24 Mayıs 2009 Pazar

Sayıklamalar #2

  • He’s Just Not That Into You’nun tek sorunu var: Hayata tersinden bakması! İlişkilerde son sözü erkekler değil, kadınlar belirler. Her zaman!
  • Sunrise: A Song of Two Humans 1927 yapımı bir sessiz film. Ama günümüzdeki filmlerde yapılamayan en önemli ayrıntı üzerine kuruyor hikayesini: Tutku ve aşk sıklıkla birbirine karıştırılan ama aslında birbirinden çok farklı olan iki olgudur. Sadece bu husus bile filmi başyapıt yapmaya yeter. Murnau’nun enfes planlarını, çekimlerini, sembolizmini es geçiyorum.
  • Kadınların bana “Canım!” demesinden nefret ediyorum. Bu kelime açıkça acıma ünlemidir. Bu blogu okuyan bir kadın varsa, nolur bana asla “Canım!” demesin!
  • Eve çıkarsam kesinlikle televizyonum olmayacak. Onun yerine laptopa bağlamak için en büyüğünden bir monitör almayı düşünüyorum, film izlemek için.
  • Günümüzde ben dahil herkes o kadar sorunlu ki dostluk yapmak çok zorlaştı. Herkes eleştirilmekten nefret ediyor. Gerçeği söyleyince kötü oluyorsun. Uzuyor gidiyor. Acaba ana sorun güvensizlik ortamının giderek büyümesi mi? Öyleyse bunun sonu gelmeyecek ve hep beraber kaosa doğru sürükleneceğiz.
  • Bu yıl amma yeni albüm çıktı! Birini eskitemeden yenisi geliyor! Haftaya Kenan Doğulu çıkıyormuş. Daha dün Manga, Yalın ve Akın Eldes’in yeni albümlerini indirdim halbuki.

19 Mayıs 2009 Salı

Sezon Finalleri

Bu yıl iş hayatının başlamasıyla beraber daha çok dizi izler oldum. Kısa süreli ve tekrar eden yapımlar hem zamanı çok ihlal etmiyor hem de zihni çok yormuyor. Bu açıdan bu yıl haftalık devam eden dizilerimin yanında eski dizileri de seyrettim. Bunlardan Extras, Battlestar Galactica ve Mad Men başyapıt kıvamında dizilerdi.

Ama bu yazıda onları değil de haftalık takip ettiğim dizileri sezonsal olarak yazmaya çalışacağım. Takip ettiğim 6 diziden hiçbiri finalini yapmadı (How I Met Your Mother resmen sonraki sezonunu açıklamadı ama umudumuz devam etmekte). Ama çoğunun 2010’da bitmesine kesin gözle bakıyorum (İkisininki kesin zaten: Lost ve Desperate Housewives). Sadece The Big Bang Theory 2011’e kesin kalacak. O yüzden 2009 güzünde yeni haftalık dizilere başlamam gayet olası. Zaten Caprica’ya kesin başlayacağım.

Şimdi de sırayla göz atalım dizilerime:

Desperate Housewives:
Yine sade bir sezonla geçirdik zamanı. Önceki sezonların aksine tavan yapan bölüm sayısı sıfırdı. Sanırım yangınlı bölümden çok şey umdular lakin 3. sezonun rehineli bölümünden ve 4 sezonun tornedolu bölümünden sonra hiç beklenmedik bir şey değildi. Edie’nin hakkı rahmetine kavuşması bile çok sürpriz olmadı. Yine de bazı bölümleriyle beni çok güldürdü ve rahatlattı. Son sezonunun sıkı geçmesini bekliyorum açıkçası.

Sezon finali ise çok klasik olmasına rağmen fena sayılmazdı. Öbür sezona fena pas atmadılar gerçi ama bu açıdan 4. sezon finalini geçemezler. Ayrıca Mike’ın evlendiği kadın Katherine çıkacak bence!

How I Met Your Mother:
Tek kelimeyle en berbat sezondu. Hem senaryosuyla hem oyunculuklarıyla hem de amacını çoktan kaçırmasıyla bir çöküşe şahit olduk. Barney ile koca sezonun gitmeyeceğini hala çakamadılar yada çakmak istemiyorlar. Bir de Barney-Robin ilişkisinin mantıksızlığıysa cabası. 5. sezon olursa evlendirecekler ikisini, herkes de o an kusacak. Anne zaten hala açıklanmadı!

Sezon finali kötüydü doğal olarak. Anne adayı sayısını bir sınıfa indirgediler neyse ki. 2 sezondur ‘Goat Story’ diye dillendirdikleri meşhur hikaye berbat çıktı, gerçekten kutluyorum.

The Big Bang Theory:
Çizgisini pek bozmadan devam eden nadide dizilerden. Tabii daha 2 sezonu olmasının ve hiçbir zaman tavan yapmamış olmasının getirileri bunlar. Kendisi asla ‘en iyi sitcom’ olarak sıfatlandırılmayacak. Buna rağmen her bölümde mutlaka 2-3 kahkaha attırmasıyla umudunu koruyor.

Sezon finali çok sıradandı açıkçası. 3. sezon finalinde de Penny’nin Leonard’ı sevdiği ima edilirse kusarım lakin.

House M.D.:
House da aynı şekilde devam ediyor. Ara sıra tempo düşse de toparlıyor 1-2 bölümde. Dizi içi dinamikler çok iyi korunuyor açıkçası. Oyunculuklar da enfes. Sonsuza kadar izlenebilir.

Sezon finali mükemmeldi. Hatta 5 sezonun da en iyi bölümüydü. Ben hep 1. sezonun 21. bölümüne hasta olurdum ama bu bölüm onu da aşmış. Hele son 10 dakikanın verdiği acının üzerine yok. O nasıl bir twisttir (Tükçesi dönüş), nasıl bir oyunculuk gösterisidir. Kalbimiz House’la.

Lost:
Ben bu sezonu sevdim valla. Karmaşıktı ama güzeldi. Her sezonun daha karmaşık olmasına alıştık zaten. 6. ve son sezon da daha karmaşık olacak, şimdiden belli. John Locke’u pek sevmezdim ama gittiğine üzüldüm.

Sezon finalini ilk izlediğimde pek sevmedim ama sonradan sevdim. Jacob olayı kafa karıştırdı tabii. 6. sezon yarı tanrılar ile kullar arasında geçecek ya zevkle bekliyoruz ocak ayını.

Star Wars: The Clone Wars:
Çok iyi değil ama benim gibi SW fanatiklerini avutabiliyor. Çoğu bölüm çok sıradan olduğu için teker teker izlenmesini önermem. En azından ben izleyemedim, 3-4 bölüm izleyince ancak SW evrenine girebiliyorsunuz. 2. sezonda yeni bir kelle avcısı varmış, inşallah işi tamamen westerne döndürmezler. Dizinin en büyük hatası çok fazla aksiyon içermesi. Biraz daha drama odaklanmalı.

Sezon finali sıradan bir bölüme göre iyiydi ama yine klişelere takıldı. Anakin-Padme ilişkisiyle ilgili bir veri verebildi hele şükür. Daha çok detay lazım bize. Yoksa dizi uzun sürmez.

2 Blockbuster Analizi

Sinemalarda yaz dönemine girdik artık. Birbiri ardına büyük bütçeli filmlerle dolacak sinemalar. Tabii büyük bütçe demek aksiyon demek. Eylüle kadar pek derinlikli film beklemiyorum o yüzden. Ama azıcık karakterlerine eğilen, aksiyonunu mantık sınırları içerisinde tutan filmler olursa baş tacı edeceğiz. Mesela geçen yıl The Dark Knight, Iron Man ve Indiana Jones 4 bana hoş vakitler yaşatmıştı. Bilhassa The Dark Knight efsane bir başarı yaşatmıştı tüm dünyaya. Açıkçası 2009’dan o tarz bir beklentimiz pek bulunmuyor lakin merak ettiklerimiz de yok değil. İşte bunlardan ilk üçü aşağıda efem:

State of Play her ne kadar blockbuster (gişe) filmi tanımlamasına pek uymuyorsa da oyuncu kadrosuyla bu kategoride yer almayı hak ediyor. Russell Crowe, Ben Affleck, Rachel McAdams, Robin Wright Penn, Helen Mirren, Jeff Daniels ve Jason Bateman’dan oluşan kadro göz kamaştırıcı. Yönetmen de Kevin Macdonald. Konuya bakmadan izlenebilecek filmlerden kısacası. Tür de siyasi gerilim.

Filmden çıktığınızda sizi hayal kırıklığına uğratmayan bir filmle karşılaşıyorsunuz. Lakin hasbelkader 70’lerdeki hepsi birer başyapıt olan siyasi gerilimlerden en az birini seyreden biri tıka basa doyamadan çıkıyor filmde. Çünkü türde yapılacak her şey 70’lerde harikulade şekilde yapıldı ve bitti. Bunun üstüne çıkabilmek çok ama çok zor. Yani State of Play 2 saatlik güzel bir eğlenceden başkasını vaat etmiyor. Bu yönden de yaz dönemi furyasına çok iyi dahil oluyor.

Oyuncular: Russell Crowe, Ben Affleck, Rachel McAdams, Helen Mirren, Robin Wright Penn, Jason Bateman, Jeff Daniels – Görüntü Yönetmeni: Rodrigo Prieto – Müzik: Alex Heffes – Senaryo: Matthew Michael Carnahan, Tony Gilroy, Billy Ray (Paul Abbott’un TV dizisinden) – Yönetmen: Kevin Macdonald - ***

İkinci filmimiz güzel bir gişe filmi tanımlamasına uyuyor aslında. Karakterlere verilen önemle, aksiyonuyla, efektiyle, mizahıyla güzel bir seyirlik. Ama film büyük bir pilot bölüm gibi. Yeni bir dizinin ilk bölümüne pilot denir malumunuz. Bu bölümde karakterlerle tanışılır, konuya giriş yapılır, dizi süresince uygulanacak metotların örnekleri verilir, ufak bir macera da eklenerek diziye imza atılır. Star Trek de bundan ibaret. Film bitince 2. bölümün heyecanını duyuyorsunuz. Durum böyleyken Star Trek’e film demek abes geliyor bana. Tüm karakterlerin geçmişi verilmiş (Kirk, Spock, McCoy, vb.), gelecek bölümde gelişecek olayların altyapısı hazırlanmış (Spock-Uhura ilişkisi, vb.) ve ana konunun yapıtaşları oluşturulmuş (Atılgan seyrine başlar!). J. J. Abrams’ı da Lost’tan biliyoruz ki sağlam pilot çekiyor. Star Trek bu mantelitesini sürdürdükçe hiçbir zaman bir sinema eseri olarak ele alınamayacaktır.

Oyuncular: Chris Pine, Zachary Quinto, Leonard Nimoy, Eric Bana, Bruce Greenwood, Karl Urban, Zoe Saldana, Simon Pegg, John Cho, Anton Yelchin, Ben Cross, Winona Ryder – Görüntü Yönetmeni: Daniel Mindel – Müzik: Michael Giacchino – Senaryo: Alex Kurtzman, Robert Orci (Gene Roddenberry’nin TV dizisinden) – Yönetmen: J. J. Abrams - **1/2

Angels and Demons’dan bir beklentim yoktu açıkçası ve haklıymışım. Güzel bir sabun köpüğüydü film. Kitabı da daha önce okuduğumdan sonunu da biliyordum, o yüzden heyecanlanmadım da. Öylesine akıp gitti 2 saat, sıkmadan. Ron Howard’dan fazlasını beklemek ayıp olur zaten.

Oyuncular: Tom Hanks, Ewan McGregor, Ayelet Zurer, Stellan Skarsgard, Pierfrancesco Favino, Nikolaj Lie Kaas, Armin Mueller-Stahl – Görüntü Yönetmeni: Salvatore Totino – Müzik: Hans Zimmer – Senaryo: David Koepp, Akiva Goldsman (Dan Brown’un romanından) – Yönetmen: Ron Howard - **1/2

15 Mayıs 2009 Cuma

'Yazı nasıl çorbalaşır?' Örneği

"Hadi gel köyümüze geri dönelim
Fadime'nin düğününde halay çekelim!"

Kırk yıl düşünsem Ferdi Tayfur'la bir yazıya başlyacağım aklıma gelmezdi ama oldu. Adam özetlemiş valla, 2000'lerin nüvesini.

Nereye baksam, ne izlesem, ne dinlesem buram buram nostalji kokuyor artık. Bir 'Geçmişe dönüş' modası alıp başını gidiyor ve size şunu da söyleyeyim, ilerleyen yıllarda daha da şiddetlenecek, hatta hayatımız haline dönüşecek. Tekil yaşantılarımızı bile bu özleme ulaşmak için çabalayacağız ama işin çomağı olarak; geçmişe bugünki gibi gitmeye çalışacağız yani tamamen geçmişteki gibi yaşamadan, ama geçmişi yaşamak isteyerek. Bu da doğal olarak bizi bir kaos sürükleyecek, tıpkı yaşadığımız yüzyıl gibi.

Hayatın belli bir alanına yoğunlaşıp onun 2000 öncesi ve sonrası kaydettiği gelişime bakarsanız kastettiğim kavramı daha iyi anlayacaksınız. 2000 öncesi mütamadiyen artan bir çizgi misalidir, zaman-x (seçtiğiniz alan) grafiği üzerindeki. Sonrası zikzaklarla yoğunlaşmış bir sinüs eğrisi.

Türk müziği diyelim mesela. 2000'e kadar her türde kalite artışı yaşanmıştır. Türlerin en iyi şarkıları hep bu yıllara aittir. 2000 sonrası ise hep geçmişe özlemle doludur. Kaplamalar, araklamalar, esinlenmeler, tribute akbümler, vs. Bu örneği çok rahat modaya, edebiyata, sinemaya da uyarlayabilirsiniz. Mesela 2008'in en çok para basan filmi: The Dark Knight, güzel bir Alan Moore/Neil Gaiman'ın Batman serileri uyarlamasıdır.

Her zamanki gibi yazıyı çorba ettim bu arada. Amacım Star Trek ile State of Play'in kritiklerini yapmaktı. Onları Lost'un sezon finali ile Battlestar Galactica'nın finalina bağlayım derken ortaya bu çorba çıktı. Aslında olay iki sebeple patlıyor: İlki kavramın iki kıytırık fimle teşhis edilmek istenmesinin saçmalığı ile benim bu kadar derinlikli ve öz yazma kabiliyetimin olmayışı. Allah'tan blogun adını değiştirdim de uyuyor konsepte bu çorba.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Sayıklamalar - #1

Hayallerimiz neyin peşinde? Sonsuz yaşam, mükemmeliyet, para, güzellik. Ne kadar gariptir ki bizi insan yapan değerler tam karşıtları: Fanilik, basitlik ve üç kuruşluk seks.

Geçen hafta önyargıyı yazdım ya. Bugün aklıma geldi en büyük önyargım polise. İğreniyorum onlardan.

Televizyonun ne kadar boş olduğunu yaşlandıkça daha iyi anlıyorum. Bir yıl önce seyredilebilecek 2-3 program var, derdim; şimdi ise sadece az kötüler var.

Tolkien’deki su ne zaman bitecek merak ediyorum. Adamı 37 yıldır sağa sağa bitiremediler. Ayıptır ya!

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Me, Myself and I

“Tryin’ to draw the line between who you are
And who you invent /
Çizgiyi çekmeye çalışıyorum, olduğum kişi
İle olmak istediğim arasında”

Her şey bu iki satırla başladı. Hani nicedir itiraf etmek isteyip de istemediğiniz anlar olur ya, işte bu 2 satır o mana oldu şahsım adına. Nicedir ifade edemediğim öze ulaştırdı beni. Sakın bu mısraların ait olduğu eserin, çok edebi bir şiir olduğunu zannetmeyin. Şiir bile değil çünkü! Şarkı sözü! Leonard Cohen’in oğlu Adam Cohen tarafından icra edilen; sözleri de Adam Cohen ile Tonio K’ye ait olan ‘Cry Ophelia’ şarkısının iki mısrası!

Ben şarkıyı ilk defa 1 yıl önce filan dinledim, ‘Songs from Dawson’s Creek’ albümünün 2. CD’sinde bulunuyor parça. Ritmik bir yapıya sahip. İlk başlarda da bundan olacak derinine inemedim, kelimeleri özümseyemedim. Yazındı galiba, kafama çakıldı sözler. Olmak istediğinin ile kim olduğunun arasında çizgiyi çekmek! Çok koydu bana. İşte tam olarak bunu istiyordum. Kim olduğumun bilincine varabilmek, ona göre hareket etmek, hayatını ona göre hareket etmek.

İkiyüzlülükten nefret ederim. Yanlış anlaşılmakla beraber şu hayatta en nefret ettiğim iki olgudan biridir. Ve sık sık insanlığın ikiyüzlülüğünden, kapitalizmin bunu nasıl körüklediğinden yakınırım. İnsanların nasıl maske taktıklarını ve bunun ne kadar şerefsiz bir şey olduğunu anlatırım insanlara. Oysa ki insan ilk önce kendi evinin önünü temizlemelidir ki başkasınınkini temizlemeye hakkı olsun, ya da en azından laf söylemeye hakkı olsun. Bu iki mısrayla anladım ki ben de ikiyüzlüyüm. Çünkü kendi taktığım maskeyle kendimi görmek istemiyorum.

Bunu anladığım anda çöktüm. Çok ağır bir itiraf çünkü. Kendinden nefret ettiğini kendine itiraf edebilmek çok büyük bir darbe. Bu aralarda beni gerçekten tanıyan tüm arkadaşlarım fiziksel olarak da bu çöküşü gördüler. Sonra ne yaptım? Psikolojik destek almaya başladım. Çünkü kendi içime kapanarak bunu çözemeyeceğim çok barizdi. 24 yıldır her ortaya çıkışında üstünü kapıyordum, ısrarla.

Aradan geçen onca ayda ne değişti diyebilirsiniz. Bunu itiraf edebilmeyi öğrendim. Çat diye itiraf edildiğini düşünmeyin. Psikologuma açılmam 5 ayı buldu! Bu yazıyı yazabilmem daha uzun! Ben sonunda bunun ciddiyetini kavradım ve şunu da anladım: Ben kendimi sevmeden başkasını sevemeyeceğim. Buradaki kastım gerçek sevgidir, başka anlamlar yüklenmesin. Hayat ne kadar izin verir bilemiyorum ama bu sorunu çözmeden de aşık olmak istemiyorum. Bunu bile kabullenmem birkaç ayımı aldı.

Bu sorun ne zaman çözülür, inanın en ufak fikrim yok. 1-2 aylık bir problem değil çünkü. Hayatımı tamamen etkileyen bir yara birkaç ay da iyileşemez. Belki 2 yıl, belki 5, belki 10! Hazırım ben, yeter ki çözeyim.

Şimdi de bunu neden buraya yazdığıma geleyim. Bu, sadece benim sorunum değil çünkü. Çoğunuz da var ama itiraf edemiyorsunuz. Herkesin bir hayali var, bir de olduğu kişilik. Devamlı birini sevmek isteyen biri onu bulamayınca hayale uğruyor. Müzisyen olmak isteyen biri mühendis olunca hayata küsüyor. Oysa ki bir de hayatın gerçekleri var. Konumun, içinde bulunduğun ortam, kültürün var. Kim olduğunu bilemezsen ölene dek hayal kırıklığına uğrarsın. Ama bir sefer kim olduğunu anlarsan ve ona göre hamleler yaparsan aşamayacağın engel kalmaz. Yeter ki kendinle barış.

NOT: Bu blogu çok az kişinin okuduğunun farkındayım ama bir kişi bile ne demek istediğimi kavrasa bana yeter.