21 Ekim 2008 Salı

Son Zamanlarda İzlediklerim

İşsiz, güçsüz biri olarak hayatımı tamamen filmlere adadığımı söylemeliyim. Son 10 gündür o kadar çok film izledim ki hepsine ayrı bir yazı düzmek çok zor geliyor. O yüzden tek yazıda, birer paragraf halinde hepsinden bahsetmenin en iyisi olacağına kanaat getirdim.

Guillermo Del Toro’ya bundan böyle ‘Yaratıkların Efendisi’ diyeceğim çünkü adam, o kadar ilginç, özgün ve sanatsal yaratıklar yaratıyor ki sırf bu yüzden tüm Del Toro filmleri izlenir. Hellboy II: The Golden Army ise tek kelimeyle eğlenceli ama ben fazlasını bulamadım. Hoş, zaten bir çizgi roman uyarlamasında olması gereken ana unsur da bu ya. Senaryoyu, bilhassa finalde, biraz zayıf buldum. Ama bu, filmin nüvesine zarar vermiyor. 3. film çekilirse mutlaka giderim.

Wall-E’de hayal kırıklığına uğradım. Bence güzel bir animasyondan öteye pek geçememiş. Tamam, tüketim toplumu konusunda çok ağır eleştiriler getiriyor ve çevre hakkında ciddi saptamalarda bulunuyor. Lakin çok daha felsefik bir anlatım tarzı bekliyordum. Sonuçta bir PIXAR yapımından beklentileriniz her zaman yüksektir. Hele IMDB’de 30. sıraya çıkan bir animasyondan düz bir anlatım beklemem ben. İzlediğim film, Cars’tan daha iyi fakat Finding Nemo’dan kötü.

Robert De Niro-Al Pacino ikilisi bundan 12 önce bir klasik yaratmışlardı. 2008’de de bir fiyaskoya imza attılar. Bu 12 yılda ne değişti diye sormak herkesin hakkı lakin cevabı yok. Bu kadar kötü bir filmde böyle bir ikili ne arıyor bilemiyorum. Filmin adını bile anmak istemiyorum.

2 ay önce IMDB’nin Top 250 listesinde gördüm filmin adını. Bu ne ya, dedim içimden. Çünkü film hakkında hiçbir şey duymamıştım. Araştırdım, iki tetikçinin Bruges’a bir iş yüzünden gitmelerini anlatıyormuş. In Bruges, öncelikle inanılmaz eğlenceli bir film. Ayrıca temposu oldukça güzel akan, çok titiz ve dakik bir senaryoya sahip olan, bunu sağlam performanslarla ve rejiyle pekiştiren bir film. İşte kaliteli bir aksiyon-komedi böyle olur. Budur!

Apatow ve tayfasının işleri gittikçe tadından yenmez oluyor. Knocked Up, Super Bad ve en son Forgetting Sarah Marshall’da onlara hayran kalmıştım. Bu sefer Super Bad tarzına dönüyorlar, yani 80’ler gençlik komedisine. Asıl bomba hikayenin bu türün babası John Hughes’un olması. Sonuç, eğlencenin tavan yapması. Tabii, türü sevenler açısından. Breakfast Club’ı sevmeyenlerdenseniz bu filmi sakın izlemeyin, çok sıkılırsınız. Drillbit Taylor, saf 80’ler gençlik filmlerini sevenler için kaçırılmayacak bir fırsat.

X Files: I Want to Believe vasat bir X Files bölümünü andırıyor. Paranormala pek bulaşmadan, sade bir gerilim yaşatmak istiyor. Fakat bunun örneklerini, gerek beyazperdede gerekse beyazcamda o kadar izledik ki hiçbir artısı kalmıyor filmin.

Dali sergisine gittikten sonra Spellbound’u izlemenin vakti gelmişti. Hitchkock’un psikanalitik gerilimi, gerek bu konudaki ilk film oluşuyla gerekse Dali’nin tasarımıyla ve enfes ses kaydıyla hiç eskimeyecek bir film.

Mayıs ayında gösterime girince gidemediğim Definitely, Maybe’yi geç de olsa izleyebildim. Klasik romantik-komedi kalıplarının dışına çıkmayan film, ‘How I Met Your Mother’ konulu hikayesiyle farklı bir bakış açısı sunuyor.

Hiç yorum yok: