24 Aralık 2011 Cumartesi

The Breakfast Club

The Breakfast Club'ı ilk defa izlediğim günü hatırlıyorum. Kendimi kötü hissaettiğim bir gündü ve birden filmi açıp izlemeye başlamıştım. Film bittiğinde kendimi daha iyi hissediyordum. John Hughes bana dokunabilmeyi başarmıştı.

1984 yapımı bu gençlik filmi, bir cumartesi okulda cezaya (detention) kalan 5 öğrencinin o günü nasıl geçirdiklerini anlatıyor. Karakterler rahatlıklar karikatürize olabilecek tipte: Bir inek, bir sporcu, bir popüler kız, bir asi ve bir salaş kız.

John Hughes'un önemi, bu karakterlere gerçeklik aşılamasında yatıyor. Okulda görseniz garipsemeyeceğiniz kadar hayatın içindeler. Filmin, sinemadaki önemi de burada yatıyor. Hughes, sinema tarihinde ilk defa gençlere gerçek karakterler olarak yaklaşıyo. Onların sorunlarını, düşlerini, hislerini abartmadan, yukarıdan bakmadan anlatıyor. İşte bu yüzden de, liseye gitmiş herkesin içindeki bir yere dokunuyor. Bu evrensel durum da, The Breakfast Club'ı önemli filmler arasına taşıyor.

Lisede ben tipik bir inektim. Yine filmlere tutku duyardım ama pek sosyal olduğum söylenemezdi. Bugün The Breakfast Club'ı bir daha izlediğimde, bana lise sıralarını yine anımsattı. Anthony Michael Hall'un oynadığı Brian gibi ne ufak sorunlar üzerinde kafa yorduğumu hatıladım, hayata ne kadar sığ baktığımı gördüm. Ama diğer taraftan o sıraların bugünlerim için nasıl basamak oluşturduğunu gördüm.  O yıllarda verdiğim kararları hala uyguluyorum, bazı düşüncelerim hala aynı. Çünkü yetişkinliğe adım attığınız ergenlik dönemi, sizin yetişkinliğinizin temelini oluşturan dönem ayrıca.

Filmde bunu vurgulayan çok önemli sahneler var. Bunlardan birinde asi çocuk Bender, önce Brian'ın evebyenlerini, sonra da kendi evebyenlerini taklit ediyor. Evebyen kurumuna karşı duyduğu nefret çok aşikar. Hemen ardından sporcu karakterimiz Andrew, hiçbirinin evebyenlerinden hoşnut olmadığını belirtiyor. Filmin ilerleyen sahnelerinden birinde de salaş kızımız Allison'un ağzından filmin en vurucu cümlerinden biri çıkıyor: "Hepimiz evebyenlerimiz gibi olacağız. Çünkü kalbimiz ölecek." Burada Allison'un kastettiği çok ince bir durum: Çocukluktaki hayalperestliğin, idealizmin ve dolayısıyla kendi olma durumunun yaş aldıkça azaldığını vurguluyor. Çünkü büyüdükçe gündeme sorumluluklar, ilişkiler ve politik davranışlar girecek. Mesela bir kızın gözüne girmek için sevmediğiniz halde romantik bir filme gideceksiniz. Büyüdükçe durum daha da büyüyecek, para uğruna hoşlanmadığınız bir işi yapacaksınız, sırf dışarıdan iyi gözüktüğü için evleneceksiniz, yani kalbiniz ölecek. Nitekim filmin popüler kızı Claire de bunu işaret ediyor ve pazartesi o anda sırrını paylaşabildiği inek Brian'a selam vermeyeceğini belirtiyor.

Tabii ki yetişkinlik, bu kadar karamsar bir dönem değil. Ama herkes için karamsarlığın tavan yaptığı ergenlikten bakınca böyle görünüyor. Haksız sayılmazlar, sonuçta çevrelerindeki yetişkinleri gözlüyolar ve onların rutin yaşamı karşısında dehşete düşüyorlar.

İşte The Breakfast Club, gençlerin hayalerine bu kadar gerçekçi yalaşabildiği için bir başyapıt. Ondan sonra başlayan gençlik filmleri furyasının da, sonradan çekilen tüm gençlik filmleri/dizilerinin de atası. Rahatlıkla sürüyle film/dizi sıralabiliriz ama birkaçını burada analım: Ferris Bueller's Day's Off, Heathers, Clueless, Dazed and Confused, Freaks and Geeks (favori TV dizilerimdendir), Superbad  ve son yılların popüler dizisi Glee. Mesela 90'ların popüler TV dizilerinden Dawson's Creek'in bir bölümü tamamen The Breakfast Club'a saygı duruşu niteliğindeydi.

Filmden sonra John Hughes gibi oyuncuları da yıldızlaştı. Hughes, 80'leri ve 90'ları oldukça dolu geçirdi. Çocukluğumuzun popüler serileri Home Alone  ile Bethoveen onun senaryosudur. Bunlardan başka 80'lerin sonlarında bugün hala daha iyisi yapılamayan komedi filmleri çekti, Planes, Trains and Automobiles gibi. Oyuncuları ise 80'lerde 'Brat Pack' adını alarak bir sürü film çevirdiler. St. Elmo's Fire, 16 Candles, Weird Science 80'lerin popüler filmleriydi.

Bundan 2 yıl önce John Hughes öldüğünde çoğu sinemaseverin aklına ilk The Breakfast Club gelmişti. 2010 Oscar Ödül Töreni'nde sadece ona özel 15 dakikalık bölüm yapılması da tüm çevrelerde ne kadar sevildiğinin kanıtıydı. The Breakfast Club bundan çok uzun yıllar sonra bile izlenecek, her yaştan insanın kalbine dokunacak. Ruhun şad olsun Hughes, bu harika filmi çektiğin için.

20 Aralık 2011 Salı

Sinema Sinema #4

One Day
Anne Hartaway ve Jim Sturgess’li bu romantik film, kendini çok önemsemesinin kurbanı oluyor. Bir çiftin 20 yıllık inişli çıkışlı ilişkilerini göstermeye çalışan film, sonuçta hiçbir şey gösteremiyor. Bir-iki ufak gösterişi ve yerinde bir oyuncu kadrosu dışında gayet de sıkıcı. Oysa ki eldeki fırsat iyi değerlendirilse, tadından yenmeyebilirdi.
The Hangover Part II
İlk filmde, kahkaha atmaktan oturamayanlar, filmin orjinalliği ve sıra dışı küstahlılığını sevmişlerdi. Belki bekarlığa veda gecesi komedisi fikri çok orjinal değildi ama bunu bu kadar hesaplı ve hınzır yapana ilk defa rastlanıyordu. Öyle bir deneyimden sonra, aynı olayların Bangkok versiyonlarını izlemek komik olsa da aşağıcı. Çünkü ilk filmin zekasına hayran olanlar burada o zekanın pırıltısını göremiyor.  Harrika bir yemeği belki defalarca yersiniz ama aynı tarife sahip olup farklı malzemeden yapılanı yemek istemezsiniz. Bunun adı dolandırıcılıktır çünkü!

Cowboys & Ailens
Adı ile bile itici olan bu film, tahminlerimi doğru çıkarttı. Kovboy tür filmi ile uzaylı tür filmini harmanlamaktan başka bir özelliği olamayan bir film izliyoruz. Ne kadar çekici olduğunu varın siz düşünün. Üstelik 50 yıl önce çekilen westernlerle aynı hamasi cümleleri kurması daha da komik. John Wayne bunları söylerken yer gibi davranıyoruz da hürmeten, Harrison Ford hiç çekilmiyor.
Habemus Papam (We Have a Pope)
İtalya’dan gelen bu film, Vatikan’ı dolasıya eleştirirken, aslında herkesin birer insan olduğunu hatırlatıyor. Papalık seçimlerinde, yeni papa tam seçilmiş ve kamuoyuna açıklanırken Papa’nın bunalıma girip yeni görevini reddetmesini anlatan film, kardinaller ve papanın da insani zevkleri yanında zaaflarının da bulunduğunun altını çiziyor. Nanni Moretti’nin hem yazıp hem yönetip hem de psikiyatristi oynadığı film, rahatlıkla din karşıtı olarak nitelendirilebileceği gibi hümanist bir film olarak da görülebilir. Tercihim ikinci şıktan yanadır. Ne olursa olsun, hüznünün yanında oldukça  komik olduğu da bir gerçek. The Hangover Part II‘dan daha çok güldüm açıkçası.
La Piel que Habito (The Skin I Live in)
Favori yönetmenlerimden Pedro Almodovar’ın son filmi, yine sıkı bir film. Her zamanki gibi sizi istim üzerinde tutan, şaşırtmayı başaran ve sonuna kadar sağlam duran bir Almodovar filmi daha. Bu sefer korku türünün sınırlarında gezen bir melodram yapmış. Deri nakli üzerine kafayı bozmuş bir bilim adamı ile onun tek hastasını anlatan film, ilginç gelişmelerle konusunu yavaş yavaş açarken sizi kendine daha da bağlıyor. Genel bir duygu eksikliğinin hissedildiği film, bu yüzden de tam meramını geçiremiyor. Yine de bir Almodovar filmi izlemek, her zaman harikadır.
Like Crazy
Hani bir duygu vardır ya; bir şeyi çok istersiniz ama ona hemen sahip olamazsınız, aradan bir süre geçer, tam ona sahip olduğunuzda ona karşı duyduğunuz tüm hisler gitmiştir sanki. Elinize alırsınız, onu bir zamanlar ne çok istediğinizi hatırlarsınız, hayıflanırsınız ama iş işten geçmiştir. O, sizin için sıradan bir nesnedir artık. Mesela çocukken istenen bir bisiklet ve ona sonradan sahip olabilmek böyle bir histir. O çocukluk hisleriniz çoktan geçmiştir.
Like Crazy, finaliyle bu hissi iliklerinize kadar işletiyor. Finali dışında, sıradan bir romantik bağımsız film yaftası yapıştırabileceğiniz bu film, son hamlesiyle sıradanlıktan çıkıyor ve kendi ruhunu buluyor. Aslında ikinci kere seyredip iyice tadını çıkarmak lazım. Amerikalı mobilya tasarımıcısı Jacob ile İngiliz editör Anna’nın ilişkisi, bu yılın en izlenilesi öykülerinden biri olurken Drake Doremus adını da aklımızın bir köşesine yazıyoruz. Oyuncu kadrosu da çok iyi, benden söylemesi.
Beginners
Hayatın ne kadar yaşamaya değer olduğunu anlatan kendine özgü bu film, Christopher Plummer’ın performansıyla her yerde kendinden söz ettiriyor. Plummer, büyük olasılıkla Oscar’a da aday olacak bu rolüyle. Ama film, Plummer’ın gerçekten iyi performansından daha fazlasını sunuyor. Babanın ardından tutulan yas, çocukken kendini ifade edememenin burukluğu, kendini dolayısıya ifşa etmenin verdiği haz, hayatı boşa yaşamış gibi hissetmek, bağıramamak, söyleyememek, anlatamamak, aşık olmak, yasak delmek, birine ihtiyaç duymak. Tüm bu konulara ve daha fazlasına kendi çapında değiniyor bu film, iyi de ediyor. Biraz depresif ama keyfini alabilenler çok sevebilir.
My Week With Marilyn
Marilyn Monroe’nun en şaşaalı zamanlarında İngiltere’de The Prince and the Show Girl filmini çekerken yaşadıklarını anlatıyor filmimiz. Filmin üçüncü yönetmen asistanının gözünden hem Monroe’yu hem de zamanın kamera arkasını görüyoruz. Yaşananlar günümüzde yaşananlara kıyasla çok naif kalsa da anlatılmaya ve izlenmeye değer. Bir dünya starının içindeki duyguları azıcık da olsa anlatmaya çalışıyor, bence başarıyor da. Michelle Williams, Monroe rolünde yine çok güzelken; Kenneth Branagh’ı selefi Laurance Olivier rolünde izlemek ayrı bir keyif.
The Perfect Sense
Contagion‘dan sonra ölümcül bir salgını merkeze taşıyan bir film daha. Bu sefer durum daha ciddi, salgının tedavisi yok, çünkü tüm insanlığı bir anda etkisi altına alıyor. Semptomları da beş duyuyu teker teker yok etmesi. Bunlar arka planda tüm gerçekçiliğiyle yaşanırken filizlenen bir aşkı anlatıyor. Oldukça gerçekçi, o kadar ki filmden tiksinip izlemekten vazgeçebilirsiniz. Ama amacına tamamen ulaşıyor. Eva Green yine çok güzel!

11 Aralık 2011 Pazar

2012 Oscar'a Doğru

Warrior

Bu yılın boks temalı Oscar dramasına hoşgeldiniz. Bu sefer boks değil de MMA (Mixed Martial Arts) var ring içinde. Ring dışında da en koyusundan bir aile draması. Şöyle ki: Alkolik bir baba; onun öğretmenlik yapan, evli, bir kızı ölümcül hasta ve bu sebeple ringlere mecburen dönen büyük oğlu ile küçük yaşında annesiyle babadan ayrılmış, askerde kahramanlıklar yapmış, içi nefret dolu ve bu nedenle isteyerek ringlere dönen küçük oğlu.

Aslında her şeyi az çok belli ama izlemesi çok keyifli bir dövüş draması. Oyunculuk dallarında ödülleri zorlaması muhtemel. Nick Nolte Oscar'ı bile kapabilir!

Moneyball 

Ülkemizde Kazanmanın Sanatı adıyla gösterime giren film, en alasından Oscar draması. Basketbolu merkeze alan bir kazanma öyküsü. Yalnız bu sefer maçlar önem teşkil etmiyor, tipik "İnandık ve başardık!" geyiği yok. Onun yerine "Sistemli çalıştık ve başardık!" geyiği var. Yerse!

2002-2003 döneminde yaşanan gerçek bir olaydan uyarlanan ve performansa göre değil de istatistiğe dayalı takım kuran bir beyzbol genel menajeri ile onun ekonomi mezunu yardımcısını merkeze alıyor. Amaç, az parayla, en mantıklı oyuncuları seçip başarılı olmak. Bunun için klasik ama muntazam bir senaryoya sahip. Tüm dünyadaki eleştirmenler de bu senaryoyu övüyor. Tıpkı geçen yıl Oscar'ı kaptığı The Social Network'de olduğu gibi matematiksel olarak kusursuz ama heyecansız bir senaryo yazmış Aaron Sorkin. Yanında da başka bir Oscarlı senarist Steve Zaillan var. Oscar adayı olmaları kesin. Bunun yanında Brad Pitt oyunculuk ve film (yapımcı da Pitt çünkü) dalında, Bennett Miller yönetmenlik dalında adaylık kapacaklar gibi gözüküyor.

Bana çok heyecansız geldi ve açıkçası beğenmedim. Ama bu filmlerin alıcısı boldur.

The Ides of March

Öncelikle filmin adından başlayalım: 'The Ides of March' kalıbı, martın 15'i demek. Bu tarihin tarihsel önemi ise Jül Sezar'ın bu gün ölmüş olması yada Jül Sezar'ın Brütüs'e "Sen de mi Brütüs?" dediği gün olması.

The Ides of March, politik bir drama. George Clooney'in oynadığı başkan adayının kampanyasında ikinci adam olan Stephen'ın (Ryan Gosling) kampanya sürecinde başından geçen olayları anlatıyor. Film, piyes uyarlaması olmasının avantajını sağlam bir senaryoyla sağlıyor. Clooney'in olağan ama sağlam rejisi ise filmin diğer bir artısı. Filmin esas kozu ise oyuncuları: Clooney ve Gosling'e Philip Seymour Hoffman (Moneyball'daki gereksiz karakterinin acısını çıkarıyor Hoffman), Evan Rachel Wood (favori aktrislerimden ve yeni çok başarılı), Merisa Tomei ve Paul Giametti eşlik ediyor.

Film, amacına ulaşıyor diyebiliriz. Demokratik yönetimlerdeki çürükleri, onların nasıl hasır altı edildiği ve ortalıkta dönen yalanları anlatmakta başarılı. Zeki yazılmış ve planlanmış sahnelerle meramını aktarıyor. Replikleri de bir o kadar can alıcı. Mesela film şu cümleyle başlıyor: "Ben ne Hrıstiyanım, ne ateist, ne Yahudi, ne de Müslüman. Ben sadece demokrasiye inanıyorum." Ya da en can alıcı sahnede şöyle bir replik geçiyor: "Politikada tek kural vardır: Yalan söyleyebilirsin, hile yapabilirsin, savaş çıkartabilirsin ama bir stajyeri sikemezsin!"

İzlenmesi gereken, üzerine düşünülmesi gereken ama üzerinde çok durulmayacak bir film.

50/50

Kanser üzerine bir dram-komedi olan 50/50, gücünü samimiyetinden alıyor. Senarist Will Reiser'ın kendi hikayesinden uyarladığı senaryo, çok gerçek ve içten. Sizi hemen içinize alıyor, bir daha da bırakmıyor. Üstelik ne kadar üzücü bir konuya sahip olsa da ve ağlatsa da (ben ağladım açıkçası) güldürmeyi ve sizi inandırmayı başarıyor.

Bunda Jonathan Levine'in sakin rejisi ve gayet uyumlu performanslar etkili oluyor. Seth Rogen'ın gerçek hayattan sonra bir daha en iyi arkadaşı oynaması (Rogen, Reiser kanserken onun yanındaymış her an), Anjelica Huston'un panik anne performansı ve Anna Kendrick'in acemi psikologtaki şirinliği filme nefes aldıran unsurlar. Tabii Joseph Gordon-Levitt'in soğukkanlı başrol performansı da önemli bir unsur.

Yıl içinde izlenebilecek en iyi dramlardan. Beni hem ağlattı hem güldürdü. Bunu gerçekten çok az film yapabilmiştir bana.

Le Gamin au Vélo (The Kid With a Bike)

Dardenne Kardeşleri daha önce hiç izlemediğimi itiraf etmeliyim. Son yıllarda Avrupa'nın yıldız yönetmenlerden olan bu iki kardeş, nedense bana çekici gelmiyordu. Ama bu yıl Cannes'da Bir Zamanlar Anadolu'da ile Jüri Büyük Ödülü'nü paylaşınca izlemek farz oldu.

Yetimhanedeki öfkeli bir çocuğun hayatı gibi gayet sıradan bir konu oldukça sert ve kusursuz bir filme imza atan Kardeşler, her türlü övgüyü hak ediyor. Başta ilgi çekmeyecek bir konuyu, bırakın sıkmayı, soluksuz izleten bu garip film, yılın en iyilerinden!

Elle S'appelait Sarah (Sarah's Key)

Ödül sezonunda ne kadar kendine yer bulur bilinmez ama, Fransızların kendi yaralarını kaşıdığı bu film, ajitasyona meyletse de bahsedilmeyi hak ediyor.

2. Dünya Savaşı'nda kendi içlerinde yahudileri kamplara gönderen Fransızları izliyoruz. Hem savaş yıllarında bir anda aklına gelen bir kararın sonuçlarını ömrü boyunca çekecek olan bir kızı, hem de günümüzde o kızı araştıran Amerika asıllı bir gazeteciyi parallel kurguda izliyoruz. Gördüklerimiz her Yahudi kampı filmi gibi içler acısı ve yürek burkucu. Kristen Scott Thomas'ın her zamanki gibi kendi adadığı bir performansı izlediğimiz film, bu türü sevenleri hayal kırıklığına uğratmıyor.


The Debt

John Madden'in son filmi politik soslu bir aksiyon. 60'larda Mossad ajanı biri kadın üç kişinin Doğu Berlin'e gelip soykırıma karışmış bir Alman doktorunu kaçırma girişimlerini ve yıllar sonra aynı üç kişinin bu maceranın sonuçlarıyla yüzleşmelerini anlatıyor.

Kadro çok iyi: Genç ajanlarda Marton Csokas, (2011'in en iyi çıkışını yapan) Jessica Chastain ve Sam Worthington gayet iyiler. Alman doktor da Jesper Christensen de başarılı. Ama asıl yaşlı ajanlar Helen Mirren, Tom Wilkinson ve Ciaran Hinds filme damgasını vuruyor.


Senaryo da Matthew Vaughn ve Jane Goldman (bkz. Kick-Ass ve X-Men: The First Class) imzası görmek şaşırtıcı ve hoş. Yapımcı olarak da Di Caprio abimiz var.


Seyri oldukça yüksek ve sürükleyici bir film. İzlemeye değiyor.


The Help

Renk ırkçılığı temalı dramlar başka bir Oscar gözdesidir. Amerika hala günahını tam çıkartamadığından (belki de çıkarmak istemediğinden) bu filmler hep çekilecek.

Bu sefer de, mazbut bir Güney kasabasında hep hizmetçilik yapmış siyahi kadınların çilesini ve onlara kulak veren bir beyaz kadını izliyoruz. Sağlam senaryosu filmin esas artısı, ödül sezonunda adaylık kapabilir. Ama oyuncu kadrosu esas öne çıkan artısı. Birden fazla kadın oyuncusu aynı dalda birbirine rakip olabilir. Mesela Emma Stone, Viola Davis, Jessica Chastain ve Octavia Spencer bolca ödül töreni gezebilir.

Tavsiyem The Color Purple'ı izlemenizdir ama yılın bolca anılacak bu filmini de izlemek size zaman kaybettirmez.

4 Aralık 2011 Pazar

Scorsese'nin Sinema Aşkı: Hugo

Scorsese çok özel bir yönetmen. Sadece filmlerini izlemeyip de onu biraz araştıranlar sinemayla her şekilde içli dışlı olduğunu bilir. Mesela Scorsese iki yılda bir müzik üzerine belgesel çeker (en son George Harrison Living in the Material World'ü çekti), eski filmlerin yenilenmesi sağlayan bir vakfı yönetir (Susuz Yaz ve Hudutların Kanunu da bu vakıf sayesinde kurtarıldı). Scorsese sinemaya delicesine aşıktır.

Hugo, Scorsese'nin bu aşkının perdedeki tezahürü. Filmin içindeki derin sinema sevgisini damarlarınızda hissediyorsunuz. Böyle bir his, sadece Nuovo Cinema Paradiso'da vardı, zaten bu film de başyapıttır ve en sevdiğim filmlerdendir. Nuovo Cinema Paradiso daha çok film izleme deneyimi hakkındadır, perdeye yansıyan ışığa duyulan derin aşkı tezahür eder. Hugo ise o ışığın  kendisinin yanında, o ışığı oluşturma biçimiyle hakkında. Yani filmi yaratma biçimi hakkında. 'Yaratma' kelimesini kullandım çünkü sinemanın ilk 20 yılında yapılanlar, film yazmak ve yönetmekle sınırlandırılamaz. Bu dönemin filmcileri (İngilizce'de 'filmmaker' derler) her şeyini bu yeni icada adamış insanlardı (Edison hariç, o tam bir para düşkünü tüccardır).

Hugo'nun merkezinde de bu dönemin (1895-1914) en yaratıcı ismi Georges Melies bulunuyor. Melies, sinemanın bir hikaye anlatma aracı olabileceğini ilk keşfeden kişidir, ona sanat etiketi veren ilk yönetmendir. Sihirbazlıktan gelen Melies, yaratıcı fikirlerini filmde bambaşka deneyimlere aktarmayı başarmıştır. Sinemanın ilk 20 yılında 500'ün üzerinde film çeken Melies, Birinci Dünya Harbi'yle beraber iflas edip bir gar köşesinde oyuncakçı dükkanı açmak zorunda kalmıştır. Çoğu filmi de ayakkabı yapımında kullanılmış yada tekrardan üzerine film basılmıştır. Yine de az sayıda eseri kurtarılmıştır. Bunların arasında en ünlüsü de, ayı bir adamın yüzü gibi gösterip sağ gözüne roket gönderen 1902 yapımı Le Voyage dans la Lune (Aya Seyahat)'tır.

Filmin kahramanı Hugo da, 1920'lerin ortalarında Melies'in çalıştığı garda yaşayan, amcasının görevi olan saatleri ayarlama işini kaçak olarak yürüten öksüz ve yetim bir çocuk. Babasından kalan tek miras olan bir otonnomu (tek bir şeyi yapabilen kurmalı robot) çalıştırmayı tek amaç haline getiren Hugo'nun yolu şansına Melies'e çıkar. Çünkü otonomun gizemi de hayatının fırsatı da Melies'tedir.

Aslında bir aile filmi olan ve hatta 'çocuk filmi' olarak pazarlanan Hugo, gerçekte sinema aşıklarına ve sinefillere özel çekilmiş bir film. Bir aile filmi olarak da gayet keyifle izlenebilecek filmin, asıl tadı Melies'te. Onun tüm hikayesini filme mükemmel biçimde yediren film, sinemanın emekleme yıllarına muzzam bir saygı duruşu. Dönemin nerdeyse tüm önemli filmleri önümüzde resmi geçit yapıyor: İlk film olan Trenin Gara Girişi, Fabrikadan Çıkan İnsanlar, Edison'un ilk erotik filmi The Kiss, ilk defa giriş-gelişme-sonuç bölümlerine sahip olan The Great Train Robbery, Melies'in tüm önemli filmleri, Chaplin'in ilk filmleri, Buster Keaton'un şaheseri The General, hatta Hugo ile Isabelle sinemada ünlü sessiz komedi Safety, Last'ı izliyorlar.

Bir sinemasever için muazzam sahneler bunlar, Melies'in yapımevini ve filmlerini nasıl çektiğini, oynadığını ve kurguladığını görebilmek. Gözleriniz doluyor resmen. İçinizdeki sinema aşkı tavan yapıyor. İçinizden Scorsese'yi delice alkışlamak geliyor. Böylece Scorsese 21. yüzyıldaki en önemli başyapıtını çekiyor, bana göre Casino'dan sonra (ki 15 yıl olmuş) ilgiye mazhar en önemli eserini. Yıllar sonra bile konuşulacak, izlenecek, hakkında yazılacak bu filmin. (3. boyutu da harika kullanması, başka bir artısı. Bu yüzden mutlaka sinemada ve 3 boyutlu izlenmeli!)

NOT: Alta Youtube'ta bulduğum üzerinde anlatım olan Le Voyage dans la Lune'u ekliyorum. İlgilenenlere...
                         

29 Kasım 2011 Salı

Lütfi Ö. Akad'ın Ardından: Göç Üçlemesi

İki hafta önce Türk Sineması çok önemli bir kayıp yaşadı. 30 yılı aşkın süredir film çekmese de, eğitimci olarak sinemamıza hala katkı vermekte olan Lütfi Ö. Akad 95 yaşında aramızdan ayrıldı. Vesikalı Yarim filmiyle bende çok özel bir yeri olan Akad'ı, geçtiğimiz günlerde ünlü Göç Üçlemesi'ni arka arkaya izleyerek andım. Şimdi hem bu filmlere göz atalım hem de onlar yardımıyla Türk insanına dair birkaç kelam edelim:




Gelin (1973)



Üçlemenin ilk filminde, Çorum'dan gelmiş bir aile vardır merkezde. Bir zaman önce İstanbul'da bir varoşa yerleşmiş ve orada bir bakkal açmış olan aile, küçük oğlun da eşi ve çocuğuyla gelmesiyle gözünü yukarıya diker. Yeni gelen parayla kentin zengin bir mahallesinde bir market açarlar ve tüm varlarını bu markete verirler. Bu arada küçük torun hastadır, memleketteki durumu daha da kötüleşir. Ama doktorlara inanmayan aile, gelini hastaneye göndermez. Bir yolunu bulup hastaneye oğlunu götüren gelin, çocuğun kalbinin delik olduğunu ve ameliyat olması gerektiğini öğrenir. Ama aile buna da karşı çıkar, hem doktorlara para kaptırmamalıdır hem de yeni marketin bir sürü masrafı vardır.

Üçlemenin en sağlam filmi olan Gelin, merkeze Hz. İbrahim'in kurban meselini yerleştiriyor. Böylece, tipik bir geniş ailenin para hırsını ve bu uğurda tüm gözlerinin kör oluşunu izliyoruz. Aile içindeki roller bellidir: Büyükbaba (Ali Şen) ailenin reisidir, hem yufka yüreklidir hem de bir oppürtünist. Ailenin büyümesi için tüm dikkatini işe verir, ailevi işlere nasılsa sonra bakılabilir. Nine (Aliye Rona), ailedeki disiplin ve ahlak bekçisidir, herkesin rolünü belirler. Büyük oğul (Kamran Usluer) tam bir kapitalisttir, büyümek için her şeyi göze alır. Küçük oğul (Kerem Yılmazer) İstanbul sarhoşu ve ailenin uslu bireyidir, karısı ve çocuğunu sevse de aileye karşı gelemez. Gelinin (Hülya Koçyiğit) ise tek derdi oğludur, ailedeki gidişi görse de cahil ve güçsüz pozisyonuyla sesini çıkaramaz.

Böylece, ülkemizdeki bir ailenin fertlerini tanırız. 80'ler ve 90'larda uygun şartların etkisiyle ülkedeki manevi değerleri yerle bir edip yeni burjuva takımının oluşmasını sağlayacak bu fertlerin, 1973'teki ilk ısınma turlarını görürüz. Aslında aile içi dağılımlar hep böyle olsa da kırsal kesim, niteliklerinin belirginleşmesine izin vermemiştir. Ama İstanbul'a gelen fertler, bir anda ortama uygun özelliklerini ortama çıkarır. Köy ortamında büyük ağabey bu kadar hırsını gösteremeyeceği gibi, gelin de hastaneye gidemeyeceğinden böyle bir tablo görmeyecekti, aile. Ama uygun ortamda yeni kurallara uyum sağlarken, eski geleneklerini de bırakmak istemeyen Türk toplumunun resmidir bu. Sonuçta kurbanı kendi içinden veren ama bunu da es geçip hayata devam eden aileye gerekli tepkiyi, kent ortamında bilinci gelişen gelin verir. Tıpkı günümüzde parayı ana amaç haline getiren dini sermayenin, içindeki bilinçlenmeye engel olamadığı gibi.

Düğün (1974)


İkinci filmin Urfa'dan yeni göç etmiş ailesi, başta daha sempatiktir. Annelerini kaybedince amcalarının yanına İstanbul'a gelen 6 kardeş vardır merkezde. En büyük abla (Hülya Koçyiğit) taze nişanlısını (Ahmet Mekin) ailesi uğruna arkada bırakıp gelmiştir. Büyük oğlan (Kamran Usluer) giysi ticareti yaparak para kazanmaya çalışır. 2. oğlan (Erol Günaydın) sepetinde seyyar lahmacun satar. İki genç kız fabrikada çalışırken en küçük oğlan okula gitmektedir. Ama ortama çoktan alışmış amca küçük kızı başlık parasına satarak ilk hamleyi yapar. Ailenin paraya ihtiyacı vardır çünkü seyyar lahmacunu üç tekerlekli pırpırda satmak daha iyidir. Abla bir karşı çıksa da, ailesi uğruna yine susar. Ama küçük oğlan haksız yere hapse girmesi ve en sonda 2. kızın da paraya satılmak istenmesi ciddi dönemeçler olacaktır aile adına.

Bu sefer Hz. Yusuf'un meseli gündeme alınır. Kardeşlerin kendi rahatları uğruna Hz. Yusuf'u satmalarını hatırlatan film, değişen zamanda paranın nasıl kardeşliğin yerine geçtiğini anlatıyor. Para hırsı uğruna en yakınlarını satabilen Türk toplumunun resmi çekiliyor burada da. Aile içi ilişkilerin, dostluğun, arkadaşlığın anlam ifade etmediği bir ülkenin resmidir bu defa çekilen. Kişisel menfaatler uğruna en yakınındakini bile satabilen Türk insanının halidir bu. Yine 80'ler ve 90'larda fazlasıyla gördüğümüz bu eğilimin, o dönem öncesinde nasıl yeşerdiğinin göstergesi. Filmde, bunun nedenlerinden biri de göç olarak verilir. Kolaylıkla büyük şehrin insanın gözünü döndürdüğü düşündürse de aslında gerçek tam tersidir. İnsan, daha iyi olanaklar bulduğu büyük şehri amaçlarına uygun kullanırken bir yandan da onu kirletmeye başlamaktadır. Filmdeki kavganın temelinin, çocukça bir şekilde "Benim yerim!" kavgası olduğu düşünülürse ve sonuçta ölüme gidebilecek bir olaya sebebiyet verdiğini görürken insan, büyük şehire yükledikleri durumu da düşünüyor.


Diyet (1975) 


Üçüncü film, bir fabrikada başlıyor, üretim devam ederken bir işçi bacağını makineye kaptırıyor ve belden aşağısı felç oluyor. Diğer işçiler olaydan ötürü hoşnut olmasalar da işe devam ediyorlar. Fabrikadaki sendikacı işçiler (Erol Günaydın) faaliyetlerini arttırıken baş usta (Erol Taş) da onlara karşı önlemler almaktadır. Boş kalan makineye, memleketlisini (Hakan Balamir) alır. Bu arada felç kalan işçinin komşusu Hacer'i (Hülya Koçyiğit) tanırız, Hacer aynı zaman fabrikada herkesin saygı duyduğu bir işçidir. Afyon'dan babası ve çocuklarıyla birkaç yıl önce göç etmiş olan Hacer, yaşam savaşı vermektedir. Çeşitli olaylar, Hacer'in hem sendikaya hem de yeni işçiye yakınlaştırmaya başlar.

Senaryo olarak öncü iki filme oranla zayıf kalıyor. Çünkü o dönemdeki filmlerde gözlenen naiflik ve kimi hatalar, alt metnin yeterince dolu olmamasıyla göze batmaya başlıyor. Sendika-fabrika müdürü ekseninde klasik bir iyi-kötü ekseni kuran film, yan hikayelerde de zayıf kalıyor. Mesela Hacer'in babasının bir türlü balon satamamasını, köyde saygın ama İstanbul'da yoksun olmalarına bağlaması oldukça zayıf kalıyor.

Yine de çatıyı iyi kuruyor. Sendikanın yararlarına değinerek yoplum eleştirisinden ziyade politiklik katıyor filme (Düğün ve Gelin de direkt bir politik söylem yoktur). Bunu da sağlamlaştırmak adına Hz. Muhammed'in "İki, birden büyüktür. Üç, ikiden büyüktür. Dört, üçten büyüktür. Öyleyse birleşiniz." hadisini koyuyor ama böyle bir politik söylem için bu hadis yetersiz bir dayanak oluyor.

Aslında filmde cehaletin getirdiği sorunlar, paranın insan gözünü kör etmesi, engelli hakları ve işçi güvenliği gibi geliştirilebilecek konular bulunuyor. Bunlardan cehalete biraz önem verse de politik söylemin altında boğuluyor. Bunlara daha çok fırsat verilse, iki öncülünün yanında parıldayacakmış.

27 Kasım 2011 Pazar

Sinema Sinema #3


In Time

Andrew Niccol'ün son filmi fikir olarak çok kışkırtıcı. Gelecekte, insanlar kollarında saatle yaşıyor. Para birimi, zaman! 25 yaşından sonra yaşlanmıyorsun ama saatin işlemeye başlıyor. Yeterli zaman kazanamazsan, yani saatin sıfırlanırsa, ölüyorsun. Çok rahat felsefi düşünmelere neden olabilecek bir fikir. Fahrenheit 451'de böyledir mesela ve çok sıkı bir bilm-kurgu klasiği olmuştur. Ama In Time, işin aksiyonuna ve dramına daha çok düşüyor. Fikrini bir amaç değil, bir araç olarak kullanıyor. Hal böyle olunca da film, bir süre sonra Bonnie and Clyde tarzına sırtını yaslayıp kapitalizm eleştirisi arka-planında macera filmine dönüşüyor. Popcornunuzu alıp zevkle izleyebileceğiniz bir film. (Ben durumu abartıp hamburger menüsüyle salona girdim) Amanda Seyfried ile Cillian Murphy'i izlemek çok güzel. Justin Timberlake ise sırıtmıyor.

The Adventures of Tintin

10 yıllık bir Tenten hayranı olarak (tüm kitaplarına sahibim) söyleyebilirim ki Tenten her kişiye, çoğu kişiye uygun olmayan bir kahramandır. Tenten'i seven biri, biraz hayalperest, biraz mistiğe yatkın, biraz mizah tutkunu, biraz da eski tip çizgi-roman sever olmalı. Yoksa sıkılırsınız, saçma gelir, karakterler gıcık gelir. O yüzden Tenten Avrupa'ya özgüdür ve tüm dünyada dolaşsa da Avurpai bir havaya sahip bir maceraperesttir.


Tenten'in bu ilk 3 boyutlu filmi de bu yoldan gidiyor doğal olarak. Biraz daha yumuşatsa da ortada bir Tenten filmi var. Onun ruhuna ihanet etmeden sinemalaştıran bir yapıya sahip. Bu yapıda üç yeni yıldızlaşan İngiliz senaristin payı büyük: Coupling'in yaratıcısı Steven Moffat, Spaced ve Shaun of the Dead'in arkasındaki isim Edgar Wright ile Attack the Block ile bu yıl çıkış yapan Joe Cornish. Bunlara Indiana Jones ile bu atmosfere hiç de uzak olmayan Steven Spielberg eklendiğinde işler daha da alenileşiyor.

Tenten tutkunlarına (onlara bir sürü gönderme var zaten) uygun, zevkli bir macera yaşatan bir film. 3. boyutu iyi olsa da biraz gereksiz olmuş. Ama potansiyeli var.

Rise of the Planet of the Apes

Planet of the Apes evrenini biraz bilen biri, esas fikrin insanın bencilleşmesi, makineleşmesi, doğaya zulmü olduğunu bilir. Bu son film de, bu temalara ihanet etmediğinden ve hatta onlara yeni bir açıyla yaklaştığından esas takdiri topluyor.

Günümüzde, bir ilaç şirketi araştırmacısı etrafında şekillenen tema, maymunların ilk defa zeki hale gelişini ve kendi hakları için savaşmasını anlatıyor. Merkeze de Ceasar (Jül Sezar'a iyi bir gönderme) adlı maymunu alan ve onun önderliğinde bir devrimin gelişimini soğukkanlılıkla anlatan film, eksiğini insan karakterlerine borçlu. Maymunların üzerine çok kafa yoran ve sağlam referanslarla ("Bir dal kırılabilir ama bir öbek dal kırılmaz!") onları karakterleştiren film, insan karakterlerinin üzerine o kadar düşmüyor. Bu sebeple, insanlar film içinde de klişelere mahkum olup filmi zayıflatıyorlar.

Finaliyle yakın zamanda izlediğim ve yazdığım Contagion'u anımsatan ve gerçekçi bir bilim-kurguya dönüşen film, çevreci yapısıyla ilerde de sıklıkla referans verilecek filmlerden oluyor. 2011'in en iyi gişe filmi olduğunu iddia etmek de zor değil.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi


Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi, daha adıyla bile dikkat çekiyor ve absürdlüğü kullanarak bir şeyleri eleştireceğinin sinyallerini veriyor. Ardından afişini gördüğünüzde "Ben bu aileyi ters yüz edeceğim!" diye bas bas bağırıyor.

Adana Altın Koza'dan bu yıl 'En İyi Film' ve 'En İyi Senaryo' ile dönen film, tahmin edeceğiniz üzere bir aile eleştirisi. Açıkçası ben, adından dolayı, günümüz dizileri tarafından iyice suyu çıkarılan 'Yeşilçam Türk ailesi'ni hicvedecek sanıyordum ki daha iyisi çıktı. Tipik bir orta sınıf ailesi üzerinden kopkoyu bir ülke eleştirisi.

Aslında filmin değindiği çok konu var. Onur Ünlü, gerçekten harika senaryosunda bunlara o kadar güzel dokunup altlarını dolduruyor ki şapka çıkarmamak elde değil. Aslında Ünlü finale doğru, karakterlerinin cazibesine kapılmayıp biraz kendini dizginleyebilse ortaya daha da güzel bir film çıkabilirmiş. Ama bu hali, bile takdire şayan. Hatta kurak sinemamızda hiç olmayan kara filme el atıyor. Buna biraz absürdizm katıp Coenler havası vermesi daha da ilginci. Eleştirmenler tarafından çok pohpohlanan Vavien'den çok daha iyisiyle karşı karşıyayız. Çünkü Vavien sadece aileyi eleştirirken finalinde yumuşak bir havaya bürünüyordu. Ünlü'nün filmi ise, hem aileyi eleştirirken hem onun üzerinde ülkeyi eleştiriyor hem de kapkara bir finalle filmini neticelendiriyor.

Bana ilkokulda öğretilen en temel bilgilerden biri de şuydu: Çekirdek aile, ülkenin en küçük sosyal birimidir. Yani, ülke bir vücutsa aile de onun hücresidir. Tıpkı hücre gibi de ülkenin tüm temel yapıtaşlarını içinde taşır.

Celal Tan'ın ailesi taşrada (Anadolu'da) yaşayan bir aile. Celal Tan'ın yanında, yeni evlendiği genç eşi, iki yetişkin çocuğu, torunu ve annesinden oluşmakta. Olaylar, Tan'a sürpriz doğumgünü hazırlanırken Tan'ın eve bir hışımla gelip genç karısını yanlışlıkla öldürmesiyle başlıyor. Tüm ailenin, olaya şahit olsa da görmemiş gibi yapmasıyla da hadiseler zincirinin ilk halkası başlıyor.


Bu cinayetin çözülme aşaması da bize tipik bir Türk ailesi hakkında ciddi ipuçları veriyor. Mesela aslında birbirleriyle hiç konuşmadıklarını, her şeyi içlerine attıklarını ve bundan ötürü de en ufak bir olayda (bu, yanlış anlama da olabilir) nasıl bir kaşık suda fırtına kopardıklarını görüyoruz. Sonra da gerçeklerle yüzleşeceklerine olayı örtbas etmek için nasıl çabaladıklarını, hatta haksız yere kendilerini haklı çıkardıklarını ve buna kendilerinin de nasıl inandığına şahit oluyoruz.

Ülkemizin acınacak haline gülmekten başka bir şey değil aslında film süresince yaptığımız. Birbirimizin hatalarını kullanarak kendi hatalarımızın üzerini örtmemizdir burada güldüğümüz. Başkalarının istediği hayatları yaşadığımızın inkarıdır, sahte inançlar uğruna bir hayat boyunca saçmaladığımız gerçeğine yüz dönmektir.

Filmde, daha nice ince detaylar var. Yıllarca hukuk hocalığı yapıp ölmesine ramak kala bu dünyanın maddiyatlığını anlayan bir yan karakter var. Nice elitimiz böyledir mesela, ülkemizin satır aralarında kaybolmuş bir gerçeğidir bu. Diğer taraftan kendini dünyanın en önemlisi zanneden bir sanatçımız var, aslında günlük hayata yüz vermez gibi gözükürken aslında o hayata nasıl bağlı olan züppe. Bir de insanların ünvanlarına kanıp onlara olduğundan daha fazla değer verenler var. Sanki bu ülkedeki tüm profesörler ak kaşık gibi.

Dediğim üzere, filmden neler neler çıkarılıp her birinin üzerine sayfalarca yazılabilir. Ama filmi izlerken gördüğüm bir detay daha var ki ilk defa bu açıdan durumu gördüğümden beni çok şaşırttı.

Hep 80' ihtilalinin bu ülkeyi nasıl değiştirdiğinden, bu ülkeye paranın girmesiyle riyakarlığın, insafsızlığın ve benmerkezciliğin nasıl ortaya çıktığını söyleriz. Filmde gördüm ki aslında bu özellikler bizim orta sınıfımızda hep vardı, son 20-30 yıla dayanan sonradan türemiş bir huy değil. Orta sınıf hep böyleydi, zaten filmin taşrada geçmesi de onu işaret ediyor, hala içine kapanık bir topluluk üzerinden anlatıyor olayları. 80'ler bu ülkeye parayı getirerek sadece bu özelliklerin ayyuka çıkmasını sağlamıştır. Yoksa bu topraklar dünyanın en güçlüsüyken Fuzuli boşuna "Selam verdum/Rüşvet değuldur deyu almadılar." dememiştir.

Ülkemiz ve insanımız adına bolca zihin egzersizi yaptıran bu filmi herkesin izlemesini salık veririm.

20 Kasım 2011 Pazar

Beni Unutma


Issız Adam, belki bir başyapıt değil ama Türk Sineması'nda bir milat oluşturduğu kesin. Bu milat, Türkiye'de gerçek ve sağlam bir aşk filmi yapılabileceğini gösteriyordu. Gerçi öncesinde de çok iyi aşk filmleri (Selvi Boylum Al Yazmalım, Vesikalı Yarim ve Kırık Bir Aşk Hikayesi aklıma ilk gelenler) vardı ama 95' yılında oluşan dönemsel geçişle eski dönem tamamen unutulmuştu. Issız Adam'dan sonra aşkı anlatan veya anlatmaya çabalayan bir sürü film çıktı.

Beni Unutma da bunlardan biri. Hatta senaristi (aynı zamanda film eleştirmeni) Burak Göral, Issız Adam'ın yarattığı bu etkiyi de bilen biri (Sinema dergisi - Kasım 2011 Burak Göral röportajı).

Beni Unutma, bir aşkı anlatmaya çalışan film. Çok şükür ki anlatıyor da. Filmin ilk yarısı, sadece aşkı anlatıyor, gayet yere basan ve klişe olmayan bir şekilde. Hatta antrakta girince kendime sordum: "Her şey iyi güzel de bundan sonra ne yapacaklar?" Çünkü filmin altyapısı anlatılan aşkta sanki kötü bir şey olamazmış gibi kurulmuş. Tek çatlağa sebep olacak konu, eski sevgililer ama onlar da nerdeyse hiç görünmüyor.

2. yarıda film tökezlemeye başladı. Daha doğrusu yapılan senaryo hamlesi, filme zarar vermiş. Çünkü aniden gelen kırılma ve onun etkileri filme iyi yedirilememiş ve gerçekçiliğe zarar vermiş. Tahmin yürüttüğüm eski sevgililer olayına ucundan girilse de yan öykü bile yaratmayacak kıvama ve hatta filmi daha da zedeleyecek şekilde gerçeküstü bir hale bürünmüş.

Hal böyleyken, final sahnesi hafiften burnunuzu sızlatsa da 'olamamış' bir filmi bitirerek salondan ayrılıyorsunuz.

Not: Final sahnnesi çocukken çok etkisinde kaldığım, halbuki iyi bir melodramdan fazlası olmayan My Life'ı hatırlattı bana, hüzünlenmeme bir sebep de bu etki oldu. O filmde, Michael Keaton öleceğini anlayınca, çocuğu büyürken izlesin diye bir sürü video kaydediyordu. Çocukluk aklımla beni çok sarsmıştı.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Gelecek Uzun Sürer


Gelecek Uzun Sürer, kendisinden çok söyledikleriyle, anlattıklarıyla ve gösterdikleriyle akılda kalan bir eser. Bu, film aleyhine bir dezavantaj olarak algılanabileceği gibi, avantaja da dönüşebilir. Nitekim yönetmen Özcan Alper başarılı rejisiyle, çok sıkıcı ve anlamsız olabilecek bir filmi sizi durmadan düşünmeye zorlayan ve içinizde kızgınlık ve öfke dahil çeşitli duyguları oluşturan bir filme dönüştürmüş.

Önce filmin beynimde oluşturduğu duyguları yazıya aktarmaya çalışayım: Bir insan düşünün, oğlu, anne/babası, kardeşi veya başka bir yakın akrabası sebepsiz yere öldürülüyor. İçinde onu öldürene dair bir nefret oluşmaz mı ve bu nefreti hiç unutabilir mi? Asıl önemlisi siz, 3. sahış olarak, bu duyguyu beslediği için ona kızabilir misiniz?

Vicdan sahibi bir insanın bu sorulara vereceği yanıt bellidir. Ama bu şahıs bir Kürt olduğunda nedense düşünceler 180 derece dönüyor. Hep itaat etsin, duygularından arınsın, rasyonel olsun diyoruz. Onun da bir insan olduğunu ve içindeki öfkesini dile getirmek isteyebileceğini unutuyor, çünkü olayı politikleştiriyoruz.

Birkaç yıl önce gazetede bir haber okumuştum, eşi 80' olaylarında hapse alınmış ve bir daha haber alınamamış, kendisine öldüğüne dair bile (işkenceden veya direkt öldürüldüğü bariz zaten) bilgi verilmemiş bir kadın hakkında. Devletine defalarca başvurup hep cevapsız kalan bir eş hakkında. Bu kadın, yıllarca içindeki (devlete karşı) öfkeyi biriktirmiş ve HADEP'ten milletvekili seçilmiş. Şimdi sorarım size, bu kadının devlete olan öfkesi sizce de olağan değil mi?

Sakin kafayla ve olayları deneyimlememiş bir bedenle, öfkeyle hiçbir yere varılamayacağını ben de biliyorum. Hiçbir zaman bir olayı/durumu/kavramı günümüzdeki ve normal şartlar altında düşünmemeliyiz. Bu, tarih bilimin olduğu kadar sosyolojinin de ana cümlesidir. Çok alakasız bir örnek: Türkiye'de olağan karşılanan bir hareket Çin'de bambaşka karşılanabilir ve siz gidip Çinliler neden böyle karşıladı diyemezsiniz çünkü olayı temelsiz değerlendirmiş olursunuz.

Anlatmak istediğim şu, Kürtler hakkında düşünürken biraz da empati yapmamız gerek. Oturduğumuz yerden, İstanbul'daki bir bar taburesinden veya birazcık okuyup araştırmadan, sadece bizim işimize öyle geldiği için konuşulmaması gerek. İşte bu aşamadan sonra, olayı etraflıca düşündükten sonra tartışmalıyız.

Sakın ola Kürtleri savunduğum veya PKK'yı haklı bulduğum sanılmasın. Şiddet, her ne nedenle olursa olsun lanetlenmelidir. Ama bu demek değildir ki, şiddetin sebebi araştırılmasın ve şiddete şiddetle karşılık verilsin. Siz ateşin özünü bulmadan söndürmeye çalışırsanız sadece kendinizi aldatırsınız. Bu, sıvı yakıt yangınlarını su ile söndürmeye benzer!

Nitekim 20-25 yıl geçti, hala daha PKK ile mücadele devam ediyor. Tıpkı aradan 100 yıl geçmesine rağmen hala İngiltere'de IRA'nın, İspanya'da ise ETA'nın aktif olması gibi. İnsanlar karşısındaki anlamaya niyetlenmediği müddetçe, karşıdaki tepkisini normal yollarla duyuramadığından olağan dışı yolallardan duyurmaya devam edecektir. Bu şekilde de terör var olmaya devam edecektir.

İşte Gelecek Uzun Sürer'i izlerken kafamda bu ve buna benzer bir sürü fikir dolaştı. İstanbul'da müzikoloji okuyan bir Artvin Ermeni'sinin (aslında kavmi önemli değil ama filmde çok güzel diğer noktalara bağlanıyor) yerel ağıtları kayıt altına alarak bunlardan bir tez yazmak için Diyarbakır'a gidip orada araştırmalar yapmasını anlatıyor film. Aslında Sumru adındaki bu kızın bir amacı da, yıllar önce ansızın giden devrimci sevgilisinin topraklarına ayak basarak onunla, fiziken olmasa da, bir nevi özlem gidermek.

Sumru'nun bir dernek aracılığıyla yerel insanlarla (çoğunlukla Kürtçe) röportajlar insanı hüzünlendiriyor. Filme belgesel havası katan bu sahnelerdeki insanların yüzlerindeki ifadeler, mimikler anlattıklarının ne kadar gerçek, kalpten olduğunu gösteriyor. Bunlara kayıtsız kalmak imkansız.

Son olarak filme dönersek, çok sırıtmayan oyunculukları ve güzel görüntüleriyle çok iyi bir film olduğu çok açık. Bu filmi, ileride daha çok konuşacağız.

13 Kasım 2011 Pazar

Sinema Sinema #2


Contagion

"Dünya küçük bir köy." derken bu cümlenin anlamını da düşünüyor muyuz acaba? Yüzölçümü aynı kalsa da iletişimi, ulaşımı gittikçe kısalan bir dünya bizimki. Her ne kadar bunun pozitif anlamları üzerinde yoğunlaşsak da, negatif etkileri de mevcut. Steven Soderbergh'ün son işini izlerken aklıma ilk bu geldi. Bir hastalığın ilk başlangıcını bulmak artık o kadar zor ki! Dünya üzerinde saatte kilometrelerce yol alan insanoğlu bir virüsü de yanında taşıyabiliyor ve buna karşı en ufak önleminiz olamaz.

Soderbergh, bulaşıcı ve ölümcül bir hastalığın ilk insana bulaşmasından itibaren tüm olanları belgesel mantığıyla anlatıyor. Olaylara, kişilere taraf olmadan muhtemel olabilecekleri gösteriyor. İnsanoğlunun zor zamanında bile var olan kötücül özü, diğerini ötekileştirme çabası, kapital sevdası ve 'filler çimenleri ezer' özetindeki mantığı. Bunları izlemek bile, her ne kadar gerçekliğinden şüphemiz olmasa da, insanı daraltıyor, bunaltıyor. Çünkü en ufak bir tehdit altında insanın ne kadar çaresiz, sefil ve acımasız olduğunu gösteriyor.

Bunları göstermek filmin en önemli artısı, erdemi. Teknik anlamda kusursuza yakın bir iş çıkaran Soderbergh, o savunmasız anı görselleştirmeyi başarıyor. Ünlü oyuncularla dolu kadrosunu iyi idare ediyor, her birinin filme hizmet etmelerini sağlıyor. Bunların yanında, Soderbergh salgın tezahüründeki bazı noktaları sevmeyebilirsiniz (hastalığı ilk kapanın aldatan eş olması, ABD'nin kısmen yücetilmesi gibi) ama bunlar da onun düşüncesi sonuçta.

The Guard

Her yıl mutlaka çıkan sıra dışı İngiliz komedilerden biri daha. Zıpkın gibi senaryosu, zeki mizahı ve adanın soğuk oyuncularıyla 2011'in en iyi İngiliz komedisi. İngiliz mizahını sevenler izlerken yerinde duramayabilir.


Sleeping Beauty

Adına bakıp masal uyarlaması zannedenler kaçınsın. Çünkü insanın en temel içgüdülerinden cinselliği deşip erkek egemen toplumun ne gibi arızaları olduğu cinsellik üzerinden açıklamaya çalışan bir film izleyeceksiniz. Üniversite öğrencisi bir kızın, para uğruna yaşlı erkeklere hizmet veren gizli bir şirkete girmesini ve yaşananları anlatan film, sert ve tavizsiz tarzıyla hem özgün hem de sinir bozucu. Bu yüzden filmden çok sıkılabilirsiniz. Şahsen filmin garipliğinden keyif aldım, bolca alt metin çalışması da yapılabilir. Julia Leigh'in sonraki çalışmalarını takip etmek lazım.

Margin Call

Contagion'un eleştirisinde vurguladığım 'Filler çimenleri ezer' mantığı, bu filmin ana ekseni. 2008 ekonomik krizi öncesinde Wall Street'teki bir finans şirketinin, olacakları görüp bir anda alarma geçmesini anlatan film, ekonomiye birazcık ilgi duyanların bile soğuk duş etkisiyle salondan çıkacağı tarzda. Birkaç adamın ağzındaki kelimeyle milyonlarca kişinin hayatının nasıl çöpe gittiğini gösteriyor. Sağlam oyuncu kadrosu (Kevin Spacey, Jeremy Irons, Paul Bettany,0 Stanley Tucci, Demi Moore, Zachary Quinto, Simon Baker) ve işleyen senaryosuyla yılın dikkat edilmesi gereken filmlerinden oluyor.

8 Kasım 2011 Salı

Sinema Sinema

Uzun zamandır film izleme konusunda ne kadar tembelsem, filmler hakkında yazmak konusunda daha da tembelim. O yüzden bundan sonra başlığı 'Sinema Sinema' olacak yazılarda izlediğim çoğunlukla yeni (bazen de eski) filmleri yazacağım. Başlıyoruz!!!!

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2

Bu kadar iyi bir ilk bölümden sonra ancak bu kadar kötü bir son gelebilirdi. İzlediğim en kötü Harry Potter filmiydi. Böyle bir sonla bu seriye veda etmek üzücüydü.

Ayrıca genel olarak seriye baktığımızda, 3. film (The Prisoner of Azkaban) en iyisi olarak açık ara öne çıkıyor. Ondan sonra 7. film (the Deathly Hallows: Part 1), 6. film (the Halfblood Prince) ile 2. film (the Chamber of Secrets) akılda kalanlardı. Kalanı unutulmaya mahkumdur.

Bridesmaids
Yılın en iyi komedilerinden biri ilan edilen (senaristi ve başrolü) Kristen Wiig merkezli bu film, vasatın üstüne çıkmak için çok uğraşsa da konvansiyonel yapıdan bir türlü kurtulamadığından sıradanlığın sınırlarında dolaşıyor. Vaktinizi boşa harcamayacağı kesin ama verilen paraya değer mi, işte o soru işareti.

Horrible Bosses

İşte daha farklı bir komedi. Gülebildiğiniz, izlerken keyfe geldiğiniz bir komedi. Yalnız bu filmin de odak noktası kayık. Filmin en önemli kozu starları değil, kötü adamları. Hal böyleyken, bir süre sonra esas adamları değil, gıcık patronlarını beklemeye başlıyorsunuz. Colin Farrell'in şişko ve dangalak patronu; Jennifer Aniston'un seksi ve sapık patronu ile Kevin Spacey'in karizmatik ve sadist patronu varken tırsık üç ana karakter oldukça sönük kalıyor. Ama artık böyle bir komedi bile yetiyor bize.

Jane Eyre
Her seneki kostümlü drama kontejanımızı bu yıl yeni Jane Eyre uyarlaması dolduruyor. Bu ünlü klasik eser, Cary Fukunaga'nın yönetmenliği ve Mia Wasikowska ile Michael Fassbander'in performanslarıyla uyarlanmış. Bu tarzı sevenlerin çok seveceklerine eminim. Hüzün dolu dramatik bir konu, iyi yazılmış bir senaryo, görkemli kostüm ve set tasarımları, kayda değer performanslar ile ortaya çıkan seyir kalitesi yüksek bir film. Yılın dikkate değer yapımlarından!

The Conspirator

Abraham Lincoln'ün suikasti sonrasında ortaya çıkan gerçek bir mahkeme/demokrasi dramını masaya yatıran film, demokrasi hakkında kafa yoran herkesin izlemesi gereken tarihi bir dram.
Bilhassa Robin Wright'ın performansıyla daha da önem kazanan film, ülkemizdeki Ergenekon davası gibi büyük siyasi-makheme olaylarını yaşarken bir daha düşünmemizi öğütlüyor. Demokrasinin ne olduğunu düşünmek için harika bir fırsat.

Win Win

Normal insanların normal hayatlarını filmlerine malzeme yapan Thomas McCarthy'nin son filmi; süper kahramanlar, divane aşıklar, komik şapşallar, tarihi şahsiyetler dışında da karakterler olduğunu ve biraz da gündelik hayat üzerinde kafa yormamız gerektiğini hatırlatan bir film. Vasatlık sınırlarında gezinse de 90 dakika nefes almanızı sağlıyor.

The Red State

Son 20-30 yılda hızlı bir şekilde yükselişe geçen tarikatlar, sanıldığı üzere sadece ülkemizde değil tüm dünyada popülerler. Favori yönetmenlerimden Kevin Smith kökten dinci bir tarikatı merkezine aldığı bu ilk korku filminde, hem has bir filme imza atmaya çalışırken hem Hostel, Saw gibi olayın suyunu çıkaran örneklerle dalgasını geçerken hem de birkaç politik kelam ediyor. Sonuç harika olmasa da, amacına çok yaklaşmış olduğu yadsınılamaz. Üstelik film, çekim ve dağıtım süreciyle tam bir bağımsız film.

Thor

Shakespeare kelamları eden bir süper kahraman görmek, açıkçası baştan sizi soğutuyor. Film, eğlence açısından fena değil ama Marvel işin içini iyice boşaltıyor. İlk Iron Man filmini bu stüdyo mu çekti, fena halde şüphe içerisindeyim. Natelie Portman da kesinlikle ticari iş yapmamalı, berbat oynuyor.

También la Iluvia (Even the Rain)

Kapitalizmi yeren insanların kapitalist olması kadar ironik bir durum yok şu dünyada. Bunu gerçekten bilmeden yapanlardan söz ediyorum tabii. Filmde, İspanya'nın ilk Güney Amerika seferinde yerli halkı nasıl köleleştirdiğini belgesele aktarmak isteyen bir film ekibinin, o yerli halkı nasıl köleleştirdiğini izliyoruz. Bunun yanında modern görünmek adına halka ait doğal kaynakları yabancılara satan yerel hükümet de cabası. Hiç bunun Türkiye izdüşümlerinden bahsetmeyeceğim, çıkamayız. 2011'de Yabancı Dil'de Oscar adayı olan bu yapım, sert eleştirisi için bile izlenmeli ki film de gayet iyi.

Crazy, Stupid, Love

Bu özgün romantik soslu komedi, harika kadrosu (Steve Carrell, Julianne Moore, Ryan Gosling, Emma Stone, Merisa Tomei, Kevin Bacon), dürüst senaryosu ve başarılı rejisiyle yılın parlak Hollywood yapımlarından oluyor. Lakin elde kaçırılmış bir fırsat var. Muhafazarkarlaşan ve klişeleşen ikinci yarısıyla izlenip geçilecek bir filme dönüşüyor. Halbuki 2011'in klasik komedisi olabilirdi!

6 Kasım 2011 Pazar

Arkadaşlık Üzerine


Bu sefer arkadaşlık üzerine yazmak istiyorum. Çünkü çok mühim bir mesele. Sosyal bir varlık olan insanın ilk yaşlarından itibaren edindiği ve zaman geçtikçe sayısında değişiklik arz eden bir ilişki.

Çeşitli kalıplara ayırabileceğiniz gibi (çocukluk, okul, iş, vb.) çeşitli kelimelerle sınıflandırabileceğiniz (kanka, dost, panpiş, vb.) bir kavram. Son 1 yıldır üzerine çok düşündüğümü belirtmeliyim: Arkadaş nedir? Kime denir? Kimle arkadaş olunmalı? Neden?

Kendime göre, gayet kişisel birtakım sonuçlara vardım, bazı konularda ise kesin bir karara varamadım. Ama bunları bir şekilde özetlemek istedim:

Bir kere arkadaşlık kavramı tamamen subjektif, yani kişiye bağlı. Bazı kişilerin sürüyle arkadaşı olabiliyorken, bazılarının hiç olmuyor. O yüzden bu konu, kişiden kişiye farklıdır.

İkincisi, yaşa ve bilhassa deneyime göre farklılaşan bir olgu. Çocukken arkadaşınızdan sadece sizinle oyun oynamasını ve eğlenmesini talep edersiniz. Başka bir ihtiyaç yoktur. Bir kısmı zaman içinde daha kalıcı olabilir ama çoğu bir daha aklınızın ucuna gelmez bile.

Okul arkadaşlığı daha kalıcı gibi gözükür. Sonuçta nerdeyse her gün ve yıl boyunca birbirinizi görürsünüz ve birkaç yıl devam eden bir süreçtir. Devamlı da az yada çok bir ilişki devam eder. Gözlemlediğim o ki, ne kadar kalıcı gözükürse gözüksün bunların çoğu da gider. Belki bir yerlerde karşılaşıp sohbet edersiniz ama kalıcılığa yönelik olmaz. Sadece tanıdıklık çerçevesine alınır.

Okul arkadaşlığını gerçek arkadaşlığa döndüren asıl faktörse, okul dışında bu arkadaşlığın nasıl sürdüğüdür. Birtakım çıkarlara (ödev, sınav, vs.) dayananlar okul dışına çıkıldığı anda kaybolur zaten, okul devam etse de. Sadece muhabbete, geyiğe dayalı arkadaşlıklar ise okul dışında olmasa bile, okul bittikten bir süre sonra kaybolmaya mahkumdur. Çünkü temelsizdir. Okul bitiminde yaşanan şehir/okul/iş değişiklikleri bu tür arkadaşlıkları birkaç telefon sonra sona erdirir. İki taraf da birbirini hatırlamaz zaten. Yaşananlar, sadece günün birinde gerçekleşecek bir karşılaşmaya muhabbet olur.

İş arkadaşlığı ise bundan farklı değildir. İş dışında ve iş harici bir konu konuştuğunuz anda o ilişki kişiselleşmeye başlar, devamı da gelirse kalıcılaşmaya başlar.

Bu yüzden tanışıklıkla, arkadaşlık birbirinden ayrılmalıdır. Mesela Facebook'taki arkadaş listenizin çoğu aslında arkadaşınız değildir, bazılarıyla hiç konuşmamışınızdır mesela.

Bir de şu konu önemlidir, arkadaşlık konusunda: Bir insanla sırf iyi olduğu için arkadaş olmazsınız. (Zaten iyi-kötü diye bir kavram oldukça hayalidir, insanlar salt iyi veya kötü olamazlar. İyiyi beyaz olarak, kötüyü siyah olarak farz edersek; bembeyaz veya simsiyah bir insan yoktur, tüm insanlar gridir, onları birbirinden ayıran da griliklerinin tonudur.) Arkadaşınız ile bir şey paylaşmalısınız ve bazı olaylara/kavramlara/geçmişe dair ortak bir bakış açınız olmalıdır.

Daha da önemlisi, iki taraf da birbirine açık olmalıdır. Birbirinden gizlenen bir sır, fiziki olarak arkadaşlığı bitirmese bile, içten içe o bağı kemirir ve yorar.

Ama bu ikisinden de daha önemlisi, arkadaşlık ilişkisinin nasıl bir tabiatta olduğudur. Buna çevre bilimleri üzerinden örnek vereceğim. Doğada hayvanlar arasında üç tür ilişki vardır: Mutualizm, komensalizm ve parazitizm. Mutualizm, iki tarafın da yarar sağladığı ilişki türüdür. Komensalizm, tek tarafın yarar sağlayıp diğer tarafın ne yarar ne zarar gördüğü ilişki türüdür. Parazitizm ise, bir taraf yarar sağlarken diğer tarafın zarar gördüğü ilişki türüdür. Doğada da bu türlerin bir sürü örneği bulunmaktadır.

Arkadaşlık ilişkileri de doğadakilerden farklı değildir. Yalnız sosyal bir varlık olan insanın ilişkisi, sadece maddiyata bağlı değildir (bu tarz ilişkiler de vardır lakin konumuz bu değildir); bilakis maneviyata daha çok dayalıdır. Bir arkadaşınızdan en büyük beklentiniz, iyi günde de kötü günde de yanınızda olmanızdır. Mesela bir doğum gününüzde arayıp sizi sevindirmesini veya bir yakınınızı kaybettiğinizde başınızı koyabilecek bir omuz uzatmasını istersiniz. Bu uç örnekleri bıraksak bile, baş başa oturup havadan sudan koyu bir muhabbet etmek istersiniz. Zaten baş başa olduğunuzda o konuşma duraklamalara uğruyorsa o ilişkinin kalıcılığında sorun vardır.

Şimdi yukarıda saydığım ilişki türlerine geri dönersek, gerçek dostluk/arkadaşlık iki tarafın da birbirinden manevi haz aldığı, birbiri ile arkadaşlıktan zevk aldığı ilişkidir, yani mutualizmdir. Komensalizm ise çeşitli nedenlerle (vicdan, acıma, vs.) tek tarafın diğer taraftan çok haz etmese de arkadaşlığını devam ettirdiği, diğer tarafın da bunu dostluk gibi gördüğü ilişkidir. Parazitizmi açıklamak ise kolay; bir alırken diğeri veriyor.

Parazitizmin her ne kadar az olduğu düşünülse de aslında gayet fazladır diğer türlere nazaran. Çünkü bu iki tarafın kişilik özelliklerine bağlıdır. Bir tarafın egosu yüksekse, diğer tarafa hep baskı kurmaya, kendi isteklerini yaptırmaya çalışır. Diğer tarafsa gerek ilişkiyi sürdürmek için, gerek sosyal olmak gerekse kendi kişiliğini oturtamamış ve vermeye alışkın olduğundan adına bu ilişkiyi devam ettirmek ister. Bu semptomlar bazen çok belirsiz olabilir ama çeşitli vakalarda, bilhassa bir tarafın hassas olduğu konularda ortaya çıkar.

Bunlar, benim arkadaşlık üzerine düşüncelerim. Tabii, sosyal her meselede olduğu üzere kesin bir saptama yapılamaz. Kişisel hayatımda gördüğüm şudur ki çok arkadaşınızın olması size hiçbir şey katmaz, önemli olan az ama öz arkadaşınızın olmasıdır ve bunlarla hayatınızı düşünmeden paylaşabilmenizdir. Diğer tanışıklıklar, genel toplum kuralları içinde sürdürülmelidir, bazen bir arkadaşmışçasına destek verilmelidir. Sonuçta bu, bir insanlık görevidir, sosyal yaşamın bir parçasıdır.

Son olarak şunu da eklemek isterim: Bir kişiyle arkadaş olmak istediniz ve o size aynı şekilde/tavırda yaklaşmadı. Bu, onun kötü biri olduğu manasını taşımaz. Herkesin, tıpkı sizin olduğu gibi, birtakım öncelikleri, o koşullarda uygunsuz şartları olabilir. Gerek günlük gerekse uzun süreli ilişkilerinizde bu detaya önem verin. Bir kişiyi, bir olaydan ötürü ve bir bakış açısına göre yargılamayın.

Gülümseyin

Bu bayram gününde size tek bir şey diliyorum: Gülümsemenizi.

Gülümsemek, çok özel bir harekettir, daha özelinde bir jesttir. Olay, sadece dudak ve çevresi kasların uygun bir şekilde kasılması değildir. İçinizdeki pozitif enerjinin bir yansımasıdır, gülümseme. İnsanın kalbinden geçenlerin bir türlü aynasıdır.

Ben, bir insanın önce gülümsemesine bakarım. Çünkü geçmişi, altyapısı, ünvanı, dili, dini, ırkı ne olursa olsun; gülümseme insanın kişiliğine ait bir özelliğidir. Hem doğduktan sonra her insan içgüdüsel olarak gülümser, hem de giderek ona kendinden bir şeyler katar. Yani, gülümseme hem evrenseldir, hem de kişiseldir.

Bayramınızı en içten duygularımla kutlarken, gülümsemekle ilgili çok özel bir şarkıyı sizinle paylaşmak istiyorum: Müziği ünlü komedyen Charlie Chaplin'e ait olan Smile :

Smile though your heart is aching / Gülümse, kalbin acırken bile
Smile even though its breaking / Gülümse, kırılırken bile.
When there are clouds in the sky, you'll get by / Gökyüzü bulutlarla kaplandığı zaman, atlatırsın
If you smile with your fear and sorrow / Eğer acın ve korkunla gülümsersen.
Smile and maybe tomorrow / Gülümse, belki de yarın
You'll find that life is still worthwhile / Yaşamın yaşamaya değer olduğunu anlarsın.

If you just / Eğer sadece
Light up your face with gladness / Yüzünü şükranla aydınlatırsan,
Hide every trace of sadness / Hüznün her izini silersen,
Although a tear may be ever so near / Gözyaşı çok yakınında olsa bile,
That's the time you must keep on trying / Denemekten vazgeçmemenin zamanıdır.
Smile, what's the use of crying? / Gülümse, ağlamanın ne gereği var ki?
You'll find that life is still worthwhile / Yaşamın yaşamaya değer olduğunu anlayacaksın.




24 Ekim 2011 Pazartesi

Cannes Filmleri Özel

Cannes'a gitmek her ne kadar kısmet olmadıysa da bir gün bu blogta canlı canlı Cannes izlenimleri de görürsünüz elbet. Şimdilik vakit geç de olsa izlediklerim hakkında bir yazı yazmak istedim. En İyi Erkek'i alan The Artist'i geçen hafta yazmıştım. Onun haricinde diğer ödül alanlar şöyle:

Bir Zamanlar Anadolu'da :

Geçen hafta Bursa'ya giderken Nuri Bilge Ceylan'ın kurgu günlüğünü okudum, Altyazı dergisinin Ekim 2011 sayısında verdiği. Kurgu devam ederken Cannes'dan sürekli telefon alıyor Ceylan 2010 yılı için. Ceylan yetişmez dese de, ısrar ediliyor gönderin diye.

Demek ki belli yönetmenlerin öne çıktığı doğru, en azından ön seçimde. Tabii şunu da tasdik etmek lazım ki Cannes gibi seçkin festivaller, Ceylan gibi seçkin yönetmenleri el üstünde tutmakta da haklı, hele günümüz kurak film piyasasında. Zaten yan bölümlerde de her zaman yeni yönetmenlere yer veriliyor.

Ceylan'ı filmine gelirsek gerçekten çok iyi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu yıl izlediğim en iyi Türk filmi olmasının yanında şu ana kadar izlediklerim arasında 2011'in ilk 5'ine girebilecek kapasitede. İleride de Ceylan sineması denildiğinde, akla gelecek filmlerden biri olacak. Bir defa bir dönüm noktası teşkil edecek. Ceylan'ın ileride çekeceği başyapıtlar öncesinde çok önemli bir adım olacak.

Ceylan, yavaştan ana akım sinemasının akıcılığı ve çekiciliği ile sanat sinemasının derinliği ve kalıcılığı arasında dengeyi tutturmaya başlamış. Üç Maymun, bu çabasının ilk adımıydı ve vasatın biraz üzerindeydi lakin belli açılardan hala parıldıyordu. Bir Zamanlar Anadolu'da'da bu dengeyi daha iyi kurmuş. Hiç olmadığı kadar konuşkan ve günlük hayata dair hikayeler anlatırken bir yandan da Ceylan'dan alıştığımız kusursuz çerçeveler, uzun sahneler ve psikolojik açılımlar var. Hatta ilk defa sadece bireye dair bir şeyler söyleyip bırakmıyor Ceylan. Bunun yanında, küçük kasaba bürokrasisini anlatırken, klişe tabirle, devletin işleyişini otopsi masasına yatırıyor. Bunları yaparken de bireyi bir kenara atmayıp önemsiz gibi gözüken hikayeler yardımıyla bireyin iç dünyasını anlatmaya çalışıyor. (Mesela final sahnesi bu yönden çok önemli!)

Elbet kusurları olan, bunları da saklamayan bir film. 2 hafta önce açıklanan En İyi Yabancı Dilde Film dalında Oscar aday adayları listesine baktığımda, ilk 5'e rahatlıkla girebilecek bir yapım. Ama hepsinden önemlisi, Türk Sineması'nın ne zamandır hasretini çektiği uluslararası çapta ün kazanacak, kusursuz bir başyapıt için büyük bir adım olması.



Drive:

Cannes'da En İyi Yönetmen ödülünü kazanan Drive'ı uzun zamandır bekliyordum. Bir kere Ryan Gosling'in oynaması bile benim için yeterliyken bir aksiyon filminin Cannes'da ödül alması iştahımı iyice arttırdı. Beklediğime de değdi, karşıma çok özel bir film çıktı.

Oldukça yavaş işleyen, az sayıda olayı barındırmasına rağmen sağlam hamlelere sahip hikayesiyle baştan öne çıkıyor. İncelikli işlenen senaryosu, karakterlere cuk oturan oyuncular (Gosling, Carey Mulligan, Albert Brooks, Bryan Carlston, vb.), bunların da yerinde performansları, çok yerinde elektronik ağırlıklı müzikle ve seyrederken hayran olunacak görüntü çalışmasıyla çok daha üste çıkıyor.

İsimsiz kahramanımızın, az sayıda prensipleri ve taviz vermemesi uğruna, istemediği şeyler yapmak zorunda bırakılması, her ne kadar daha önce çok işlenmişse de farklı bir rejiyle çok değişik bir yazı kazanmış. 2011'in bu en ilginç ve belki de en iyi Hollywood filmi, izlenmeyi kesinlikle hak ediyor. Oscarlarda da adından söz ettireceği kesin.


Melahcholia:

Lars von Trier, çok uçuk bir insan. Yönetmenliği zaten sıra dışı da, kendisi de çok uçarı. Breaking the Waves ile en beğendiğim filmlerden birine imza atan ama buna rağmen, diğer filmleri bana uzak olan Trier, yine iyi olduğu her halinden beri olan ama nedense bir türlü ısınamadığım bir filme imza atmış.

Bir kere ilk 8 dakikayı kapsayan ana sahnelerin son derece yavaş çekimleri içeren uzun üvertür bile beni soğutmaya yetti. Karakterlerin geçmişleri ve günlük hayatlarına dair nerdeyse hiçbir detay vermeden, sadece filmin kapsadığı zamandaki olaylara yoğunlaşan yapısıyla çok sıra dışı bir anlatı izlediği bir gerçek ama karakterlere ısındıramadı beni. Kirsten Dunst'ün kariyerinde verdiği en iyi performans ise beni filme bağlayan tek unsurdu.


The Tree of Life:

Terence Malick de kendine has, kafasına göre iş yapan bir yönetmen. Çok sıra dışı filmler çektiği ve bunların başyapıt seviyesinde olduğu açık. Cannes'da Altın Palmiye'yi alan film, dünyanın oluşumunu ve insan evrimini anlatan, neredeyse sessiz ve 2001'e çok benzer efektlerle dolu ilk 40 dakikasıyla insanı şaşırtıyor ve kendine hayran bırakıyor.

Ama ardından gelen 100 dakikalık bölüm, o kadar sıradanlaşıyor ki insan bu dönüşe şaşırıyor bu sefer. Aslında önce 50'li yıllarda yaşayan ailenin çocuklarının doğum ve bebeklik safhaları insana ümit verirken, sonra büyük çocuğun 12 yaşlarına gelmesiyle zamanın akışı duruyor ve 80-90 dakika boyunca ailenin bir yazına odaklanıyor. Aslında burada yönetmenin anlatmak istediği açık, çocuğun bedeninde, daha da genelinde insanlığın, masumiyetin kayboluşunu anlatıyor. Ama Malick'in bunu o kadar dolambaçlı bir şekilde anlatması, insanı geriyor.

Bu soyut film, herkesin harcı değil. Yine de yılın en garip ve dikkat çeken filmi olarak merak uyandırıyor.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Entellik Üzerine

Cumartesi gecesi, Woody Allen'ın son filmini izliyordum. Zengin, havalı ve günlük hayattan hoşlanan bir kızla nişanlı 'entel' birinin hikayesini anlatıyordu. Zaten Allen'ın çoğu filmi, kendisi gibi enteller hakkındadır. Mesela iki önceki filmi olan Whatever Works, yaşlı bir entelin hayatla çekişmesinden ibarettir.

Her neyse, filmde Owen Wilson'un oynadığı (aslında Allen'ın alteregosu olan) karakter Paris'in sokaklarında gününü gün ederken, ben de entellik hakkında düşündüm. Ben de kendimi entel ilan ettim ya bazen soruyorlar: "Neden kendine entel diyorsun?" diye. Filmi izlerken de buna örnekler buldum.

Entel, herkes gibi düşünmez, üstelik düşünmeyi de sevmez. Hani denir ya "İlla bir çıkıntılık yapacaksın!" diye işte entel, o çıkıntılık yapandır. Mesela bir şeyin farklı bir bakış açısı varsa, entel illa o açıyı bulmaya çalışır. Bulamasa da bulmuş gibi yapar. Ya da öyle saçma bir yerinden olayı tutar ki abartılı bir yorum yapar. Bir misal vereyim buna, zamanın birinde Zeki Demirkubuz bir söyleşi yapıyormuş. Bir seyirci kalkmış, filmin bir sahnesinde olan akvaryumdan yola çıkarak karakter hakkında uzun yorumlara girmiş. Adam konuşmayı bitirince Demirkubuz demiş ki, "Ya neden her şeye anlam yüklemeye çalışıyorsunuz ki? O mekanda akvaryum zaten vardı, orada bırakıverdik. Filmde gördüğünüz her şeyin illa bir sebebi olması gerekmez!"

Aslında entellektüelle enteli ayıran çizgi de buradadır. Entellektüel biri de, bir olaya farklı bir açı getirebilir ama bunu kararında yapar çünkü bunun için altyapısı vardır. Ya düşündüm de aslında entellektüel-entel ayrımı yapmak da biraz saçma. Sonuçta diğer insanlara hep batıyorsun. Filmde bir sahne var, iki nişanlı gezinirken bir anda yağmur iniyor. Bizim entel yürümek istiyor. Diğeri hemen taksi çağırıyor, binmeye zorluyor diğerini. Hayatta da böyle. Normal olanı yapman gerek, normal filmi izlemen gerek, bestseller okuman gerek, normal bir düzende yaşaman gerek. Tabii biraz da sistemin getirdiği bir şey bu. Aynı şeyleri yapmalısın ki aynı ürünü daha fazla kişi alabilsin!

Konu dağılıp gitmeye müsait. Anlatmaya çalıştığım şu aslında, bu dünyada (yalandan da olsa) farklı davranıp farklı bir tarz oluşturmak istiyorum. Mesela aynı gün arka arkaya 4 film izlemek hoşuma gidiyor, entellik mi, evet entellik. Hayatı böyle yaşamak, ayrıksı olmak, göze batmak, vs...

Biraz da hayatı, onun sana sunduğu gibi yaşamak. Yağmurlu havada yürüyebileceğin birini bulmak. Hayatın kıyısında yaşadığını sanmak ama tam merkezinde yaşamak. Garip bir detaya kafayı takmak. Bazı şeyleri biriktirip bazılarını da biriktirememek. Entellik biraz bu. Bir kalıba girememek. Herkesin entelliğinin farklı olması. Allen'ı bundan seviyorum işte, hep aynı kişiyi anlatıyor ama her hikayesi olabildiğince farklı. Değil mi yoksa?

18 Ekim 2011 Salı

Tiflis Notları - 2. ve Son Kısım

Hostelde biraz dinlendikten sonra arkadaşımız Soppa ile buluşmak için Freedom Square'e (Barış Meydanı) doğru yola koyulduk. Soppa'yı İstanbul'da tanımıştık, can dostum Müge'nin arkadaşı olarak Engin'de 10 gün kalmıştı. Blogta da bahsettiğim Bir Yaz Gecesi'nde o da bulunuyordu.

Soppa ile buluştuktan sonra yemek için mekan aradık lakin festival yüzünden adım atacak yer yoktu. Sonra Soppa ve arkadaşı Theo bizi, tenha bir sokakta bulunan tabelası sökülmüş bir bara götürdü. İçerisi Jimi Hendrix, Beatles gibi efsanelerin fotoğraflarıyla doluydu ve 90'lar rock parçaları çalıyordu. Bir köşede bir Commodore 64 duruyordu ve Mario Bros açıktı, isteyen oynasın diye. Bu ilginç mekanı iki orta yaşlı kadın çalıştırıyordu. Yani Türkiye'de pek benzerine rastlayamayacağınız bir mekandı, gayet de hoştu. Soppa'nın bir sürü arkadaşı da bizim masada oturdu lakin bizimle pek muhatap olmadılar. 2-3 saat orada oturduk, ben 2 tost yedim, yerel bir bira daha denedim, bu seferki daha sertti.


Oradan çıkınca hostelimize döndük. Hilal çay demledi, yoldan aldığımız ama pek beğenmediğimiz keki yedik. Ben lobide Ordu'yu tanıtan Türkçe-İngilizce bir kitap buldum, kim bilir kim bırakmıştı oraya, adı da 'O2'nun Yurdu - Ordu'ydu.


Sabah biraz daha dinlenmiş uyandık. 1 civarında yine Soppa ile bulaşacaktık ama öncesinde biraz ddolaşmak istedik. Hostelin yakınında yerel bir pazar bulduk. İki adımda bir mangalları yakmışlar domuz şiş satıyorlardı. Meyve, pestil, vb şeyler satılıyordu. Sonra bir köprüyü geçerken bir bit pazarına rastladık. Çok garip şeyler satılıyordu: Otel terlikleri, abaküs, eski anahtar kilitleri, eskimiş madalyalar, ... Otel terliği ile abaküsü alan çıkıyor mu diye merak ettim.


Tuttuğumuz yol bizi yine Freedom Square'e çıkarırken yol üstünde şekerli hamur işi alıp mobil kahvaltımızı ettik. Sonra da dondurmacıya gidip birer dondurma aldık.

Soppa ile buluşunca şehrin ana caddesinde yürümeye başladık. Parlementonun, opera binasının, teknik üniversitenin, posta merkezinin, konser salonunun önünden geçtik. Hemen hepsi, komünizmde devletin üstünlüğünü hatırlatan görkemli yapılardı. Yorulunca otobüse binerek devam ettik.

Bir yerde başka bir otobüse daha binerek rakım aldık biraz ve bir mesire yerine ulaştık. Ortalık cıvıl cıvıl kalabalıktı. Küçük konserler, çocuklar için çeşitli oyunlar, küçük otantik köy kulübeleri vardı. Asıl garibimize giden, her yerde, meyvesinden etinden şarabına kadar yemek açıkta ve bedavaydı. Soppa, önce halka açık bir etkinlik dedi ama sonra öğrendik ki belediye çalışanlarına özel bir etkinlikmiş ve davetiye gerekiyormuş ama biz arada kaynamışız. Canımıza minnet, karnımızı doyurduk, şarabımızı içtik, etrafı gözlemledik.




Ordan çıkıp yine merkeze indik. Bu sefer Tiflis'in eteklerine yayıldığı dağın tepesindeki parka çıktık. Bu düzenli ve daha çok çocuklara hitap eden park, ücretsizdi ama içindeki dönme dolap ve rollercoaster için para vermeniz gerekiyordu ama biz onlara binmedik. Parkta biraz yürüdük, Tiflis'e tepeden baktık, gerçekten çok geniş olduğunu gördük (umduğumuza göre). Sonra ağzına kadar kalabalık bir otobüsle aşağıya indik ki oturmama rağmen başımdaki üç velet hiç rahat vermedi, sağ olsunlar.


Merkezde, yine yemek için yer aradık ama her yer yine doluydu. Soppa sonunda bir tavernaya götürdü bizi. Türkiye'de hiç gitmemiştim, artık gitmedim demem. Dönen ışıklarıyla, şantörüyle ve garip dekoruyla pavyondan hallice bir mekandı ama gayet aileler gelmişti. Hatta çocuklarıyla gelen iki kadın vardı. Bu olabildiğince garip ortamı gözlemlemek fena halde ilginçti. Bir de bir kadınla iki erkek durmadan şantöre para verip şarkı çaldırıyordu ve dans ediyorlardı. Bir şarkıyı tam 3 kere çaldırdılar ki Soppa ve arkadaşı Theo çıldıracaktı.

Yemeğe gelince o, enteresan bir şekilde iyiydi! Önce tavuklu bir çorba içtim. İçinde tavuğun kemiklerini de koymuşlardı, etleri çorbaya tiftilmişti. Bol sarmısaklı bu çorba enfesti. Çok beğendim. Sonra da peynirli bir hamur işiyle peynir rendeli mantar geldi ortaya. Burası biraz daha fiyatlıydı, 5 kişi için (Soppa ile Theo çok az yedi) 80-90 tl arası ödedik.

Ardından merkezde biraz daha turladık. Yine modern köprüden geçtik. Yanındaki parkta, festivalin son etkinlikleri yapılıyordu. Ufacık bir amfide elektronik müzik şovu yapılıyordu, diğer tarafta da bir çeşmedeki sular belli bir düzenle fışkırtırıp üzerine bale gösterisi yansıtılıyordu. Oturacak yer çok azdı. Pazar gecesi olmasına rağmen, insanlar her yerdeydi. Soppa kendisinin de şaşırdığını, normalde hiç böyle olmadığını anlattı. Herhalde insanlar yazdan kalma son günün keyfini yaşıyorlardı.

Biraz orada vakit geçirince Soppa'lara veda ederek hostelimize döndük, o gece orada uyumayacaksak da. Hostel bahçesinde parti vardı. Hostel sahibesinin kızının doğumgünüydü. Bizi de ısrarla masaya oturttular. Pasta, şarap ve meyve çoktu. Masada biraz vakit geçirdikten sonra bir kanepeye çöküp azıcık uyumaya çalıştık. En azından ben çalıştım, Engin ile Hilal direkt uyudu. 2 buçukta taksi hostele gelip bizi havaalanına götürdü. Uçağa binmeden kalan son 'lari'lerimizle de şarap aldık birer tane, evde içmek için.

Böylece keyifli bir haftasonu geçirmiş olduk. Gürcistan gibi normalde pek seçeneklere girmeyen bir ülkeyi gözlemledik. İyi de oldu. Olabildiğince rahat takılan, her adımda sigara içen (kapalı mekanlarda serbest), arkadaş canlısı oldukları oldukça belli olan Gürcüleri tanıdık. Komünizm döneminin ve onu izleyen iç savaşın izlerini taşıyan, bu dönemleri atlatıp Batı'ya açılmaya çalışan ve daha çok değişecek olan Gürcistan'da iki gün böylece geçti. Yol dostlarım Engin ve Hilal'e saygılar, bizi gezdiren Soppa ve Theo'ya da çok teşekkürler! (Many thanks to Soppa and Theo who show us around in Tbilisi!)