14 Aralık 2007 Cuma

Beowulf ve IMAX

Galiba ömrüm boyunca bu filmi unutmayacağım. Çünkü Beowulf benim izlediğim ilk 3 boyutlu film. Gelecekte çok seyredeceğiz ama ilkler unutulmaz derler ya, bu yüzden aslında ilginç bir animasyon olan Beowulf, hayatım boyunca hatırlayacağım bir film olacak.
Bu yazıya özel biraz teknik konuşalım. Benim gittiğim İstinye Park AFM IMAX sineması Türkiye’deki 3. IMAX sineması. Ankara ve İstanbul/Maltepe’den sonra açılan bu sinema, geleceğin sinemaları hakkında bir fikir verebiliyor bize. Her ne kadar en sevdiğim sinema Emek Sineması da olsa, teknolojinin cazibesine pek karşı koyamıyorsunuz. Bir kere karşınızdaki duvarı tamamen kaplayan, 22x16,1 m2’lik perdesiyle salona girer girmez sizi etki altında bırakıyor. Salon girişinde aldığınız gözlükler de ilginç bir futuristik hava yaratıyor. Koltuğa oturup gözlüğü taktığınızda bütün görüş alanınız siyahımsı bir hava alıyor ki daha ekranda bir şey olamadığından sabretmek zorunda olduğunuzu anlıyorsunuz. Fragmanlar başlıyor ama yine havanızı alıyorsunuz çünkü onlar da 2 boyutlu. Derken birden IMAX’ın reklamı başlıyor. IMAX yazısını çevreleyen çember bir anda size doğru gelmeye başlayınca ne olduğunuzu şaşırıyorsunuz. Ve en sonunda film başlıyor. 1-2 dakika içinde 3 boyutluğa alışıyorsunuz. Böylece efsanevi bir deneyim başlıyor. Asla ama asla bilgisayarınızın ya da son model plazmanızın yaşatamayacağı bir deneyim. Teknik hakkında son bir söz söyleyip bırakalım çünkü ne kadar yazsam da o anları size yaşatamam. Formatın kendini gösterdiği asıl sahneler yakın çekilmiş olanlar. Filmi bu sahnelerin keyfini daha fazla alacaksınız.
Gelelim filme. Robert Zemeckis garip biri. Oturup da klasik anlatımlı veya formatlı filmler çekeceğine (Forrest Gump’ı kimse unutmaz) yeni oyuncaklar kullanmaya bayılıyor. En son Polar Express’te bir yenilik denemişti ama pek bir devrim yaratamamıştı. Uyguladığı teknik kısaca canlı oyuncuların hareketlerini bilgisayara kaydedip bunları animasyon ortamında filme çevirmek. Yani performanslar gerçek olsa da film animasyon. Bu filmde her sahne için 300 kamera kullanışmış ki bu, muazzam bir rakam. Bu teknik, IMAX ile de birleşince ortaya bambaşka bir film çıkmış.
Filmin konusu, en eski İngilizce metine dayanmakta. Tüm destanlarda olduğu gibi bunun da ana kahramanı bir savaşçı. Beowulf ismindeki bu uzun boylu adam, Grendel adındaki bir devi öldürmek üzere bir diyara gelir. Devi öldürse de asıl sorunun devin annesi olduğunu anlar ama anne, kolay lokma değildir ve Beowulf ile bir anlaşma yapar. Bu anlaşmanın sonucu ise 50 yıl sonra ortaya çıkacaktır.
İngiliz eğitim sistemine dahil olmadığımız için (çok şükür) bizim pek aşina olmadığımız bu epik şiir, batıda her öğrencinin korkulu rüyasıymış. Ben ise ilk defa Tolkien’in bir tezini (Peri Masalları Üzerine sanırım) okurken duymuştum. Doğrusu konu pek aham şaham olmasa da kendini izlettirmeyi başarıyor. Sonuçta ortada FRP severlerin zevk alacağı unsurlar bulunmakta: savaş, gizem, ejderha, vs. Senaristler de başarıyla uyarlamışlar ki seyretmemek için pek nedeniniz kalmıyor. Belki ikide bir Beowulf’un bağırarak zikrettiği “I AM BEOWULF/BENİM ADIM BEOWULF!” cümlesi kulak tırmalıyor ama o kadar kusur da olsun.
Bundan önce de IMAX filmleri vardı ama Beowulf ilk defa bu kadar yaygın olarak gösterilen ve sırf ona göre çekilen bir film. Bu yüzden herkesin gidip bu deneyime vakıf olması lazım. Hem başka nerede Angelina Jolie’nin 3 boyutlu çıplak halini göreceksiniz ki?
Oyuncular: Ray Winstone, Robin Wright Penn, Anthony Hopkins, John Malkovich, Sebastian Roché, Angelina Jolie, Brendan Gleeson, Crispin Glover – Görüntü Yönetmeni: Robert Presley – Müzik: Alan Silvestri – Senaryo: Neil Gaiman, Roger Avary (‘Beowulf’ adlı epik şiirden) – Yönetmen: Robert Zemeckis
****1/2 G.T.: 30 Kasım Y.T.: 14 Aralık

11 Aralık 2007 Salı

The Golden Compass

Hollywood paranın her şey demek olmadığını ne zaman anlamaya başlayacak merak konusu. İşin daha da ilginci, o kadar para harcadığı filmin neredeyse seyredilemez oluşu. New Line resmen kendine Narnia’yı kıstas almış. Halbuki kendi yapımcılığındaki efsane LOTR serisi varken. Gerçekten şaşılası bir karar.
Dünyamıza paralel bir evrende geçen öyküde, Lyra adlı 12 yaşındaki kızın öncelikle kendisini keşfetmesini, sonra da kuzeye yaptığı macera dolu yolculuğu izliyoruz. Yaklaşık 1 hafta önce kitaba başladığımdan bitiremedim ve o yüzden tam bir yorumda bulunamayacağım ama film oldukça kötü uyarlanmış. Bir kere, zaten fantastik bir öyküyle uğraştığından senaryonun yanlış yerlere kayması çok kolay oluyor ve The Golden Compass bu tuzağa çok çabuk düşüyor. Kitaptaki gerçekçilik, hızlı olma tutkusuyla çarçur edilip kendini yüzeysel olaylar ve karakterlere teslim etmiş. İkincisi, bu hızlı öykü kurgusunda anlam bulanıklaşmış, sonuca çabuk gidilmeye çalışılmış ve sonucunda da öykünün tüm derinliği uçup gitmiş. Geriye sadece 15 yaş altındakilerin zevk alabileceği bir yapım çıkmış ki LOTR ile başlayan modern fantastik filmlerin esas hedef kitlesi yetişkinlerdir. Üçüncüsü ise bir üçleme olan kitabın doğal olarak üçleme olarak uyarlanması gerekirken ticari kaygılarla 1+2 olarak çekilmesi düşünülmüş. Yani ilk filmin kendi çatısı altında bir film olması gerekirken Weitz resmen ‘ertesi yarın’ tarzı bir final yapmış.
Tüm bunların yanında efsanevi bir oyuncu kadrosu kurulmuş. Rollerini çok yakışan ve iyi performanslar veren canlı kadronun yanında, her biri ünlü olan seslendirme kadrosu da dikkate değer. Yalnız hızlı öykü kurgusu, oyuncuları da mahvetmiş, ana karakter dışında kimse rolüne ısınamıyor (ya da biz onlara ısınamıyoruz). Hele Daniel Craig’in cameo kıvamındaki rolü çok üzücü.
Son tahlilde keyifli bir çocuk eğlencesinden öteye geçemeyen ve bir fiyaskoyla sonuçlanabilecek bir filmden bahsediyoruz. İşin ilginci, filmin devamı bile tehlikede ve eğer devamlar çekilmezse bu film tamamen çöp olacak.
Oyuncular: Dakota Blue Richards, Freddie Highmore (ses), Nicole Kidman, Daniel Craig, Sam Elliott, Eva Gren, Ian McKellen (ses),, Jim Carter, Ben Walker – Görüntü Yönetmeni: Henry Braham – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Chris Weitz (Philip Pullman’ın ‘Northern Lights’ adlı romanından) – Yönetmen: Chris Weitz
** G.T.: 7 Aralık Y.T.: 11 Aralık

The Nanny Diaries

American Splendor ile bağımsız severlerin kalbini fetheden Berman&Pulcini çifti, ana akıma adım attıkları yeni filmleri ile sağlam adımlarla kariyerlerine devam ediyorlar. Yine belgesel şablonunu ana iskelete yerleştirmeyi başaran ikili, bu sefer bunun altında tipik bir Hollywood komedisi yapıyorlar. Yalnız filmi, vasatlıktan kurtaran etki rahatlıkla nefes alması. Başka bir ifadeyle her ne kadar tipik Amerikan karikatür tiplerini (zengin, aldatan, kibirli baba; çocuğunu ihmal eden, ukala anne; akıllı ve yakışıklı genç ve zeki, afacan oğlan) ihtiva etse de her karakteri düzgün çizerek onları iki boyutluktan kurtarıyor. Asıl önemlisi de ana karakterler olan Annie’yi tüm yönleriyle göstererek oldukça gerçekçi bir yapı kurması. Mary Poppins etkileşimiyle kendine masalsı bir yan da katan film, oldukça keyifli bir seyirliğe dönüşüyor. Buna kadronun mükemmele yakın performansı eklendiğinde filmi, türünün üst basamaklarına yerleştirmemek ayıp haline geliyor. 2 saatlik bu keyifli yapım, sizin paranızı da zamanınızı da kesinlikle hak ediyor.
Oyuncular: Scarlett Johansson, Nicholas Hunt, Laura Linney, Donna Murphy, Alicia Keys, Paul Giametti, Chris Evans – Görüntü Yönetmeni: Terry Stacey – Müzik: Mark Suozzo – Senaryo: Shari Springer Berman, Robert Pulcini (Emma McLaughlin ve Nicola Kraus’un romanından) – Yönetmen: Shari Springer Berman, Robert Pulcini
*** G.T.: 21 Aralık Y.T.: 11 Aralık

9 Aralık 2007 Pazar

Richard Cheese ile Farklı Bir Müzik

Her yıl yaptığım yurtdışı kamplarında bir sürü yeni deneyimler edinip yeni şeyler ediniyorum. Yeni gruplar ve şarkılar da bunlar arasında. Bu yıl gittiğim Almanya’daki kampta da Richard Cheese’i böyle keşfettim. Sevgili Julie’nin CD’siyle kulağımı ziyaret etmeye başlayan bu şarkıcı, normal bir müzik yapmıyor. Nasıl yani?
Richard Cheese takma adını kullanan Mark Jonathan Davis aslında bir komedyen. Amerika’da her yerde bulunabilen bar stand-up’çılardan biri aslında kendisi. Ama farkı, Lounge Against the Machine adlı grubuyla modern pop, rock, rap parçalarının lounge versiyonlarını ya da amiyane tabirle kaplamalarını yapıyor. Yine mi anlamadınız? ‘Rape Me’nin Frank Sinatra tarafından söylenildiğini düşünün. Şimdi kafanızda bir şeyler canlanmaya başlamıştır eminim.
Richard Cheese’i sevmemin asıl nedeni iki türü de aynı zevkle dinliyor oluşum. Yani Frank Sinatra, Nat King Cole’u Nirvana, Gun’s N’Roses, U2 kadar zevkle dinliyorum ve Cheese bu iki türü harika biçimde birleştiriyor. Mesela Nirvana’nın ‘Rape Me’si ya da U2’nun ‘Sunday Bloody Sunday’ini nerdeyse orijinaliyle yarışacak şekilde yorumluyor. Daha bir sürü şarkıda harikalar yaratıyor ve o şarkıya yepyeni bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Bu arada şarkıları kısa tutmaya özen gösteriyor ve böylece abartıp baymıyor. Örneğin, Kelis’in ‘Milkshake’ini sadece 48 saniyede yorumluyor.
Ayrıca, komedyenlik yeteneğini konuşturup şarkılarla ve asıl yorumcularıyla dalgasını da geçiyor. Britney Spears’ın ‘Crazy’si bu yönden süper bence. İşte şarkıdaki monolog: “You know, ladies and gentlemen, Britney Spears is such a remarkable recording artist. She’s not a singer, she’s a writer, she’s a composer her own music, she produces her own albums, she directs, she pornographs, she is, a virtue industry called, an artist, she’s so multi-talanted, so… so… so… God, I’m wanna fuck her!” Fazla mı sizce? Bence çok yerinde. Eğer çok küfür sevmiyorsanız, dinlememeniz sizin için yararlı olacaktır. Çünkü çoğu şarkısında ‘Fuck’ kelimesi açık biçimde geçiyor. Aslında böyle olmasının asıl sebebi Amerikan müzik piyasasının aynı eğilim içinde olması ve bir komedyen olarak Cheese’in bunları kullanması. Başka bir detay da çoğu rock, rap şarkısında arada yuvarlanıp fazla işitilmeyen ‘Fuck’ kelimesinin lounge türünde aşikar olması.
Bu arada ‘Star Wars Catina’, ‘We are the World’ gibi çok eğlenceli parçaları da bulunmakta. Bahsedilmeye değer diğer önemli şarkılarıysa: The Clash-‘Rock The Casbah’, Pink Floyd-‘Another Brick in the Wall’, Madonna-‘Material Girl’, Radiohead-‘Creep’, Michael Jackson ft. Paul McCartney- ‘Girl is Mine’, Michael Jackson-‘Beat It’, Outkast-‘Hey Ya’, Blink 182-‘What’s My Age Again’, Frankie Goed to Hollywoord-‘Relax’, Oasis-‘Wonderwall’.
Richard Cheese’in farklı bir şey yaptığı açık. Belki herkese hitap etmiyor olabilir ama kendi yarattığı alanda çok güzel bir iş çıkarıyor. Düğünlere de çıktığını öğrendiğim Cheese, performansıyla bambaşka deneyimlere kapı açabilecek biri. Keşke Türkiye’ye gelse de, şöyle eğlencelisinden 2-3 saat geçirsek. Fena mı olur?

28 Kasım 2007 Çarşamba

Sinemada 80'ler

80’ler garip bir dönem. Tam bir arada kalmışlık abidesi. Ne bilgisayar çağında, ne mektup. Klasik zevkler hızla evrimleşiyor. 70’lerin politik ve biraz da müzikal mirasıyla daha zinde bir dönem yaşanıyor. Soğuk Savaş’ın son demlerini yaşamasıyla kapitalizm hızla yükselişe geçiyor ve bu, her alanda kendini hissettirmeye başlıyor. Politik anlamda Bush-Thatcher dönemi başlarken (Türkiye’de de Özal dönemi), ticari anlamda çok uluslu şirketler giderek yayılıyor. Dünya daha da küçülüyor ama bu değişimin sancıları da geliyor. MTV ilk klibi yayınlarken, CNN 24 saat haber vermeye başlıyor. Bilgisayar gündelik hayata ilk adımlarını atıyor (Çok şükür ki Bill Gates daha küçük!), atari salonları ve Commodore 64’ler fırtınalar estiriyor. Rock giderek trash metale dönüşürken, siyahi bir çocuk popun ilahına dönüşüyor. Tabii ki de moda! Deri ceketler, Harley Davidsonlar, ince kravatlar, vatkalı döpiyesler, çılgınca saç modelleri, Lambada etekleri.
Bütün bu saydıklarım, 80’ler sinemasında kendine yer ediniyor. Çünkü o da arada kalmışlığın derdini yaşıyor. Punk ve videoklip etkisi yavaş yavaş hissedilmeye başlanıyor. 70’lerin sağlam yönetmenleri bireyselleşmeye başlıyor. Auteur kavramı yeniden hortluyor. Stephen King uyarlamaları alıyor başını gidiyor. Teknolojinin gelişmesiyle kameralar küçülüyor ve ev yapımları büyük ekrana yansımaya başlıyor.
İşte kimilerinin kendi ruhu olmadığını söyleyip yok saydıkları, kimilerinde hasta oldukları bir dönem 80’ler. Çoğu kimse yok saysa da, 80’leri çok özlediğimiz bir gerçek. 80’lerin tüm popüler ikonları hayatımıza yeniden girmeye başladı. En son Ninja Turtles ve Transformers’ı tekrar aramızda gördük. İçinde bulunduğumuz zamanı anlayabilmek en iyisinin 80’lere bakmak olduğunu düşündüm ben de, o yüzden bir çırpıda 80’ler turumuza başlayalım. Bu yazıda sadece Hollywood sineması üzerine duracağımızı da belirtelim.
Tabii ki 80’leri anlamak için öncelikle 70’lere bir göz atsak fena olmaz. 70’ler, sağlam filmler yapan, klasik Hollywood’u okumuş yutmuş bir yönetmen kuşağıyla başladı. Bazılarının ‘Sakallılar’ dedikleri bu grup, bence asıl üretkenliklerini 80’lerde vereceklerdi, halbuki başyapıtlarını 70’lerde armağan edeceklerdi. Spielberg Jaws ile popüler sinemaya yeni bir açı getirirken, Scorsese Mean Streets ve Taxi Driver ile sokağa inecekti. De Palma, daha Tarantino çocukken kopya çekmenin başyapıtını çekecekti: Carrie. Coppola arka arkaya efsane filmler çekip Apocalypse Now ile başyapıt çekerek nasıl batırılır, gösterecekti. Nick daha çocukken babası John Cassavetes bağımsız sinemanın ilk örneklerini verecekti. Sergio Leone spagghetti western çekmekten yorulacak ama Clint Eastwood yorulmayacaktı. George Lucas ise Star Wars ile ‘blockbuster’ kelimesini yaratacak, paranın sadece gişeden kazanılmadığını anlayacaktı.
Böylece 80’lere girildi. Yukarıda saydığım tüm yönetmenler, ilginçtir, 70’lerdeki filmlerini tekrarlamadılar, bambaşka işlere imza attılar. Mesela Coppola Apocalypse Now sonrası batınca iki tane gençlik filmi çekti ve bu filmler gerek kadroları gerek içeriğiyle efsaneye dönüştü, ama bu filmlere sonra değineceğim. Ardından Cotton Club ile caza dair en özel filmi yaptı. Spielberg yüreğinin sesini dinledi ve en kişisel projesini beyazperdeye aktardı: E.T. Sonuç başka bir efsaneydi, ortalık “iiiiiiiiiiiiii……tiiiiiiiiiiiii……..” diye dolaşan tiplerle doldu. Ardından ise benim favori Spielberg filmim Color Purple geldi. Scorsese önce Raging Bull ile 70’lere devam etse de ardından sıkı Scorsese hayranları hariç kimsenin izlemediği ama bence The Departed’a beş basan After Hours’u çekti. Lucas Star Wars efsanesini tamamladı, ortalık Jedi’den geçilmedi; arada da Spielberg ile Indiana Jones efsanesini yaratıp arkeolojik dedektif türünü açtılar. De Palma sinemaya iki sağlam tür filmi hediye etti ki hala taklit edilemiyor: Scarface ve The Untouchables. Leone ise 20 yıllık projesini sonunda hayata geçirecekti: Once Upon Time in America. Tıpkı okyanusun öteki tarafında son başyapıtı Fanny och Alexander’ı çeken Bergman ile öbür yakada aynı durumda olup Ran’ı çeken Kurusowa gibi.
Eskinin yönetmenleri alıp başını giderken yeni nesil kendine yavaş da olsa yer açmaya başlıyordu. Yeni türler de ortaya çıkmaya başlıyordu. Mesela 70’lerin sonlarında erken dönem ürünlerini veren gençlik korku (slasher) filmleri gibi. Bu türde genelde bir grup gencin başına musallat olan sapık ya da deli seri katili izliyorduk ve her nedense sadece bakire kızlar hayatta kalıyordu (Katolik propagandasının bu kadarı!). Halloween, Nightmare on Elm Street ve Friday the 13th en popülerleri olacak ve sürüsüne bereket devam filmleri çekilecekti. Diğer yandan ucuz duran zombi filmleri kıymete binecekti ve onların yönetmenleri sonradan 100 milyon dolarlık bütçelerle çalışacaklardı. Evet, Sam Raimi ve Peter Jackson’dan söz ediyoruz. Yeni yeni gelişmeye başlayan özel efekt piyasası ilk başyapıtlarını verecekti: Terminator 2: The Judgment Day’deki T100 veya Ghostbustesr’ın şekil hayaletleri gerçekten görülmeye değerdi. Daha piyasada Pixar yokken Disney The Beauty and the Beast ile kaliteli animasyonların ilkine imza atacak, 90’lardaki animasyon patlamasının sinyallerini verecekti.
Hal böyleyken bir tür var ki 80’lerde altın çağını yaşayacaktı: Bu yıllarda çekilen gençlik filmleri hemen her açıdan çok önemli unsurlar içerir. Öncelikle, gençlere oldukça gerçekçi yaklaşır ve onların ruhunu perdeye yansıtır. Tabii bunu yaparken dönemi analiz eder. 80’lerin müziği, modası, argosu, sokak kültürü ve hatta politikası gözler önüne serilir. İkincisi, bu filmlerde görünen genç oyuncular 90’lar ve 2000’lerde birer yıldıza dönüştüler. Mesela Matt Dillon, Demi Moore, Tom Cruise, Kiefer Sutherland, John Cusack, Matthew Broderick, vs. Bu filmlerin teknik kadrosundakiler de ileride önemli işlere imza atacaklardı. Dönemin flaş yönetmen ve senaristi John Hughes’tu. Halen daha onun filmleri kadar gençleri yakalayan filmler yapıldığına inanmıyorum. Breakfast Club bu türün başyapıtı olup herkesin içinde bir şeyler bulacağı bir filmdir. Ayrıca Pretty In Pink, Sixteen Candles, Ferris Bueller’s Day Off (enfes bir okulu kırma filmidir) ve Weird Science dönemin ve türün tüm özelliklerini taşıyan özel filmlerdir. Ayrıca Coppola’nın çektiği efsanevi gençlik filmleri The Outsiders ve Rumble Fish birer başyapıttır. Arka arkaya çekilip kadrosunda Matt Dillon, Diane Lane, Mickey Rourke, Dennis Hopper, Tom Cruise, Nicolas Cage, Laurence Fishburne gibi starları barındıran bu filmler basit ama çok katmanlı filmlerdir. Ayrıca Rob Reiner’ın çektiği Stephen King uyarlaması Stand By Me katıksız bir arkadaşlık filmidir. Yine döneme ait olan gençlik müzikalleri ise başka bir rüzgardır. Patrick Swayze ve Kevin Bacon’un genç kızların kalbini fethedip müzik kültürüne efsanevi şarkılar armağan ettiği filmlerdir: Flashdance, Dirty Dancing ve Footloose en iyileridir.
Bu arada modern romantik komediler ilk ve en sağlam örneklerini veriyordu: Meg Ryan-Billy Crystal ikilisinin When Harry Met Sally’si, Julia Roberts ve Richard Gere’yi ilk defa bir araya getiren Pretty Woman ve John Cusack’ın efsane repliği “I gave her my heart and she gave me a pen!”i söylediği Say Anything.
Bilimkurgu sineması ise artan özel efektlerle yükselişini yaşıyordu. Terminator serisi, Alien serisi, felsefik tür karması Blade Runner. Bu arada David Lynch ve David Cronenberg ilk başyapıtlarını şiddet ve cinselliği iç içe geçirerek veriyordu ki Videodrome ve Blue Velvet döneminin çok ilerisindeydi.
Ticari sinemada ise kanki-zıt ikililer çok para yapıyordu. Eddie Murphy-Nick Nolte 48 Hours, Mel Gibson ile Danny Glover Lethal Weapon ortalığı dağıtıyordu. Bruce Willis Die Hard ile maceraya daha yeni başlıyordu. Eddie Murphy’nin asi polisi ile Steve Martin’in salak karakteri pek popülerdi. Police Academy serisi daha Türkiye’ye gelmemişti ama Amerika’yı sallıyordu. Tom Cruise ve Rob Lowe kızların sevgilisiydi. Top Gun’dan sonra nedense herkes deri ceketle motorsiklet sürerek kızlara hava atıyordu.
Son olarak savaş filmleri pek maçoydu. Stallone ve Schwarzanegger sulu zırtlak savaş filmleri yapsa da Oliver Stone Platon, Alan Parker Birdy ve Kubrick Full Metal Jacket ile ortalığı birbirine katıp, barışı haykırıyorlardı.
Okuduğunuzda günümüzle bir sürü paralellik olduğunu fark etmişsinizdir. Mesela yazının yazıldığı hafta gösterime giren Superbad, 80’ler gençlik filmlerine çok şey borçlu. Keza geçtiğimiz yaz gişe rekorları kıran Rush Hour 3 80’lerin kalıplarını kullanıyordu. Bunun gibi sayısız örnek bulabilir. Baksanıza Stallone yine Rambo-Rocky serilerine döndü. Suç filmleri yine moda olurken (önümüzdeki aylarda başta Anerican Gangster olmak üzere bolca göreceğiz.) gençlik müzikalleri yine çekilmeye başlandı (Across the Universe ve yakında izleyeceğimiz ABBA müzikali), bağımsız filmler ise kendi sektörlerini yaratıyor. Hal böyleyken 80’leri şükranla anmak kaçınılmaz.
Belki de içimizdeki çocukla ilgilidir 80’lere duyulan özlem. Daha internetin, cep telefonunun olmadığı naif yıllardı onlar. Belki de o yüzden Donnie Darko kendi çapında bir hit oldu yada aynı sebepten o yılların çizgi filmleri, çizgi romanları yeniden popüler oluyor. İşte bu saydıklarım için 80’ler bizim kuşağımız içi apayrı bir mana taşıyor ve hep de taşıyacak.

Yumurta

Semih Kaplanoğlu merakla değil ama ilgiyle takip ettiğim bir yönetmen. Her filmiyle beni ikilemde bırakan biri çünkü tamamen sanat sineması yapıyor. Bundan kastım tamamen içinden gelen, imgelere dayalı, öyküye yaslanmayan, minimal bir sinema yapışı. İlk filmi olan Herkes Kendi Evinde’nin özel gösterimine katılmıştım, bu filmle bile farklı olduğunun altını çiziyordu fakat öyküye de dayanan ve belki de bu yüzden ikinci filmiyle bile bu yapıdan 180 derece dönmesine sebep olan bir filmdi. İkinci filmi Meleğin Düşüşü’nü izlemek bu yaza kısmet oldu çünkü imgeye dayalı bir film olduğunu biliyordum ve bu beni pek cezp etmiyordu. Yine de izlediğimde farklı duygular barındıran, sıkmayan bir film olduğunu gördüm. Yeni filmi Yumurta ise ikinci filmi bir adım daha ileriye taşıyor. Bu tarz filmlerin en önemli handikaplarından sıkıcılığı önlemesinin yanında bir şeyler de anlatıyor ve bu şeyler, filmin can damarını oluşturuyor.
Film mekan olarak köşede kalmış bir kasaba olan Tire’de geçiyor. Böyle bir kasabadan çıkıp şair olan Yusuf’u ana düzleme yerleştiriyor. Rotasını ise annesinin ölümüyle kasabasına geri dönmesi oluşturuyor. Daha Yusuf’un önceki hayatını bilemiyoruz (ileride gösterilecek Bal ve Süt’te izleyeceğiz) ama daha ilk plandan itibaren Yusuf’ta bir bıkkınlık seziyoruz. Bu bıkkınlık kime karşı, belki birine ya da hayata bilemiyoruz. Yusuf, kasabasına dönünce kendini adet ve göreneklerin içinde buluyor. Bunlar büyük şehirde artık olmayan, Tire gibi köşede kalmış yerlerde devam eden ritüeller. Bunlarla Yusuf, yeni bir sürecin içine sürükleniyordu. Bir yandan çocukluğundan gelen anılarla yüzleşirken, diğer yandan bugünün sıkıntılarını yaşıyor. Annesine bakan akrabası Ayla ise bu sürece katılan bir element haline geliyor. Böylece Yusuf’un hayatında bizim göremeyeceğimiz yeni bir dönem başlıyor.
Yumurta minimal sinemanın görebileceğiniz en katıksız örneği. Doğal oyunculukları, gerçek mekanları, basit ama sağlam senaryosuyla istediğini yapabilen bir film. Bu akımın diğer örnekleri olan Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz filmleriyle kimi zaman çakışan (bilhassa Uzak ile) ama kendine ait özgün bir dil yaratabilen bir film izliyoruz. Kaplanoğlu muhtemelen yukarıda andığım iki isim ve Reha Erdem ile Türk Sineması’nın bağımsız kanadını oldukça sağlam bir temel üzerine kuruyor. Sırf bu temelin nasıl oluştuğunu görmek için bile Yumurta görülmeli.
Oyuncular: Nejat İşler, Saadet Aksoy, Ufuk Bayraktar, Tülin Özen, Gülçin Santırcıoğlı, Kaan Karabacak, Semra Kaplanoğlu – Görüntü Yönetmeni: Özgür Ekin – Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal – Yönetmen: Semih Kaplanoğlu
**** G.T.: 9 Kasım Y.T.: 27 Kasım

Superbad

Bu filmle de belli oldu ki Judd Apatow-Seth Rogen ikilisi yeni bir komedi akımı başlatmak üzereler. Umut verici bir başlangıç sayılabilecek 40 Year-Old Virgin’den sonra hepimizi kırıp geçiren Knocked Up ile büyük bir çıkış yakalayan ikili şimdi de Superbad ile başarılarının şans olmadığını kanıtlıyorlar. Benim dikkat çekmek istediğim asıl nokta ise saydığım 3 filmin de farklı komedi alttürlerinden olması ve bu farklılığa rağmen aynı tatlar barındırması.
Superbad’e gelecek olursak karşımızda bir gençlik komedisi görüyoruz ama bu, American Pie ve türevleri gibi değil; daha gerçekçi, insancıl ve komik olan 80’ler gençlik filmleri düzeyinde. Böyle olunca da o yıllara tutkun birçok sinemaseveri kendine çekiyor, bunun yanında gerçekçi yanıyla günümüz gençliğinin de ilgisi oldu.
Lise son sınıftaki iki arkadaşın bir gününü anlatan film, öncelikle arkadaşlığa, bağlılığa, yan öykülerde de sadeliğe, dürüstlüğe ve samimiyete parmak basıyor. Günümüzde bu değerlerin çoğunun ortadan kalktığını düşünürseniz, filmin eğlendirmenin yanında ciddi bir mesaj içerdiğini de göreceksiniz. Bunların yanında yoğlu, sıska, sivilceli karakterleriyle gerçekçi imajını ısrarla ön plana çıkardığını görüyoruz ki günümüzün silikonlu, jöleli tiplerle örülü dünyasında oldukça rahatlatıyor insanı. Bunların yanında filmin tek aşırı karakterleri fazlasıyla karikatüre kaçan polisleri.
Bunlardan başka bizleri yeni yüzlerle tanıştırıyor film ki birkaçı ilerde çokça karşımıza çıkacak. Bilhassa Anthony Mitchall Hall’un reerkarnasyonuna benzeyen Christopher Mintz-Plasse fevkalade bir keşif. Hatta yönetmenin bile yeni bir keşif olduğu söylenebilir.
Superbad arkadaşlarla keyifle izlenebilecek, çok gülünecek bir film.
Oyuncular: Jonah Hill, Michael Cera, Christopher Mintz-Plasse, Bill Hader, Seth Rogen, Martha MacIsaac, Emma Stone – Görüntü Yönetmeni: Russ T. Alsobrook – Müzik: Lyle Workman – Senaryo: Seth Rogen, Evan Goldberg – Yönetmen: Greg Mottola
***1/2 G.T.: 9 Kasım Y.T.: 26 Kasım

8 Kasım 2007 Perşembe

American Gangster

İşte 2008 Oscarları’nın en favori filmi. Muhtemelen 5-10 adaylık elde edecek ama kaçını alır bilemem. Teknik kadro rüya takımı misali: Ridley Scott, Steven Zaillan, Russell Crowe, Danzel Washington. Konu, çok Hollywood kokuyor, tam Akademi’nin seveceği türden: Bir adamın çıkış ve iniş hikayesi. Üstelik adam gangster. Bir de onun peşinde olan dürüst polis var. Maceraya bakın.

Ocak ayında tüm Türkiye filmi konuşuyor olacak. Hollywood özentisi yazarlarımız performansları, görüntüleri ve Scott’ı yere göğe koyamayacaklar. Şimdiden ‘Empire’ filmi Heat’ten sonra çekilmiş en iyi suç filmi olduğunu iddia etti. Siz de bu senaryoyu bir yerlerden hatırlıyor musunuz? Yoksa her yıl olan geyik değil mi bu? Geçen yıl iyi çekilmiş bir yeniden çevrimden öteye gidemeyen The Departed’a da aynı geyikler yapılmıştı. Scorsese’nin bu filmle Oscar alması bile utanç vericidir. Neyse, konumuz o değil.

Uzun yıllar şoförü olarak çalıştığı mafya babasının yoğun eğitimine maruz kalan Frank Lucas, o ölünce fevkalade bir hamleyle Harlem’in yeni uyuşturucu kralı olur. Fakat kurduğu yepyeni sistem sayesinde kısa zamanda görülmeyen efsane haline gelir. Diğer yandan takip ettiği bir arabada bulduğu 1 milyon doları devlete verecek kadar dürüst ama fena halde çapkın Richie Roberts ise uyuşturucu kirliğini çözmek adına gizli bir birim kurar ve direkt işin başındakileri hedef alır. Bundan sonrasını yazmama bilmem gerek var mı?

Gerçekten güzel çekilmiş bir suç filmi. Kararlı, sert karakterler; düşüp kalkılan güzel kadınlar; bolca takip sahnesi; kokuşmuş polis teşkilatı; ekip olma duygusu; gerilim; kan; patlayan kafalar. Bir suç filmden bekleyeceğiniz her şey mevcut. Yalnız bunları fazla bariz yapıyor. “Bak, benim filmimde kan da var, şiddet de var, kadın da var. Hadi bana para ver.” Sırf Heat’e özenmek için Crowe ile Washington’un bir masada karşılıklı oturduğu, ortada kahve bile olan bir sahne bile çekilmiş. Ama ne Crowe-Washington’un karizması ve parıltısı De Niro-Pacino’nun yanına yaklaşıyor, ne de oyunculukları, role yakışmaları. Çok eğrelti duruyorlar, resmen ben filmi kurtaran adamım diye bas bas bağırıyorlar. Birbirlerini tamamlayamıyorlar.

American Gangster, sırf ödül ve ticari para için çekilmiş, geleceğe hiçbir şey bırakmayacak olan bir yapım. Film ilk izleyenler başyapıt izlediklerini sanıp (IMDB ilk 250 listesine 100. sıradan girdi ve gittikçe düşüyor, şimdiden) boyalı laflar söyleyecekler ama 2-3 yıl sonra TV’de gösterilen bir prime-time filmi olacak. Doğru ya, A Beautiful Mind’ı hatırlayanız var mı?

Oyuncular: Danzel Washington, Russell Crowe, Chiwetel Ejiofor, Josh Brolin, Lymari Nadal, Ted Levine, Roger Guenveur Smith, Cuba Gooding Jr., John Hawkes – Görüntü Yönetmeni: Haris Savides – Müzik: Marc Streitenfeld – Senaryo: Steven Zaillian (Mark Jacobson’ın ‘The Return of Superfly’ adlı makalesinden) – Yönetmen: Ridley Scott

*** G.T.: 25 Ocak 2008 Y.T.: 8 Kasım 2007

An Overview of Ethanol

Ethanol is simply a type of alcohol that people use in beverages. But ethanol is also used as an alternative fuel for oil. Brazil, USA and some other countries like Sweden use widely ethanol.

Ethanol is mainly produced from glucose as a byproduct with carbon dioxide. In the present, 5% of ethanol is produced from petroleum. It is made by the catalytic hydration of ethylene with sulfuric acid as the catalyst. It can also be obtained from ethylene or acetylene, from calcium carbide, coal, oil gas, and other sources. Bio-ethanol is obtained from agricultural feedstocks which are carbon based. Examples of these feedstocks are sugar cane, bagasse, miscanthus, sugar beet, sorgum, switchgrass and etc.

There are mainly four different ways of large scale production of ethanol. Microbial fermentation of sugar, mainly from sugar cane, is one of them. Also, water can be removed to be able to used as a fuel, this process is called as distillation. Ethanol can also be purified by a molecular sieve (ZEOCHEM Z3-03). And, there is another process called denaturing.

Pure ethanol (E100) is only used in some special cases. For instance, Indy Racing League (IRL) made its former fuel E100 in 2007. But mainly ethanol blends are used in daily life. E10 (10% ethanol-90% unleaded gasoline) can be used in normal engines. But for blends beyond 10% ethanol, special engines must be used. For example, for using E85, flexible fuel vehicles (FFVs) must be used.

Advantages of using ethanol blends are various. Most important issue in this point is environment. By some researches, some facts are shown useful of ethanol: Ethanol blends reduce carbon monoxide emissions in vehicles by between 10%-30%. The American Lung Association of Metropolitan Chicago states ethanol-blended fuel has reduced smog-forming emissions by 25% since 1990. The use of E10 reduces greenhouse gas emissions by 12-19% compared to conventional gasoline. Ethanol contains 35% of oxygen, making it burn more cleanly and completely than gasoline. E85 has the highest oxygen content of any fuel available and also contains 80% fewer gum-forming compounds than gasoline. Ethanol is highly biodegradable, making it safer for the environment. Furthermore, ethanol is considered renewable because it is produced from plants. With increasing usage of plant cellulose and other plants such as grasses, this point becomes more important. Moreover, using ethanol has economy and job creation benefits. It also brings development of agriculture, farmers and rural communities. As a final word, if ethanol is used as a gasoline additive, it is not as poisonous as MBTE and lead; is a soluble deposit-controler and is an anti-icer.

On the other hand, some features of ethanol aren’t beneficial. Aldehyde, a function of ethanol volume, is a threat to nose, eyes, throat and possibly causes cancer. E85 costs 33% more to consumer’s annual budget. Ethanol blends are not available everywhere, only in certain stations. Moreover, ethanol prices at the pump are a function of percentage of ethanol in the blend. Also driving ability of ethanol is lower: It has lower per liter energy value; it takes more to drive the same distance and consumers have to fill their cars more often. Consumers who are driving regular cars have to pay at least $1200 US to have their engines adapted and have to drive extra distances to special gas stations to buy ethanol. Furthermore, ethanol can absorb water and if water enters the fuel tank, it dilutes ethanol and causes problem with corrosion and phase separation. Also, ethanol absorbs and carries dirt and is highly flammable, so requires more attention.

In 26th October 2007, ethanol price is $1,768 per gallon in US markets. In USA, E85 is priced to be competitive with 87-octane gasoline. But in the future, by the help of increasing producing cellulose, the prices will be hoped to reduce.

In conclusion, ethanol has become more important day by day. With invents of new methods of producing and using ethanol as a fuel, in the future ethanol will become a major fuel, alternative to gasoline.

2 Kasım 2007 Cuma

Yaşamın Kıyısında

Fatih Akın’a karşı hep soğuk kalmışımdır. Son iki filminde hep kusurlar buldum ve başkalarının beğendiği kadar başarılı bulmadım. Bir tek Im Juli’yi seviyordum, onda da bariz senaryo hataları olmasına rağmen sıcacık olmasının getirdiği bir duyguydu. Halbuki Yaşamın Kıyısında çok farklı. Kendini sevdirmesini biliyor ve çok başarılı bir film.

21. yüzyılın ilk on yılına kesinlikle damga vuran parçalı hikayeli ve kesişen insanları anlatan filmlerden biri daha var karşımızda. Filmdeki 6 insanın hayatları bir şekilde birbirlerine teğet geçiyor. Üstelik bu örgüyü alelade kullanmayarak zoru başarıyor. Neye nerede müdahale etmesini bildiğinden film dağılmıyor, tam tersine finalde birleşiyor.

Filmde 3 ana bölüm var: ‘Yeter’in Ölümü’, ‘Lotte’nin Ölümü’ ve ‘Yaşamın Kıyısında’. Yönetmen/senarist her bölümün başlığını başında vererek, bize ne olacağını zaten söylüyor ama, hep dediğim gibi, sinemada sorun ne olduğu değil, nasıl olduğudur. Bunun da onlarca örneği vardır. En barizi de Titanic’tir, herkes geminin batacağını bile bile sinemaya gitmiştir fakat asıl merak edilen geminin nasıl batacağıdır.

Bu filmde de bölüm sonlarını bilsek de merak ediyoruz, nasıl olacak diye. Mesela ilk bölüm: Karadenizli Ali, genelevde tanıdığı Yeter’i yanına alır. Yeter de toplum baskısından kurtulmak için kabul eder. Bir yandan Türkiye’deki kızını özleyen Yeter, içini Ali’nin Alman Dili Profesörü oğlu Nejat’a açar. Tam ortalık durulmuşken vahim bir kaza sonucu ölen Yeter, Nejat’ın Türkiye’ye gitme sebebini oluşturur. İstanbul’da Yeter’in kızını arayan Nejat, en sonunda bir kitapçı açarak İstanbul’a yerleşir.

İkinci öyküde ise Yeter’in kızını görürüz. Onun da hikayesi, kendisinin olgunlaşıp dünyaya farklı açıdan bakmasıyla sonuçlanıyor. Yani filmdeki 6 ana karakterden ikisi olgunlaşırken, ikisi ölüyor, kalan diğer ikisiyse çocuklarını anlama ve onlara kendilerini anlatabilme çabasında. Ölüm hakkında çeşitlemeler sunan film, bir yandan da evebyenlik ve çocuk olma durumunu masaya yatırıyor. Yeri gelince anne/babalarını anlamayan çocuklar hayatlarındaki deneyimlere paralel onları anlamaya başlıyor ve hayata farklı bakıyorlar.

Filmin esas derdi yukarıda anlattıklarım olsa da ve bunları anlatmada çok başarılı olsa da yan hikayeciklerde bir bocalama söz konusu. Yıllar önce senaryo yazma hakkında sohbet ettiğim bir arkadaşımın dediği gibi, başlangıç ve sonuç ortada ama problem onları nasıl bağlayacağın, yani problemi matematiksel olarak nasıl çözeceğindir. Burada da Akın, ana iskeleti harika kursa da onu destekleyen yan unsurlarda bu başarısını gösteremiyor. Mesela? Lotte’nin ölüm sebebinin yüzeysel kalması ya da Nejat’ın hayatını 10 günde tümüyle değiştirmesi gibi. Ama genel tabloya baktığınızda bunlar asla göze batmıyor.

Oyunculuklara gelirsek, 6 ana oyuncu da birbirleriyle yarışıyor diyebiliriz. 2 usta, Tuncel Kurtiz ve Hanna Schygulla’yı izlemeye doyamıyorsunuz. Nursel Köse benim için yeni bir keşif oldu. Baki Davrak çok sakin oynarken, Nurgül Yeşilçay karakteriyle özdeşleşmesini biliyor. Lotte rolündeki Patrycia Ziolkowska ise oldukça dinamik oynuyor, hislerini dışarıya vererek.

Son sözüm filmin ses kaydına. Bence tek kelimeyle şahane diye nitelendirebileceğim kayıtta, Kazım Koyuncu-Şevval Sam’ın ‘Ben Seni Sevdiğimi’ düeti filme damgasını vuruyor.

Siz de ailece sinema salonuna girerek bu güzel yapımı seyredin. Hele o mükemmel, tek plan finalde ayağa kalkmadan sadece huzur bularak jeneriğin akmasını seyredin.

Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Baki Davrak, Tuncel Kurtiz, Hanna Schygulla, Patrycia Ziolkowska, Nursel Köse, Erkan Can – Görüntü Yönetmeni: Rainer Klausmann – Müzik: Shantel – Yazan ve Yöneten: Fatih Akın

****1/2 G.T.: 26 Ekim Y.T.: 1 Kasım

31 Ekim 2007 Çarşamba

Vesikalı Yarim

Nice zamandır ismini duyup izleyemediğim Türk filmlerinden sadece biri. Türk Sineması’na yapılan nankörlük ve umursamazlıktan ötürü genç nesil kendi sinemasının nelere kadir olduğunu bilmiyor, ne yazık ki. Oysa, öyle güzel filmler var ki izlemeye doyamazsınız. İşte bunlardan biri: Lütfü Ö. Akad ustanın eşsiz melodramı, Vesikalı Yarim.

Hikaye basit Yeşilçam yapısıyla başlıyor: İşinde, gücünde, kendi halinde bir manav olan Halil, bir gün arkadaşlarıyla Beyoğlu’ndaki meyhanelerden (aslında pavyon daha uygun olur) birine gider. Normalde sağa sola yaradılışı icabı bakmayan Halil, Sabiha’ya görür görmez tutulur. Sabiha da normal müşterilerine hiç benzemeyen bu adama yakınlık hisseder. Ertesi gün, Halil kendini tutamayarak yine meyhaneye gidince büyük aşkları başlar. Ama Sabiha, Halil’in evli olduğunu öğrenince ilişkileri sarsılmaya başlar…

Buna benzer hikayeleri belki de yüzlerce kere izlediğinizin farkındayım ama bu seferki çok farklı. Klişelere fazla bulaşmayan, kendi derdini sadelikle anlatan bir hikaye. Zaten film, ünlü hikayecimiz Sait Faik Abasıyanık’tan uyarlanmış. Senaryo yazma rekoruna sahip Safa Önal tarafından da senaryolaştırılmış. Hikaye ve film öyle tatlı akıyor ki izlemeye doyamıyorsunuz. Temposu hiç düşmeyen, mantık çerçevesini hiç aşmayan bir film. Sonunda da harika bir final yaparak klişelerle uğraşmadığını yine kanıtlayan bir yapım. Final sahnesi bana nedense Casablanca’yı hatırlattı, büyük bir aşkın hüzünlü bir finali gibi. Halbuki finali çift taraflı olarak da yorumlayabiliriz. Her ne kadar mutsuz gibi gözükse de bir açıdan da mutlu bir final izliyorsunuz.

Diğer taraftan 1968 yapımı film, dönemini harika kullanıyor. Mahalleleri, daracık sokaklarıyla enfes bir İstanbul filme fon oluyor. Ses kaydında ise birbirinden güzel şarkılar: Şükran Ay’ın (Savaş Ay’ın annesi) sesinden “Kimseye Etmem Şikayet”, “Kalbimi Kıra Kıra” ve niceleri. Filmin karelerine de öyle güzel uyuyorlar ki bambaşka diyarlara yolculuk ediyorsunuz. Ve tabii ki oyuncular: Güzeller güzeli, Sinemamızın Sultanı Türkan Şoray, enfes bir performans veriyor. Ağır abi de İzzet Güney, tüm duygularını tek bakışıyla ekrandan taşırıveriyor. Yıllardır Kadir İnanır-Türkan Şoray ikilisinden bahsedenler, bir de bu filmi izlesin. Yan rollerde Yeşilçam’ın emektarları. Ama nedense Aydemir Akbaş bir başka dikkatimi çekti.

Bu siyah-beyaz klasiği seyredip ülkenizin sinemasıyla gurur duymalısınız.

Oyuncular: İzzet Günay, Türkan Şoray, Ayfer Feray, Semih Serezli, Salahattin İçsel, Aydemir Akbaş – Görüntü Yönetmeni: Ali Uğur – Müzik: Metin Bükey – Senaryo: Safa Önal (Sait Faik Abasıyanık’ın hikayesinden) – Yönetmen: Lütfü Ö. Akad

***** Y.T.: 31 Ekim

Persepolis

Fransızlar daha çok animasyon yapmalılar. Onların animasyonları bir farklı oluyor. Ne Pixar, ne de Miyazaki gibiler. Bambaşka çiziyorlar çizgilerini. En son Belleville’de Randevu ile şahit olmuştuk bu türe. Üstelik değişik olan sadece teknikleri değil, hikaye anlatma biçimleri de. Dolayısıyla bir başka yapıyor bunlar filmlerini. Her biri izlenip, zevk alınması gereken filmler.

Marjane Satrapi’nin otobiyografik hikayesini izliyoruz. İran doğumlu bir grafik romancı olan Satrapi, çocukluğundan Fransa’ya taşınmasına kadar olan zamanı kimi zaman oldukça gerçek, kimi zaman da masalsı olarak anlatıyor bize. Tabii öyküyü ilginç kılan husus, bu çocukluk ve gençliğin, politik çalkalanmalar yaşamakta olan İran’da geçmesi. Dolayısıyla dünya filme, bir animasyon olarak değil, bir politik günlük olarak bakıyor. Bence çok yanlış. Bu şartlanmayla giden seyircinin hayal kırıklığına uğrası bile muhtemel. Çünkü Satrapi İran’ı kötülemiyor, sadece gördüğü olayları takdire şayan bir sadelikle anlatıyor. Böyle yapması da, filmin değerini (en azından benim gözümde) bir kat daha arttırıyor. Halbuki filme politik unsurları için giderseniz, bir çocuğun politik bakış açısını izleyeceksiniz ki size çok hafif gelebilir.

Seslendirenler: Chiara Mastroianni, Catherine Deneuve, Danielle Darrieux, Simon Abkarian, Gabrielle Lopes Benites, Gabrielle Lopes, François Jerosme – Müzik: Olivier Bernet – Senaryo: Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi (Marjane Satrapi’nin çizgi romanından) – Yönetmen: Marjane Satrapi, Vincent Paronnaud

**** G.T.: 26 Ekim Y.T.: 30 Ekim

3:10 to Yuma

Filmden haberdardım ama bu, 1 ay önce IMDB Top 250 listesinde filmin adını görünce şaşırmamı engellemedi. Demek ki gerçekten güzel dedim, kendi kendime. Filmi şans eseri bulunca da hemen izleyeyim dedim.

Film, gayet başarılı çekilmiş bir western, fazlası değil. Türe bir yenilik getirdiği filan da yok, zaten kendisi bir yeniden çevrim. Ama bir westernin vaat ettiği her şeyi fazlasıyla yerine getiriyor. İyi de olsa, kötü de olsa cool karakterler; silahlı aksiyon sahneler; kenarda kalmış 1-2 güzel kadın; göz dolduran bir final; derinden giden bir ezgi; vs.

Ben de biraz westernlerde sıkıldığım için (koskoca Once Upon a Time in the West’de bile sıkılmıştım) pek ilgimi çekmedi ama bir western hayranı için başyapıt sayılabilir. Güzel bir kadro kurulmuş. Başta Bale ve Crowe olmak üzere Ben Foster, Alan Tudyk ve yaşlı kurt Peter Fonda çok iyi. James Mangold zaten bir şekilde (her seferinde farklı bir türde ilginç bir projeye imza atıyor ve kendini izlettirmeyi başarıyor.) takip ettiğim, şeytan tüyü olan bir yönetmen. Teknik yönden de filmin kusursuza yakın olduğunu söyleyebiliriz. Senaryodaki 1-2 ufak çelişkiyi saymazsanız eğlenceli bir western izlemeye hazır olun derim.

Oyuncular: Russell Crowe, Christian Bale, Logan Lerman, Ben Foster, Dallas Roberts, Peter Fonda, Alan Tudyk, Gretchen Mol, Vinessa Shaw, Luce Rains – Görüntü Yönetmeni: Phedon Papamichael – Müzik: Marco Beltrami – Senaryo: Halsted Welles, Michael Brandt, Derek Haas (Elmore Leonard’ın kısa öyküsünden) – Yönetmen: James Mangold

***1/2 G.T.: 2 Kasım Y.T.: 28 Ekim

28 Ekim 2007 Pazar

4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün

Filmi seyrederken kendimden ciddi ciddi şüphe duydum: “Ben mi salağım, anlamıyorum?” Neyse ki jenerik akmaya başlayınca arkadaşım Naci, duygularıma tercüman oldu: “Abi, kaç, kaç! Çabuk!”

Söz konusu film Cannes Film Festivali’nde bu yıl Altın Palmiye almıştır, ey okuyucular. Aradan 2 gün geçti izleyeli, hala düşünüyorum, nasıl böyle bir filme o koskoca ödülü verebilirler. Anlamıyorum.

Film, komünizmin son yıllarını yaşayan Romanya’da kürtaj sorununu anlatıyor. Kürtaj yasa dışı olduğundan otel köşelerinde kürtaj olmak zorunda kalan 2 üniversite öğrencisi genç kızın başına gelenleri izliyoruz. Doğrusu içlerinden biri kürtaj oluyor ama neden olduğunu hala sorguladığım üzere öbür kız daha çok etkileniyor olaylardan (tamam, olay beklemediği şekilde ona da dokunuyor ama…).

Ben bir kere şunu anlamadım: Film bize ne anlatmak istiyor? Kürtaj kötü bir şeydir mi? Kürtaj yasa dışı olmasaydı hiç bunlar olmayacaktı mı? Bir kürtaj oldum, hayatım değişti, erkek arkadaşımdan nefret ediyorum mu? Nedir? Bana 2 saat boyunca o film neden izlettirdiniz? Bu filmin Dünya Sinema Tarihi’nde ne gibi bir yeri olabilir?

Bana bu soruları açıklayan olursa beri gelsin.

Oyuncular: Anamaria Marinca, Laura Vasiliu, Vlad Ivanov, Alexandru Potocean, Ion Sapdaru, Teodor Corban – Görüntü Yönetmeni: Oleg Mutu – Yazan ve Yöneten: Cristian Mungiu

İpek

Bundan sonra sırf oyuncu için filme gitmeyeceğim. Gerçi her seferinde bu kararı verip yine bozuyorum ama bu sefer kesin (acaba?). Keira Knightley’in güzelliği bile bazı şeylere yetmiyor demek ki. Zaten bir yan rol oynayan Knightley kendini gösterecek zaman da bulamıyor.

Filmin esas sorunu derdini anlatamaması. Bu film neyi anlatıyor? Doğrusu bir takım tahminlerim var ama hepsi de bir şekilde çürüyor. Filmin başında, Pitt’in oynadığı Hervé karakterinin tutkusu sandım, ana nokta olarak. Sonra karakter Japonya’da umduğumdan az kalsa da yabancı bir kadına duyulan özlem ortaya çıktı. Ondan sonra Japonya faslı tamamen bitti, üstelik finalde Japonca mektubun üstündeki sır da aralanınca, Hervé-Helene aşkı ön plana çıktı. Şimdi film, hiçbirini merkeze almıyor ama her birini de merkezmiş gibi gösteriyor. Yani tamamen çuvallıyor. Ne olduğu belirsiz yan hikayeler de cabası üstelik. Kısaca filmde ne senaryo var, ne reji.

Buna rağmen Knightley ile Alfred Molina filmi bir yere kadar sürükleyebiliyor. Müzikler çok hoş, bazı yerlerde yürek sızlatan derecede. Dönem filmi olduğu için sanat yönetimi güzel. Üstüne Japonya’nın güzel manzaraları biniyor. Ama hiçbiri senaryodaki esas sorunu unutturamıyor çünkü çok bariz.

Oyuncular: Michael Pitt, Keira Knightley, Alfred Molina, Sei Ashina, Koji Yakusho, Naoko Hidetaro, Kenneth Walsh – Görüntü Yönetmeni: Alain Dostie – Müzik: Ryuichi Sakamoto – Senaryo: François Girard, Michael Golding (Alessandro Baricco’nun romanından) – Yönetmen: François Girard

**1/2 Y.T.: 27 Ekim

24 Ekim 2007 Çarşamba

Paris'te 2 Gün

Before Sunrise ile Before Sunset en sevdiğim filmlerdendir. Güzelliği, kadınla erkek arasındaki o garip ilişkiyi farklı bir açıdan (felsefik de denilebilir) anlatması ve anlatırken de yarı politik mesajlar vermesidir. İşte o filmdeki kızı oynayan Julie Delpy, filmin adını okuduğunuzda bile çağrışım yaptıran bir film yazdı, oynadı, müziğini yaptı ve yönetti. Şimdi bu filme koşar adımlarla gidilmez de ne yapılır?

Delpy yine bir çift çıkarıyor önümüze ve yine kız Fransız, erkek ise Amerikalı. Çıkmaya başlayalı 2 yıl olmuş, New York’ta yaşıyorlar ve tatile Avrupa’ya geliyorlar. Venedik’ten sonra 2 günlüğüne kızın ailesine uğrayalım diyorlar. Film de öyle başlıyor. Bizim çift 2 gün boyunca, Paris’i gezerken ilişkilerine yeniden göz atıyorlar. Burada çıkan esas husus ise Fransız-Amerikalı farkı. Kız, Amerika’da yaşarken belli etmese de ülkesine dönünce bir Fransız oluyor. Böylece erkek önce şaşırıyor sonra olan biteni anlamaya çalışıyor ama bu kültür şokunda ne yapacağını şaşırıyor. Kız ise 2 yıllık ilişkisiyle ülkesinde kendini bulma arasında ikileme düşüyor. Tabii başta kızın anne-babası olmak üzere yan faktörler de devreye girince işler tamamen açmaza giriyor.

Delpy bu karmaşık ilişkiler ağından paçayı komediyle kurtarmaya çalışmış. Kısmen başarılı olmuş denilebilir. Başarılı sahneler olsa da yer yer aşırıya kaçan durumlar mevcut. Bu bölümler filmin yapısını bozup sırıtıyor. Buna karşın bir Fransız ile bir Amerikalı arasındaki farkı başarıyla veriyor. Yalnız burada da şu sorun karşımıza çıkıyor, ülkeler arası farka değinmekten kız-erkek farkına pek zaman bırakmıyor. Diğer deyişle filmin romantizmini fena halde düşürüyor.

Filmin en önemli artıları oyuncu kadrosu. Adam Goldberg ile Julie Delpy başrollerde çok doğal oynarlarken yan kadro da pek aşağı kalmıyor. Delpy’nin filmde kendi anne-babasını oynatması filmin inandırıcılığına önemli bir katkıda bulunmuş.

Son tahlilde, izlemesi fena halde keyifli, komik, rahatlatıcı bir film çıkmış ortaya. Belki herkese hitap etmez ama Delpy ve Fransa sevenlerin çok hoşuna gideceği kesin.

Oyuncular: Julie Delpy, Adam Goldberg, Albert Delpy, Marie Pillet, Daniel Brühl, Aleksia Landeau, Adan Jodorowsky, Alexandre Nahon – Görüntü Yönetmeni: Lubomir Bakchev – Müzik: Julie Delpy – Yazan ve Yöneten: Julie Delpy

*** Y.T.: 24 Ekim

Kelebek ve Dalgıç Giysisi

Ben bir engelliyim. Hayatımda bu yüzden çok farklı şeyler yaşadım. Bunların çoğu hiç hoş olmayan şeyler ve ömür boyu da bunlar sürecek, engel olamam. Ama direnebilirim, nasıl mı? Hayata sımsıkı tutunarak, her şeye rağmen bir insan olduğumu unutmayarak, vs. Bu anlattıklarımı okuyunca bana acıyacaksınız, normaldir. Zaten benim yaşadıklarımı yaşamadıkça da anlayamazsınız.

Böyle bir yazıyı en son 2 yıl önce yazmıştım galiba. Vizyona Mar Adrento/İçimdeki Deniz girmişti ve herkes yere göğe koyamıyordu. Oysa ki film, ana karaktere acımaktan başka bir şey yapmıyordu, yani bence gayet sıradan bir filmdi. Dün Filmekimi’nde izlediğim filmse konuya başka bir açıdan bakıyordu. Engelli bir karakterin de insan olduğunun altını çiziyor. Bir kere ilk 20 dakikada filmi ana karakterin gözünden izliyoruz. Verdiği tepkileri normal olarak duyuyoruz, esprilerini dinliyoruz, terapistinin göğüslerine bakışını izliyoruz. Gayet normal değil mi? Normal bir erkek gibi. Ama bu erkek tek gözü hariç tamamen felç olan biri. Dışarıdan baktığınızda korkarsınız, çarpılmış gibi. Oysa kamera yeniden adamın gözüne yerleştiğinde yine olay normale dönüyor.

Filmde anlatılan olay gerçek bir hikayeden alınmış. Fransa’nın en ünlü moda dergilerinden (bizde de yayınlanan) ‘Elle’ dergisiniz editörü olan Jean-Dominique Bauby, bir gün araba sürerken aniden felç geçirir. Tek gözüyle iletişim kurabilen Bauby, terapistinin gayeti sayesinde kitap yazar. Yaşadıklarını dünyaya bağıran bu kitap, izlediğimiz filme de kaynak teşkil eder. Bauby’nin yaşadığı deneyim gerçekten izlenmeye değer. Kendisini dalgıç elbisesi içinde tasvir eden Bauby, aslında hayata o kadar da sımsıkı tutunmuyor. Sadece elindeki imkanları kullanıyor. Ateist olmaya hala devam ediyor, hala karısını aldattığı sevgilisine aşık. Çünkü o bir süper kahraman değil, her hareketi doğru da değil. Tıpkı bu yazıyı okuyan sizler gibi.

Böyle bir filmi yönetebilen Julian Scnabilen’e binlerce alkış, zaten Cannes’da da ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kucakladı. Spielberg’ün görüntü yönetmeni olarak tanıdığımız Janusz Kaminski, bir engellinin dünyasını harika yansıtıyor. Bence gerisi de boş. Bu filmin en önemli öğesi kesinlikle rejidir ve inanılmaz güzel çalışılmış.

Engelli olmak nedir? Hiç düşündünüz mü? Belki bir gün siz de arabanızı sürerken bir anda bir dalgıç elbisesine hapsolacaksınız. Ya siz ne yaparsanız?

Kelebek ve Dalgıç Giysisi/Le Scaphandre et le Papillon

Oyuncular: Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Marie-Josée Croze, Anne Consigny, Patrick Chesnais, Max Von Sydow, Niels Arestrup – Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski – Müzik: Paul Cantelon – Senaryo: Ronald Harwood (Jean-Domique Bauby’nin romanından) – Yönetmen: Julian Schnabel

**** Y.T.: 24 Ekim

Enviromentally Friendliness of Vehicles

21st century. Such a weird and interesting century. Technology has been increasing very rapidly. We throw away our technological toys every year and buy new toys. We change our cars with stronger engines and lesser fuel consumption. World become smaller every year. New roads, vehicles, computers, ideas, etc. On the other hand, we have struggled with more problems: general problems such as hunger, poverty, AIDS, etc.; new diseases which can’t be cured, environmental hazards which cause climate changes, health problems. In order to prevent these problems, scientists think more and more and offer new ideas. One of these ideas is environmentally friendliness of vehicles, shortly green car (this term will be used more in this essay). In other words, vehicles that cause less pollution or damage the environment lesser. Of course, there are some types of becoming a green car: Hybrid cars, ethanol fuel, diesel/biodiesel fuel, natural gas and other technologies.

First of all, hybrid cars are the most reasonable solution for the present. Simply, hybrid car means a car which uses two or more sources of power, mostly a rechargeable battery (electrical energy) and gasoline. The history of hybrid cars goes to the early years of engineering. Unfortunately, its importance isn’t understood until increasing of air pollution and Arabic petrol crisis in 1973. After that, automotive engineers speeded up building hybrid models. The advantages of hybrids vary upon the brand. But it can be easily said that the car pollute much less than normal cars and much quieter. The computer of the car decides how much it uses electric or gasoline. But if the driver is careful, the car uses less gasoline. Generally, it depends on how hard you step on the gas pedal; the car’s computer will determine how much power to draw from combustion engine, and how much power to pull from the car’s electric motor. Besides these useful facts, hybrid cars are expensive (due to its new technology and rare usage), heavier because of battery packs; have exposure risk, few spare parts and a need to professional repairing.

Secondly, using ethanol fuel is very popular nowadays. Ethanol is ethyl alcohol, also called grain alcohol. Chemically, fuel ethanol is identical to the alcohol we drink. Ethanol comes from starchy crops, sugary crop and cellulosic plants. Ethanol is mostly used as 15% of whole fuel (E85). Also, ethanol is a renewable fuel that comes from agricultural feedstocks, and can be produced domestically. Using ethanol (particularly E85) also results in less pollution, reducing smog-forming emissions by as much as 50 percent relative to gasoline. E85-powered vehicles also contribute to global warming, although experts disagree about how much greenhouse gas is emitted by using ethanol. However, ethanol can be more expensive than gasoline and contains less energy than gasoline.

Thirdly, using diesel instead of gasoline is another popular trend, especially in Turkey. In a diesel, air is drawn into the cylinder and compressed first without fuel present. This compression heats the air to such a high temperature that when fuel is then injected into the cylinder, it combusts. By using higher compression ratios and higher combustion temperatures, diesels operate more efficiently. As a result, diesel vehicles attain better fuel economy than their gasoline counterparts. However, diesel produces two important pollutants: particulate matter, the black cloud that trails many older diesel vehicles and NOx, a key ingredient in the formation of urban smog and acid rain. Although there are a few more disadvantages including price, diesel cars are still reasonable because of its fuel economy, longevity of its engine and its greater torque than gasoline.

Fourthly, using natural gas instead of gasoline and also diesel has become popular gradually. Natural gas, which is 90 percent methane, has a much higher octane rating than gasoline, allowing for higher compression ratios and therefore greater efficiency in the engines that use it. Natural gas burns so cleanly that CNG vehicles rival hybrids in producing extremely low levels of smog-forming pollutants. Moreover, natural gas vehicles (NGV) rate higher in particulate matter 10 (PM10) emissions. Also, NGVs are safer because of strength and thickness of their fuel storage tanks. Furthermore, they are cheaper, convenient and abundant. On the other hand, NGVs need special cylinders which increase the price. Also, they have limited driving range. Limited fuel stations and slower filling time are other disadvantages. Furthermore, natural gas is also a fossil fuel so that it can’t be considered a renewable resource.

Finally, there are other solutions instead of gasoline. One of them is electric cars. One of the great hopes of the past decade was rapid charging, a simple concept that would find public and home chargers capable of renewing an electric vehicle’s batteries in 10 to 20 minutes rather than the usual six to eight hours. So rapid charging is the main problem of increasing popularity of electric cars. Solar energy is another idea. Although solar energy is free and available everywhere; total cost of converting industry, vehicles and unpractical usage are huge handicaps. Another solution is hydrogen for fuel. Although hydrogen is everywhere and can be produced in so many ways, there isn’t much pure hydrogen around because hydrogen tends to bond easily with other elements. To make hydrogen fuel, hydrogen must be separated from whatever it’s attached to, a process that requires energy. So hydrogen hasn’t been a suitable energy yet.

In conclusion, there are many variable ways to make a green car. But each depends on technological developments and political ideas. So none of them is such a successful energy that it can beat up popularity of gasoline. But, there is hope in the future that one of them will become the main energy of vehicles.

16 Ekim 2007 Salı

Filmekimi

Yine sonbahar gelip kapımıza dayandı. Soğuk hava kendini göstermeye başlamışken yağmurlar ince ince dünyaya düşmeye başladı. Herkes için sonbaharın anlamı bir başkadır. Çoğunluk için hüzün mevsimidir, onun için de bazen hazan denir. Yazın sıcacık, kıpır kıpır günlerinden sonra adeta geriye dönüşü simgeler. Hayatın geç dönemlerini tasvir için kullanılır kimi zaman da. Şairler pek sever bu mevsimi. Yere düşen yapraklarıyla bir tuvali andırır çevremiz bazen. Hele bir parkta yürüyorsak. Ama son 6 yıldır sinefiller için farklı bir anlamı daha var. IKSV, İstanbul Film Festivali’nin küçük bir versiyonunu artık her ekimde düzenliyor.

Filmekimi’nin esas oluşum sebebi sinemaseverlerin festivallere olan aşırı ilgisi ve İstanbul Film Festivali’nin artık yetersiz kalışı. Aslında nisan ayındaki Film Festivali hala Türkiye’deki en iyi film festivali ama sonuçta süresi ve film kapasitesi sınırlı. Ayrıca yılda bir defa gerçekleştiğinden bazı olası filmler güncelliğini yitiriyor. Bilhassa Berlin, Cannes ve Venedik Film Festivalleri’nde ilgi görmüş kimi filmler, ertesi yılın nisan ayına kadar bazı dimağlarda bayatlıyor. İşte bu yüzden Filmekimi, bir nevi bu üç önemli festivalin toplaması görevini görüyor. Nitekim bu yılın programına baktığımızda daha iyi anlaşılıyor bu olay. Berlin’den Irina Palm(Sam Garbarski) ve Tuya’nın Evliliği/Tuya de Hun Shi(Wang Quan’an) festival konukları arasında. Ama asıl konuklar Cannes’dan geliyor: Persepolis( Marjane Satrapi & Vincent Paronnaud), Paranoid Park(Gus Van Sant), Metres/Une Vieille Maitresse(Catherine Breillat), Kontrol/Control(Anton Corbijn), Bando/Bikur Hatizmoret(Eran Korilin), 4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün/4 Luni, 3 Saptamini si 2 Zile(Christian Mungiu), Kelebek ve Dalgıç Giysisi/Le Scaphandre et Le Papillon(Julian Schanabel) ve son olarak Sürgün/Izgnanie(Andrei Zvyagintsev). Cannes 2007’nin ödül listesine baktığınızda bu filmlerin adlarını göreceksiniz. Ayrıca Venedik’ten de başta Emir Kusturica’nın son filmi Bana Söz Ver/Zavet dahil birkaç film, festival filmleri arasında.

Ayrıca, az da olsa ünlü oyuncu ve yönetmenlerin sanatsal filmleri kendine yer buluyor: Cronenberg’in yine şiddeti anlattığı son yapıtı Sessiz Tanık/Eastern Promises ilk göze çarpan film. Ayrıca Before Sunset etkisi hissedilen ve benim gibi malum filmin hayranlarınca merakla beklenilen Julie Delpy yönetiminde Paris’te 2 Gün/2 Days in Paris. John Waters’ın ilginç müzikalinin yeniden çevrimi Hairspray(Adam Shankman). Keira Knightley ile kendinden söz ettiren İpek/Silk(François Girard). Son olarak da Güney Kore’nin ilginç yönetmeni (en son Zaman adlı filmini izledim ve yine çok orijinaldi) Kim Ki-duk imzası taşıyan Nefes/Soom.

Bu yıl yine dopdolu bir program sinemaseverleri bekliyor. Festivalin tek mekanı olan Emek Sineması civarında yine entel, sinema manyağı insanlar deli deli koşturacaklar. Arka arkaya 3-4 film seyredip sinema zevkinin doruklarına çıkıp bir nevi orgazm olacaklar. Film aralarında sanatsal sohbetler cafelere taşınacak. Film kritikleri İstiklal Caddesi’nden Tünel’e, oradan da Eminönü’e yankılanıp İstanbul’u sinema sevgisiyle boğacak.

Filmekimi, İstanbul Film Festivali’ne kadar acıkmamak için yediğimiz ama çok doyurucu olmayan şekerlere benziyor. Bir nevi züğürt tesellisi ama bu teselli de bazı sinefiller için fena sayılmaz.

10 Ekim 2007 Çarşamba

The Brave One

1 yıl kadar önceydi galiba, Hıncal Uluç köşesinde bir olayı nakletmişti. Ankara’da yaşanan gerçek bir olay. Günün birinde bir eve hırsız giriyor, evdeki hamile kadını öldürüp kaçıyor. Kocasının şansına polisler iyi çalışıp katili yakalıyorlar ve katil mahkemeye çıkıyor. Ama süper kanunlardan yararlanıp dışarı salıveriliyor. Olay ertesinde isyan eden merhumun kocası ve akrabaları çete kurmak suçundan içeri atılıyor!

Şimdi ne alaka diyeceksiniz. Çok alaka. The Brave One ‘vigilante movies’ denilen alt türün son örneği. Bu türü kısaca bir yakını öldürülen kişinin, işi kanunlara bırakmayıp kendi intikamını aldığı filmler olarak tanımlayabiliriz. Geçmişte sürüyle örneğinin izlemişizdir. Hatta popüler bir örnek vermek gerekirse Spider-Man’i sayabiliriz. Bu türün çok tartışılan bir handikabı vardır, kahraman işini kendi hallettiği için kanunlara, devlete yani modern ve sosyal topluma güvenmez. Bu da 21. yüzyılın modern toplumları için bir tezatlık oluşturur. Çünkü modern dünya ‘hukuk devleti’ altında yaşamaktadır ve her yanlışın hesabına hukuk bakmalıdır. Ama her sistem gibi ‘hukuk devleti’ de ideal değildir ve açıkları vardır. Hele Türkiye gibi 3. Dünya ülkelerinde bu açıklar çok daha fazladır. İşte bu tür de bu açıklıklardan yola çıkıyor. Ya birey bu açıklar altında kendi hürriyetini kaybederse? Öyle ya demokrasilerde öncelik birey hürriyetinde değil mi?

Bu konuda çok farklı görüşler mevcut. Her şeyin kanuna bırakılması gerekildiğine inanan bir çoğunluk var. Bazı hataları ‘Îstisnalar kaideyi bozmaz.’ saptamasıyla kanıtlamaya çalışanlar var. Ben de diyorum ki “Ya o istisna canınız olursa?”. İşte orada film kopar.

Erica Bain başarılı bir radyo programcısıdır, özel hayatı da çok iyidir. Çok sevdiği nişanlısıyla evlenmek üzeredir. Derken parkta yaptıkları bir yürüyüşte bir grup magandanın saldırısına uğrarlar. Sonuçta nişanlısı ölür, Erica da komaya girer. Komadan çıkınca olayları öğrenen kadın, bir çeşit bunalıma girer. Sokağa ilk çıktığında ilk işi bir silah almak olur. Çünkü kendini yalnız ve savunmasız hissetmektedir…

Kadının silah aldığı sahnede aklıma Before Sunset geldi. Filmde, Celine bir Fransız olarak Amerika’da kaldığı günleri anlatırken şöyle diyordu: “Amerika’dan ayrılmam gerektiğini sokakta silah almak isterken anladım. Ben ve silah! Korkunçluğu düşünebiliyor musun?” Sorun sadece Amerika’da değil, yanlış anlamayın. Bu, modern dünyada bireyin teknoloji karşısında yalnızlığının bir sonucu.

Filme geri dönersek, başarılı bir tür filmi izliyoruz. Filmin özüne uygun bir ton, renkler, senaryo, final ve karakteri. Bir arkadaşım filmin fazla karanlık olduğunu söyledi. Yanılıyordu, Erica’nın dünyasını tüm çarpıklığıyla gözümüzün önüne seren harika bir görüntü çalışması yapılmış. Jodie Foster Erica rolünde kendinden geçercesine oynuyor, müthiş bir şey. Geriye söylenecek ne kalıyor ki? Türün tüm gereklerini yerine getiren kalburüstü bir çalışma.

Son olarak şunu sormak istiyorum: Ya Erica Türkiye’de yaşasaydı? Ya nişanlısını öldüren tinerci, anında sokağa dönseydi? Erica’nın yüreğindeki acı ne zaman dinerdi? Bu acıyla kaç kişiyi öldürürdü ve sistem Ericaları ne kadar sessiz tutabilir? Başka sorum yok hakim bey/hanım?

Oyuncular: Jodie Foster, Terrence Howard, Nicky Katt, Naveen Andrews, Mary Steenburgen – Görüntü Yönetmeni: Philippe Rousselot – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Roderick Taylor, Bruce A. Taylor, Cynthia Mort – Yönetmen: Neil Jordan

***1/2 G.T.: 5 Ekim Y.T.: 10 Ekim

7 Ekim 2007 Pazar

Star Dust

21. yüzyılın ilk 10 yılına damgasını vuran bir sinema akımı varsa, o da fantastik sinemadır. Yüzüklerin Efendisi ile harika bir başlangıç yapıp her yıl 2-3 yapımla devam etti. Akım, giderek kendini yenilemeye de başladı. Artık saf çocuk filmi yaftası yapıştırılmadan büyüklere de hitap etmeye başladı. Yüzüklerin Efendisi ilk çıktığında çocuk filmi diyenler, Star Dust’a ne diyecekler merak konusu. Çünkü film çocuklara hitap etmekten uzaklarda seyrediyor, romantizmle aksiyonu karıştırarak fantastik sinemaya yeni bir yaklaşım getiriyor. Üstelik bunların arasına uygun oranda mizah tozu serpiyor. Sonuçta seyredilmesi son derece keyifli bir film çıkıyor karşımıza.

Tristan’ın aşkı uğruna düşen bir yıldızı bulup aşkına getirme çabasını izliyoruz film boyunca. Tabii her benzer hikayede olduğu gibi aşkı uğruna zorlu bir yolculuğa çıkan kahramanımız, önce olgunlaşıyor, sonra da gerçek aşkı keşfediyor. Bu filmde de toy bir genç oğlan Tristan’ın Victoria’ya olan umutsuz ve karşılıksız aşkı sonucunda düşen bir yıldızın peşine düşmesini ve aslında güzel ve genç bir kız olan yıldızı köyüne geri götürme çabasını seyreyliyoruz. Ama asıl zorlu olan dönüş yolculuğu oluyor çünkü hem kahramanımızın zamanı kısıtlı hem de yıldızın peşinde başka kişiler de var. Böylece zorlu maceralardan geçen ikili garip kişiliklerle karşılaşırken olgunlaşırken gerçek aşkı da tadıyorlar.

Bir fantastik film olarak gayet iyi bir iskelet kurulmuş ve üstüne aynı güzellikte parçalar eklenerek seyir kalitesi yüksek bir senaryo yazılmış. Diğer taraftan harika bir kadro seçilmiş. Charlie Cox ile Claire Danes ana karakterlerde çok başarılı. Esas üzerinde durulması gerekense yan kadro. Michelle Pfeiffer kötü cadıda başarılı bir komposizyon çiziyor, çoğu Hollywood güzelinin oynamayacağı güzel-çirkin karşıtlığı içeren bir karakteri layığıyla beyazperdede can veriyor. Peter O’Toole’u izlerken aklıma Venus’teki bir repliği geldi, orada yaşlı bir aktörü canlandıran usta aktör ceset rollerini kimseye kaptırmadığını söylüyordu, gerçekte de farksız değil hani. Ama filmde kendini tek başına konuşturan bir aktör varsa, o da Robert De Niro. İzlemesi eğlenceli ve ustaca oynanmış bir rolde kendisi. De Niro filmografisinde unutulmayacak bir karaktere daha yer açıyor.

Matthew Vaughn, yine izlemesi çok keyifli bir suç komedisi olan Layer Cake’ten sonra başarılı bir ikinci filmle kariyerini sağlamlaştırıyor. Demek ki bundan sonra Vaughn’un adı keyifli filmlerle özdeşleşecek.

Star Dust, sinemaya verdiğiniz paraya kesinlikle değecek, sıkılmadan, eğlenerek izlenecek bir yapıt olarak fantastik sinemanın yüz aklarından biri. İleride yapılacak kronolojilerde Star Dust adına rastlarsanız sakın şaşırmayın.

Oyuncular: Charlie Cox, Claire Danes, Michelle Pfeiffer, Robert De Niro, Mark Strong, Ian McKellen, Ricky Gervais, Peter O’Toole, Kate Magowan, Sienna Miller – Görüntü Yönetmeni: Ben Davis – Müzik: Ilan Eshkeri – Senaryo: Jane Goldman, Matthew Vaughn (Neil Gaiman ve Charles Vess’in romanından) – Yönetmen: Matther Vaughn

**** G.T.: 5 Ekim Y.T.: 7 Ekim

2 Ekim 2007 Salı

Sinemayı Sevmemin Sebepleri

Bu ay ‘Sinema’ dergisi 150. sayısını çıkarttı. Türkiye gibi eğitimin sınırlı kalıp, sanat dallarına ilgili kısmın çok küçük oranlarda olduğu bir ülkede, 150 sayı büyük bir başarı. Dergi, bu özel sayıyı özel dosyalarla kutlamış. Bunlardan biri de ‘Sinemayı Sevmemizin 150 Sebebi’ dosyası. Dergiye emeği geçen film eleştirmenleri sinemayı neden sevdiklerini sıralamış. Çoğuna katıldığımı söylemeliyim, dosyayı ciddi bir gülümsemeyle okudum. Sonra da ben düşündüm, sinemayı neden bu kadar seviyorum.

İlk sebep Atilla Dorsay’ın yazdığı ‘uzaklara gitme duygusu’. Sinema her zaman gerçek hayattan kaçış formülüm oldu. Gerçek hayat o kadar acımasız, sert ve sürprizlere açık ki tüm bunlardan kaçmama olanak sağladı sinema. Ne zaman üzülsem, hayattan bıksam, hatta bazen ölüm hakkında düşünsem sinema bana kapısını sonuna kadar açtı ve o kapı hiç kapanmadan ve her zaman yeni şeyler vaat ederek orada durdu. Her zaman onun oracıkta olduğunu bildim. Bu duygu bana güven verdi, cesaretlenmemi sağladı. Biliyorum ki ölene kadar da o kapı açık kalacak, hiç kapanmayacak, her zaman beni avutacak.

Sinema, sadece kötü gün dostu değildir, iyi günde de yanınızda yer alır. Önemli bir sınavdan sonra mutlaka sinemaya gitmişimdir. Bir çeşit ödül mekanizması olmuştur benim için.

Sinema bence “Hayatın ta kendisi!”dir. Sinema kaynağını hayatın her yanından alır ve hiç görmediğiniz, tecrübe etmediğiniz olayları görmenizi sağlar. Bu bakımdan sinema, benim öğretmenimdir. Tarihi, felsefeyi, dinleri, psikolojiyi, coğrafyayı, politikayı bana o öğretmiştir. Deneyimim olmadığı duygularla ilk defa o beni karşılaştırmıştır. İhaneti, ikiyüzlülüğü, aşkı, nefreti beyazperdede görmüşümdür.

Sinema dergileri ya da yazıları çok önemlidir. Nerede sinema hakkında bir yazı görsem, o konuyu daha önce belki 10 defa okumuşsam da, mutlaka okurum. Belirli yazarları takip etmeye çalışırım. Her izlediğim filmden sonra, internette o film hakkında kısa bir araştırma yaparım, eleştirilerini okurum, bunları kendi düşüncelerimle karşılaştırıp analiz ederim. Her ay 3 film dergisi alırım, üçünün de her sayfasını dikkatlice okurum ve biriktiririm, çünkü sonradan okumam gerekebilir. Sinema yazını çok önemlidir benim için.

DVD çıktı, mertlik bozuldu. Sinema salonları av salonlarına dönüşmeye başladı. Şu anda hepsi orijinal olan ve bir kısmı Türkiye’de bulunmayan 80’e yakın DVD’m var. Onları izlemek, belgesellerine göz atmak, özenle dizip sıralamak bambaşka bir duygudur.

Sinema afişleri çok önemlidir. Onlar, film hakkında bir ön bilgi sunar. Onlara sahip olmak özel bir histir. Orijinal boyutta 200’ü aşkın afişe sahibim, onun 4-5 katı civarında afişetim var. Her birinin yeri ayrıdır. Bir de pek kimsenin bilmediği, gazetelerden kestiğim afiş koleksiyonum var. 1999 eylülden 2007 haziranına Türkiye’de vizyona giren tüm filmlerin afişlerinin %96’sı özel dosyamda durur. Artık koleksiyonu bitirmemin nedeni gazetelerin bu sayfaları neredeyse bitirmesi olmuştur.

Ayrıca sinemayı sevmemin sebebi kişiler vardır. Robin Williams, Robert De Niro, Al Pacino, Marlon Brando, John Cusack, Kubrick, Bergman, Spielberg, Wenders. Bu isimler bana sinemayı daha çok sevdiren adamlardır. Hepsinin ben de çok özel bir yeri vardır.

Bir de İstanbul Film Festivali. Resmen damardan sinema hazzı aldığınız bir ameliyattır bu festival. Uyuşur, bitkinleşir ama ısrarla daha çok film seyredersiniz. Arka arkaya sinemaya girip film komasına girersiniz ve 2 hafta çıkamazsınız. Daha güzel bir duygu var mıdır hayatta?

Çok yaşa ‘Sinema’, çok yaşa SİNEMA!

30 Eylül 2007 Pazar

Aydın-Halk Ayrımı

Son zamanlarda tarihle ilgili birkaç kitap okuma fırsatı buldum. Kitaplarda esas olarak Tanzimat dönemini daha dikkatli okudum. Çünkü son birkaç yıldır Türkiye’nin Tanzimat devrinden pek ileri gidemediğini gözlemliyorum. 19. yüzyılda Ahmet Mithat Efendi’nin yazdığı karakterler hala aramızda dolaşıyor. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanındaki olaylar hala güncel. Sanki hiç ileri gitmiyormuşuz gibi, sadece teknik oyuncaklarla kendimizi kandırıyormuşuz gibi. Sakın Türklerin yeni teknoloji düşkünlüğünün sebebi bu olmasın? Yani baktığınızda modern bir toplum görüntüsü çizen ama aslında 200 yıldır mantalitesi hiç değişmeyen bir toplum.

Fuzuli’nin ünlü mısrasını hatırlayanlar olacaktır: “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar.” Düşünün 16. yüzyılda ana sorunlardan biri rüşvetmiş, 21. yüzyılda hala öyle. Millet kayırmadan, para almadan kılını kıpırdatmıyor. Tam 500 yıldır aynı durumdayız yani, rüşvetsiz herhangi bir sektör bulmak zor.

Ama benim asıl derdim şu ‘aydın’ denilen kemsin tanımı. Bana aydın kime denir söyleyebilir misiniz? TDK’ya göre “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, münevver’. Şimdi de bu tanıma göre bana isim verin. Bu saydığınız isimlerin nerelerde yaşadıklarına, ne yaptıklarına göz atın bir de. Sizce de bir gariplik yok mu? Aydın kesim her şey hakkında görüş belirtiyor ve bu görüşlerini halkın benimsemesini istiyor. Sanki halkın hiç düşünme hakkı yok, tek seçeneği onun için düşünene boğun eğmek! İlk paragrafta da değindiğin gibi bu, 200 yıllık bir mesele.

İlk aydınlarımız II. Mahmut zamanında Avrupa’ya elçi ve öğrenci gönderilmesiyle oluşmaya başlamış. Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi ertesinde yeni bir çağa giren ve demokratikleşme ve teknolojiyi aynı potada eritmeye başlayan Batı etkisinde düşünceleri şaşkına dönen ilk aydınlarımız, dönüşlerinde çöküşe doğru yürüyen devletlerini durdurmak istediler. Bu amaçla da bir sürü fikir/akım/parti/dernek ortaya çıktı. Tanzimat Dönemi de, Jön Türkler de, İttihat ve Terakki de bu rüzgarın eseridir. Fakat olayları biraz dikkatli analiz ederseniz, şu husus gözünüzden kaçmayacaktır. Hiçbir fikir ya da dernek halka inmeye ulaşmamıştır, hedefi daima üst kesim, daha doğru tabirle okumuş kesim olmuştur ki 19. yüzyılda ülkede nüfusun kaçta kaçının okumuş olduğuna bakarsanız durumun vahimi daha iyi görülecektir. 19. yüzyıl Türk akımların tutmamış/benimsenmemiş olmasının asıl sebebi budur. Akımın fikir adamları ortadan kaldırılınca fikir de otomatikman kaldırılmış oluyordu. Oysa Batı akımlarının ana dayanağı halktır. Akım, daha su yüzeyine çıkmadan halk için propaganda yapmaya başlar, sonra bir şekilde açığa çıkınca desteğini de halktan alır. Oysa ki İttihat ve Terakki’nin ana kadrosu sadece 5 kişiydi ki bunlar da pek açık değildi. Ne zaman 1. Cihan Harbi başladı, bu 5 kişi ortaya çıkarak yurtdışına kaçtılar ve böylece İttihat ve Terakki dönemi sona erdi. Şu örnekle bu saptamayı pekiştirelim: Nazilerin lideri her kesin bildiği üzere Adolf Hitler’dir. Ama Hitler 2. Dünya Savaşı’ndan çok daha önce halka inmiştir. Bu alanda çeşitli yöntemler kullanmıştır ki bunların en önemlisi Leni Riefenstahl’ın yönetmenliğinde çekilen belgeseller olmuştur. Bu yüzdendir ki savaş bitiminde Naziler hezimete uğrasalar bile ideolojileri hep ayakta kalmıştır. Günümüzde bile çeşitli Neo-Nazi gruplarını faaliyetleri sürmektedir. Bana söyler misiniz hayatınızda hiç İttihat ve Terakki’nin ideolojisini devam ettiren, birkaç menfaatçi general hariç, kişi gördünüz mü?

İşin en acı tarafı da bu gelenek hala daha devam etmektedir. Aydın, hala halka tepeden bakmakta, onu eğitmeye yanaşmamaktadır. Sonra da beklediğinin tersi olunca bas bas bağırmaktadır. 2007 seçimleri buna en bariz örnektir. Hiçbir aydın AKP’nin %47 oy alacağını tahmin etmiyordu çünkü halk onlara uzaktı. Kendileri halk olmak istemiyorlardı ama halkın kendilerine riayet etmesini istiyorlardı. Halkı küçük gören bu kesim, hala suçu halka atmaktadır çünkü hala sorunun kökünü bulamamıştadır, zaten bulmaya da çalışmıyordur. Onlar gazeteden köşe yazmakla, TV’de birkaç afili cümle kurmakla işin olabileceğini düşünüyorlar. Bazı kesim buna da cüret etmiyor, direkt iktidar olmak istiyor. Durum böyle devam ederse, halkımız 21. yüzyılda yaşıyor görünüp 18. yüzyıl düşüncesiyle yaşamaya devam edecek; aydın kesimi de kendi oyunlarını oynayıp şaşırmaya devam edecekler.

27 Eylül 2007 Perşembe

Son Sınıf Sancısı

Şu günlerde ciddi bir fırtına yaşanıyor beynimde. Uzun süre de dineceğe benzemiyor. Çünkü ne zaman güneşin huzmeleri içeri sızsa gündemdeki yeni bir bulut önünü kapatıveriyor. Ben de artık umursamamaya başladım, lakin bu, hiçbir şeye çare değil. Tam tersi negatif etki ediyor.

Geçen haftanın başından beri resmen üniversite son sınıftayım. İlkokul sıralarında başladığım öğrenim ve eğitim hayatım sona ermek üzere hızla gün saymakta. Yalnız bu son, beni herhangi bir sondan daha çok korkutuyor. Çünkü bu sonun ötesinde vereceğim kararla hayatımda dönüşü olmayan bir yolculuğa başlayacağım. Çoğu arkadaşım bu duyguyu ÖSS korkusuna benzetiyor. Bence, alakası yok. ÖSS 3 saatlik bir sınavdı. Evet, o sınav da hayatını belirliyordu fakat hiç olmazsa neyi ne zaman yapacağın belliydi. Sınava nerde, ne zaman, nasıl gireceğin belliydi. Sınav sonrası nasıl bir hayata adım atacağın az çok belliydi. En azından ben tahmin edebiliyordum ve çok da yanılmadım. Lise 3’te düşündüğüm çoğu şey, üniversitede oldu.

Oysa şu anki duygu bambaşka. Tam bir belirsizlik içindeyiz. Okul bitince ne olacak? Ben yalnız değilim. Şu an Türkiye’nin herhangi bir üniversitesinin son sınıfındaki herhangi bir öğrenci de benimle aynı düşüncelerde. Çünkü bu sorun, tüm Türk gençliğinin sorunu. Türkiye’de sadece sınırlı sayıda genç, okul bitince ne yapacağının bilincinde, diğer deyişle geleceğinde endişe etmiyor diyebiliriz. Aslında benim de o gruptan olmam gerek. Sonuçta bu ülkenin en köklü üniversitelerinden birinin en eski bölümünü bitireceğim. Diplomamda İTÜ Makine Mühendisliği etiketi olacak. Ama yine de umutsuzum. Neden? Sorun sadece iş mi sadece? Gazetelerde okumuyor muyuz, pazarcılık yapan üniversite mezunlarını. Sonuçta işse iş. Ama önemli olan nasıl bir iş olacağı. Yani ben makine mühendisi olarak üç kuruşun hesabını yapacaksam ortada yine bir sorun var demektir. İşe girdiniz, hal bu ya hastalandınız. Size arka çıkacak bir güvenceniz yoksa yandınız. Takım elbiseyle sabah 5’te kalkıp SSK’ya mı gideceksiniz. Olayı küçümsediğimden değil, yanlış anlaşılmasın. Sistemden kaynaklanıyor olay. Bu ülkede sağlık, eğitim ve adalete ne kadar güveniyorsunuz. İleride çocuklarımı nasıl bir çevrede yetiştirebileceğim? Başıma bir haksızlık geldiğinde devlet bana hakkımın karşılığını verebilecek mi? Yaşanan politik krizleri saymıyorum bile. Ben insan gibi yaşamaktan bahsediyorum. Ben çalışırken, çalıştığımın karşılığını alabilecek miyim? Devlete ödediğim verginin karşılığında istediğim hakları kullanabilecek miyim? Yaşadığım şehrin belediyesi bana huzurlu bir kent sunabilecek mi?

Şu anda tamamen karmakarışık bir kafayla ortalarda dolaşmaktayım. Çözüm yurtdışı mı? Öyleyse nasıl? Yurtdışında yaşmak sorunları hallediyor mu? Ülkenden gidip yabancı statüde, hiç bilmediğin bir yerde çalışmak yeterli mi? Belki sana insan gibi davranacaklar ama bir kısmın hep yaban kalacak. Savaşmaya değer mi? Ailenden uzaklaşmaya değer mi? Orada yeni bir sayfa açabilir misin? Farklı bir kültürle yetişmiş biriyle evlenebilir misin?

Bir yanda bu, bir yanda o. Tam iki ucu boklu değnek. Bir karar versem! Demek son sınıfın sancıları böyleymiş!

23 Eylül 2007 Pazar

The Bourne Ultimatom

Bütün yıl beklediğim filmi nihayet izleyebildim. Film beklendiği çok tempolu ve heyecanlı. Bourne kaldığı yerden devam ediyor. Ama nedense 2. filmin yaptığını yapıp konuyu bir adım ileriye götürmüyor. Bunun yerine ilk iki önemli anlarını harmanlıyor. Gerçi, bu bile bize yetiyor ama insan bir adım ötesini bekliyor.

Bourne, bu sefer, beklendiği üzere, gerçek kimliğini arıyor. Tabii bu olay CIA’in hoşuna gitmiyor ve peşine bir suikastçi daha takıyor. Klasik Bourne senaryosu yani. Tekrara düşmek hatasına ramak kalan bir senaryo yazılmış. Muhtemelen 4. film olursa (ki inşallah olmaz) bu hataya düşülecek. Çünkü filmin başka genişleyecek yeri yok.

Kadro yine süper, bir aksiyon filminde görebileceğiniz en iyi kadro sanırım ve performanslar da çok iyi doğal olarak. Greengrass’in sallanan kamerası da filme cuk oturuyor, ben hayranım açıkçası. En önemlisi film yine Moby’den ‘Extreme Ways’ ile bitiyor. Bir Bourne filminden tüm beklentilerinizi karşılayan güzel bir aksiyon olmuş. Umarım yapımcılar burada son noktayı koymuşlardır.

Oyuncular: Matt Damon, Julia Stiles, David Strathairn, Scott Glenn, Paddy Considine, Edgar Ramirez, Albert Finney, Joan Allen – Görüntü Yönetmeni: Oliver Wood – Müzik: John Powell – Senaryo: Tony Gilroy, Scott Z. Burns, George Nolfi (Robert Ludlum’un romanından) – Yönetmen: Paul Greengrass

***1/2 G.T.: 7 Ekim Y.T.: 23 Eylül

Knocked Up

ABD’de yazın ‘sleeper hit’i yani beklenmeyen gişe devi olan bu komedi, gerçekten izlenmeye değer. Öncelikli saçma sapan esprileri yok, ne yaptığının bilincinde ve ona göre oynayan bir komedi. Bunun yanında günümüzde artık değeri kalmamış bazı değerleri öne çıkaran bir komedi. Bundan daha iyisi harbiden Şam’da kayısı.

Kaybedenin sözlük karşılığı olabilecek Ben’in, güzeller güzeli, başarılı Alison ile yaşadığı tek gecelik ilişkisini ve sonucunda Alison’un kazara hamile kalmasını anlatıyor film. Daha doğrusu, yönetmenin ifadesiyle ‘bir kaybedenle bir güzelin sıra dışı ve komik ilişkisi’ni anlatıyor. Filme bunu bekleyerek giderseniz çok eğleneceğiniz kesin. En önemlisi de içinizde gizli kalmış bazı duyguları açığa çıkarması. Filmin finalin de inanın baba olasım geldi. Bebek sahibi olmaktan daha güzel bir duygu var mıdır hayatta? Ciddi ciddi düşündüm filmden çıkınca.

Oyuncular çok iyi, senaryo iyi yazılmış. Kaçırmayın gerçekten, çok hoş ya.

Oyuncular: Seth Rogen, Katherine Heigl, Paul Rudd, Leslie Mann, Jason Segel, Jay Baruchel, Jonah Hill, Martin Starr – Görüntü Yönetmeni: Eric Alan Edwards – Müzik: Joe Henry, Loudon Wainwright III – Yazan ve Yöneten: Judd Apatow

Not: Bebeğin odasında Eternal Sunshine of the Spotless Mind posteri var, hangi filmde böyle bir detay vardır?

**** G.T.: 21 Eylül Y.T.: 21 Eylül

Ratatouille

Animasyonlar artık çıtayı o kadar yükseltti ki bunun yükseğine çıkmak çok zor. Olay şuna benziyor: Geçen ay Berlin’de düzenlenen Golden League’de uzun atlama rekor denemesi yapıldı, denemeyi yapan da rekorun sahibiydi zaten ama yeni rekor gelmedi. İşte her Pixar animasyonunda ister istemez yeni bir rekor denemesi bekliyorsunuz çünkü dünya rekorunu kıran da Pixar. Hal böyle olunca rekor gelmeyince hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Film bitince benim duygum da aynen öyleydi, halbuki film gayet güzel.

Bir farenin baş aşçı olmasını anlatan tatlı bir animasyon izliyoruz. Projenin arkasında Brad Bird olunca pek endişe duymadan, zevkle film izliyorsunuz. Film hakkında fazla söze de gerek yok. Muhtemelen bu yılın en iyi animasyonu olacak.

Seslendirenler: Patton Oswalt, Ian Holm, Lou Romano, Brian Dennehy, Peter Sohn, Peter O’Toole, Brad Garrett, Janeane Garofalo – Görüntü Yönetmeni: Robert Anderson, Sharon Calahan – Müzik: Michael Giacchino – Senaryo: Brad Bird, Emily Cook, Kathy Greenberg (Brad Bird, Jim Capobianco ve Jan Pinkava’nın öyküsünden) – Yönetmen: Brad Bird, Jan Pinkava

***1/2 G.T.: 24 Ağustos Y.T.: 21 Eylül

No Reservations

Film adları çok önemlidir. Aslında genelleme yaparsak her şeyin adı çok önemlidir ama bu, film bazında bir adım öne çıkar. Çünkü filmi tanımlamak isteğinizde ilk önce adını söylersiniz ve bu ad size film hakkında birkaç ipucu verir. Bu yüzden gerek yapımcılar (Abdullah Oğuz Mustafa Hakkında Her Şey’in adına karşıymış) gerekse dağıtımcılar adlara mutlaka müdahale ederler. Bu yüzdendir ki Türkiye’de gösterime giren çoğu romantik-komedinin Türkçe adında ‘aşk’ kelimesi vardır. Seyircinin adı görür görmez filmin yapısını anlaması amaçlanır böylece. Ne yazık ki her Türkçe ad, orijinali kadar yerinde olmuyor. Filmimize dönersek ‘Aşkın Tarifi’ adı filme uymuyor çünkü aslında film tersini söylüyor: “Aşkın tarifi yoktur!” Oysa ki orijinal adı olan ‘No Reservations/Rezervasyon Yok’ filmdeki birkaç konuyla örtüşüyor. Mesela Kate’in hayatında aşka yer olmaması gibi ve ya Zoe’nin annesinin aniden ölümü gibi. Bunun için ad konusuna biraz daha dikkat edilmesi gerekildiğini düşünüyorum.

Filme bakarsak vasat bir romantik-komedi olduğunu görüyoruz. Bir romantik-komedinin tüm işlevlerini başarıyla gerçekleştirse de bunu bir adım öteye götüremiyor. Ama bunu yan unsurlarıyla destekleyerek vasatın üstüne çıkmayı başarıyor. Buradaki en önemli yan unsur, müzikler. Philip Glass’ı ne zaman dinlesem hayran kalıyorum zaten ve yine kendisine hayran bıraktı. Adam film müziği nasıl yapılır çok iyi biliyor. İkinci unsur, oyuncular. Catherine Zeta-Jones yaşlanma emareleri göstermesine rağmen zevkle izlettiriyor kendini. Aaron Eckhart yine rolünün hakkını veriyor. Ve Abigail Breslin Oscar adayı olmasının hakkı veriyor. Yan kadro da iyi oluşturulmuş ama Patricia Clarkson rolüne uymamış. Üçüncü ve son unsur ise Shine ve Hearts in Atlantis gibi iki sıra dışı film yöneten Scott Hicks.

Ama bu üç unsur, filmin vasat olmasını pek değiştiremiyor. Çünkü şablon çok önceden belli zaten: Kate yalnız yaşayan, işine aşık, başarılı bir aşçıdır. Kardeşi ölünce yeğenine bakmak zorunda kalır, aynı zamanda da mutfağına bir yardımcı gelir, opera sevdalısı, Kate’in zıddı Nick. Bu hikayeyi daha önce izlediğinizin farkındayım ama bu 3 unsur için değişiklik yapmaya değer.

Oyuncular: Catherine Zeta-Jones, Aaron Eckhart, Abigail Breslin, Patricia Clarkson, Bob Balaban – Görüntü Yönetmeni: Stuart Dryburgh – Müzik: Philip Glass – Senaryo: Carol Fuchs (Sandra Nettelbeck’in Bella Martha adlı senaryosundan) – Yönetmen: Scott Hicks

**1/2 G.T.: 7 Eylül Y.T.: 21 Eylül

17 Eylül 2007 Pazartesi

Empire-UK Vs. Empire-Tr

Şu anda önümde aynı derginin Eylül sayısına ait iki kopyası var. Lakin iki kopya da farklı çünkü bir orijinal Empire baskısı (İngiltere), öbürü ise Türkçe edisyonu. İki baskının da diğerine göre iyi tarafları var. Şimdi bunlara bir göz atalım:

Empire-tr, Aralık 2006’da basılmaya başlanan aynı adlı İngiliz dergisinin Türk versiyonu. Doğal olarak Empire-tr’nin çoğu kısmı orijinalinden kopyalanmış ve çevrilmiş. İlk dikkat çeken, kapağı. Eylül sayısının kapağı aynen Empire-UK’nin ağustos sayısı kapağı. Empire-UK’nin eylül kapağını da muhtemelen ekim ve ya kasımda göreceğiz (Kapağın ortasında Iron Man, yanlarında Indy ve Batman var). İçeriğe baktığınızda formatın birebir olduğunu görüyoruz ki başka bir format beklemiyorduk zaten. Sayfa sayısına baktığımızda 186 sayfalık doyurucu İngiliz baskısına karşı114 sayfalık nispeten zayıf Türk baskısıyla karşılaşıyoruz.

Türk sinema dergileri içinde en fazla haber sayfasına sahip olan Empire-tr’nin açık ara Empire-UK’den zayıf olması dikkat çekiyor. İçimden Türk versiyonun da bir o kadar doyurucu olması gerektiği geçiyor. Doğal olarak çoğu haber birebir çevrilmiş.

Eleştiri bölümünde Türk baskısı daha iyi. Sebebi basit aslında. İngiltere’de daha çok film vizyon şansı bulduğundan, bunlara ayrılan yer azalmış ki sayfa sayısı daha çok. Keşke Türkiye’de de bu kadar filmi (ve bilhassa klasikleri, Raging Bull vizyona girmiş!) vizyonda görebilsek dedirtse de eleştirilerin hacmi tam yerinde. Sadece tek eleştiri (Knocked Up) çevrilmiş, kalanları Türk eleştirmenler tarafından yazılmış.

Dosya kısmında iki taraf da kıyaslama yapılmayacak kadar iyi. Türk baskısında çeviriler tabii ki var ama bunlar iyi adapte edilmiş. Sadece Jessica Biel röportajı gereksiz (kendisini de sevmem zaten, üstelik iki baskıda da var!). Bourne, Knocked Up yazıları ve Cusack röportajı çok iyi. Yine Türk yazarların hazırladığı dosyalar da iyi. Bilhassa duayen Agah Özgüç’ü okumak heyecan verici. Antonioni-Bergman yazısı da çok güzel. Ama Empire’ın en önemli bölümü kesinlikle ‘Perde Arkası’, bu ay Türk baskısında Roger Corman, İngiliz baskısında da Leni Riefenstahl vardı. İkisi de sinema tarihine damgasını vuran çok özel yönetmenler ve Empire bunu çok iyi yansıtmış. İngiliz baskısındaki diğer yazılar da çok hoştu, bazıları yakında çevrilir bence.

‘Ev Keyfi’ bölümünde İngiliz baskı önde. Belki Türk DVD piyasasının kısıtlığından dert yanabiliriz fakat yazılar da daha iyi. Şu gerçek var ki Empire, dergi olarak DVD ekstralarına hiç değer vermiyor ki DVD alınmasının önemli bir nedeni de ekstralardır. İngiliz baskısı, bu yönden bir gıdım daha iyi. Şöyle söyleyeyim: İngiliz baskısında DVD bölümü üçe ayrılmış; gündem, klasik ve TV olarak ki başarılı bir konsept. Ayrıca Empire-UK’de bulmaca var, çözmesi çok eğlenceli.

Bunlara karşılık İngiliz baskısında hediye yok. Türk baskısı da (diğer dergilerle rekabet edebilmek için, gayet de iyi oluyor) her ay 2 afiş ve 1 DVD veriyor.

Son olarak fiyata gelirsek, Türk baskısı 9 YTL yani £4-4,5 (bunda ana etken DVD) oysa ki İngiliz baskısı £3,7.

Buradaki amaç hangisi iyi hangisi kötü değil, sakın yanlış anlaşılmasın. Elime her 2 baskı da geçince bir değerlendirme yapmak istedim sadece. Bahaneyle dergiyi yorumlamış oldum. Neredeyse 8 yıldır düzenli sinema dergisi okuyan biri olarak gayet doğal hakkım herhalde.