31 Aralık 2008 Çarşamba

2008'de İzlediğim Filmler

Aşağıdaki liste 2008 yılı içerisinde Türkiye'de veya yurtdışında gösterime giren yada festivallerde gösterilen filmlerden oluşmaktadır. '(b)' kısaltması bilgisayarda izlediğim anlamına gelmektedir. 'x2' simgesi sinemada 2 kere izlediğim anlamına gelmektedir.
OCAK

Dikkat, Şehvet (Lust, Caution/Se, Jie) – Ang Lee ***1/2 (b)
Ben Efsaneyim (I am Legend) – Francis Lawrence *** (b)
Benim Aşk Pastam (My Blueberry Nights) – Wong Kar Wai ****
Juno – Jason Reitman **** (b)
Kaldırım Serçesi (La Mome) – Olivier Dahan ** (b)
I’m Not There – Todd Haynes **1/2 (b)
Ulak – Çağan Irmak ****
Şeytan Duymadan Önce (Before the Devil Knows You’re Dead) – Sidney Lumet **** (b)
Across the Universe – Julie Taymor ****1/2 (b)

ŞUBAT

Away From Her – Sarah Polley **** (b)
Avukat (Michael Clayton) – Tony Gilroy ***1/2 (b)
Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı (The Assassination of Jesse James By the Coward Robert Ford) – Andrew Dominik **** (b)
Charlie Wilson’un Savaşı (Charlie Wilson’s War) – Mike Nichols *** (b)
In the Valley of Elah – Paul Haggis ***1/2 (b)
Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi (Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street) – Tim Burton ***1/2 (b)
Margot at the Wedding – Noah Baumbach ** (b)
Into the Wild – Sean Penn ***1/2 (b)
Kıyamet Öyküleri (Southland Tales) – Richard Kelly *
Kan Dökülecek (There Will Be Blood) – Paul Thomas Anderson ****
Lars Sevince (Lars and the Real Girl) – Craig Gillespie **** (b)
Şimdi ya da Asla (The Bucket List) – Rob Reiner ***1/2 (b)
3x3 (The Nines) – John August ****1/2 (b)
Siz, Yaşayanlar (Du, Levande) – Roy Andersson ****1/2

MART

Benimle Evlenir misin? (27 Dresses) – Anne Fletcher **1/2 (b)
Kalbinin Sesini Dinle (August Rush) – Kirsten Sheriden ***1/2 (b)
Yitirdiğimiz Şeyler (Things We Lost in the Fire) – Susanne Bier *** (b)
Kolera Günlerinde Aşk (Love in the Time of Cholera) – Mike Newell **1/2 (b)
Bakış Açısı (Vantage Point) – Pete Travis ***1/2 (b)

NİSAN

Define (King of California) – Mike Cahill ***
Bir, İki (Yi yi) - Edward Yang ****
Ulzhan – Volker Schlöndorff **1/2
Gölgeler (Senki) – Milcho Manchevski ****
La Leon – Santiago Otheguy *
Savage Ailesi (The Savages) – Tamara Jenkins ***1/2
Çocuk Yönetmen (Boy Director) – Woo-Yeol Lee **
Bir Sarışının Aşkları (Lasky Jedne Plavovlasky) – Milos Forman ****
Dante 01 – Marc Caro ***1/2
Lütfen Başa Sarın (Be Kind Rewind) – Michel Gondry ***
Denizanası (Meduzot) – Shira Geffen & Etgar Keret **1/2
Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu – Engin Ayça ****1/2
Alexandra – Aleksandr Sokurov **1/2
Köstebek (El Topo) – Alejandro Jodorowsky ***
Tatil Kitabı – Seyfi Teoman ***1/2
Anayurt Oteli – Ömer Kavur *****
Kör Dağ (Mang Shan) – Yang Li ****
Nokta – Derviş Zaim ****
Banka İşi (The Bank Job) – Roger Donaldson *** (b)
Eski Davulcu (Ex-Drummer) – Koen Mortier ***1/2 (b)
Boleyn Kızı (The Other Boleyn Girl) – Justin Chadwick **1/2 (b)
Ölümcül Oyunlar (Funny Games US) – Michael Haneke *** (b)
Kesişen Yollar (Reservation Road) – Terry George *** (b)
Sokağın Kralları (Street Kings) – David Ayer *1/2 (b)
Uçurtma Avcısı (The Kite Runner) – Marc Forster *** (b)

MAYIS

Iron Man - Jon Favreau ****
Indiana Jones: Kristal Kafatası Krallığı (Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull) – Steven Spielberg ***1/2

HAZİRAN

Mistik Olay (The Happening) – M. Night Shyamalan *
The Incredible Hulk – Louis Leterrier **1/2
Wanted – Timur Bekmambetov **
Aşk Kazası (Forgetting Sarah Marshall) – Nicholas Stoller *** (b)

AĞUSTOS

Kara Şövalye (The Dark Knight) – Christopher Nolan ****1/2 (x2)
Mamma Mia! – Phyllida Lloyd **
Zohan’a Bulaşma (You Don’t Mess With the Zohan) – Dennis Dugan ***

EYLÜL

Hallam Foe – David Mackenzie **** (b)

EKİM

Kartal Göz (Eagle Eye) – D. J. Caruso ***
Hellboy II: Altın Ordu (Hellboy II: The Golden Army) – Guillermo Del Toro ***
Zamanın Külleri (Ashes of Time Redux) – Kar Wai Wong **1/2
Vol-i (Wall-e) – Andrew Stanton ***
Eve Dönüş (En Mand Kommer Hjem) – Thomas Vinterberg ***
Cenova (Genova) – Michael Winterbottom ****
Rüya (Bi-mong) – Kim Ki-duk ***1/2
Orijinal Cinayetler (Righteous Kill) – Jon Avnet * (b)
In Bruges – Martin McDonagh **** (b)
Drillbit Taylor – Steven Brill *** (b)
X-Files: İnanmak İstiyorum (X-Files: I Want to Believe) – Chris Carter ** (b)
Kesinlikle, Belki (Definitely, Maybe) – Adam Brooks *** (b)
Dalga (Die Welle) – Dennis Gansel ***1/2 (b)
Kırmızı Balonun Yolculuğu (La Voyage du Balon Rouge) – Hou Hsiao-Hsien *** (b)
Aramızda Casus Var (Burn After Reading) – Joel Coen *** (b)
Step Brothers – Adam McKay **1/2 (b)
Pineapple Express – David Gordon Green *** (b)
Üç Maymun - Nuri Bilge Ceylan ****
Happy-Go-Lucky – Mike Leigh *** (b)

KASIM

Yıldız Savaşları Bölüm 2.5: Klon Savaşları (Star Wars Episode 2.5: Clone Wars) – Dave Filoni **1/2 (b)
Tropik Fırtına (Tropic Thunder) – Ben Stiller *** (b)
Quantum of Solace – Marc Foster ***1/2
Devrim Arabaları – Tolga Örnek ****
Issız Adam – Çağan Irmak ***** (x2)
How to Lose Friends and Alienate People – Robert B. Weide *** (b)
Düşes (The Duchess) – Saul Dibb *** (b)
Akıllı Ol (Get Smart) – Peter Segal *** (b)
Aşk Geç Gelir (Love Comes Lately) – Jan Schütte **
Deniz Kızı Ponyo (Gake no ue no Ponyo) – Hayao Miyazaki ****

ARALIK

Gölge – Mehmet Güreli **1/2
Vicky Cristina Barcelona – Woody Allen ****
Süt – Semih Kaplanoğlu ***1/2
Zack and Miri Make a Porno – Kevin Smith *** (b)
Osmanlı Cumhuriyeti – Gani Müjde *1/2
Frost/Nixon – Ron Howard ***1/2 (b)
Körlük (Blindness) – Fernando Meirelles ***1/2 (b)
Ghost Town – David Koepp *** (b)
Milk – Gus van Sant ***1/2 (b)
Gomorra – Matteo Garrone **** (b)
Yalanlar Üstüne (Body of Lies) – Ridley Scott ***
The Women – Dana English **1/2 (b)
Sonbahar – Özcan Alper ****1/2
Hunger – Steve McQueen **** (b)
Slumdog Millionaire – Danny Boyle ****1/2 (b)
Revolutionary Road – Sam Mendes ****1/2 (b)
Seven Pounds – Gabriele Muccino ***1/2 (b)
Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi (The Curious Case of Benjamin Button) – David Fincher **** (b)
Bolt – Byron Howard, Chris Williams *** (b)

28 Aralık 2008 Pazar

Revolutionary Road

10 yıl sonra Sam Mendes yine Amerikan banliyösüne dalıyor. Banliyönün sahteliğini, dışarıdan göründüğü kadar masum olmadığını anlatmaya çalışıyor. Bazı insanlar için bu hayat tarzının dayanılamayacak bir zulüm olduğunu altını çiziyor.

American Beauty’yi yaptığında banliyö konusu çok bakirdi. Hemen öncesinde çekilen bağımsız Happiness hariç, banliyö film dünyasında mükemmeliyet ve huzurun simgesiydi. American Beauty dışarıdan mükemmel görünen Amerikan ailelerinin içine soktu bizi. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Herkesin başka bir ideali vardı ama kendilerine yüklenen görevleri yaparak mutsuz oluyorlardı. Bu sahte dünyayı yok etmek içinse bazen bir kıvılcım bile yeterli oluyordu. Hemen sonrasında birkaç film ve dizi daha konuyu ele aldı. Lakin gayet bıçak sırtı bir konu olduğundan başarılı olanlar azınlıkta kaldı. Todd Fields bu tarzda Mendes gibi öne çıktı. In the Bedroom ve Little Children ile banliyö yaşamını yorumladı. İşte 10 yıllık bir aranın ardından Mendes de konuya geri döndü.

Wheeler çifti dışarıdan bakıldığında kusursuzdur: Bahçeli büyük bir ev, iki sağlıklı çocuk, satış yapan baba ile amatör oyuncu anne. Lakin bir şeyler terstir. Bu yüzden anne, April ailece Paris’e taşınıp yeni bir hayata başlamayı önerir baba, Frank’e. Frank de nefret ettiği işinden kurtulma düşüncesiyle fikri kabul eder. Böylece Wheeler çifti hazırlıklara başlar, bu sıkıcı banliyö hayatından kurtulacaklardır. Ama öngörülmeyen iki olay çiftin önüne çıkar: Frank’in terfisi ve April’in hamileliği.

Mendes yine dinamikleri çok ustaca kuruyor. Yavaş yavaş artan iç gerilimleri finalde tavana çıkartıyor. En güzeli de bunu yaparken yan karakterleri çok zekice kullanması. Yan komşular, emlakçı kadın ve deli (!) oğlu, Frank’in iş arkadaşları çok önemli görevler üstleniyorlar. Tabii performanslar da göz kamaştırıcı. Kate Winslet ile Leonardo DiCaprio Wheeler çiftinde döktürüyorlar resmen. Onlara Michael Shannon, Kathy Bates, Zoe Kazan ile David Harbour hiç ezilmeyecek şekilde eşlik ediyorlar. Ayrıca Deakins’in kamerası ile Newman’ın müziği öne çıkan öğelerden.

Son 1 yılda üzerine bayağıdır düşündüğümden olacak, aile kurumunun sahteliği üzerine yapılan bu kaliteli eser beni çok etkiledi. Dışarıdan bakıldığında tekdüze, yavaş ve American Beauty’nin farklı bir kopyası gibi gözükebilir ama sizi temin edebilirim ki bambaşka duygularla salondan ayrılacaksınız. Hele son 30 dakikanın dakik kurgusuna hasta olacaksınız.

Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Kathy Bates, David Harbour, Kathryn Hahn, Zoe Kazan, Michael Shannon, Dylan Baker – Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins – Müzik: Thomas Newman – Senaryo: Justin Haythe (Richard Yates’in romanından) – Yönetmen: Sam Mendes
****1/2 G.T.: 9 Şubat 2009 Y.T.: 28 Aralık 2008

23 Aralık 2008 Salı

Sonbahar

Kendi ölümünü bekleyebilmek! Zamanını bilerek, telaşlanmadan, susarak! Bir nevi kendine ağıt yakarak! Ürperdiniz, değil mi? Buna imkansız bir aşk ve giderek sararan yapraklar ekleyin. İşte karşınızda Sonbahar!

Aslında izlediğimiz öykü bize çok yabancı değil! Her yıl olagelen ama görmediğimiz bir doğal süreç. Önce hava soğumaya başlıyor. Soğuyan hava yapraklara giden odun kanallarını tıkıyor. Böylece yapraklar atığını atamayarak sararıyor ve bir süre sonra dalından kopup düşüyor, yani ölüyor.

Filmdeki Yusuf da yaprağa benziyor. Hayatının baharında katıldığı açlık grevi onun da damarlarını tıkıyor. Akciğerlerini tamamen işlevsiz bırakarak ölümü erkene alıyor. İşte bu koşullarda Yusuf hapishaneden salıveriliyor. O da Hopa yakınındaki köyüne dönüyor. Ölümünü sessizce bekliyor. Geçmişini, hatalarıyla sevaplarıyla hatırlıyor. Bu süreçte karşısına bir kız da çıkıyor ama o da başka bir umutsuz yaprak. Belki ağacından daha kopmayacak lakin bir daha da yemyeşil olamayacak bir yaprak. Ama bu iki yaprak, kaybettikleri yeşilliği bir anlığına olsun birbirlerinde buluyor. Kışa girerken çıkan son güneş misali birbirlerini bir nebze olsun ısıtıyorlar, o uzun soğuktaİtalikn önce son bir sıcaklık.

Özcan Alper bu öyküyü son derece minimal, sağa sola sapmadan, bir yerlerde fazla oyalanmadan, hikaye neyi gerektiriyorsa onu vererek anlatıyor. Malzemesi çok doğal. Oyuncuları o kadar gerçek ki sanki şu an Hopa’ya gitsek dokunacakmışız gibi. Daha da güzeli, Doğu Karadeniz o kadar büyüleyici ki düzgün bir hikayeyle inanılmaz anlamlara bürünüyor. Gerek Alper gerekse görüntü yönetmeni Feza Çaldıran bu güzelliği son derece iyi kullanıyorlar; gerektiğinde bir kaçış mekanı olarak, gerektiğindeyse kendine özgü bir hapishane olarak.

Sonbahar, Türk Sinema Tarihi’ne adını yazdırabilecek kadar iyi bir film. Hafif bir esintiyle başlayan, git gide şiddetlenen ve sonunda gürleyen bir duygu fırtınası oluşturabilecek bir eser. Bu haliyle ‘kum saatindeki zaman akışı’nı dört dörtlük kullanan bir kurgu. Kesinlikle 2008’in en iyilerinden.

Oyuncular: Onur Saylak, Megi Kobaladze, Gülefer Yenigül, Serkan Keskin, Nino Lejava – Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran – Yazan ve Yöneten: Özcan Alper
****1/2 G.T.: 19 Aralık Y.T.: 23 Aralık

Body of Lies

Ridley Scott üzerine diyecek bir şeyim yok. Adam sonuçta işi biliyor. Bir filmi çekeceğini, kamerayı, tekniği, sesi çok iyi biliyor. O yüzden Body of Lies hakkında olan bu yazıda filmi anlatmayacağım, yorumlamayacağım. Film bir başyapıt olmasa da eli yüzü düzgün bir politik gerilim çünkü. Daha detaya inmeye inanın gerek yok. Onun yerine film boyunca aklımı kurcalayan bir konuyu size paylaşacağım.

Aslında benim zihnimi meşgul eden unsur, filmin de odağı: Yalan. Tüm filmin koskocaman bir yalandan ibaret olduğunu da söyleyebiliriz. Nasıl yani? Şöyle:

Filmin üç ana karakteri var: Bir saha ajanı, bir merkez ajanı ve Ürdün istihbarat şefi. Merkez ajanı, ülkesinin çıkarlarını gözetlemek adına saha ajanını ülkesinden kilometrelerce uzakta operasyonlara sokuyor ve onu uydulardan izliyor. Saha ajanı, ülkesi adına çalışsa da olayların içinde olduğundan ve sonuçta insan olduğundan olaylara anlık kararlar veriyor (oysa ki aldığı emir tek ve net!). Mesela kullandığı yemi kurtarmaya çalışıyor, astının ailesine yardım ediyor, bir İranlı’ya aşık oluyor, vs. Öykü içinde saha ajanının karşısına çıkan Ürdün istihbarat şefi ise kendi çöplüğünde kendi borusunun ötmesini istiyor.

Bu üç karakter de kendi hesapları adına birbirine yalan söylüyor. Uzaktan hepsinin amacı bir gözükse de yakından bakınca görüntü değişiyor. Üçü de ittifak gözükse de birbirinin kuyusunu kazarken gözlerini kıpırdatmıyorlar!

Tabii yalanın boyutu bu kadarla da sınırlı değil! Filmde yapılan tüm operasyonların ana harcı yalan! Bu yalanlar bir-iki kişiye de değil gerektiğinde çalışılan kuruma bile söylenebiliyor. Hal böyle olunca tüm film ‘yalanlar üstüne’ kuruluyor. Diğer deyişle filmin ana iskeleti yalanlardan (body of lies) oluşuyor.

İşte buradan bakınca filmin kendisinin aslında yalan olduğunu görüyoruz. Yani bir yalan izliyoruz. Hollywood, her zaman ki gibi, bizi keklemeye çalışıyor. Yerseniz!

Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Russell Crowe, Mark Strong, Golshifteh Farahani, Oscar Isaac, Ali Suliman, Alon Abutbul – Görüntü Yönetmeni: Alexander Witt – Müzik: Marc Streitenfeld – Senaryo: William Monahan (David Ignatius’un aynı adlı romanından) – Yönetmen: Ridley Scott
*** G.T.: 19 Aralık Y.T.: 23 Aralık

22 Aralık 2008 Pazartesi

Aklıma Takılanlar

  • Youtube: Bana başka bir ülke söyleyin ki yasaklı bir sitenin tıklanma sayısı artsın? Öyle bir ülke ki başbakanı bile “Ben de giriyorum! Siz de girin!” desin. Sonra da siz apışıp kalın!
  • Francesca Martinez: Ünlü İngiliz spastik, stand-up komedyen. Sahnedeki malzemesi kendi başına gelenler ve önyargılar. İlginç!
  • Extras: Efsane bir İngiliz komedisi daha. Loser olmanın durum komedisi de denilebilir. Asıl artısı her bölüme konuk olan ünlüler ve kendileriyle dalga geçmeleri. Favorim Orlonda Bloom ve Kate Winslet.
  • Melih Gökçek: Bu ülkeyi yönetenlerin kim olduğunu tüm çıplaklığıyla gösterdi.
  • Disco Kralı’nın 12 Aralık’taki programı: 90’ları son derece saygıyla andı. Son yıllarda her dakikasını zevkle izlediğim tek program oldu.
  • Sima – Her şeye Rağmen: Disco Kralı’nın 90’lardaki klipler sıralamasında hatırladığım enfes şarkı ve klip.
  • Woody Allen: Her seyrettiğim filmiyle şaşırtabilmesi beni büyülüyor.
  • Bant’ın 50. sayı şerefine verdiği Atatürk posteri ve stickerları: Bütün bunların sadece 7 YTL olması takdire şayan.
  • Kum saatindeki zaman mantığı: İlk defa Death in Venice filminde duyduğum ve uygulamasını gördüğüm kavram. Mantık şöyle: En başta zaman yavaş akar, tıpkı kum saatinde aşağıya düşen ilk kum tanelerinin sanki akmıyormuş gibi görünmesi misali. Ama süre bittikçe zaman akışı hızlanır, tıpkı son kum tanelerinin hızla aşağı düşmesi misali. Sonradan dikkat ettiğimde çoğu filmde zaman akışı olarak bu mantığın uygulandığını gördüm. Mesela bugün izlediğim Sonbahar bunu çok güzel kullanmış. Ayrıca cep telefonlarında şarjın boşalması da aynı mantıkta oluyor.
  • İskele ucunda denize bakan kadın sahnesi: Sonbahar’da da görünce aklıma geldi ki bu sahneyi kullananlar çoğunlukla çok iyi oluyor. Aklıma ilk gelenler Dark City ve Age of Innocence oldu.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Son 4 Günün Dökümü

Geçen cuma Altın Küre adayları açıklandı. Böylece Oscar yarışı da resmen başladı. Nitekim hemen ardından Oscar gecesini Hugh Jackman’in sunacağı açıklandı. Ödüle oynayan filmler de bir taraftan ABD’de gösterime girerken diğer taraftan çeşitli kuruluşların listelerine girmeye çalışıyorlar. Pek tabii ki bazı filmler internete sızıyor. Bu sızanlar da kalitelerine göre benim bilgisayarıma iniyor. Bunlarla beraber yeni vizyona girenler de süzgeçten geçiyor.

Ne zamandır merak ettiğim yeni Kevin Smith filmini sonunda izleyebildim. Smith yine çok özgün bir fikirle işe koyulmuş. Filmin başlarında gayet güzel malzeme sağlıyor. Sonlara doğru romantizm işin içine girince hem orijinallik gidiyor hem de tempo düşüyor. Yine de Zack and Miri Make a Porno keyifle izlenilecek bir film, diğer Smith filmlerinde olduğu gibi. Filmin ülkemizde gösterime girme ihtimali bence sıfır.

Gani Müjde’nin son filmi Osmanlı Cumhuriyeti tam bir fiyasko. Fikir güzel ama uygulama berbat. Tek elle tutulan yeri Ata Demirer’in oyunculuğu. Hele ketçaplı bir katliam sahnesi var ki filmin 2008 yapımı olduğuna inanamıyorsunuz.

Bu yıl ödüllerde adını sıklıkla duyacağımız Frost/Nixon, memur yönetmen Ron Howard’ın çektiği biyografik bir filmi. Howard, takip edenlerin bildiği üzere, her biyografik filmiyle Oscar’a oynamaya çalışır. Ama o kadar temiz çeker ki filmlerini, izlerken çok kaliteli zannedersiniz. Halbuki film sadece izlenebilirliği olan bir eğlencelikten ibarettir. Frost/Nixon da tam anlamıyla böyle bir film. İzlerken çok keyifli ama film bitince patlayıp yok oluyor. Aklımda iki şık oyunculuğu kaldı sadece.

Fernando Meirelles takip edilmesi gereken bir yönetmen hüviyetini devam ettiriyor. Le Carre uyarlamasından sonra bu sefer de Nobel ödüllü yazar Saramago’nun Blindness adlı romanını uyarlamış. İlk göze çarpan yoğun stil kullanımı. Nüfusun çoğunluğunun kör olduğu bir dünyada körlüğü stille vermeye çalışmış. Biraz kasvetli kaçsa da başarılı oluyor. Ama en önemlisi atmosferi çok iyi kullanıyor Meirelles. Oyuncuların yardımıyla da izlenilmesi gereken bir eser daha çıkartıyor.

Ünlü senarist David Koepp’in yönettiği Ghost Town keyifli bir seyirlik. The Sixth Sense’in ana fikrini romantik-komedi unsuruna eviren Koepp, sıkmamayı başarıyor. Ama ne yazık ki konusu fazla serbest takılmaya imkan vermiyor. Hal böyle olunca hayalet görme olayını romantizme girme aracı olarak kullanmaktan öte bir yenilik sağlayamıyor.

Zack and Miri Make a Porno
Oyuncular: Seth Rogen, Elizabeth Banks, Jason Mewes, Jeff Anderson, Ricky Mabe, Katie Morgan, Craig Robinson, Traci Lords – Görüntü Yönetmeni: David Klein – Müzik: James L. Venable – Yazan ve Yöneten : Kevin Smith - ***

Osmanlı Cumhuriyeti
Oyuncular: Ata Demirer, Vildan Atasever, Sümer Tilmaç, Ruhsar Öcal, Kerem Kupacı – Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak – Senaryo: Gani Müjde, Fatih Solmaz, Gökhan Karagülle – Yönetmen: Gani Müjde - *1/2

Frost/Nixon
Oyuncular: Michael Sheen, Frank Langella, Matthew Macfadyen, Kevin Bacon, Oliver Platt, Sam Rockwell, Rebecca Hall – Görüntü Yönetmeni: Salvatore Totino – Müzik: Hans Zimmer – Senaryo: Peter Morgan (kendi oyunundan) – Yönetmen: Ron Howard - ***1/2

Körlük (Blindness)
Oyuncular: Julianne Moore, Mark Ruffalo, Alice Braga, Yusuke Iseya, Yoshino Kimura, Maury Chaykin, Danny Glover, Gael Garcia Bernal – Görüntü Yönetmeni: Cesar Charlone – Müzik: Marco Antonio Guimaraes – Senaryo: Don McKellar (Jose Saramago’nun ‘Ensaio Sobre a Cegueira’ adlı romanından) – Yönetmen: Fernando Meirelles - ***1/2

Ghost Town
Oyuncular: Ricky Gervais, Tea Leoni, Greg Kinnear, Bill Campbell, Aasif Mandvi – Görüntü Yönetmeni: Fred Murphy – Müzik: Geoff Zanelli – Senaryo: David Koepp, John Kamps – Yönetmen: David Koepp - ***

14 Aralık 2008 Pazar

It's a Wonderful Life

İki gün önce bir dağ yolunda yürüyüş yapıyordum. Daha öğlen olmadığı için güneş kendini ancak hissettirmeye başlamış. Sabaha karşı yağan kırağı, güneş görmeyen köşelerde gözlere kar etkisi yapıyor. Derken küçük bir dereye denk geldim. Üzerine tahtadan bir köprü yapılmış. Geçerken kırağının üzerine bastım. O anda nedense aklıma George Bailey geldi. Şu ünlü It’s a Wonderful Life filminin başkahramanı yani. O da filmin başında karlı bir köprünün üzerinde yürür. Onun amacı benim gibi sabah yürüyüşü yapmak değildir ama olsun.

It’s a Wonderful Life, çekildiği yıl olan 1946’nın noel gecesinde geçer. Film dünyada değil; göklerde, yıldızlar arasında başlar. Bedford Falls kasabasında bir sürü kişi bir anda George Bailey için dua etmeye başlar. En sonunda Tanrı dayanamaz ve gözden düşmüş bir meleğini George’a yardıma gönderir. Ama önce George’un hayatından bazı kesitler göstererek derdini anlatır. Eğer melek, George’a yardım edebilirse kanatlarına yeniden kavuşacaktır.

George Bailey, bu küçük kasabada bir bankacının oğlu olarak doğmuştur. 10 yaşında, buz tutmuş gölde kayarken kardeşini suya düşmekten kurtarmış ama bu sırada sağ kulağı sağır olmuştur. 14 yaşında, eczacı çıraklığı yaparken patronunun yanlış ilaç vermesini engellemiş ama patronundan feci bir dayak yemiş ve kulağı daha da kötüleşmiştir. 18 yaşında, üniversiteye gideceği gün babası kalp krizi geçirerek ölmüş, bunun üzerine bankanın başına geçmek zorunda kalmıştır. İlerleyen yıllarda evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, kasabanın emektarları için bir site kurmuş ve düşük faizle herkesi ev sahibi yapmıştır. Bu uğurda kasabanın zengini Mr. Porter’la hep kavga etmiştir. Derken günümüze geliriz. Noel sabahı bir müfettiş bankaya gelir, birkaç gün içinde borçlarını ödemezse bankaya el konulacağını ve hacize gideceklerini bildirir. George, bunun üzerine tüm gün çareler arar ama bulamaz. En son Mr. Porter’dan para istemeye gider. Mr. Porter onun yüzüne güler, bankasını alacağını söyler. Bu halde eve gider, tüm çocukları bir hareketiyle bir anda ağlamaya başlar. Bağırarak dışarı çıkar, arabasına binip bir ağaca çarpar. Acınası halde yürürken köprüyü görür ve intihar etmeye karar verir.

Melek Clerence suya düşerek George’u kurtarır ve neden intihar ettiğini sorar. George, artık yaşamasının anlamı olmadığını söyler. Clerence, öyleyse artık yaşamıyorsun der ve George’nun dünyaya gelmediği bir Bedford Falls’a getirir ikisini. George önce adamın saçmaladığını düşünür ve arabasını almaya çarptığı ağaca gider. Araba orada değildir! İlerdeki bara girerler, kimse onu tanımaz! Koşarak evine gider, evi virane haldedir, kimse yaşamıyordur! Kasaba merkezine iner, şehrin adının Porterville olduğunu görür! Bir arkadaşına rastlar, arkadaşı da onu tanımaz ve tüm kasabanın Mr. Porter’a borçlu olduğunu öğrenir! Derken karısını görür; hiç evlenmemiştir ve kütüphanede çalışıyordur! Ağlarken eczacıya rastlar, hapishaneden yeni çıktığını öğrenir, kamburu çıkmıştır! Mezarlığa koşar babasını görmek için, bir yerde ayağı kayar ve bir mezara düşer, mezarın üzerinde kardeşinin adı vardır ve daha 7 yaşındayken göle düşerek ölmüştür!

Sonunu da siz izleyin! Ama gelmiş geçmiş en güzel finallerden biri olduğunu belirtiyim. It’s a Wonderful Life yada Türkçe adıyla Şahane Hayat sinema tarihinin en iyi ‘Feel Good/Kendini İyi Hisset’ filmidir. Artık demode olan bu türün ustası Frank Capra tarafından çekilmiştir. Bu tür bilhassa 30’lardaki ünlü Ekonomik Buhran zamanında doğmuştur. 2. Dünya Savaşı zamanında ise başyapıtlarını vermiştir. Nitekim, It’s a Wonderful Life da savaşın hemen sonrasında 1946 yılında çekilmiştir. Savaştan bıkan, hatta çöken halk için bir nevi moral olmuştur. Bu arada, 2009’da bu türün yeniden küllerinden doğması çok olası. Geçirmekte olduğumuz küresel ekonomik kriz, elbette antitezlerini de beraber getirecektir.

Tüm bunların dışında It’s a Wonderful Life aynı zamanda en çok seyredilen noel filmidir. Biliyorum, noel bizim kültürümüzde yok ve hatta çok ters. Dahası filmdeki Hrıstiyanlık propagandası hemen göze çarpıyor. Lakin tüm bunlar, filmin insanın içini ısıtan özünü değiştiremiyor. Çünkü karlar altında George Bailey’ın bağırarak koşması, bence tüm dini öğretilerden daha gerçek. Çünkü sonuçta George anlıyor ki hayat gerçekten çok güzel. Hayata hep bardağın boş tarafından baktığımızı görüyor ve belki de en önemlisi sevdiklerimizin kıymetini anlıyor.

Ben bu filmi ilk defa 2002’nin son günlerinde karlı bir kış gecesi izlemiştim. Ertesi sabah erkenden dershanede sınavım vardı. Filmin bana verdiği moralle o karlı yollardan neşeyle yürümüş ve hiç telaşlanmadan sınavı yapmıştım. Bu etkiyi anlayabilmeniz için filmi izlemeniz gerek. Yoksa birbirinin prototipi, ruhsuz filmlere alışkın günümüz seyircisi için tahmin edilebilmesi zor bir duygu. Tavsiyem en yakın zamanda filmi bir şekilde edinip bir kenara koymanız. Moralinizin en berbat olduğu bir zamanda (ki ne yazık ki artık böyle anlar çoğalıyor) çıkarıp izlemeniz. Eminim film bitince bana hak vereceksiniz ve ileride karlı bir dağ yolunda yürüyüş yaparken siz de filmi hatırlayacaksınız.

Oyuncular: James Stewart, Donna Reed, Lionel Barrymore, Henry Travers, Thomas Mitchell, Beulah Bondi – Görüntü Yönetmeni: Joseph F. Biroc, Joseph Walker, Victor Milner – Müzik: Dimitri Tiomkin – Senaryo: Frances Goodrich, Albert Hackett, Frank Capra, Jo Swerling, Michael Wilson (Philip Van Doren Stern’in ‘The Greatest Gift’ adlı hikayesinden) – Yönetmen: Frank Capra

8 Aralık 2008 Pazartesi

Süt

Geçen yılın en tartışmalı filmi açık ara Yumurta’ydı. Yurt içi ve yurt dışında bir sürü ödül toplamasıyla ‘sanat filmi’ tartışmalarını da alevlendirdi. Kimisi (ben dahil) filmi gerçekten çok beğendi, kimisi de “Herhalde dalga geçiyorlar!” deyip filmi yerin dibine batırdı. Ama tartışmanın ana ekseninde sanat filmi-popülist film ayrımı vardı.

İlginçtir, bu tartışmaya katılmayan tek kişi filmin yönetmeni Semih Kaplanoğlu oldu. Tartışma sürerken o, sessiz sedasız Yusuf Üçlemesi’nin ikinci filmi Süt’ü çekiyordu. Yumurta’dan yaklaşık 1 yıl sonra da Süt’ü izleyebildik böylece.

Filme geçmeden önce Yusuf Üçlemesi’nin ana hatlarının hatırlayalım. İsmi üzerinde üçleme Yusuf adlı Tireli bir şair hakkında. Üçleme lineer olmayan bir yapıda gelişiyor. Şöyle ki Yumarta’da Yusuf’u 40’lı yaşlarında görmüştük. Süt’te ise Yusuf 18 yaşında. Sonraki film olan Bal’da da çocukluğunu izleyeceğiz. Böyle bir zaman çizgisine karşın, filmlerin zamanı hep aynı, günümüzde geçiyorlar.

Dediğim üzere bu filmde Yusuf, 18 yaşında bir genç. Daha yeni şiir yazmaya başlamış, bunları şiir dergilerine göndermeye başlamış yavaştan. Evde ise annesine yardım ediyor. Annesinin sağdığı sütü şehirde kapı kapı gezerek satıyor. Bu arada annesine çıkan yeni talibi uzaktan izliyor…

Yumurta’ya sıkıcı ve fazla minimal diyenlerin buna ne diyeceğini çok merak ediyorum. Çünkü Kaplanoğlu, bu sefer anlatımını daha da minimalleştiriyor. Semboller daha da önem kazanıyor. Neredeyse diyalogsuz geçen sahnelerde anlam yoğunluğu nesnelere ve duygulara indirgeniyor. Tabii böylece sanat yönetimi, görüntü yönetimi ve oyunculara ekstra yük biniyor. Bu üç unsurun da titizlikle uygulanmasıyla falsosuz bir film ortaya çıkıyor.

Gelelim filmin iç dünyasına. Yusuf bu sefer küçük şehrin kendisini ifade edememesinden mustarip. Tamamen içe dönen Yusuf’un dış dünyayla tek bağlantısı şiirleri. Büyümeyle birlikte annesiyle oluşan iletişim kopukluğu da buna tuz biber oluyor. Ama filmin ana teması Yusuf’un yalnızlığı.

Çok garip bir finalle nihayete eren film, bu tarz filmleri takip eden kitleyi mest edecek cinsten. Konservatif sinemaya yatkın olanlar ise çok sıkılacakları bir buçuk saate hazır olsunlar. Bana gelirsek Yumurta’dan daha az olmak koşuluyla beğendiğimi söylemeliyim. Ama çok sevdiğimi söyleyemem.

Oyuncular: Melih Selçuk, Başak Köklükaya, Rıza Akın, Saadet Işıl Aksoy, Alev Uçarer, Şerif Erol – Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken – Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal – Yönetmen: Semih Kaplanoğlu - ***1/2

5 Aralık 2008 Cuma

Festival Günlükleri

Üniversiteyi İstanbul’da okumam dolayısıyla İpek Yolu Festivali’ne ilk katılışım bu yıl. Ayrıca açıkça söylemek gerekir ki geçen yıllardaki programları da beğenmemem ana etken. Keza bu yılki program da iyi sayılmaz. Seyredilebilir filmler ya Filmekimi’nde de gösterilenler ya da gösterime girmemiş Türk filmleri. Hal böyleyken Filmekimi’nde kaçırdıklarımı izlemek bana yetecekti ki ‘Ücretsiz Sinema Kursları’na seçildiğimi öğrendim. Kursların içeriğini gün gün anlatmak daha hoş olacağından direkt günlüklere geçiyorum.

Festivalin ilk günü’nde Korupark’taydım. Filmekimi’nde yer bulamadığım Palermo’da Yüzleşme’ye gittim ama seyredemedim. Çünkü filmi gösteremediler. Fiyaskoydu anlayacağınız. Zaten ilk matinedeki filmi de gösterememişler! 40 dakikalık bekleyiş sonunda bir sonraki matinedeki filmi gösterdiler. Ona da gideceğimden oturdum, izledim. Film inanılmaz sıkıcıydı. 80 yaşındaki bir adamın fantezilerini anlatıyordu ki takdir edersiniz bu fanteziler son dereceler tekdüzeydi. Her şeyi bıraksam bile 80 yaşındaki birinin çapkınlığı hiç ilginç olmuyor. Dedemin kaçamağını izlemekten farksızdı. O gün başka bir film gösteremeyeceklerini tahayyül ederek günü noktaladım.

Cumartesi günkü mesaim 9 buçukta başladı. Filmekimi’nde biletleri satışa çıktıktan sadece 2 saat sonra tükenen, Miyazaki’nin son filmi Deniz Kızı Ponyo’ya gittim. Miyazaki’nin diğer filmlerine göre daha az sanatsal, felsefi yapısı çok az. Ama her şeye rağmen bir Miyazaki filmi ve inanılmaz şirin. Atmosfere bile aşık olunabilir. Filmden sonra kursa koştum ama 10 dakika geç kaldığımdan ikinci derse girebildim. İlk konu senaryoydu ve anlatıcı Mehmet İnan’dı. Anlattıkları belli gramer kalıplarıydı lakin bunlar bile bir senaryo yazımı konusunda ilham vericiydi. İkinci kurs oyunculuk üzerineydi ve Pelin Batu verdi. Öncelikle Batu çok güzel değildi ama hoştu (benim için artı bir özellik). Ekolleri ve bazı oyunculuk egzersizlerini anlatı ve gösterdi. Yine doyurucu bir kurstu. Günün son kursu Hayk Kirakosyan’ın görüntü yönetmenliği konusuydu. En aç olduğum konu olduğu için zevkle dinledim. Biraz yavaş tempolu anlatsa da yararlı bir çalışmaydı.

Pazar günü çok eğlenceli geçti. Önce sinema tarihçisi diyebileceğimiz (aslında televizyon yapımcısı) Alican Sekmeç, Türk Sinema Tarihi’ni anlattı. Onun da en başından belirttiği üzere bizim tarihimiz kulaktan dolma olduğu için genelde magazinden ibarettir. Ama tabii bu, tarihin eğlenceli olmasını da sağlıyor. Hele konu sinema olunca dedikodular daha da çoğalıyor. Ardından Yetkin Dikinciler oyunculuk ana ekseninde keyifli bir sohbet gerçekleştirdi.

Pazartesi Semir Aslanyürek, yönetmeliğin ana kalıplarını anlatmaya çalıştı. Çalıştı, dedim çünkü sözden çok lakırdı vardı. Konusunu pek verimli anlatamadı. Ardından Senem Aytaç, Dünya Sinema Tarihi’ni anlattı. Doğal olarak teori ağırlıklı olduğundan konuya ilgi duyanlara göre bir dersti. Kendi adıma yeni bilgiler aldığımı söyleyebilirim lakin çoğunluğun sıkıldığı da bir gerçekti. Dersin sonunda Alican Sekmeç ile özel konuştum. Sinemaya ilgimden ve neler yapabileceğimden bahsettik. Konuşma sırasında festival genel koordinatörü Hülya Hanım ile Sevin Okyay ile de bizzat tanışma imkanı bulabildim. Benim için heyecan verici bir deneyimdi.

Salı günü sıra dışı bir insan olarak nitelendirebileceğim Alper Maral’ın müzik dersi ile başladı. Dersi de kendisi gibi oldukça sıra dışıydı. Hem bilgi birikimiyle hem de dersi anlatış biçimiyle, sadece 2 saat görsem bile, beni çok etkiledi. İkinci derste seslendirmeyi gördük. Gördük çünkü esas olarak TRT’nin hazırladığı ‘Dublaj Tarihi’ belgeselini izledik. Sektörün emektarlarından Necip Sarıcı ise anılarını anlattı. Derse Fikret Hakan’ın da dinleyici olarak katılması diğer bir hoşluktu. Ders sonrasında Mehmet Güreli’nin Gölge’sini izledim. Film, Peyami Safa’nın bir romanından uyarlandığı için dil, anlatım ve üslup bakımından ağırdı. Şu sıralar Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’sunu okuduğumdan dile aşina sayılırım ama bu bile filme beni alıştıramadı. Filmin ana sorunu ise oyuncu seçimiydi. Her ne kadar iyi oyuncu olsalar da Görkem Yeltan ve Kaan Çakır rollerine uymuyorlardı. Lakin görüntü yönetimi (yönetmenin aslen ressam olmasından ötürü) ve sanat yönetimi çok özenliydi. Akşam da Vicky Cristina Barcelona’yı izledim (yazısı ayrı).

Çarşamba gününe Sevin Okyay ile başladık. Visconti’nin Death in Venice’ını izlerken üzerine yorumlar yapıldı. Çok güzel bir çalışmaydı. Ardından Çiçek Kahraman kurguyu anlattı. Daha çok görsel örnekler verdi. Çeşitli filmlerden sahneler vasıtasıyla kurgunun önemini anlattı. Son kursu izlemeyi çok istediğim Süt yüzünden ektim (filmle ilgili yazıyı ayrı yazacağım.).

Perşembe günü de sertifikalarımızı aldık. Çok gereksiz bir tören yapıldı. Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin ile İzzet Günay da törendeydi. Kameralar, fotoğrafçılar filan küçük bir izdiham söz konusuydu. Neyse ki anormal bir olay olmadan tören sona erdi.

Böylece 3. İpek Yolu Film Festivali benim için sona erdi. Kurslar olmasa çok yavan geçebilecek bir programa sahipti. Yine de atmosfer bakımından gayet doyurucuydu. Sinemayla ilgilenenlerin kendilerine yeni bir şeyler katabileceği bir ortam oluşturdu.

Aşk Geç Gelir/Love Comes Lately
Oyuncular: Otto Tausig, Caroline Aaron, Olivia Thirlby, Barbara Hershey – Görüntü Yönetmenleri: Edward Klosinski, Chris Squires – Müzik: Henning Lohner – Senaryo: Jan Schütte (Isaac Bashevis Singer’in ‘The Briefcase’, ‘ Alone’ ve ‘Old Love’ adlı kısa öykülerinden) – Yönetmen: Jan Schütte - **

Deniz Kızı Ponyo/Gake no ue no Ponyo
Seslendirenler: Yuria Nara, Hiroki Doi, Joji Tokoro, Tomoko Yamaguchi, Yuki Amami, Kazushige Nagashima, Akiko Yano – Görüntü Yönetmeni: Atsushi Okui – Müzik: Joe Hisaishi – Yazan ve Yöneten: Hayao Miyazaki - ****

Gölge
Oyuncular: Görkem Yeltan, Kaan Çakır, Serkan Çakır, Mehmet Ali Alabora, Ünal Silver, Zeynep Konan, Hikmet Körmükçü – Görüntü Yönetmeni: Ahmet Sesigürgil – Müzik: Mehmet Güreli – Senaryo: Nilgün Öneş (Peyami Safa’nın ‘Selma ve Gölgesi’ adlı romanından) – Yönetmen: Mehmet Güreli - **1/2

4 Aralık 2008 Perşembe

Vicky Cristina Barcelona


Woody Allen garip bir yönetmendir. Herkes sevmez onu, hatta nefret edenler de vardır. Lakin benim gibi ona hayran olanlar da gayet fazladır. Bunun sebepleri de çeşitlidir. Kendime göre cevap verecek olursam entelektüel birikimi ve bunu filmlerinde, bilhassa esprilerinde kullanıyor olması ana sebeptir. Ayrıca genelde komedi çekiyor olsa da bu filmlerin farklı üsluplarda olması çok önemlidir. Örneğin belgesel izlenimine kapılacağınız bir komediyle (Zelig) politik alt metinli bir komedi (Bananas) ancak onun filmografisinde bir arada olabilir. Daha nice sebep de buraya eklenebilir lakin bu, farklı bir yazı olur.

Bu sebeplerle her Woody Allen filmi bende bir heyecan oluşturur. Her ne kadar çoğu eleştirmene göre son 20 yıldır başyapıt çıkaramasa da, genel Hollywood çizgisinde özgün filmler yazıp yöneterek kendini izlettirmeyi başarıyor. Son filmi Vicky Cristina Barcelona da başka bir benzerine rastlayamayacağınız bir film.

Birbirine zıt fikirli iki Amerikalı kanka olan Vicky ve Cristina, yaz tatilini geçirmek için Barselona’ya gelirler. Gece yedikleri bir akşam yemeği sırasında bir ressam tarafından uçakla tatil teklifi alırlar. Bu teklif nişanlı olan Vicky’ye saçma gelse de Cristina kabul eder. Böylece ikisi de Juan Antonio adlı bu adam Odavio’ya uçar. Juan önce Cristina ile ilgilense de Cristina’nın hastalanması sebebiyle Vicky ile muhatap olur. Juan’dan başlarda nefret eden Vicky, İspanya’nın sakin ve büyüleyici atmosferinin etkisi altında Juan’la beraber olur. Oysa nikahına sadece 2 hafta kalmıştır…

Bilerek saçma bir yerde kestim konuyu çünkü yazılamayacak kadar karışık olay örgülerine sahip film. Bir sürü karakter ve her birinin ayrı ama birbirleriyle kesişen öyküleri. Yani tam bir Woody Allen filmi. Dış ses de filmde önemli bir unsur olduğu için filmi Crime amd Misdemeanors’a benzettim. Yalnız o filmin ana unsuru olan suç kavramı bu filmde tutkunun ifade biçimleriyle yer değiştirmiş. Allen çok dakik bir senaryo yazmış.

Ama en önemlisi harika bir casting yapmış. Başrolde 3 kadın var ve üçü de olağanüstü güzellikte. Yazarken bile titriyorum heyecandan, öylesi: Rebecca Hall, Scarlet Johansson ve Penelope Cruz. Offffffffffff be! Şu fanteziye bakar mısınız? Ve Javier Bardem üçüyle de yatıyor filmde! Valla şu narin kalbime çok ağır bir yük!

Woody Allen neyi, nerde, nasıl yapacağını o kadar güzel biliyor ki anlatmaya kelimeler kafi değil. Barselona’yı çok güzel bir sete dönüştürüyor. Sanat üstüne kelamlar ediyor. Üstüne aşkın farklı ifadelerini sorguluyor.

Woody Allen’ı çok seviyorum!

Oyuncular: Scarlet Johansson, Rebecca Hall, Javier Bardem, Penelope Cruz, Patricia Clarkson, Kevin Dunn, Chris Messina, Christopher Evan Welch – Görüntü Yönetmeni: Javier Aguirresarobe – Yazan ve Yöneten: Woody Allen - ****

27 Kasım 2008 Perşembe

Son Zamanlarda İzlediklerim

Son zamanlarda pek üzerinde durmadığım filmleri izliyorum. Aklıma takılmış ama iyi olmadığını umduğum, sanki bir görevmiş gibi izlemeye koyulduğum filmler. Lakin bazıları şaşılası derece iyi çıkıyor. Buna öncelikle kendim çok şaşırıyorum.

Yaklaşık 10 gün önce Issız Adam’ı ikinci defa izlemişim. Eve döndüm, filmin kokusu benliğime sinmiş. O gün başka türde bir film izlemenin imkanı yok. Film listemi açtım, gözüme Once ilişti. Açtım, izlemeye koyuldum. Bir süre sonra film bitti. Nasıl yani? O kadar çabuk mu? Film o derece hızlı aktı yani. Yüreğinizi hem serinleten hem de ısıtan şarkıların arasında çok ayrıksı bir aşkı anlatıyordu. Filmden sonra ilk işim filmin soundtrack albümünü indirmek oldu. O günden beri yollarda dolanırken kulaklığım “If you want me/Satisfy me!” diye inliyor.

3 gün geçti, bir arkadaşın isteği üzerine gecenin bir vakti, 2 bira sonrası; 1,5 yıldır hard diskimde durup izlemememi bekleyen Zelig’i izledim. Ne zamandır bu kadar eğlenip güldüğümü hatırlamıyorum. Film başlı başına bir olay. En koptuğum replik: “Küçükken hahama gidip hayatın anlamını sordum. Bana söyledi ama İbranice, sonra da haftada 600 dolara İbranice kursu önerdi.” Tam 1 gün bu repliğin etkisinden çıkamadım.

Ertesi gün aynı arkadaşla adına kurban olduğum How to Lose Friends and Alienate People’ı izledim. Bir film adı, bir filmi bu kadar güzel tanımlayabilir yani.

Ertesi gün de Keire Knightley’in son kostümlü draması The Duchess’i izledim. Aklımda tek kalan Knightley! Film de hoştu gerçi.

Bugün de Moonlight Mile’ı seyreyledim. Bana çok dokundu. Hiç ummadığım halde bu kadar dokunması daha da koydu. Filmlerde aşkın oluşumunu izlemeyi çok seviyorum ya! Beni fena vuruyor her seferinde. Neden böyle duygusalım ya? Amaaaaaaaan! Ben buyum işte!

25 Kasım 2008 Salı

Bir İstanbul Seyranı

Bu sefer İstanbul daha bir güzeldi. Nedeni belirsiz. Daha çok keyif aldım, daha çok yer gördüm, daha çok arkadaş gördüm. İstanbul da sanki narin bir kız gibiydi, sürekli bana “Bak ne kadar güzelim ama sen benden uzaktasın.” der gibiydi.

Çarşamba günü her zamanki gibi hızlı bir Nilüfer yolculuğuyla başladı her şey. Daha İstanbul’a iner inmez arkadaşlar kokumu duymuş. Servisle Makine’nin önünden geçerken EPGİK’ten Yiğit aradı: “Abi seninle konuşmam gerek.” Telefonda hallediverdik sorunu. Ben de hemen Cihangir’de Gaea&Baykuş Sanat Evi’ne gittim. Orta okul kankam Barbaros ortaklarından biridir. Mekana bir tanıtım filmi çektirmek istiyormuş, beni düşünmüş, sağ olsun. Konsept hakkında uzunca konuştuk. Belalım ekonomik kriz onu da vurmuş, derin bir sohbet de kriz hakkında yaptık. Gitmeye yakın oda arkadaşım (eski oldu gerçi) Engin damladı. Engin’le oradan çıkıp İstanbul’daki ev sahibim Şero’yu beklemeye başladık. Şero vizeden çıkınca yine Cihangir’de çok ilginç bir lokantaya misafir olduk. ‘Misafir olduk’ dedim çünkü mekan evden farksızdı, zaten çok leziz ev yemekleri yapıyor. Cihangir’de olması sebebiyle sunumu gayet şık, kare tabak filan. Ama fiyatları şaşılası biçimde ucuz. Üç kap yemeğe sadece 5 YTL ödedim, hala şoktayım. Mekanın adı Pazı, şiddetle tavsiye ederim. Ardından bir cafede hafiften lafladık. Uzun gün böylece nihayete erdi.

Perşembe günü Şero ile öğlen yemeği ve ufak bir batak partisiyle başladı. Sonra ayaklarım beni ne hikmetse Maslak’a yönlendirdi. Okul hem değişmiş, hem değişmemiş. Metro inşaatı çehreyi değiştirmiş ve kampus hayatındaki değişiklikler dikkat çekici, mesela kütüphaneye bir tiki cafesi açılmış. Diğer yandan İTÜ bildiğiniz gibi, somurtkan tipler cirit atıyor. Yurt depozito işimi hallettikten sonra Müge ile biraz lafladık. Ders lafından hala sıkıldığımı o zaman anladım. Ne ise ardından Cevahir’e yollandım. D&R’da dolanırken sadece “Cevahir’deyim.” dediğim Engin beni buluverdi. Çok şey paylaşmışlık bu olmalı. Ertesinde Gloria’da kahve içerken entel takılarak beraber kitap okuduk. Şero damladığında yemek için sadece 15 dakikamız kalmıştı. Bu acele yemekten sonra Devlet Tiyatrosu’nda Ful Yaprakları’nı seyrettik. Türkiye için gayet modern, hatta postmodern bir oyundu. Bol felsefik diyaloglarına rağmen asla sıkmadığı kesin ama her beğeniye de uymaz.

Cuma yine Şero ile öğle yemeğiyle başladı. Niyetim boğazda güzel bir yürüyüştü. Ufak zihin fırtınalarından sonra Akmerkez’e kadar yürüyüp Ortaköy otobüsüne bindim. Ortaköy’den başladım yürümeye. Kulağımda Ipod, yavaş adımlarla Kuruçeşme’ye geldim. Oradaki bir parkta oturup biraz kitap okudum. Sonra Bebek’e kadar yürümeye devam ettim. Bebek’in ünlü badem ezmesinden 50 gram alıp (kilosu 100 YTL) Makine’ye gittim. EPGİK simalar haricinde değişmemiş. Aynı heyecanla çabalıyorlar ve eğleniyorlar. Ortabahçe toplantısı benim için eski günlere dair güzel bir yad oldu ama kulüp toplantılarının beni ne kadar sıktığını da hatırlamış oldum. Toplantıyı bitirmeden meydana çıktım. Atletizm tayfasıyla özleştik. Önce Asmalımescit’te bir yemek, ardından bir bar faslı. Barda bir içme oyunu oynadık. Herkesi daha iyi tanısam daha eğlenceli olacağı kesindi. Taksim’den sonra Kanyon’da Şero ile Hale’ye katıldım. Zaten onlar da kalkmak için beni bekliyorlardı Numnum’da. Günü güzel bir tavla maçıyla noktaladık.

Cumartesi sözde Şero, Hale ve İso’yla gezecektik. Şero’nun ani bir toplantısı çıkınca planlar suya düştü. İso’yu Kanyon’dan aldım. Burger King’te yemeğin ardından İstiklal’e çıktık. Pandora’nın yeni açılan (6 ay oldu gerçi) İngilizce kitapçısını inceledik. Enfes kitaplar vardı lakin okumaya zaman yetmez. Asmalımescit’te bir tavla attık. Ardından Karaköy’e indik. Batan iskeleyi şaşkınlıkla gördük, daha doğrusu göremedik. Odakule’de bir kahve içerken Şero aradı, eve dönün dedi. Engin’i de alarak evin yolunu tuttuk. Gece batak ve hemen ardından king partisiyle geçti. Disco Kralı’na biraz baktıktan sonra yattık.

Pazar günü uyanmamız 13.30’u buldu. Giyinip çıkmamız 15 etti. Şero’nun geldiğimden durmadan söylediği ciğerciye gittik. Levent’te Edirne Köftecisi’ni size de tavsiye ederim. Ciğeri, yoğurdu ve peynir helvası muazzam. Mideniz bayram ediyor resmen. Sonra Taksim’de yine king ve batak attık. İstiklal’i boylamasına yürüdük. Tramvay’da yenilen tatlının ardından eve döndük. Üçlü bir batak partisiyle günü sonlandırdık.

Pazartesi günü de İso ile beraber Bursa’ya döndük ve bu seyran da böyle bitti. Geriye anılar kaldı, bloga eklemek üzere.

12 Kasım 2008 Çarşamba

Issız Adam



Kalbimi ılık suda yıkadıktan sonra iyice temizleyen, sonra keskin bıçak darbeleriyle ince ince doğrayan, ardından süt ve kekikle terbiye eden, yayvan bir tavada doğranmış biber, domates ve soğanla kızgın ateşte pişirdikten sonra kare tabakta servis eden film.

Stephen Frears’ın çektiği 2000 yapımı bir film vardır, High Fidelity diye. Hiçbir zaman çok popüler olmadı ama çok sıkı hayranları bulunur, ben dahil. Filmin özelliği erkekler için bir romantik film olmasıdır. Yani daha çok aksiyon, komedi ve korku seven erkek cinsine yapılmış bir filmdir. Bu yüzden de genelde kıyıda köşede izlenir.

Issız Adam’ı izlerken High Fidelity’nin kulaklarını çok çınlattım. Çünkü Issız Adam, kadınlardan çok erkekleri ön planda tutuyor. Zaten film de bir erkeği anlatıyor tamamen. Dünyaya onun gözünden bakıyor. Ama kadını da ihmal etmiyor, ona da söz veriyor. Çünkü sonuçta erkeği tamamlayan unsur kadındır. İşte bu özelliğiyle de High Fidelity’nin önüne geçiyor.

High Fidelity’de bir monolog vardır, sizinle paylaşmak istiyorum: “Fantezilerden sıkıldım çünkü onlar gerçekte varolmayan şeyler. Onlarda sürprizler yoktur ve onlar sonuç vermez. Bütün bunlardan sıkıldım ama senden sıkılmıyorum.”

Bu cümleler aslında Issız Adam’ı da anlatıyor. Çünkü onun da derdi şehirli bir erkeğin bağlanma sorunu. Kadınlar belki anlamaz ama bu sorun hatta ikilem çok önemlidir. Çünkü fiziksel özelliklerinden dolayı biz erkekler; her an, her yerde, her kadınla birlikte olabiliriz ve bundan vazgeçme düşüncesi bile çıldırtabilir. Tek eşli yaşamak, sadece ona ait olabilmek. Bu, kadın fizyolojisine ne kadar uygunsa, erkek fizyolojisine de o kadar terstir. İşte bu yüzden aşk bir mucizedir. Erkeğin bu özelliğini tersine çevirebilen yegane duygudur. Ama tabii bir de durumu anlayabilmek olayı var. Yani erkeğin, aşkın bu özelliğini kavrayabilme yetisi. Daha sade bir ifadeyle, erkeğin doğasına karşı kalbiyle mücadelesi.

Genellikle kadınların daha duygulu oldukları ifade edilir. “Erkekler ağlamaz!” geyikleri filan yapılır. Oysa en güzel biz ağlarız. Çünkü gerektiğinde ve derinden ağlarız. Çünkü içimizde birikir bizim, duygu yoğunluğu oluşur. O yüzden erkekler daha iyi aşk şiiri yazar. Issız Adam, bu duyguları da betimliyor. Erkeğin daha güzel kek yapması mesela. O kekin içinde umut vardı, aşk vardı. Biliyor musunuz, bazen bir bakış milyonlarca “Seni seviyorum!”a bedeldir. İşte bunu da filmde görüyoruz.

Bunun için sinema en sevdiğim sanat. Bazı şeyler vardır, harflerle, notalarla, imgelerle anlatamazsın. Hepsinin birleşimi ancak o duyguyu verir. Çağan Irmak bunu yapıyor. Önce metnini yazmış, sonra bunu kameraya çekmiş ve bunu görüntüsüyle, oyuncunun performansıyla, müziğiyle süslemiş. Mesela sonlara doğru adamın sahilde yürüyüp bir kız çocuğu gördüğü bir sahne var. Gökhan Tiryaki o kadar iyi bir iş çıkarmış ki görüntü konuşuyor. Başka bir sahnede bir şarkı çalıyor, sizi sizden alıyor.

Bizim ülkemizde aşk tabudur, ayıptır. Aşık olmak tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Bu yüzden çok az yapıt aşkı anlatabilir (gerçek aşkı kastediyorum). Ben sinemada 3 Türk filminde aşkı görebildim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu ve Vesikalı Yarim. Şimdi ne mutlu ki bunlara Issız Adam ekleniyor.

Oyuncular: Cemal Hünal, Melis Birkan, Yıldız Kültür, Aslı Aybars, Şerif Bozkurt, Gözde Kansu – Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Müzik: Aria (Cengiz Onural, Bora Ebeoğlu, Cenk Erdoğan) – Yazan ve Yöneten: Çağan Irmak



***** G.T.: 7 Kasım Y.T.: 12 Kasım
NOT: Filmin enfes müziklerini dinlemek için: http://rapidshare.com/files/163994147/Issiz_Adam_OST.rar (kendi upload'ımdır)

Devrim Arabaları

Bu filmin benim adıma iki önemi var. İlki bu ülkenin ne mühendisler çıkarttığını görebilmek. Onlarla gurur duyabilmek. Ne şartlarda çalıştıklarını görebilmek. İkincisi Türk Sineması’nın nitelikli ticari sinemayı adam gibi yapabildiğini sonunda görebilmek. Salondan çıkarken bu iki önemli unsur yüzünden çok rahattım.

1961 yılında dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, bir yerli otomobil yapılmasını ister. Bir avuç da idealist makine mühendisi bu hayali gerçekleştirmeye çalışır. Bu film, o avuç dolusu mühendisin macerası. Onların gerek teknik zorluklarla gerekse bürokrasiyle savaşlarının hikayesi.

Bu film, dört dörtlük bir nitelikli ticari film. Hollywood’da çekilseydi Oscar’a aday olması kaçınılmazdı. Ama bunların ötesinde bir başyapıt olamaz. Zaten Tolga Örnek de başyapıt olsun diye değil, insanlar izlesin de ibret alsın diye çekmiş. Yani hedefini tam on ikiden vuruyor.

Filmin teknik kalitesi gerçekten çok iyi. Kostümlerden sanat yönetimine çok ciddi emekler verildiği belli. Aynı şekilde yıldızlardan (belki siz demezsiniz ama onlar benim için yıldız) oluşan oyuncu kadrosu döktürüyor. Bir adı yazsam diğerine hak geçer, öylesi. Tolga Örnek de hazmı çok kolay, çok güzel akan bir film çekmiş. Daha ne olsun.

Son paragrafım, o cesur mühendislere yine. Ben meslek olsun diye okudum İTÜ Makine’yi. Üstelik otomotiv dersleri de aldım. Ama ben kendime mühendis demem. Bu filmi gördükten sonra olmaz. Gerçek mühendisler onlardır. Yaptığı işi seven, hayran olan ve bunu ülkesi için de yapandır. Bazı işler için o olarak doğman lazımdır, makine mühendisliği de onlardan biri desem abartmış mı olurum?

Oyuncular: Taner Birsel, Ali Düşenkalkar, Altan Gördüm, Vahide Gördüm, Selçuk Yöntem, Halit Ergenç, Onur Ünsal, Uğur Polat, Sait Genay, Serhat Tutumluer, Seçil Mutlu – Görüntü Yönetmeni: Hasan Gergin – Müzik: Demir Demirkan – Senaryo: Tolga Örnek, Murat Dişli – Yönetmen: Tolga Örnek
**** G.T.: 24 Ekim Y.T.:12 Kasım

10 Kasım 2008 Pazartesi

Quantum of Solace

Quantum of Solace, çok yerinde bir devam filmi. Selefini aşmıyor ama ondan sonraki aşamaları güzelce devam ettiriyor.

Bir kere şu ayrım alenen yapılmalıdır: İki tür dizi türü vardır. Birinde olaylar birbirini takip eder. Bir bölümü kaçırırsanız olayları kaçırırsınız. İkincisinde ise her hafta farklı bir konu vardır. Karakterler ve ana unsurlar aynı olsa da her bölüm birbirinden farklıdır. Bu türde bölüm kaçırmanız sizi etkilemez.

Bond serisi ilk 20 filminde ikinci türü tercih etti. Her film, öbüründen bağımsızdı. Ama Casino Royale ile birlikte birinci türe geçiş yaptı. Aslına bakılırsa Sean Connery’li Bond filmlerinde de bir nevi devamlılık vardı. Roger Moore ile birlikte bu, tamamen unutuldu. Şimdi Bond, hem Connery’li günlerine geri dönmeye çalışıyor hem de zamana ayak uydurmaya. Hal böyle olunca birinci türe atlayış kaçınılmaz oluyor.

Dün biraz Ekşi Sözlük’teki yorumları okudum. Çoğunluk Roger Moore-Pierce Brosnan çizgisine göre filmi yorumluyor. Oysa ki mantalite tamamen farklı. Quantum of Solace, Casino Royale’in kaldığı yerden başlıyor. Yani Bond Le Chiffre’yi alt etmiş lakin en büyük aşkı Vesper tarafından ihanete uğratılmış. Sonunda da köstebeğin Mr. White olduğunu bulmuş. Bu film ise, Bond’un Mr. White’ı sorgulamaya götürmesiyle başlıyor. Amaç Le Chiffre ile Mr. White’ın içinde olduğu örgütü bulmak. Aynı örgüt Vesper’in de Bond’a ihanet etmesini sağlamış.

Başka bir durumsa, Casino Royale’da Bond’un daha yeni ajanlığa başlaması. Yani Bond daha çaylak. Daha neyi nerde ne zaman yapacağını yeni anlamaya başlıyor. Bu yüzden tipik Bond hareketleri de daha yeni oturmaya başlıyor. Mesela ünlü “My name is Bond, James Bond!” repliğini önceki filmin finalinde duymuştuk. Bond’un her kızla yatmaya başlaması bu filmle başlıyor henüz. Çünkü Vesper’dan hayatının kazığını yemiş, bir daha hiçbir kıza güvenmemeyi öğrenmiş. Bir de içki olayı var, “Shaken, not stirred martini”. Bu filmdeki bir sahnede Bond barda içkisini içiyor. Felix geliyor ve içkinin nasıl olduğunu soruyor. Bond “Tam istediğim gibi!” diyor ve sonra barmen Felix’e karışımı açıklıyor. Böylece tipik içkiyi de Bond daha yeni keşfetmiş oluyor. Yine Bond’un CIA’deki dostu olan Felix ile önceki filmde tanışmıştık. Bu filmde ikisi arkadaşlıklarını geliştiriyorlar. Belki de 23. filmde dost olurlar.

İşte bu açıdan bakıldığında Quantum of Solace, oldukça iyi bir Bond filmi. Karakteri bir adım ileriye taşıyor ve sonraki filmler için açık alanlar bırakıyor. Bir sonraki filmde bu boşluklar dolacak ve esas şenlik o zaman başlayacak. Mesela Quantum örgütünün başının kim olduğu veya Mr. White’ın örgütün neresinde olduğu. Ben 23., en bilemediğin 24. filmde bir zirve bekliyorum. Hadi hayırlısı!

Oyuncular: Daniel Craig, Olga Kurylenko, Mathieu Amalric, Judi Dench, Giancarlo Giannini, Gemma Arterton, Jeffrey Wright – Görüntü Yönetmeni: Roberto Schaefer – Müzik: David Arnold – Senaryo: Paul Haggis, Neal Purvis, Robert Wade – Yönetmen: Marc Forster
***1/2 G.T.: 7 Kasım Y.T.: 9 Kasım

Öylesine Notlar - 8

  • Televizyonlarda aniden çıkan yeni trendlere gıcık oluyorum. Çıkıyorlar, sonra tüketilip bir kenara fırlatılıyorlar. Daha yavaş tüketemez miyiz? Ya da hiç aynı bir şeyi sevemeyecek miyiz? Kapitalizm bu mudur?
  • Star Wars Episode 2.5: The Clone Wars bariz çocuk filmi. Ama SW etkisine de sokabiliyor sizi. Senaryo çok bariz yazılmış. En kötüsü de filmin adıyla alakası bulunmaması. Anakin ile yamağının görevini izliyoruz sadece.
  • Eskiden sevdiğim kimi önemli (yada öyle olduğunu sandığım) şeyleri sevmemek bana acayip koyuyor. Büyümek bu mu?
  • Öykü & Berk neden bu kadar şapşal?
  • Bazen düşünüyorum, film indirmek mi yoksa film izlemek mi beni daha çok mutlu ediyor. Normali ikicisi elbet ama bazı anlarda şaşırıyorum.
  • Bugün internet aleminde Ozu’nun filmlerini arattım. Sinefiller arasında kilit isimdir Ozu. Hiç popüler değildir ama her sanatçı ona imrenir. O kadar ki Kurosawa, Ozu’nun öldüğü günü Japon Sineması’nın bittiği gün iddia etmiştir. Neyse ki tek film de olsa buldum. Ben de Ozu izleyeceğim yani. Heyo!
  • Hale Caneroğlu’nu çok yapmacık buluyorum.
  • Dün akşam doğumgünüm şerefine Tike’nin Bursa şubesine gittik. Şık bir kebap restaurantı. Kebap seven zenginlerimiz böyle yerlere hastadır. Ne ise, gittik. Kapıda kocaman “Mediterrian Grill” yazıyor. Ne kadar cafcaflı ama boş bir tanım! Çünkü Akdeniz havzasında kebap yoktur! Akdeniz’de ızgara denilince biftek, pirzola gibi tek parça kırmızı et gelir. Menü geldi ilk önce. Fiyatlar uçuk zaten. Sonra yemekler gelmeye başladı. Efendim, ana yemek başına 20’li bir rakam veriyorsanız çok leziz, orijinal bir yemek beklersiniz. Gelenler sıradanın ötesine pek geçemeyen işlerdi. Adam bariz malzemeyi iyi almış ve bol kullanmış hafif, o kadar. Ekstra hiçbir şey yoktu! Bence bu konsept ufak çaplı bir fiyaskodur.
  • Tike’de yemek yerken aklıma Unkapanı, Sur dibindeki Sur Kebap geldi. Hem gözünüz, hem mideniz doyuyor. Ben öyle bir şey hayatımda yemedim. Fiyatı da değerine göre ucuz.
  • Annemle yaş konusunda uyuşamıyoruz. Kendisi girdiği yaşı baz alıyor, ben ise bitirdiğim. Benim düşünceme şiddetle karşı çıkıyor. Mesela ben 1984 doğumluyum. Bugün 24 yaşımı doldurdum ve bir yıl boyunca 24 yaşında olduğumu dile getireceğim. Anneme göreyse 25 demem gerekiyor.
  • Geçenlerde arka arkaya 1940 yapımı iki romantik-komedi seyrettim. İlki olan His Girl Friday, sıkılma ihtimaliniz bulunamayan bir film. O kadar çok ve o kadar hızlı konuşuyorlar ki dikkatinizin dağılması imkansız. Zaten bu film, gerçek hayatta olduğu gibi konuşmaların birbirinin üzerine bindiği ilk filmmiş. İkincisi ise screwball tarzının klasiklerinden The Philedelphia Story. Cary Grant-Katherine Hepburn-James Stewart üçlüsü nasıl döktürüyor görmelisiniz. İzlerken aklıma 60’ların salon komedilerinden High Society geldi. Konuları birbirine çok yakın.
  • Adalet kavramı benim için çok önemlidir. O yüzden 73 dakikalık The Ox-bow Incident beni çok etkiledi. Film, kasabanın ileri gelenlerinden birinin bir ordu tarafından vurulduğunun salonda duyulması ile başlıyor. Hemen diğer kasabalılar intikam için bir grup oluşturuyor. Orduyu takip ediyorlar ama geceyarısında onları bulduklarında sadece 3 kişi oldukları çıkıyorlar. Çoğunluk hemen asılmalı taraftarı olsa da birkaçı mahkeme yanlısı çıkar. Sonuçta asma taraftarları ağır geliyor ve 3 kişi de asılıyor. Kasabaya dönerlerken o ana kadar kayıp olan şerif çıkıyor ve neden toplandıklarını soruyor. Cevap karşısında şoke oluyor çünkü öldürüldü denilen adamın ölmediğini söylüyor. Kalan kısım tam bir vicdan muhasebesi!

29 Ekim 2008 Çarşamba

Üç Maymun

Ben bu filme Türkiye’nin American Beauty’si desem abartmış mı olurum? Çünkü nasıl o film, Amerikan aile değerlerinin nasıl yozlaşmış olduğunu ortaya çıkarıyordu. Üç Maymun da Türk aile yapısının yozlaşmış olduğunu ispatlıyor. Yaş yavaştan kemale eriyor ya, evlilik kurumunu daha fazla inceliyorum artık. Açıkçası gördüklerim pek iç açıcı şeyler değil. Herkes bir evcilik oynuyor gidiyor. Evliliğin tarafları (çocuklar da dahil) hayali bir görev tablosu çizmişler, herkes onu uyguluyor. Tabloyu ihlal eden kapı dışarı ediliyor. Evlilik artık sosyal bir statü halini almış. Bu durumda, statüko harici bir olay tüm yapıyı yerle bir edebiliyor. Nitekim artan boşanma davaları da bu saptamayı destekliyor.

Filme dönersek, Nuri Bilge Ceylan’ın bu sefer daha açık olduğu kesin. İzleyici filme daha fazla hakim olabiliyor lakin bu, alışık olunan konvesiyonel sinema tarzı kadar değil. Yine film, izleyiciyle kendisi arasında belli bir mesafe bırakıyor. Tabii filmin daha yakın olmasının bir sebebi de Ceylan’ın ilk defa profesyonel oyuncu kullanması. Normal hayattan alışık olunan bu simalarla özdeşleşmeniz daha kolay oluyor.

Ceylan, bu filmde tipik bir Türk ailesi içindeki iletişimsizliği sorguluyor. Herkesin bir görevi olduğu bir ailede, normalin değişmesiyle ortaya çıkan olayları gösteriyor. Doğal olarak bu tarz durumlarda, bilinçaltına atılan birtakım anılar da gün ışığına çıkıyor. Yavaş tempo, ne yükseliyor ne de azalıyor. Öykü aynı hızda akarken çeşitli kayalara çarpsa da bu çarpmaların etkisi anlık kalıyor.

Filmin en öne çıkan unsuru, görüntüleri. Gayet çarpıcı olan kareler haricinde gösteriş yapan bir öğe bulmak zor. Oyunculuklar da, reji de kurgu da gayet sade. Böylece Ceylan esas olarak hikayeyi ön plana çıkarıyor. Bu da önceki filmleriyle önemli bir fark teşkil ediyor.

Ceylan, aslında çok doğal olarak lakin genel Türk yapısına göre şaşılası bir biçimde, giderek olgunlaşıyor. Böylece, Üç Maymun Ceylan’ın gelecekte çekeceği başyapıtlar öncesinde önemli bir durak görevi görüyor.

Oyuncular: Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Rıfat Şungar, Ercan Kesal – Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal – Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
**** G.T.: 24 Ekim Y.T.: 29 Ekim

Freaks and Geeks

Freaks and Geeks, 1999-2000 sezonunda ABD’de 18 bölüm halinde yayınlanmış bir dizi. Şu anda dizi, dünyanın her yerinde ‘kült’ mertebesinde. Zaten IMDB sitesinde de 9.6 ortalamaya sahip. Tabii insan, bu kadar beğenilen bir dizinin neden sadece 18 bölümde bittiğini soruyor hemen. Yanıtı basit: Yayınlandığında beğenilmemesi. Zamanla değeri biliniyor. Mesela, yine ABD’de yayınlanan TV Guide dergisi ancak 2004’te diziyi, Tüm Zamanların En Kült Dizileri Listesi’ne dahil ediyor.

Freaks and Geeks’in (F&R) Türkçe karşılığı ‘Ucubeler ve İnekler’. Buradaki ‘inek’ kelimesi mecazi anlamda kullanılıyor, çalışkan ve asosyal öğrenci manasında. Dizinin adı, mantığını gayet güzel betimliyor. Normal bir lise dizisi değil F&R. Dünyanın her lisesinde var olan iki grubu anlatıyor; dersleri eken, her türlü tütün vb maddelerini kullanan, rock dinleyen ama diğerleriyle alakası olmayanlar ve çalışkan ama kendi aralarında takılan, bilgisayar tutkunu, asosyal, dalga geçilenler. Birinci grubun temsilcileri Daniel, Kim, Nick ve Ken, lise 3’e gidiyorlar. İneklerse Sam, Bill ve Neal, onlar liseye daha yeni başlıyorlar. Bu arada önemli bir unsuru unuttuk: Dizi günümüzde değil, 1980’de geçiyor. (Bu tercihin önemine değineceğim.) Dizi aslında Weir ailesinin çocuklarını anlatıyor, Lindsay ve Sam’i. Sam, zaten inekler grubunda. Dizi, Lindsay’in o zamana kadar dahil olduğu inekler grubundan sıkılıp ucubelerle arkadaş oluşuyla başlıyor. Okulun matematik kulübünün başı olan Lindsay, Lise 3’e başlarken her şeyi bırakıp Daniel’in grubuna giriyor.

Dizi ilerledikçe Lindsay’in yavaş yavaş gruba adapte oluşunu izliyoruz. Ama Lindsay derslerine de çalışarak, grupta farklı bir kişilik oluyor. Öte yandan Sam ve arkadaşları, yeni okullarına alışmaya çalışıyor. Bir taraftan büyümenin genel sorunları, bir taraftan okuldaki budalalar (bullies) her birini fazlasıyla terletiyor. Ayrıca Sam ve Lindsay’in evebyenleriyle ilişkileri de dizinin farklı bir unsuru. Babanın yarı tutucu yarı özgürlükçü yapısı, annenin hafif çılgın bir ev hanımı oluşu diziye farklı bir tat katıyor.

Senaryo, lisenin belli başlı tiplerinin ve olaylarının hepsini barındırıyor. Ama diğer dizilerden farkı, bu unsurlara oldukça gerçekçi yaklaşması. Mesela ponpon kızlar çok popüler yine ve Sam bunlardan birine aşık oluyor. Ama gün gelip de çıkmaya başladığında hiçbir ortak yönünün olmadığını anlıyor, diğer deyişle kızın ne kadar boş olduğunu görüyor. Diğer bir örnekse yine Sam’in arkadaşlarından Gordon. Sınıfın en şişman ve en kötü kokan öğrencisi ama Sam, onu tanıyınca ne kadar farklı olduğunu anlıyor. Yine Millie başka bir örnek: Lindsay’in çocukluk arkadaşı olan Millie, her hafta kiliseye giden, çirkin, fazlasıyla inek bir tip ama Lindsay’in her zaman yanında yer alıyor, en kötü anlarında bile. Mesela bir bölümde Lindsay uyuşturucu deniyor ve bebek bakıcılığı yapması gerektiğini fark ediyor ve Millie hem bebeğe hem Lindsay’e bakıyor.

Yazının başlarında en önemli unsurlardan birinin dizinin 1980’de geçmesi olduğunu belirtmiştim. 1980 ve ardından gelen 10 yıl, bence çok önemli bir zaman dilimi. Dünyada her bakımdan değişikler boy gösteriyor. Mesela ilk bilgisayar oyunları çıkıyor. Dizinin bir bölümünde Sam ve Neal babalarından Atari almasını rica ediyorlar. Yine Pink Floyd, Queen ve Led Zeppelin’in zirvede olduğu yıllar. Ses kaydında, diyaloglarda ve kıyafetlerde dönemin etkisi hissediliyor. Sonra punk kültürü, disco kültürünün izdüşümleri; Star Wars etkileri (daha 5. film yeni gösterime girmiş), FRP’nin ortaya çıkışı, Steve Martin geyikleri dizide yerlerini buluyor. Tabii ki politika da var, az olsa. Okula Baba Bush’un gelmesi ve Lindsay’in efsane sorusunu sorması yüzlerde hoş bir tebessüme sebep oluyor.

Biraz da karakterlere girelim, bahaneyle oyuncularına değiniriz. Baş karakter Lindsay zeki, çalışkan ama her genç gibi kafası karışık, her şeyi denemek isteyen, mantığa boş vermek isteyen biri. Lindsay’i canlandıran Linda Cardellini, dizide çok iyi, karakterine çok uyum gösteriyor. Ama diziden sonra Scooby Doo haricinde kayda değer bir işi yok. Daniel, ucube tayfasının başı. Derslerden hep kalan, kopya çekmede usta olan, külüstür arabasıyla gezen bir tip. Lindsay’e hep arka çıkan o oluyor, aslında yalnız biri olduğu ortaya çıkıyor. James Franco, Daniel karakteriyle özdeşleşiyor. Franco, şu an Hollywood’un starlarından. Nick karakteri davul hayranı, baterist olmak için her şeyini verebilecek biri. Derslere pek kafası basmıyor ama kötü de değil, otoriter babasıyla uğraşıyor ve Lindsay’e fena halde aşık oluyor. Jason Segel şu an How I Met Your Mother’daki Marshall olarak tanınıyor. Daniel’in sevgilisi Kim, tam bir çatlak; onu oynayan ise Busy Philips (Dawson’s Creek’in çatlak Audrey’i). Şimdilerde Knocked Up, Pineapple Express ve Super Bad ile iyice yıldızlaşan Seth Rogen ise pek sesini çıkarmayan Ken rolünde.

İnek tayfasına gelirsek: Sam, gayet normal bir çocuk ama çelimsizliğin dezavantajlarıyla cebelleşiyor. Bu arada ponpon kız Cindy’ye aşık ama uzun süre açılamıyor. Bill ‘geek’ kelimesinin sözlük karşılığı resmen. İnce, uzun, çelimsiz, kocaman gözlüklü, diş teli takıyor ve sürüyle prensibi var. Mesela koyu bir Dallas hastası. Martin Starr Bill rolünde harika bence. Neal içlerindeki en garipleri. Hem inek hem de züppe. Bilbo Baggins’e fena halde benziyor, kızların peşinde oldukça saçmalıyor, havalı görünmeye çalışıyor, ne yapsa boşa çıkıyor (Şişe Döndürmece’deki başarısı göz dolduruyor!). Konuk oyuncularda ise Ben Stiller, Leslie Mann, Jason Schwartzman ve Dave Allen’e (Mr. Rosso tiplemesi efsane) dikkat etmenizi öneririm.

Kamera arkası da fena değil ayrıca. Dizinin yaratıcılarından Judd Apatow, Knocked Up sonrası Hollywood’un popüler yapımcı/yönetmeni oldu. Dizideki çoğu oyuncu hala Apatow’un favorileri (James Franco, Seth Rogen, Martin Starr). Dizinin görüntü yönetmenlerinden Bill Pope, Matrix’in de görüntülerinden sorumluydu. Müzikleri yapan Michael Andrews ise Donnie Darko’nun müziklerini yaptı sonra ve ‘Mad World’ de ona ait.

En sona ise diyalogları bıraktım. Her bölümde birkaç bomba diyalog bulabilirsiniz ve bunlar sizi yerlere yatırabilir. Benim 2-3 dakikalık krizlerim oldu dizi boyunca. Şimdi yazsam çok yer tutacağından sizi ilgili sitelere davet ediyorum.

Şimdi ise güzel bir özetleyelim: F&R gerçekle neredeyse kesişecek kadar yakın bir lise dizisi. Diğer gençlik dizilerinde (Dawson’s Creek, O.C., vb.) gördüğünüz klişelere burada yer yok. İkinci olarak, yaratıcı ekibi izlenilesi bir dizi çekmiş. Üç, oyuncular kasıntı değil. Dört, 80’leri çok güzel anlatıyor, neredeyse yaşatıyor. Daha ne olsun, ey izleyici!

21 Ekim 2008 Salı

Yaşayan En İyi Oyuncular

Efendim, Sinema dergisi ‘Yaşayan En İyi 10’ar Kadın ve Erkek Oyuncu’yu seçmiş. Ben de kendi listemi sizlerle paylaşmak istedim. Öyleyse buyurun:

Yaşayan En İyi 10 Erkek Oyuncu:

1) Robert De Niro: Ne desem boş valla. Godfather Part II, Mean Streets, Raging Bull, Angel Heart, Taxi Driver, The Deer Hunter, The Untouchables ve Heat mutlaka izlenmelidir, bu adam uğruna. Daha sürüyle film var gerçi onun uğruna izlenecek lakin bu filmler bana göre zirvedir. Benim sinema tarihinde Humphrey Bogart ve Marlon Brando ile birlikte en sevdiğim 3 oyuncudan biridir.
2) Daniel Day Lewis: Sınırlı filmografisinde harikalar yaratmış bir aktör. There Will Be Blood onun tek kişilik şovudur. Ayrıca My Left Foot, In the Name of the Father ve The Last Mohican da onun parıltılarıdır.
3) Harry Dean Stanton: Benim aşık olduğum filmlerden Paris, Texas’ta başrol oynaması bile yeter de artar. Ama ayrıca Stanton ABD’nin en sağlam karakter oyuncusudur. Ünlü film eleştirmeni Roger Ebert şöyle demiştir: “Bir filmde Harry Dean Stanton oynuyorsa, o film iyidir.”
4) Dustin Hoffman: Hoffman, gerçek bir oyuncudur. Her rolün altından kalkabilen, her türlü (büyük, küçük demeden) filmde oynayabilen bir aktördür. Hoffman her zaman The Graduate, Midnight Cowboy, Kramer vs. Kramer, Tootsie ve Rain Man ile hatırlanacaktır. Ama gerek I Heart Hucklebees gibi bağımsız yapımlarda, gerek Straw Dogs gibi tartışmalı yapımlarda, gerekse Finding Neverland gibi karakter oyunculuğu gerektiren yapımlarda yer almıştır.
5) Al Pacino: Çok farklı bir aktör daha. Genelde polis, mafya, ajan filmlerinde sağlam adamı oynayan üst düzey bir oyuncu. Benim için önemli olan filmleri: Godfather Triology, Scarface, The Devil’s Advocate, Heat.
6) Jack Nicholson: Ben oyuncuyum diye bağıran Nicholson’ı asla göz ardı edemezsiniz. Easy Rider, One Flew Over Cockoo’s Nest, Terms of Endearment, Batman, About Schmidt Nicholson’ı gıptayla izlediğim filmlerdir.
7) Robin Williams: Her ne kadar son zamanlarda saçmalasa da çok sevdiğim bir aktördür. Çocukken en sevdiğim aktördü. The World According to Garp, Good Morning Vietnam, Dead Poets Society, Good Will Hunting kesinlikle onun için izlenmelidir.
8) Johnny Depp: Depp’i sevme sebebim, farklı türlerdeki filmlerde farklı karakterleri başarıyla canlandırması ve bu filmlerin hepsinin belli bir ağırlığının olması. Edward Scissorhands, Ed Wood, Donnie Brasco, Pirates of the Caribbean, Finding Neverland sevdiğim filmleridir.
9) Edward Norton: Tıpkı Depp gibi sıra dışı, güzel filmlerde farklı roller canlandırabilen biri. American History X’de de o oynuyor, The Incredible Hulk’ta da.
10) Michael Caine: Onu şöhret yapan çoğu filmi seyredemesem de kalburüstü bir oyuncu olduğu su götürmez. Sleuth, Hannah and Her Sisters, The Prestige bile bana kafi.

Yaşayan En İyi 10 Kadın Oyuncu:

Kadın oyuncular hakkında yaklaşık 2 haftadır düşünüyorum ama net bir karara varamıyorum. Çünkü güzellik faktörü önemli bir unsur olarak öne çıkıyor. Ama bu liste oyunculuğu göz önünde bulundurmalı. Sonuçta objektif bir karar veremeyeceğimden, numaralandırma yapmaksızın salt adları yazacağım:
- Joan Allen
- Meryl Streep
- Juhi Dench
- Charlotte Rampling
- Helen Mirren
- Julie Christie
- Liv Ullman
- Frances McDormand
- Diane Lane
- Cate Blanchett

Son Zamanlarda İzlediklerim

İşsiz, güçsüz biri olarak hayatımı tamamen filmlere adadığımı söylemeliyim. Son 10 gündür o kadar çok film izledim ki hepsine ayrı bir yazı düzmek çok zor geliyor. O yüzden tek yazıda, birer paragraf halinde hepsinden bahsetmenin en iyisi olacağına kanaat getirdim.

Guillermo Del Toro’ya bundan böyle ‘Yaratıkların Efendisi’ diyeceğim çünkü adam, o kadar ilginç, özgün ve sanatsal yaratıklar yaratıyor ki sırf bu yüzden tüm Del Toro filmleri izlenir. Hellboy II: The Golden Army ise tek kelimeyle eğlenceli ama ben fazlasını bulamadım. Hoş, zaten bir çizgi roman uyarlamasında olması gereken ana unsur da bu ya. Senaryoyu, bilhassa finalde, biraz zayıf buldum. Ama bu, filmin nüvesine zarar vermiyor. 3. film çekilirse mutlaka giderim.

Wall-E’de hayal kırıklığına uğradım. Bence güzel bir animasyondan öteye pek geçememiş. Tamam, tüketim toplumu konusunda çok ağır eleştiriler getiriyor ve çevre hakkında ciddi saptamalarda bulunuyor. Lakin çok daha felsefik bir anlatım tarzı bekliyordum. Sonuçta bir PIXAR yapımından beklentileriniz her zaman yüksektir. Hele IMDB’de 30. sıraya çıkan bir animasyondan düz bir anlatım beklemem ben. İzlediğim film, Cars’tan daha iyi fakat Finding Nemo’dan kötü.

Robert De Niro-Al Pacino ikilisi bundan 12 önce bir klasik yaratmışlardı. 2008’de de bir fiyaskoya imza attılar. Bu 12 yılda ne değişti diye sormak herkesin hakkı lakin cevabı yok. Bu kadar kötü bir filmde böyle bir ikili ne arıyor bilemiyorum. Filmin adını bile anmak istemiyorum.

2 ay önce IMDB’nin Top 250 listesinde gördüm filmin adını. Bu ne ya, dedim içimden. Çünkü film hakkında hiçbir şey duymamıştım. Araştırdım, iki tetikçinin Bruges’a bir iş yüzünden gitmelerini anlatıyormuş. In Bruges, öncelikle inanılmaz eğlenceli bir film. Ayrıca temposu oldukça güzel akan, çok titiz ve dakik bir senaryoya sahip olan, bunu sağlam performanslarla ve rejiyle pekiştiren bir film. İşte kaliteli bir aksiyon-komedi böyle olur. Budur!

Apatow ve tayfasının işleri gittikçe tadından yenmez oluyor. Knocked Up, Super Bad ve en son Forgetting Sarah Marshall’da onlara hayran kalmıştım. Bu sefer Super Bad tarzına dönüyorlar, yani 80’ler gençlik komedisine. Asıl bomba hikayenin bu türün babası John Hughes’un olması. Sonuç, eğlencenin tavan yapması. Tabii, türü sevenler açısından. Breakfast Club’ı sevmeyenlerdenseniz bu filmi sakın izlemeyin, çok sıkılırsınız. Drillbit Taylor, saf 80’ler gençlik filmlerini sevenler için kaçırılmayacak bir fırsat.

X Files: I Want to Believe vasat bir X Files bölümünü andırıyor. Paranormala pek bulaşmadan, sade bir gerilim yaşatmak istiyor. Fakat bunun örneklerini, gerek beyazperdede gerekse beyazcamda o kadar izledik ki hiçbir artısı kalmıyor filmin.

Dali sergisine gittikten sonra Spellbound’u izlemenin vakti gelmişti. Hitchkock’un psikanalitik gerilimi, gerek bu konudaki ilk film oluşuyla gerekse Dali’nin tasarımıyla ve enfes ses kaydıyla hiç eskimeyecek bir film.

Mayıs ayında gösterime girince gidemediğim Definitely, Maybe’yi geç de olsa izleyebildim. Klasik romantik-komedi kalıplarının dışına çıkmayan film, ‘How I Met Your Mother’ konulu hikayesiyle farklı bir bakış açısı sunuyor.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Batman'de Nolan mı, Burton mu?

Bu yaz The Dark Knight dünyayı salladı. Hem eleştirel olarak hem de ticari açıdan inanılmaz bir başarıya imza attı. Hal böyleyken, yani The Dark Knight en iyi süper kahraman filmi ilan edilmişken, akla ister istemez Tim Burton geldi. Onun da Batman’i gayet iyiydi ve başarılıydı eskiden. Öyleyse, dedim, o iki filmi bir daha izlemek gerek. Farkları nelermiş görelim.

Ama öncelikle kendi Batman hayranlığımdan biraz bahsetmek lazım. Çünkü subjektif bir yazı olacağından, benim olaya nasıl baktığımı görebilmeniz lazım. Batman benim en sevdiğim süper kahraman. Aslında şu ‘süper’ kelimesi beni ona yaklaştıran. Çünkü Batman, her ne kadar bir süper kahraman olarak lanse edilse de aslında hiç de süper değil. Yani hiçbir süper gücü yok. Normal bir insan o. Servetini ve zekasını insanlığı biraz da olsun rahatlatmaya adamış biri. Onun (çizgi roman) dünyasında tek doğa dışı olan düşmanları. Joker, Penguen, Mr. Freeze, Catwoman gibi karakterlerin başlarından süper bir şeyler geçirmişlikleri var. Ama onlar bile Batman’le süper güçleriyle savaşmıyorlar.

Sonuçta beni Batman’e çeken unsur, gerçekliği. Bir sinema manyağı olarak da bir senaryoda beni ilk ilgilendiren unsur da gerçekliktir. (Gerçeklik unsuru taşımayıp da sevdiğim birçok film vardır, o ayrı.) İşte tam da bu unsur Burton ile Nolan’ın Batman’e yaklaşım açısı oluyor. Burton, Batman’i bir çizgi roman karakteri gibi ele alıyor ve Batman ile Batman Returns’ün dünyasını bu açıdan yaratıyor. Nolan ise Batman’e dünyamızda yaşayabilecek bir insan olarak ele alıyor ve Gotham City’yi şu anda Amerika’daki herhangi bir şehir biçiminde tasarlıyor.

Detaylara inelim biraz isterseniz. Burton’un Batman’i tam bir mirasyedi. Herhangi bir işi yok, babasından kalan parayı yiyor ve yatırımlar yapıyor. Asıl işi Gotham City’de huzuru sağlamak. Zaten geçmişi hakkında tek bilgi ailesinin Joker tarafından öldürüldüğü. Gotham City’ye bakarsak tam bir çizgi roman kenti olduğunu görüyoruz. Sadece Batman bilgisayar kullanıyor. İlk filmdeki gazete ofisi ise 50’lerden kalma. Keza şehir setlerinde de bu detaya rastlıyorsunuz. Joker’in kimyasal bir tankerin içine düşerek beyazladığını biliyoruz. Penguen ucube olarak doğmuş ve sonra da penguenler tarafından yetişmiş biri. Kedi Kadın, ölümden kedilerin yalamalarıyla kurtulmuş ve daha 8 canı kalan bir sekreter. Diğer karakterler de, çizgi roman kalıplarına göre, ya saf kötü ya da saf iyi olarak çiziliyor.

Nolan’ın Batman’ini ise sıfırdan izliyoruz. Ailesini yine kaybediyor, sonra şirketini yönetim kuruluna devrederek Uzak Doğu’ya gidip iç ve dış eğitimden geçiyor. Yani hem felsefik bir eğitim alırken hem de dövüş sanatlarını öğreniyor. Gotham City’ye döndüğünde şirketinin başına geçiyor. Bu arada Batman personasını yaratıyor ama yaratırken üç şeyi kullanıyor: Eğitimi, Alfred’in öğütleri, Lucius Fox’un aletleri. Bu şekilde Batman Begins’de Ra’s Al Ghul ve Korkuluk ile mücadele ediyor. Bu iki karakterde gayet gerçekçi ve alt yapıları olan kötüler. Mesela Korkuluk aslında bir örgütün baş avukatı ve ana unsuru davalarda karşısına çıkanı delirtmek. The Dark Knight’da ise durum daha karmaşık, tıpkı hayatımız gibi. Batman, hem Joker lakabını almış makyajlı bir deliyle uğraşırken bir yandan da kendisinin halkın içindeki konumunu sorguluyor. (Batman Returns’te de benzer bir yaklaşım var ama o filmde Batman kendisini sorgulamıyor.) Ayrıca karakterlerin dönüşümü de ilgiye layık. Gerek Harvey Dent’in Two Face’e dönüşümü hem de Rachel Dewes’in ikilemi filmin diğer önemli unsurları.

Şimdi hangisi daha iyi? İşte bunun cevabı yok. Çünkü ikisi de farklı karakteri anlatıyor. Benim tercihim Nolan, her açıdan. Ama Batman’in özünde bir çizgi roman olduğu göz önüne alındığında Burton’un seçimi de gayet mantıklı. İsterseniz bu görüşteki bir fikirle yazıyı noktalayalım. Bakın, Uygar Şirin Sinema’nın Eylül 2008 sayısında ne demiş: “Batman serisine ciddiyet ve derinlik katmak için (sanki ihtiyacı varmış gibi) kimliğine dair çelişkiler yaşayan bir kahramana, Felsefe 101 bakış açısıyla kaos ve anarşiden söz eden bir kötü adama ve postmodern aksiyonların tüketmeye yüz tuttuğu ‘iyi de aslında kötü, kötü de aslında iyi’ cümlesine ihtiyaç var, öyle mi? İki önerim var naçizane: 1) Bütün bunların incelik ve ustalıkla yapıldığı bir film için bkz. Batman Returns. 2) The Dark Knight’ın Batman serisine yapmaya çalışıp beceremediği reformu 40 yıllık Bond serisine yapıveren bir film için bkz. Casino Royale.”

16 Ekim 2008 Perşembe

Filmekimi İzlenimleri

Filmekimi bir türlü oturamadı. Nasıl bir festival olduğu belirsiz. Her ne kadar Berlin, Cannes ve Venedik’in ödüllü filmlerini gösterme amacıyla başlasa da, daha çok galalar festivali olmaya başladı. Zaten gösterime girecek filmlerin galası yapılıyor. Bu yılki programın çoğunluğu gala filmleriydi. Oysa ki festivalin daha çok izlenmesi zor filmleri göstermesi gerekiyor bence.

Tabii bir de son yılların eğilimini de eklemek lazım: Seyirci festival biletlerini 1-2 saatte kapışıyor ama normal vizyona giden yok. Hoş, benim de pek farklı davrandığım söylenemez. Lakin normalde hiç izlemeyecekleri filmleri salt ortam olsun diye festivalde izleyenler var. Bu yıl bizzat duyduğum konuşmalardan çıkartıyorum bunları. Tabi 10-15 kişilik gruplarla gelen gençler de var. Onlar daha da komik.

Neyse filmlere geçelim biz. Bu yıl 4 film izledim festivalde. 2 Güney Kore yapımı, 1 İngiliz, 1 de Danimarka. Gelin kısaca değinelim:

In the Mood for Love’dan beri zevkle takip ettiğim yönetmenlerden Kar Wai Wong, bu sefer 1994 yapımı filmi Ashes of Time’ı, Coppola’ya özenip ‘redux’lamış. Yani kurgusunu tekrar gözden geçirmiş ve kaydını dijitale aktarmış. Önceki hali izlemediğimden kurgu hakkında yorum yapamayacağım. Filmin kendisi ise konu bakımından bana ters. Wuxia denilen Uzakdoğu dövüş sanatlarını içeren türdeki film, her ne kadar dövüşe en az zamanı ayırsa da beni hiç cezp etmedi. Öncelikle konuyu fena halde karışık buldum. Zaten konudan sıkılınca tüm filmden soğudum.

En Mand Kommer Hjem, absürd bir Danimarka komedisi. Bir opera sanatçısının doğduğu köye dönüşündeki olayları anlatıyor. Sıkılmadan izleniyor ama o kadar. Akılda kalıcı değil.

Genova, ruhuma çok işleyen bir filmdi. İçinde bulunduğum halet-i ruhiyeye çok uyuyordu. Tabii film de çok iyiydi. Fazlasıyla üretken ve her türde işe el atan İngiliz yönetmen Michael Winterbottom’ın bu son marifeti kaçırılmamalı. Bir trafik kazasında annelerini kaybeden 2 kız ve babalarının hayata tutunma çabalarını anlatıyor. Her biri farklı yollar deniyor. Baba, önce Cenova’ya taşınıyor kızlarıyla ve yeni sınıfına alışıyor. Büyük kız Kelly, bu yeni ülkede cinsellikle kendini avutuyor. Küçük kız Mary ise aralıklarla gördüğü annesinin hayaletini takip ediyor. Cenova’nın daracık sokaklarının da katkısıyla yürek burkan bir filme dönüşüyor. Benim çok şeyler bulduğum bir filmdi ama sizi bilemem.

Kim Ki-Duk, özgün filmler çekmekte usta. Onun için konuları ne kadar saçma olursa olsun filmleri büyük ilgiyle izleniyor. Şimdi de bir gencin gördüğü rüyaların, bir kızın uyurken yaptığı eylemler olduğu bir film izliyoruz. Mesela oğlan rüyasında arabayla bir adama çarptığını görüyor ve aynı anda kız (uyurgezer halde) arabayla bir adama çarpıyor. Okuyunca çok saçma geliyor lakin izlerken çok keyifli oluyor. Ki-Duk’un en iyilerinden değil ama gayet güzel bir film.

Zamanın Külleri/Ashes of Time Redux
Oyuncular: Leslie Cheung, Maggie Cheung, Tony Leung Chiu Wai, Tony Leung Ka Fai, Carina Lau, Li Bai, Jacky Cheung, Brigitte Lin – Görüntü Yönetmeni: Christopher Doyle – Müzik: Frankie Chan, Roel A. Garcia – Senaryo: Kar Wai Wong (Louis Cha’nın romanından) – Yönetmen: Kar Wai Wong - **1/2

Eve Dönüş/En Mand Kommer Hjem
Oynuclar: Oliver Moller-Knauer, Thomas Bo Larsen, Ronja Mannov Olesen, Helene Reingaard Neumann, Karen-Lise Mynster, Shanti Roney – Görüntü Yönetmeni: Anthony Dod Mantle – Müzik: Johan Söderqvist – Senaryo: Morten Kaufmann, Mogens Rukov, Thomas Vinterberg - ***

Genova
Oyuncular: Colin Firth, Perla Haney-Jardine, Willa Holland, Catherine Keener, Hope Davis – Görüntü Yönetmeni: Marcel Zyskind – Müzik: Melissa Parmenter – Senaryo: Laurence Coriat, Michael Winterbottom – Yönetmen: Michael Winterbottom - ****

Rüya/Bi-mong
Oyuncular: Jo Odagiri, Na-yeong Lee – Yazan ve Yöneten: Kim Ki-Duk - ***1/2

15 Ekim 2008 Çarşamba

The Godfather the Book

Bursa-Ankara-İstanbul-Bursa yolculukları uzun olacağından yanıma kolaylıkla okuyabileceğim bir kitap almam gerektiğini düşündüm. Kütüphanede de en üste Baba’yı görünce direkt aldım. Kitabı, filmi izlemeden önce orta okuldayken okumuştum. O zamanlar çok beğenmiştim.

Kitaba Ankara’ya gitmek üzere terminalde beklerken başladım. İstanbul otobüsü, Bursa Terminali’ne girdiğinde de bitirdim. Öncelikle kitabın pek bir edebi değerinin olmadığını fark ettim. Çok iyi yazılmış bir aksiyon kitabı. Gözlemleri göz kamaştırıyor. Bunda sanırsam Mario Puzo’nun mafyayı iyi araştırması, hatta tanımasının payı var. Hiçbir falsosu olmayan bir kitap.

Tabii filmden bariz farkları var ama film, kitaptan daha iyi. Yine de okumayanlar için farkların üzerinden geçelim:
· En önemli fark, yan karakterlerin bile geçmişini içermesi. Detaylı şekilde geçmişlerinin kitapta oynadığı rol üzerindeki izdüşümü.
· Bazı karakterlere daha fazla yer ayrılması: Johnny Fontane bölümü oldukça yer tutuyor. Johnny’nin kankası Nino Valenti yine önemli bir karakter oluyor. Sonny’nin metresi Lucy Mancini’ye, bilhassa Sonny’nin ölümünden sonra ciddi yer ayrılmış. Lucy’nin yeni kocası Dr. Jules filmde hiç yok ama kitapta önemli bir yan karakter, ailenin önemli ameliyatlarına giriyor. Yine ailenin tetikçileri hakkında daha fazla bilgi var.
· Hollywood/Las Vegas bölümü daha geniş. Hollywood’daki yozlaşma açıklanıyor.
· Final hafiften farklı. Apollina’yı öldüren çoban da finalde öldürülüyor.
· 3. filmde Don olacak Sonny ve Lucy’nin oğulları yok. Lucy’nin, Sonny öldüğünde hamile olduğu belirtiliyor ama sonra çocuktan hiçbir şekilde bahsedilmiyor. Kürtaj olduğu anlaşılıyor.
· 2. filmde önemli yer tutan Vito Carleone’nin gençliği kitaptan direkt alınmış. Sadece Sicilya’daki babasının katilini öldürüşü yok.
· Michael’ın babasından Don’luğu öğrenmesi daha detaylı açıklanmış.
· Michael ve Kay’in 2. çocukları kitapta erkek. (ilk filmde bahsedilmiyor ama sonraki filmlerde kız olduğu görülüyor)
· Olaylar kitapta tam 10 yılda oluyor, filmde ise yaklaşık 5 yıl.

Ankara, İstanbul Gezisi

Geçen perşembe Ankara’ya gittim, iki mülakata gitmek için. Lise 2’deki ODTÜ gezimden sonraki ilk Ankara yolculuğumdu. Daha önce hiç Ankara’da kalmamıştım, hafif gergindim. Neyse ki İbrahim Amca ve Beyhan Teyze sayesinde gayet rahat bir gezi geçirdim.

Ardından İstanbul’a geçtim, hem birkaç arkadaş görmek için hem de Filmekimi’ne gitmek için. 4 gün kaldığım İstanbul, nedense beni neşelendirmedi. Oysa ki İstanbul’u çok severim, film festivalleri benim en sevdiğim etkinliktir ve en önemlisi nicedir göremediğim en yakın arkadaşlarımla bir arada olacaktım. Ama bu saydıklarım umduğum kadar moralimi düzeltmedi. Birkaç not halinde bu geziden çıkardıklarımı yazacağım:

  • Öncelikle Ankara’daki mülakatlarda önceden savunduğum “Kendin ol!” mottosunun çok geçerli olmadığını anladım. Hafif politik olmak lazım.
  • Ankara’da hep araba üstünde olsam da gözlemlediğim kadarıyla yaşayabileceğim bir kent. Ne çok canlı, ne çok sakin. Yeni bir hayata başlamak için ideal.
  • İstanbul’u aslında pek özlemediğimi fark ettim. Yalnızlığa alışmanın zararları.
  • Dali sergisine gittim bahaneyle. Picasso’daki gibi pek bir şey anlamadım ama çok bilgilendim. Dali’nin kim olduğunu biliyorum artık. Sürrealizmi ise daha iyi kavradım.
  • Sergide en akılda kalıcı şey Dali’nin bir sözüydü: “Dali ile bir deli arasındaki fark basittir: Dali deli değildir!”
  • Yine de bir sergi için İstanbul’da yaşamanın gereksiz olduğunu anladım. Ufak ziyaretlerde de görebilirsiniz etkinlikleri.
  • İstiklal beni 3 günde sıktı. En güzeli 2-3 ayda bir ziyaret etmek.
  • Emek’te film izlemek eskisi kadar heyecanlandırmadı beni. Bilgisayarda çok film izlemenin zararı olabilir.
  • Festivale de ısınamadım. Gerçi Filmekimi’ni hiçbir zaman çok beğenmemişimdir ama…
  • Bu yılki festivalde çok dangalak vardı. Bariz film izlemek için değil, ortam yapmak için gelmişlerdi. Gereksiz kalabalık yaratıyorlar. İşin en kötüsü de her geçen yıl artmaları.
  • Şunu çok iyi anladım: Ben depresyondan çıkmadıkça en sevdiğim şeyler bile boş geliyor. O yüzden yalnız kalmak en iyisi.

Not: Şero'ya sonsuz teşekkürler.

9 Ekim 2008 Perşembe

Eagle Eye

Ortalığın yeniden çevrimler ve devam filmleriyle kavrulduğu zamanları yaşıyoruz. Ne kadar tüketilmiş ki orijinal bir hikayeye/filme rastlamak çok zorlaştı. (Hoş, aslında tüketilmemiş bakir alanlar da var lakin onlar da sakıncalı atfediliyor.) Şimdi bu, madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde de Hitchkock var. Hitchkock’u bilmeyen yoktur lakin biz yine de “Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.” sözünden istifade edip tanıtalım. Hitchkock, gerilim sineması türünü neredeyse sıfırdan yaratmış bir ustadır. Çoğu filminde belirgin kalıpları kullansa da hepsine farklı açıdan yaklaşarak her birini birer başyapıta dönüştürmüş biridir. Ana kalıbı, hiçbir şeyden haberi olmayan bir adamı bir olayın merkezine yerleştirmek, sonra da adamın olayı çözmesini izlettirmektir. The Man Who Knew Too Much, North by Northwest, The 39 Steps, The Lady Vanishes, Sabotage, Dial M For Murder en bilinen örneklerdir ama aynı kalıpta daha bir sürü filmi vardır.

Şimdi bu madalyonu D. J. Caruso boynuna asmış, film çekiyor. Daha anlaşılır manayla Caruso, Hitchkock’un ana kalıbını günümüze uyarlıyor. Bir önceki filmi Disturbia’da Rear Window’u modernleştiren Caruso, bu sefer North by Northwest’i modernleştiriyor. Tabii Hitchkock’un zamanında teknoloji bu kadar gelişmemişti ve aksiyona bu kadar aç izleyici kitlesi de yoktu (sebebi de televizyonun daha rakip olmamasıydı). Caruso, teknolojiyi de sonuna kadar kullanıyor, Hitchkock’tan farklı olarak. Bu arada ana kalıbın bir unsuru daha var: Esas kız. Bu kız, adamın önüne pat diye çıkar, önce adamı sevmez sonra olayı beraber çözerler, finalde de adam aşık olmuştur çoktan. (Kalıbı daha iyi ve uygulamalı olarak anlamak için The 39 Steps’i izleyin.)

Filmimizde Jerry Shaw basit bir fotokopici. Bir gün ikizinin öldüğünü öğreniyor. Cenazeden evine döndüğünde odasında en az 1000 bomba yapacak kadar malzeme buluyor. Daha ne oluyor bile diyemeden telefonu çalıyor ve bir kadın ona hemen kaçmasını söylüyor. Neden kaçayım derken de odayı FBI basıyor ve tutuklanıyor. Böylece sıradan adam olayın içine giriyor. Esas kız da yaklaşık 10 dakika sonra karşısına çıkıyor ve film akıp gidiyor.

Jerry Shaw’da ilginçtir Shia LaBeouf hiç sırıtmıyor, hatta birkaç tane daha böyle filmde oynarsa yeni Cary Grant/James Stewart yakıştırmaları yapılabilir. Michelle Monaghan’a gelirsek tek suçu esmer olması. Hitchkock’un sarışın sevdiği bilinir, Caruso da bariz bu kuralı tersine çevirmiş (Disturbia’daki kız da esmerdi galiba). Ayrıca yapımcılar iki star yetmez diye düşünmüşler ki yanlarına iki yıldız daha vermişler. FBI ajanı olarak Billy Bob Thornton ve Rosario Dawson her zamanki gibi çok iyiler.

Genel olarak filme dönersek de arkasını Hitchkock kalıbına dayamış olarak temposu hiç düşmeyen bir popcorn filmi izliyoruz. Aksiyon seviyorsanız verdiğiniz parayı sonuna kadar hak edecek bir film izliyorsunuz. Ama ötesini beklemeyin. “Taklit, aslının değerini yükseltilmiş.” derler, 60-70 yıl önce çok daha iyisi zaten çekilmişken filmimiz iyi bir taklitten öteye gidemiyor.

Oyuncular: Shia LaBeouf, Michelle Monaghan, Billy Bob Thornton, Rosario Dawson, Michael Chiklis – Görüntü Yönetmeni: Darlusz Wolski – Müzik: Brian Tyler – Senaryo: John Glenn, Travis Wright, Hillary Seitz, Dan McDermott – Yönetmen: D. J. Caruso
*** G.T.: 3 Ekim Y.T.: 7 Ekim

8 Ekim 2008 Çarşamba

Azınlıktayız

Ey sayın okuyucular (bir elin parmaklarını geçmediğinizin farkındayım, maksat özgüven olsun), siz de AB’ye girmememiz için bir neden bulamayanlardan mısınız? Siz de AKP’nin yüzde 47 oy oranıyla iktidar olmasına şaşıranlardan mısınız? Siz de bir kömür torbasına oy (s)atanları uzaylı gibi mi görüyorsunuz? Siz de 4,5 yıl hükümeti eleştirdikten sonra ona oy atanları ağzınız açık mı izliyorsunuz? Siz de halkın gözüne baka baka yolsuzluk yapanlara sinirlenenlerden misiniz? Siz de cumhuriyet, laiklik, hukuk gibi temel unsurların yok olmasına karşı hareket etmek isteyenlerden misiniz?

Eğer cevabınız evetse asıl sorum geliyor: SİZ DE KENDİNİZİ ÇOĞUNLUK MU ZANNEDİYORSUNUZ? Yani şu anda bizi yöneten kesmi azınlık olarak mı görüyorsunuz?

Yine cevabınız evetse, size birtakım basit sorularım var: Sizce Türkiye’de kaç kişi...

  • demokrasinin ne demek olduğunu biliyor?
  • Atatürk ilkelerini gerçek manasıyla anlamıştır?
  • Kuran-ı Kerim’in Türkçe tefsirini/mealini okumuştur?
  • bir hobi sahibidir?
  • düzenli şekilde gazete/dergi/kitap okumaktadır?
  • 19. ve 20. yüzyıl dünya ve Türkiye siyasi tarihini okumuştur ya da bilgi sahibidir?

Daha bir sürü benzeri soru sorulabilir. Ama bu kadarı da benim gelmek istediğim amaç için yeterli. Şimdi madde halindeki soruların cevaplarını az çok tahmin etmişsinizdir. Cevabı en yüksek olanı bile, iyimser bir yaklaşımla, nüfusun %10’unu bulmaz. O halde siz hala kendinizi çoğunluk olarak görüp kendinizi kandırmakta hala ısrarcı mısınız? Hala azınlıkta olduğunuzu görmüyor musunuz?

29 Eylül 2008 Pazartesi

Öylesine Notlar - 7

  • Martin Scorsese’nin ünlü Mean Streets’ini sonunda izledim. Evet, film New York’u güzel betimliyor. Evet, senaryo çok iyi ve dönemine göre oldukça yenilikçi. Evet, film Scorsese’nin ilk başyapıtı. Ama beni heyecanlandırmadı. Filmde iki şeyi beğendim: Harika diyaloglar ve Robert De Niro’nun muazzam oyunculuğu.
  • Amatör atlet olan kankam, ısrarla atletizm hakkında film arar. Dün bir tane seyrettim: Çok farklı bir konuyu anlatan bu filmin baş karakterleri iki atlet. Üstelik her ikisi de 100 metreyi 9.58 koşuyorlar. Filmin adı mı? Gallipoli, Peter Weir’ın ilk dönem çalışmalarından.
  • Sokaklardaki kedi-köpekleri bizim hayvanseverlerimiz pek sahip çıkar. Hepsi de sokaklarda kalmaya devam eder. Sonra o köpekler gelip bir çocuğu ısırır. Kıyamet kopar! Valla bir acayip milletiz!
  • Geçen gün bir araba bir köpeğe çarpıp öldürmüş. Sonra sahibi gelip sürücüden köpeğin bakım masraflarını istemiş. Yorumsuz!
  • Geçen hafta İskoçya’da bir adam bisiklete tecavüz ederken yakalanmış! Öh!
  • Empire yeni bir ‘En iyi 500 film’ listesi yayınladı. 1. film yine The Godfather. Listede pek sürpriz yok aslında. Birkaç ilk kara filmler de listeye girmiş, o kadar. Bu sonuç, yeni neslin kara filmi ne kadar önemsediğinin de kanıtı.
  • Bir ramazan mı, şeker mi tartışması gidiyor. Bahaneyle gerçek adının ikisi de olmadığını, Fıtır (oruç açma) Bayramı olduğunu da öğrendik. Benim çocukluğumda olay gayet basitti: Ramazan (Şeker) Bayramı
  • Başkasının düşüncelerine tahammül edememek sanırım sadece başbakana özgü bir özellik değil. Türklerin genlerinde var. Dünyanın kendileri gibi düşündüğünü, hareket ettiğini düşünüyoruz, en azından umut ediyoruz.
  • Sinema dergisi Yaşayan En İyi 10’ar Kadın ve Erkek Oyuncuyu seçmiş. İçlerinde doğal olarak Türk yok. Şimdi bunu bir önyargı olarak görebiliriz lakin gerçek bu. Türk oyuncular her filmde faklı bir performans sergiliyor. Kategorinin dışında bir tek Erkan Can var bence.
  • Peter Weir’ın ilk ciddi çalışması, Picnic at the Hanging Rock’u izledim. Konusu gibi çok acayip bir film. Bir grup genç kız bir dağlık alana gidiyor. Bunlardan üçü kayalıkta yürüyüşe çıkıp kayboluyor. Sonra onları aramaya çıkan hocaları da kayboluyor ve bir daha da bulunamıyorlar. Sadece biri 1 hafta sonra uyurken bulunuyor. Film bunu anlatıyor fakat arada başka yerlere de kayıyor. Hülyalı bir film, ne dediği anlaşılmıyor ya da ben anlamadım.
  • Bundan sonra zombi filmi izlememeye karar verdim. Korku filmine bir yere kadar tahammül edebiliyorum ama zombiler beni çok iğrendiriyor. Belki Peter Jackson filmleri hariç demeliyim çünkü onda kusmaya niyetlenirken güldüğünüz için olay dengeleniyor. (bkz. Braindead)
  • Lösev reklamının son cümlesi “Bir çocuktan daha önemli ne olabilir ki?” olmamalıydı bence. Reklamın güzelliğini bozuyor bence. Ses o cümleyi söyleyince otomatikman “İki çocuk” diye cevap veresim geliyor. Daha şık bir son cümle olabilirdi.
  • Firefox’un yeni versiyonuna giderek gıcık kapmaya başladım. 2-3 günde bir update ediyor. Benim bildiğim en erken 1 ayda bir update olur. Zaten history düğmesini de geri tuşunun yanından kaldırmışlar.
  • Bugün Empire’ın İngiltere baskısına göz gezdirirken sinema haber notlarında “Jenna Jameson Pregnant” notunu gördüm. Şimdi ünlü bir porno yıldızının hamile kalması, sinema haberi değeri taşır mı sizce?

Hallam Foe

Rapidshare üyeliğimden beri hard diskim filmle dolup taşıyor. Öyle filmler oluyor ki indirdikten 8-9 ay sonra izliyorum. Mesela The Wild Bunch. Kasımda indirmiştim galiba. Uzun süre öylece bekledi, usul usul, sesini çıkarmadan. Ancak geçen ay (ağustos) izlenme olanağı bulabildi. Aynı muameleye Hallam Foe da tabii tutuldu. Neden diyebilirsiniz? Aslında bir sürü sebebi de var, sebebi yok.

Neyse zaten benim asıl yazmak istediğim filmin kendisi. Pek bağımsız film seyrettiğim söylenemez açıkçası. Çünkü çoğu sıkıcı oluyor. Lakin bağımsızların sevdiğim tarafı mutlaka özgün bir tarafları bulunması. Tabii artık ciddi bir sorun da baş göstermiş durumda. Her küçük bütçeli filmin kendini bağımsız sanma sorunsalı. Bir de buna büyük stüdyoların alt şirketlerinin katkısı ekleniyor. Bunların sonucu mu? İyi bağımsızların giderek seyrelmesi. Gerçi şu açıdan yaklaşırsak bu tespiti çürütebiliriz. Dijital devrimin yardımıyla bağımsız sayısı arttı ama iyi olabilenler eski yıllarla kıyaslarsak sayıca aynı. Yani esas sonucun şu olduğu ortaya çıkıyor: Bağımsızlar çöplüğünün içinden iyilerini seçebilmek.

Hallam Foe, Edinburgh ve çevresinde geçen bir film. Filmin ismi, ana karakterin adından gelmekte. Hallam, 2 yıl önce ölen annesini özleyen bir genç. Bu özleyiş, giderek onda saplantı halini almış ve buna babasının sekreteriyle evlenmesi de eklenince içinden çıkılmaz bir hal almış. İşte, film Hallam’ın bu çıkmazdan kurtuluşunu anlatıyor.

Jamie Bell, Billy Elliott’tan beri severek takip ettiğim bir aktör ve bu filmde de oldukça iyi. Filmin esas yükü onun omzunda zaten. Hallam’ın sorunlarını, psikolojisini, çöküşlerini ve sonunda çıkışını harika yansıtıyor. Yani filmin ana kozu Jamie Bell.

İkinci koz da Edinburgh. Benim en sevdiğim Avrupa kenti olmasından mıdır, nedir pek hoşuma gitti filmin orda geçmesi. Orada yürürken hissettiklerimi sanki bir daha hissettim.

Başta senaryo (zaten kitap uyarlaması) olmak üzere filmin diğer unsurları da iyi olunca zaten farklı bir şey ortaya çıkıyor. Tam bir bağımsız gibi. Farklı tatlar, baharatlar içeren ama bir yandan da sizin çok iyi bildiğiniz bir yemek sanki. Ben kendimden çok unsurlar buldum açıkçası. Sizi bilemeyeceğim.

Oyuncular: Jamie Bell, Sophia Myles, Ciaran Hinds, Jamie Sives, Maurice Roeves, Ewen Bremner, Claire Forlani, Ruth Milne – Görüntü Yönetmeni: Giles Nuttgens – Senaryo: David Mackenzie, Ed Whitmore (Peter Jinks’in romanından) – Yönetmen: David Mackenzie - ****1/2

23 Eylül 2008 Salı

Öylesine Notlar - 6

• İnsanların büyüyünce çocukluklarını unutmaları çok yazık. Ben küçükken bana hep oyuncak alınmasını isterdim ama birkaç istisna dışında hep büyük hediyeleri gelirdi. İşte giysi, altın, vb. Şimdi de bir büyüğümüz doğum yapacak, arkadaşlar tutturdu ağaç satın alalım diye. Karşı çıktım, geyik yaptığımı sandılar. Ya o küçücük çocuk o ağaçtan ne anlayacak! Amaç aslında kendi vicdanlarını rahatlatmak.
• Bugün Reha Muhtar da yazmış (19.9.2008) Aragones git gide Toshack’a benziyor. İlginci, İspanya Milli Takımı’nı Aragones’ten sonra Toshack’ın yönetmesi.
• Bugün Il Gattopardo’yu izledim. Enfesti. İki unsurunu çok beğendim: İlki dans sahnesi, Burt Lancester ile Claudia Cardinale arasındaki. Le Notti Blanche’de de böyle unutulmaz bir dans sahnesi vardı. İkisi de sinema tarihindeki favori sahnelerime eklendi. İkinci unsur ise, filmin bir bütün olarak değişim kavramını muazzam bir biçimde anlatması. Eskinin yeniye karşı bir şey yapamaması ve üstelik bunu kabullenip destek vermesi, o kadar sade ama büyüleyici bir biçimde anlatılmış ki hayran olmamak elde değil.
• Akşam da Die Another Day’i bir kere daha izledim. Böylece James Bond filmlerini 10 ay içinde tamamen izlemiş oldum. Bugünkü film içlerindeki en kötüsüydü. Bond hakkında güzel bir yazı yazacağım ilerleyen günlerde. (bkz. 'Bond, James Bond')
• Tam üç yıl Hıncal Uluç’u her gün okudum. Ama hazirandan sonra soğudum nedense. Hele medyadaki son olaylarda Sabah’ın rolünden sonra ve ısrarla Uluç’un bunu gazetesine yedirememesinden sonra iyice soğudum. Aslında sene başındaki Yumurta tartışması da ana etkenlerden. Şu bir gerçek: Uluç ülkenin en bilgili, arka planı geniş, kültürlü gazetecilerinden biri. Gözlem kabiliyeti harika ve bunu yazıya dökmesi de keza öyle. Ülkemizin gazetelerinde hayatı yazan (yazabilen) belki de ilk gazeteci. Ama çok önemli bir sorunu var, hatta iki: Birincisi takıntıları, ikincisi de kibri. Uluç’un takıntıları daima kötü olmak zorunda. Mesela Fenerbahçe (ak kaşık değil elbet ama ne yaparsa yapsın Uluç Fener’i beğenmez). Aynı şekilde sanat sineması da kötü ona göre, sinemanın toplum için olduğunu ısrarla savunur. Ama iş opera ve baleye gelince bunları seyretmeyi teşvik eder, sabredip anlamamızı öğütler. Yumurta onun için mastürbasyondur, opera sanat. (Opera da bale da sanattır, ikisi de sabredilip izlenince güzeldir, zevk verir; tıpkı sanat filmleri gibi) Aynı şekilde kibri yüzünden yanlışlarını görmeyi reddeder, çünkü kendi deyimiyle o HBB’dir (Her Boku Bilen). Diyebilirsiniz ki sen kimsin ki 50 yıllık gazeteciyi eleştiriyorsun. Ben sadece onun okuruyum.
• Tüm medya çalışanları, bilhassa muhabirlerin izlemesi gereken bir film Ace in the Hole. Türkçesi Büyük Karnaval’mış. Ama bu muhabirler filmi izleyip de ne yapar? Söyleyelim, haber! Anlamadıysanız filmi izleyin. Billy Wilder’dan bir başyapıt daha.
• Ütü gerektirmeyen, leke tutmayan gömlek çıkmış, üstelik Türk işi. Kesin almam gerek.
• Bugünün gazete manşetlerini İzmir’de ölen bebekler kaplıyordu. Aklıma favori dizilerimden House M.D.’nin 2. bölümü geldi. Bilmeyenler için dizinin ünlü bir teşhis doktorunun bilinmeyen hastalıkları çözüşü etrafında şekillendiğini söyleyip konuya girelim. Bölümde hastanede doğan bebekler doğumdan sonra 2-3 gün içinde ölmeye başlıyordu. Olaya Dr. House el koyuyordu ve çeşitli tezlerinden sonra olayın basit bir grip virüsünden kaynaklandığını buluyordu. Normal bir insan gripten ölmez ama daha yeni doğmuş bir bebeğin bağışıklık sistemi yetersiz kaldığından bebekler ölüyordu. Virüs de bebeklere o sıralar grip olan ve bebeklere oyuncak ayı veren hemşire tarafından taşınıyordu. Tabii House çözümü bulana kadar 2 bebek mevta olmuştu ve bölümü ağlamaklı halde bitirmiştim. Hiçbir şeyden habersiz küçücük insanların o durumuna kayıtsız kalmak olanaksız!
• Geçenlerde favori dizilerimden Dawson’s Creek’ten bahsetmiştim. İşte orda pek aklım almayana bir şey vardı: Lise mezunu Pacey, Wall Street’e girdikten birkaç ay sonra yaşam biçimini değiştirmişti: Son model bir spor araba, kıyafetler, plazma televizyon, vb. Dün Vatan’da okudum ki durum Wall Street’te aynen böyleymiş. Tabii geçen haftaya dek! Geçen yıl ortalama bir brokerın maaşı 280 bin dolar civarındaymış. İçimden helal olsun dedim. Ama geçen hafta Zülfü Livaneli dahil birkaç kişi daha yazdı ki bu global kriz, her şeyi güllük gülistanlık sanan bu zengin gençler için çıkarılmış olmasın!
• Geçen hafta tüm dikkatler borsadaydı. Benim gibi bir şey bilmeyenler bile kulak kabarttı. Sonunda, bu bilgisizlik nereye kadar dedim ve Wikipedia’dan borsanın ‘ne olduğu’nu okudum. İşte size ilginç bir not: İlk borsa, Mısır’da 11. yüzyılda Müslümanlar ile Yahudiler arasında kurulmuş! İlginç bir gerçek!
• Benim gibi insanlar borsanın “Ha!” denilince düşmesini pek anlamıyor. Ama 2 hafta önce Vatan’da okuduğum bir haber çok çarpıcıydı: Ünlü bir hava şirketinin hisseleri bir günde 1 milyon dolar kaybediyor ama buna kimse anlam veremiyor çünkü olayı tetikleyecek en ufak bir neden yok! Biraz araştırılınca şu gerçek ortaya çıkıyor: Olaydan önceki gece bir yerel gazetenin 6 yıl önce yayınlanan bir haberi, bilinmeyen bir sebeple en çok okunan haberler arasına giriyor (Haber, şirketin 11 Eylül sonrası kemer sıkması hakkında). Google News elektronik olarak ağı tararken, haber çok okunmuş deyip sitesinde duyuruyor. Bloomberg de haberin tarihine bakmadan haber bülteninde açıklıyor. Sonra da diğer haber kanalları onu takip ediyor. Ne kadar garip, değil mi?
• Filmekimi programı hele şükür açıklandı! Programın Hollywood’dan çok Avrupa sinemasına ağırlık vermesi sevindirici bir gelişme. Hatta galiba hiç Hollywood yapımı yok!
• Aklı başında bir bilimkurgu örneği arıyorsanız, mutlaka The Day The Earth Stood Still’i izleyin. Film, insan ırkının ne biçim bir yaratık olduğunu gösteriyor. Bu arada filmin 2 ay sonra remake’i gösterime giriyor. Ondan önce mutlaka izleyin.