24 Aralık 2011 Cumartesi

The Breakfast Club

The Breakfast Club'ı ilk defa izlediğim günü hatırlıyorum. Kendimi kötü hissaettiğim bir gündü ve birden filmi açıp izlemeye başlamıştım. Film bittiğinde kendimi daha iyi hissediyordum. John Hughes bana dokunabilmeyi başarmıştı.

1984 yapımı bu gençlik filmi, bir cumartesi okulda cezaya (detention) kalan 5 öğrencinin o günü nasıl geçirdiklerini anlatıyor. Karakterler rahatlıklar karikatürize olabilecek tipte: Bir inek, bir sporcu, bir popüler kız, bir asi ve bir salaş kız.

John Hughes'un önemi, bu karakterlere gerçeklik aşılamasında yatıyor. Okulda görseniz garipsemeyeceğiniz kadar hayatın içindeler. Filmin, sinemadaki önemi de burada yatıyor. Hughes, sinema tarihinde ilk defa gençlere gerçek karakterler olarak yaklaşıyo. Onların sorunlarını, düşlerini, hislerini abartmadan, yukarıdan bakmadan anlatıyor. İşte bu yüzden de, liseye gitmiş herkesin içindeki bir yere dokunuyor. Bu evrensel durum da, The Breakfast Club'ı önemli filmler arasına taşıyor.

Lisede ben tipik bir inektim. Yine filmlere tutku duyardım ama pek sosyal olduğum söylenemezdi. Bugün The Breakfast Club'ı bir daha izlediğimde, bana lise sıralarını yine anımsattı. Anthony Michael Hall'un oynadığı Brian gibi ne ufak sorunlar üzerinde kafa yorduğumu hatıladım, hayata ne kadar sığ baktığımı gördüm. Ama diğer taraftan o sıraların bugünlerim için nasıl basamak oluşturduğunu gördüm.  O yıllarda verdiğim kararları hala uyguluyorum, bazı düşüncelerim hala aynı. Çünkü yetişkinliğe adım attığınız ergenlik dönemi, sizin yetişkinliğinizin temelini oluşturan dönem ayrıca.

Filmde bunu vurgulayan çok önemli sahneler var. Bunlardan birinde asi çocuk Bender, önce Brian'ın evebyenlerini, sonra da kendi evebyenlerini taklit ediyor. Evebyen kurumuna karşı duyduğu nefret çok aşikar. Hemen ardından sporcu karakterimiz Andrew, hiçbirinin evebyenlerinden hoşnut olmadığını belirtiyor. Filmin ilerleyen sahnelerinden birinde de salaş kızımız Allison'un ağzından filmin en vurucu cümlerinden biri çıkıyor: "Hepimiz evebyenlerimiz gibi olacağız. Çünkü kalbimiz ölecek." Burada Allison'un kastettiği çok ince bir durum: Çocukluktaki hayalperestliğin, idealizmin ve dolayısıyla kendi olma durumunun yaş aldıkça azaldığını vurguluyor. Çünkü büyüdükçe gündeme sorumluluklar, ilişkiler ve politik davranışlar girecek. Mesela bir kızın gözüne girmek için sevmediğiniz halde romantik bir filme gideceksiniz. Büyüdükçe durum daha da büyüyecek, para uğruna hoşlanmadığınız bir işi yapacaksınız, sırf dışarıdan iyi gözüktüğü için evleneceksiniz, yani kalbiniz ölecek. Nitekim filmin popüler kızı Claire de bunu işaret ediyor ve pazartesi o anda sırrını paylaşabildiği inek Brian'a selam vermeyeceğini belirtiyor.

Tabii ki yetişkinlik, bu kadar karamsar bir dönem değil. Ama herkes için karamsarlığın tavan yaptığı ergenlikten bakınca böyle görünüyor. Haksız sayılmazlar, sonuçta çevrelerindeki yetişkinleri gözlüyolar ve onların rutin yaşamı karşısında dehşete düşüyorlar.

İşte The Breakfast Club, gençlerin hayalerine bu kadar gerçekçi yalaşabildiği için bir başyapıt. Ondan sonra başlayan gençlik filmleri furyasının da, sonradan çekilen tüm gençlik filmleri/dizilerinin de atası. Rahatlıkla sürüyle film/dizi sıralabiliriz ama birkaçını burada analım: Ferris Bueller's Day's Off, Heathers, Clueless, Dazed and Confused, Freaks and Geeks (favori TV dizilerimdendir), Superbad  ve son yılların popüler dizisi Glee. Mesela 90'ların popüler TV dizilerinden Dawson's Creek'in bir bölümü tamamen The Breakfast Club'a saygı duruşu niteliğindeydi.

Filmden sonra John Hughes gibi oyuncuları da yıldızlaştı. Hughes, 80'leri ve 90'ları oldukça dolu geçirdi. Çocukluğumuzun popüler serileri Home Alone  ile Bethoveen onun senaryosudur. Bunlardan başka 80'lerin sonlarında bugün hala daha iyisi yapılamayan komedi filmleri çekti, Planes, Trains and Automobiles gibi. Oyuncuları ise 80'lerde 'Brat Pack' adını alarak bir sürü film çevirdiler. St. Elmo's Fire, 16 Candles, Weird Science 80'lerin popüler filmleriydi.

Bundan 2 yıl önce John Hughes öldüğünde çoğu sinemaseverin aklına ilk The Breakfast Club gelmişti. 2010 Oscar Ödül Töreni'nde sadece ona özel 15 dakikalık bölüm yapılması da tüm çevrelerde ne kadar sevildiğinin kanıtıydı. The Breakfast Club bundan çok uzun yıllar sonra bile izlenecek, her yaştan insanın kalbine dokunacak. Ruhun şad olsun Hughes, bu harika filmi çektiğin için.

20 Aralık 2011 Salı

Sinema Sinema #4

One Day
Anne Hartaway ve Jim Sturgess’li bu romantik film, kendini çok önemsemesinin kurbanı oluyor. Bir çiftin 20 yıllık inişli çıkışlı ilişkilerini göstermeye çalışan film, sonuçta hiçbir şey gösteremiyor. Bir-iki ufak gösterişi ve yerinde bir oyuncu kadrosu dışında gayet de sıkıcı. Oysa ki eldeki fırsat iyi değerlendirilse, tadından yenmeyebilirdi.
The Hangover Part II
İlk filmde, kahkaha atmaktan oturamayanlar, filmin orjinalliği ve sıra dışı küstahlılığını sevmişlerdi. Belki bekarlığa veda gecesi komedisi fikri çok orjinal değildi ama bunu bu kadar hesaplı ve hınzır yapana ilk defa rastlanıyordu. Öyle bir deneyimden sonra, aynı olayların Bangkok versiyonlarını izlemek komik olsa da aşağıcı. Çünkü ilk filmin zekasına hayran olanlar burada o zekanın pırıltısını göremiyor.  Harrika bir yemeği belki defalarca yersiniz ama aynı tarife sahip olup farklı malzemeden yapılanı yemek istemezsiniz. Bunun adı dolandırıcılıktır çünkü!

Cowboys & Ailens
Adı ile bile itici olan bu film, tahminlerimi doğru çıkarttı. Kovboy tür filmi ile uzaylı tür filmini harmanlamaktan başka bir özelliği olamayan bir film izliyoruz. Ne kadar çekici olduğunu varın siz düşünün. Üstelik 50 yıl önce çekilen westernlerle aynı hamasi cümleleri kurması daha da komik. John Wayne bunları söylerken yer gibi davranıyoruz da hürmeten, Harrison Ford hiç çekilmiyor.
Habemus Papam (We Have a Pope)
İtalya’dan gelen bu film, Vatikan’ı dolasıya eleştirirken, aslında herkesin birer insan olduğunu hatırlatıyor. Papalık seçimlerinde, yeni papa tam seçilmiş ve kamuoyuna açıklanırken Papa’nın bunalıma girip yeni görevini reddetmesini anlatan film, kardinaller ve papanın da insani zevkleri yanında zaaflarının da bulunduğunun altını çiziyor. Nanni Moretti’nin hem yazıp hem yönetip hem de psikiyatristi oynadığı film, rahatlıkla din karşıtı olarak nitelendirilebileceği gibi hümanist bir film olarak da görülebilir. Tercihim ikinci şıktan yanadır. Ne olursa olsun, hüznünün yanında oldukça  komik olduğu da bir gerçek. The Hangover Part II‘dan daha çok güldüm açıkçası.
La Piel que Habito (The Skin I Live in)
Favori yönetmenlerimden Pedro Almodovar’ın son filmi, yine sıkı bir film. Her zamanki gibi sizi istim üzerinde tutan, şaşırtmayı başaran ve sonuna kadar sağlam duran bir Almodovar filmi daha. Bu sefer korku türünün sınırlarında gezen bir melodram yapmış. Deri nakli üzerine kafayı bozmuş bir bilim adamı ile onun tek hastasını anlatan film, ilginç gelişmelerle konusunu yavaş yavaş açarken sizi kendine daha da bağlıyor. Genel bir duygu eksikliğinin hissedildiği film, bu yüzden de tam meramını geçiremiyor. Yine de bir Almodovar filmi izlemek, her zaman harikadır.
Like Crazy
Hani bir duygu vardır ya; bir şeyi çok istersiniz ama ona hemen sahip olamazsınız, aradan bir süre geçer, tam ona sahip olduğunuzda ona karşı duyduğunuz tüm hisler gitmiştir sanki. Elinize alırsınız, onu bir zamanlar ne çok istediğinizi hatırlarsınız, hayıflanırsınız ama iş işten geçmiştir. O, sizin için sıradan bir nesnedir artık. Mesela çocukken istenen bir bisiklet ve ona sonradan sahip olabilmek böyle bir histir. O çocukluk hisleriniz çoktan geçmiştir.
Like Crazy, finaliyle bu hissi iliklerinize kadar işletiyor. Finali dışında, sıradan bir romantik bağımsız film yaftası yapıştırabileceğiniz bu film, son hamlesiyle sıradanlıktan çıkıyor ve kendi ruhunu buluyor. Aslında ikinci kere seyredip iyice tadını çıkarmak lazım. Amerikalı mobilya tasarımıcısı Jacob ile İngiliz editör Anna’nın ilişkisi, bu yılın en izlenilesi öykülerinden biri olurken Drake Doremus adını da aklımızın bir köşesine yazıyoruz. Oyuncu kadrosu da çok iyi, benden söylemesi.
Beginners
Hayatın ne kadar yaşamaya değer olduğunu anlatan kendine özgü bu film, Christopher Plummer’ın performansıyla her yerde kendinden söz ettiriyor. Plummer, büyük olasılıkla Oscar’a da aday olacak bu rolüyle. Ama film, Plummer’ın gerçekten iyi performansından daha fazlasını sunuyor. Babanın ardından tutulan yas, çocukken kendini ifade edememenin burukluğu, kendini dolayısıya ifşa etmenin verdiği haz, hayatı boşa yaşamış gibi hissetmek, bağıramamak, söyleyememek, anlatamamak, aşık olmak, yasak delmek, birine ihtiyaç duymak. Tüm bu konulara ve daha fazlasına kendi çapında değiniyor bu film, iyi de ediyor. Biraz depresif ama keyfini alabilenler çok sevebilir.
My Week With Marilyn
Marilyn Monroe’nun en şaşaalı zamanlarında İngiltere’de The Prince and the Show Girl filmini çekerken yaşadıklarını anlatıyor filmimiz. Filmin üçüncü yönetmen asistanının gözünden hem Monroe’yu hem de zamanın kamera arkasını görüyoruz. Yaşananlar günümüzde yaşananlara kıyasla çok naif kalsa da anlatılmaya ve izlenmeye değer. Bir dünya starının içindeki duyguları azıcık da olsa anlatmaya çalışıyor, bence başarıyor da. Michelle Williams, Monroe rolünde yine çok güzelken; Kenneth Branagh’ı selefi Laurance Olivier rolünde izlemek ayrı bir keyif.
The Perfect Sense
Contagion‘dan sonra ölümcül bir salgını merkeze taşıyan bir film daha. Bu sefer durum daha ciddi, salgının tedavisi yok, çünkü tüm insanlığı bir anda etkisi altına alıyor. Semptomları da beş duyuyu teker teker yok etmesi. Bunlar arka planda tüm gerçekçiliğiyle yaşanırken filizlenen bir aşkı anlatıyor. Oldukça gerçekçi, o kadar ki filmden tiksinip izlemekten vazgeçebilirsiniz. Ama amacına tamamen ulaşıyor. Eva Green yine çok güzel!

11 Aralık 2011 Pazar

2012 Oscar'a Doğru

Warrior

Bu yılın boks temalı Oscar dramasına hoşgeldiniz. Bu sefer boks değil de MMA (Mixed Martial Arts) var ring içinde. Ring dışında da en koyusundan bir aile draması. Şöyle ki: Alkolik bir baba; onun öğretmenlik yapan, evli, bir kızı ölümcül hasta ve bu sebeple ringlere mecburen dönen büyük oğlu ile küçük yaşında annesiyle babadan ayrılmış, askerde kahramanlıklar yapmış, içi nefret dolu ve bu nedenle isteyerek ringlere dönen küçük oğlu.

Aslında her şeyi az çok belli ama izlemesi çok keyifli bir dövüş draması. Oyunculuk dallarında ödülleri zorlaması muhtemel. Nick Nolte Oscar'ı bile kapabilir!

Moneyball 

Ülkemizde Kazanmanın Sanatı adıyla gösterime giren film, en alasından Oscar draması. Basketbolu merkeze alan bir kazanma öyküsü. Yalnız bu sefer maçlar önem teşkil etmiyor, tipik "İnandık ve başardık!" geyiği yok. Onun yerine "Sistemli çalıştık ve başardık!" geyiği var. Yerse!

2002-2003 döneminde yaşanan gerçek bir olaydan uyarlanan ve performansa göre değil de istatistiğe dayalı takım kuran bir beyzbol genel menajeri ile onun ekonomi mezunu yardımcısını merkeze alıyor. Amaç, az parayla, en mantıklı oyuncuları seçip başarılı olmak. Bunun için klasik ama muntazam bir senaryoya sahip. Tüm dünyadaki eleştirmenler de bu senaryoyu övüyor. Tıpkı geçen yıl Oscar'ı kaptığı The Social Network'de olduğu gibi matematiksel olarak kusursuz ama heyecansız bir senaryo yazmış Aaron Sorkin. Yanında da başka bir Oscarlı senarist Steve Zaillan var. Oscar adayı olmaları kesin. Bunun yanında Brad Pitt oyunculuk ve film (yapımcı da Pitt çünkü) dalında, Bennett Miller yönetmenlik dalında adaylık kapacaklar gibi gözüküyor.

Bana çok heyecansız geldi ve açıkçası beğenmedim. Ama bu filmlerin alıcısı boldur.

The Ides of March

Öncelikle filmin adından başlayalım: 'The Ides of March' kalıbı, martın 15'i demek. Bu tarihin tarihsel önemi ise Jül Sezar'ın bu gün ölmüş olması yada Jül Sezar'ın Brütüs'e "Sen de mi Brütüs?" dediği gün olması.

The Ides of March, politik bir drama. George Clooney'in oynadığı başkan adayının kampanyasında ikinci adam olan Stephen'ın (Ryan Gosling) kampanya sürecinde başından geçen olayları anlatıyor. Film, piyes uyarlaması olmasının avantajını sağlam bir senaryoyla sağlıyor. Clooney'in olağan ama sağlam rejisi ise filmin diğer bir artısı. Filmin esas kozu ise oyuncuları: Clooney ve Gosling'e Philip Seymour Hoffman (Moneyball'daki gereksiz karakterinin acısını çıkarıyor Hoffman), Evan Rachel Wood (favori aktrislerimden ve yeni çok başarılı), Merisa Tomei ve Paul Giametti eşlik ediyor.

Film, amacına ulaşıyor diyebiliriz. Demokratik yönetimlerdeki çürükleri, onların nasıl hasır altı edildiği ve ortalıkta dönen yalanları anlatmakta başarılı. Zeki yazılmış ve planlanmış sahnelerle meramını aktarıyor. Replikleri de bir o kadar can alıcı. Mesela film şu cümleyle başlıyor: "Ben ne Hrıstiyanım, ne ateist, ne Yahudi, ne de Müslüman. Ben sadece demokrasiye inanıyorum." Ya da en can alıcı sahnede şöyle bir replik geçiyor: "Politikada tek kural vardır: Yalan söyleyebilirsin, hile yapabilirsin, savaş çıkartabilirsin ama bir stajyeri sikemezsin!"

İzlenmesi gereken, üzerine düşünülmesi gereken ama üzerinde çok durulmayacak bir film.

50/50

Kanser üzerine bir dram-komedi olan 50/50, gücünü samimiyetinden alıyor. Senarist Will Reiser'ın kendi hikayesinden uyarladığı senaryo, çok gerçek ve içten. Sizi hemen içinize alıyor, bir daha da bırakmıyor. Üstelik ne kadar üzücü bir konuya sahip olsa da ve ağlatsa da (ben ağladım açıkçası) güldürmeyi ve sizi inandırmayı başarıyor.

Bunda Jonathan Levine'in sakin rejisi ve gayet uyumlu performanslar etkili oluyor. Seth Rogen'ın gerçek hayattan sonra bir daha en iyi arkadaşı oynaması (Rogen, Reiser kanserken onun yanındaymış her an), Anjelica Huston'un panik anne performansı ve Anna Kendrick'in acemi psikologtaki şirinliği filme nefes aldıran unsurlar. Tabii Joseph Gordon-Levitt'in soğukkanlı başrol performansı da önemli bir unsur.

Yıl içinde izlenebilecek en iyi dramlardan. Beni hem ağlattı hem güldürdü. Bunu gerçekten çok az film yapabilmiştir bana.

Le Gamin au Vélo (The Kid With a Bike)

Dardenne Kardeşleri daha önce hiç izlemediğimi itiraf etmeliyim. Son yıllarda Avrupa'nın yıldız yönetmenlerden olan bu iki kardeş, nedense bana çekici gelmiyordu. Ama bu yıl Cannes'da Bir Zamanlar Anadolu'da ile Jüri Büyük Ödülü'nü paylaşınca izlemek farz oldu.

Yetimhanedeki öfkeli bir çocuğun hayatı gibi gayet sıradan bir konu oldukça sert ve kusursuz bir filme imza atan Kardeşler, her türlü övgüyü hak ediyor. Başta ilgi çekmeyecek bir konuyu, bırakın sıkmayı, soluksuz izleten bu garip film, yılın en iyilerinden!

Elle S'appelait Sarah (Sarah's Key)

Ödül sezonunda ne kadar kendine yer bulur bilinmez ama, Fransızların kendi yaralarını kaşıdığı bu film, ajitasyona meyletse de bahsedilmeyi hak ediyor.

2. Dünya Savaşı'nda kendi içlerinde yahudileri kamplara gönderen Fransızları izliyoruz. Hem savaş yıllarında bir anda aklına gelen bir kararın sonuçlarını ömrü boyunca çekecek olan bir kızı, hem de günümüzde o kızı araştıran Amerika asıllı bir gazeteciyi parallel kurguda izliyoruz. Gördüklerimiz her Yahudi kampı filmi gibi içler acısı ve yürek burkucu. Kristen Scott Thomas'ın her zamanki gibi kendi adadığı bir performansı izlediğimiz film, bu türü sevenleri hayal kırıklığına uğratmıyor.


The Debt

John Madden'in son filmi politik soslu bir aksiyon. 60'larda Mossad ajanı biri kadın üç kişinin Doğu Berlin'e gelip soykırıma karışmış bir Alman doktorunu kaçırma girişimlerini ve yıllar sonra aynı üç kişinin bu maceranın sonuçlarıyla yüzleşmelerini anlatıyor.

Kadro çok iyi: Genç ajanlarda Marton Csokas, (2011'in en iyi çıkışını yapan) Jessica Chastain ve Sam Worthington gayet iyiler. Alman doktor da Jesper Christensen de başarılı. Ama asıl yaşlı ajanlar Helen Mirren, Tom Wilkinson ve Ciaran Hinds filme damgasını vuruyor.


Senaryo da Matthew Vaughn ve Jane Goldman (bkz. Kick-Ass ve X-Men: The First Class) imzası görmek şaşırtıcı ve hoş. Yapımcı olarak da Di Caprio abimiz var.


Seyri oldukça yüksek ve sürükleyici bir film. İzlemeye değiyor.


The Help

Renk ırkçılığı temalı dramlar başka bir Oscar gözdesidir. Amerika hala günahını tam çıkartamadığından (belki de çıkarmak istemediğinden) bu filmler hep çekilecek.

Bu sefer de, mazbut bir Güney kasabasında hep hizmetçilik yapmış siyahi kadınların çilesini ve onlara kulak veren bir beyaz kadını izliyoruz. Sağlam senaryosu filmin esas artısı, ödül sezonunda adaylık kapabilir. Ama oyuncu kadrosu esas öne çıkan artısı. Birden fazla kadın oyuncusu aynı dalda birbirine rakip olabilir. Mesela Emma Stone, Viola Davis, Jessica Chastain ve Octavia Spencer bolca ödül töreni gezebilir.

Tavsiyem The Color Purple'ı izlemenizdir ama yılın bolca anılacak bu filmini de izlemek size zaman kaybettirmez.

4 Aralık 2011 Pazar

Scorsese'nin Sinema Aşkı: Hugo

Scorsese çok özel bir yönetmen. Sadece filmlerini izlemeyip de onu biraz araştıranlar sinemayla her şekilde içli dışlı olduğunu bilir. Mesela Scorsese iki yılda bir müzik üzerine belgesel çeker (en son George Harrison Living in the Material World'ü çekti), eski filmlerin yenilenmesi sağlayan bir vakfı yönetir (Susuz Yaz ve Hudutların Kanunu da bu vakıf sayesinde kurtarıldı). Scorsese sinemaya delicesine aşıktır.

Hugo, Scorsese'nin bu aşkının perdedeki tezahürü. Filmin içindeki derin sinema sevgisini damarlarınızda hissediyorsunuz. Böyle bir his, sadece Nuovo Cinema Paradiso'da vardı, zaten bu film de başyapıttır ve en sevdiğim filmlerdendir. Nuovo Cinema Paradiso daha çok film izleme deneyimi hakkındadır, perdeye yansıyan ışığa duyulan derin aşkı tezahür eder. Hugo ise o ışığın  kendisinin yanında, o ışığı oluşturma biçimiyle hakkında. Yani filmi yaratma biçimi hakkında. 'Yaratma' kelimesini kullandım çünkü sinemanın ilk 20 yılında yapılanlar, film yazmak ve yönetmekle sınırlandırılamaz. Bu dönemin filmcileri (İngilizce'de 'filmmaker' derler) her şeyini bu yeni icada adamış insanlardı (Edison hariç, o tam bir para düşkünü tüccardır).

Hugo'nun merkezinde de bu dönemin (1895-1914) en yaratıcı ismi Georges Melies bulunuyor. Melies, sinemanın bir hikaye anlatma aracı olabileceğini ilk keşfeden kişidir, ona sanat etiketi veren ilk yönetmendir. Sihirbazlıktan gelen Melies, yaratıcı fikirlerini filmde bambaşka deneyimlere aktarmayı başarmıştır. Sinemanın ilk 20 yılında 500'ün üzerinde film çeken Melies, Birinci Dünya Harbi'yle beraber iflas edip bir gar köşesinde oyuncakçı dükkanı açmak zorunda kalmıştır. Çoğu filmi de ayakkabı yapımında kullanılmış yada tekrardan üzerine film basılmıştır. Yine de az sayıda eseri kurtarılmıştır. Bunların arasında en ünlüsü de, ayı bir adamın yüzü gibi gösterip sağ gözüne roket gönderen 1902 yapımı Le Voyage dans la Lune (Aya Seyahat)'tır.

Filmin kahramanı Hugo da, 1920'lerin ortalarında Melies'in çalıştığı garda yaşayan, amcasının görevi olan saatleri ayarlama işini kaçak olarak yürüten öksüz ve yetim bir çocuk. Babasından kalan tek miras olan bir otonnomu (tek bir şeyi yapabilen kurmalı robot) çalıştırmayı tek amaç haline getiren Hugo'nun yolu şansına Melies'e çıkar. Çünkü otonomun gizemi de hayatının fırsatı da Melies'tedir.

Aslında bir aile filmi olan ve hatta 'çocuk filmi' olarak pazarlanan Hugo, gerçekte sinema aşıklarına ve sinefillere özel çekilmiş bir film. Bir aile filmi olarak da gayet keyifle izlenebilecek filmin, asıl tadı Melies'te. Onun tüm hikayesini filme mükemmel biçimde yediren film, sinemanın emekleme yıllarına muzzam bir saygı duruşu. Dönemin nerdeyse tüm önemli filmleri önümüzde resmi geçit yapıyor: İlk film olan Trenin Gara Girişi, Fabrikadan Çıkan İnsanlar, Edison'un ilk erotik filmi The Kiss, ilk defa giriş-gelişme-sonuç bölümlerine sahip olan The Great Train Robbery, Melies'in tüm önemli filmleri, Chaplin'in ilk filmleri, Buster Keaton'un şaheseri The General, hatta Hugo ile Isabelle sinemada ünlü sessiz komedi Safety, Last'ı izliyorlar.

Bir sinemasever için muazzam sahneler bunlar, Melies'in yapımevini ve filmlerini nasıl çektiğini, oynadığını ve kurguladığını görebilmek. Gözleriniz doluyor resmen. İçinizdeki sinema aşkı tavan yapıyor. İçinizden Scorsese'yi delice alkışlamak geliyor. Böylece Scorsese 21. yüzyıldaki en önemli başyapıtını çekiyor, bana göre Casino'dan sonra (ki 15 yıl olmuş) ilgiye mazhar en önemli eserini. Yıllar sonra bile konuşulacak, izlenecek, hakkında yazılacak bu filmin. (3. boyutu da harika kullanması, başka bir artısı. Bu yüzden mutlaka sinemada ve 3 boyutlu izlenmeli!)

NOT: Alta Youtube'ta bulduğum üzerinde anlatım olan Le Voyage dans la Lune'u ekliyorum. İlgilenenlere...