21 Mayıs 2008 Çarşamba

Sezon Finalleri

Diziler arka arkaya bitmeye başladı. Eylüle kadar tatile girdi hepsi. Sezon finalleri hep bomba olur ya, yine yaptılar yapacaklarını, güzelce bitirdiler, bir yandan da merak ettirerek.

Pazartesi yani dün, Desperate Housewives bitti. Bugüne kadar yaptığı en iyi finalle. Önce her zamanki gibi sezon içi dinamikleri çözüldü. Kylia anneannesine taşındı, Dylan’ın üvey olduğu çıktı, Gabby paranın üstüne kondu, Susan doğurdu. Güzeldi kendi içinde ama artık 4 sezondur aynı dinamikler sıkmıştı. Her sezon yeni komşu geliyor, bir sırrı oluyor, herkes onu bulmaya çalışıyor. Ama artık anladılar sanırım sıktığını, enfes bir dönüş yaptılar. 5 yıl sonrasını verdiler ve sanırım hikaye buradan devam edecek. Harika olacak bence. Gabby’nin ikizleri olmuş! Susan’ın yeni sevgilisi var! Lynette’in oğulları kodes derdinde (bekleniyordu gerçi). Bree aynı ama Orson’la beraber takılıyor. Ben beğendim şahsen, hikayeleri dört gözle bekliyorum.

Bugün de iki dizi bitti. İlki pek parlak bir sezon geçirmeyen How I Met Your Mother. Neyse Ted ile Barney barıştı da geyiklere malzeme çıktı. Ted evlenme teklifini yaptı, milleti şoke etti. Barney’in gözü Robin’de sanırım. Pek iyi bölüm değildi ama gelecek vaat etti. Barney için seyredeceğiz artık. Abi bir de anne nerde, göstersinler artık. Anne hariç tüm kızları gördük maşallah. Teğet geçmeler saylanmaz.

House,MD de bitti. Hoş bölümdü. Amber öldü, pek dokunaklıydı. Güzel bağladılar ölüm sebebini valla. Helal olsun. Cuddy House’a karşı bir şeyler hissediyor galiba. House komadayken bırakın yanından ayrılmayı, elini bırakmadı. Foreman bile ağladı ama o komikti yalnız. Öbür yıla konu kalmadı yalnız. Ne çıkaracaklar acep?

Sezon da böyle bitti kısaca. Bir tek haftaya 2 bölümlük Lost kaldı. Güzel bir son bekliyorum harbi. Bakalım. Bu arada eylül bomba olacak, Prison Break’e başlamayacağım ama Heroes dönecek. Gerçi Sylar’ın piskopatlığını izleyeceğiz yine ama orada da Hiro faktörü var. Sezon başına kadar dizilere elveda.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Eğer, Çünkü, Rağmen

Geçenlerde Hıncal Uluç’un eski yazılarından birkaçı yayınlandı. Üç tanesi bir bütün halinde sevginin türlerini anlatıyordu. Japon bir yazarın tarifiydi yazılanlar ve o kadar gerçekti ki ben de yazmak istedim.

Yazıların her biri bir türü anlatıyor. İlki ‘eğer’ türü: Bu tür, karşılıklı sevgiyi temsil ediyor. “Sev beni, seveyim seni!”, “Eğer beni gece çıkarırsan…”, “Eğer beni tatile götürürsen…”, “Eğer bana şunu alırsan…”. İlişkide hep bir koşul var. Eğer o koşul gerçekleşmezse ilişki de bitiyor. Bir nevi fahişelik! Paran kadar konuşuyorsun ya da özelliklerin kadar varsın.

Üstelik bu kural günümüz arkadaşlıklarının çoğunda da geçerli. “Bana ödevini verirsen…”, “Şuraya gidersek…”, “Şunu yapmazsan gözüme gözükme!”. Uzar gider. Tamamen kapitalist bir ilişki. Yoruma pek gerek olmayan, durumu ortada bir olgu.

İkinci tür, ‘çünkü’ türü. Bu sefer bir koşul yok ama bir sebep var. Sevdiğin kişiyi bir özelliği yüzünden seviyorsun. Güzel/yakışıklı olduğu için, parası olduğu için, arabası olduğu için, tarzı olduğu için, çok güzel şiir yazdığı için, seni sevdiği için. İlk önce oldukça normal geliyor değil mi? Ama ya o özellik kaybedilirse! Güzel olan kaza geçirir, çirkinleşirse! Zengin olan her şeyini kaybederse! Araba kaza yaparsa! İlham perisi giderse! Ya başkasını severse! O zaman sevebilecek misin? O zaman sevginin arkasında durabilecek misin?

Bu konuda en güzel örnek Inarritu’nun yönettiği Ameros Perros’tadır. Meksika’nın en ünlü top modelidir. Televizyonlarda, gazetelerde, billboardlarda hep o vardır. Günün birinde trafik kazası geçirir. Bacağı çok kötü kırılır, bir süre de olsa tekerlekli sandalyeye mahkum olur. Önce programlara çıkamaz, gazeteciler ona acır, sevgilisi aramaz olur. Sonunda bir gökdelen dairesinde köpeğiyle yapayalnız kalır. Bir de camın karşısında gözüken billboard vardır. Ama bir süre sonra o da iner, yerine daha güzeli konacaktır çünkü.

Çevremizde böyle çok hikaye duyuyoruz, görüyoruz. Ünü için beraber olanlar, şan şöhret gidince adamı bir köşeye koyuyorlar. Daha bir sürü örnek/mesel çıkar. Sizi bilmem ama ben böyle bir sevgi istemiyorum. Kaybetme korkusu yaşamak istemiyorum. Kötü günümde orada olmasını istiyorum. Çok mu şey istorum? Belki

Üçüncü türümüz ise ‘rağmen’. Bir şeye rağmen sevebilmek. “Kafan basmıyor ama seni seviyorum!”, “Başka ırktan/dindensin ama senden çok hoşlanıyorum.”, “Bu özelliğin bana ters ama sen busun ve ben seni böyle seviyorum.”, “Engelin seni sevmeme engel değil.”. Çok zor, böyle bir duygu bulmak çok zor. Bir şeylere göğüs gererek sevebilmek, mücadele edebilmek. Her an yanında olabilmek. Günümüzün kolaycılığında kim yapar? Doğranmış soğan alan biri sevgisi için dağları aşar mı? Tamam, tamam, yine çok şey istiyorum. Yine de küçük bir umut. Pandora’nın kutusunu bulmaya dair, açıp umudu serbest bırakmaya dair. Belki de onu bulmaya dair.

16 Mayıs 2008 Cuma

Iron Man

2008 blockbuster dönemini açmış bulunuyoruz. Doğal olarak bu yıl da süper kahraman filmleri listede çoğunluğu oluşturuyor. Efekt teknolojisi hünerlerini geliştirdikçe de daha çok kahramanı perdede izleyeceğiz. Marvel de durumu çakmış ki kendi stüdyosunu kurmuş artık. Major şirketlere bağlı olmadan yılda 2 tane süper kahraman filmi çekecekmiş. Hayırlısı. İşte bu gelişmenin ilk kanıtını dün büyük perdede izledim. Eğer Marvel hep bu çizgide gidecekse gerçekten çok sevindirici bir gelişme. Iron Man çok kaliteli bir eğlencelik. Seyri zor bulunur örneklerden üstelik.

Türkiye’de çizgi roman alışkanlığı olmamasından ötürü Iron Man’i okumadım. Ama sinemaya ve biraz çizgi roman kültürüne olan ilgim sebebiyle Iron Man adını duydum ama hiçbir zaman hikayesini öğrenecek kadar ileri gitmedim. Film sebebiyle onu da tanımış oldum. Howard Hughes’un modelinde dahi mühendis, para babası ve çapkın sıfatlarını bir arada bulunduran normal(!) bir insan. Aslında hafif idealize edilmiş bir erkek modeli. Efendim, bu silah tüccarı kişilik, Afganistan dağlarında son marifetini tanıtırken terörist bir grup tarafından kaçırılır. Silah yapması rica edilirken, o işi abartır ve zırhtan bir silah yapar ve kaçar. Tahminler doğru tabii, o zırh Iron Man oluyor.

Ben izlerken çok keyif aldım. Öncelikle sıkmıyor, klişelere pek başvurmuyor ve zeki hamleleri var. Oyuncu kadrosu pek hoş. Başka nerede Robert Downey Jr. ile Jeff Bridges’i karşılıklı göreceksiniz? Efektler sarkmıyor ve en önemlisi abartıya başvurmuyor. Böylece Iron Man, benim için bu kulvarın en kaliteleri olan X-Men ile Hulk arasına katılıyor.

Ayrıca Marvel bu gidişle bize jenerik izleme alışkanlığı kazandıracağa benziyor. X-Men 3’te olduğu gibi 20 saniyelik son sahne yine jenerik sonuna konmuş. Hoş fikir valla

Oyuncular: Robert Downey Jr., Terrence Howard, Jeff Bridges, Gwyneth Paltrow, Leslie Bibb, Shaun Toub, Faran Tahir – Görüntü Yönetmeni: Matthew Libatique – Müzik: Ramin Djawadi – Senaryo: Mark Fergus, Hawk Ostby, Art Marcum, Matt Holloway (Stan Lee, Don Heck, Larry Lieber, Jack Kirby’nin karakterlerinden) – Yönetmen: Jon Favreau

**** G.T.: 2 Mayıs Y.T.: 16 Mayıs

6 Mayıs 2008 Salı

Uçurtmanın Düşündürdükleri

Geçenlerde The Kite Runner’ı izledim. Filmin ana objesi basit bir oyuncaktı: Uçurtma. Filmden sonra en son ne zaman bir uçurtma gördüğümü düşündüm. Çok acı ama çok gerilere gitmem gerekti. Sahi, ne olmuştu da uçurtma çocukların hayatından çıkmıştı? Ben çocukken her çocuğun gurur duyduğu uçurtması nasıl olmuştu da hatırlanmaz olmuştu.

Çok iyi hatırlıyorum, ben küçücük bir çocukken babam ablamla beni Uçurtma Festivali’ne götürmüştü, Çeşit çeşit kocaman uçurtmalar semaları şenlendirirdi. Onları izlemek büyük zevkti. Pike yapıp yeniden havalanması heyecan verirdi. Ayrıca uçurtma yapmak da büyük olaydı. Benim ilk çocukluğum 80’lerde geçtiğinden her oyuncak her çeşitte bulunmazdı o zamanlar. Her çocuk kendi uçurtmasını kendi yapardı. Önce iki güzel dal bulunup ihtimamla şekil verilirdi, sonra anneden bir kumaş ya da bez parçası bulunur, özenle dalların üzerine geçirirdi. Bir de fiyakalı bir kuyruk yapıldı mı değmeyin keyiflerine. Ama daha bitmezdi sorunlar. Hava rüzgarlı olmalıydı, mümkünse açık alan olmalıydı ve uçurtmayı havalandırmasını bilmeliydin. Yani uçurtma yapıp uçurmak her baba yiğidin harcı değildi. Ama sonradan gazeteler plastik uçurtma vermeye başladılar. Hatta benim bir tane Red Kit’li uçurtmam vardı. Kesin 2-3 hafta içinde çöpü boylamıştır o uçurtma, annem yayıntıdan nefret ederdi.

Bir de şimdiki çocuklara bakıyorum, hepsi cin gibi, anne-babalar eğitimli dolayısıyla çocuklar harika yetişiyor. Ama hepsinin tek derdi bilgisayar. En ufak yaratıcılık yok. Tek yaptıkları parmak kasları ve reflekslerini geliştirmek. Acaba yüzde kaçı bisiklete biniyordur? Kaçı çamurlu sahada top oynamıştır? Birkaç ay evvel annem anlatmıştı, gün dolayısıyla eve 4 yaşlarında bir çocuk gelmiş, hemen bilgisayarın yerini sormuş, olmadığını duyunca “Ben nasıl oynayacağım?” demiş. Çocuklarda yaratıcılık kalmamış vesselam. Her şey o kadar önlerinde ki yoktan oyun yaratmayı bilmiyorlar. Dolayısıyla hayal güçleri yok. Oysa ki bir çocuğun sahip olduğu en önemli şeydir hayal gücü.

Bir de madalyonun öbür yüzü var, onların anne-babaları. Bu vahşi kapitalist dünyada para kazanmaya çalışan insancıklar. Hayatları o kadar hazır tüketim ürünleriyle dolu ki çocuklarına bunu empoze ediyorlar. Çünkü sistem artık öyle işliyor. Amaç bir örnek insan yetiştirmek. Aynı plazaya giren insanlar misali aynı oyun mantığını çözmeye çalışan çocuklar! Ne garip değil mi? Sistemi yıkmaya çalıştıkça sistemin bir parçası oluyoruz. Hepsi ne için? Daha iyi bir hayat? Mutluluk, para, sağlık?

Siz ne istiyorsunuz? Çocuğunuz için ne istiyorsunuz? Uçurtma uçururken yere kapaklanıp düşmesini mi, alelade bir bilgisayar oyununda birinci olmasını mı? Hangisi daha steril ama hangisi daha yararlı?

4 Mayıs 2008 Pazar

Nisan Ayı Film Dökümü

Nisan ayı her zamanki gibi İstanbul Film Festivali’ne endeksliydi. Geriye kalan vakitlerde de ya eğlenceli şeyler izledim, Jaws misali; ya da festivalde bilet almadıklarımı bulup izledim. O yüzden yoğun bir yazı olacak. Hadi bakalım.

Önce festivalden hareket edelim. Ex-Drummer çok farklıydı. Konu garip, işleniş garip, oyuncular garip. Bir başkaydı. Farklı bir tat için kesinlikle izlenmeli fakat her mideye göre değil.

The Other Boleyn Girl kostümlü, ağdalı dramaların tipik bir örneği. Yeni bir bakış açısı getirmiyor sadece dönemi anlamak açısından dikkat çekici. Filmden sonra son yıllarda İngiltere’de artan milliyetçilikle birlikte I. Elizabeth’in önem kazandığını duydum. Filmde de anlatılan annesi!

Haneke’den hoşlanmam ama çevremde o kadar Funny Games US geyiği döndü ki bile bile izledim. Yok, abi, Haneke bana ters! Ama adam harbi harika bir yönetmen. Yiğidin hakkı yenmez!

Rahatlamak için ve son zamanlarda dönen derin devlet geyiğini demokrasi kalbinde görmek için The Bank Job’u izledim. Bana bir İngiliz aksiyonu nasıl çekilir diye sorsanız cevabımda bu film kesinlikle anarım. İzlettiriyor kendini, bir derdi var ama bir şeyler de eksik. Ne deseniz, net cevap veremem ama hissediliyor. Oyuncular da çok BBC etkisinde. Keyfi bir film olmuş.

Reservation Road dikkate değer bir film ama çok çabuk unutulacak. Halbuki çok daha fazlasını hak ediyor. Konu çok dikkat çekici ve önemli. Performanslar nerdeyse kusursuz. En önemlisi filmin rejisi çok iyi, Terry George derdini harika anlatıyor. Ama bir intikam filmi de daha yukarı çıkamaz. 6 ay önce The Brave One’ı alkışlamıştık ama o film, bunun yanında yavan kalıyor.

Street Kings’i sırf Hugh Laurie için izledim. Öyle bir kadrodan böyle bir film. Alkışlamak lazım yönetmeni. Çok bayattı. Hele Keanu Reeves kahraman ayaklarına yatmıyor mu, filmi yarıda bırakmamak elde değildi.

The Kite Runner’ın derdi belli. Afganistan’a insanca bakmaya çalışıyor. Ama bir batılının gözünden bunu ne kadar başarılı yaptığı meçhul. Müzikleri hoş. Uçurtma sahneleri çok güzel ama bu da yeni bir şey anlatmıyor. Demek istediğim filmdeki olaylar salt Afganistan’a özgü değil. Bu tarz filmlerde daha yerele inebilmek lazım. Bu arada Marc Forster neyin peşinde ya? Adamın filmografisinde ne ararsanız var. Son filmi de Bond’un son macerası.

Ha, bugün bir de arkadaşım izlerken Recep İvedik’e göz attım. 20 dakikadan sonrası sağlığınıza zarar. Olmadık şeye gülmeye başladım, anında kendi bilgisayarıma döndüm. Kabus gibi.