Evde oturup güne giderken çocuğu sokağa salanı değil.

Umarım düşüncelerimi fazla aykırı bulmuyorsunuzdur. Hoş, bulursanız, kapım açık, her zaman tartışılabilir. Sizin düşüncelerinizi de merak ediyorum.