4 Aralık 2011 Pazar

Scorsese'nin Sinema Aşkı: Hugo

Scorsese çok özel bir yönetmen. Sadece filmlerini izlemeyip de onu biraz araştıranlar sinemayla her şekilde içli dışlı olduğunu bilir. Mesela Scorsese iki yılda bir müzik üzerine belgesel çeker (en son George Harrison Living in the Material World'ü çekti), eski filmlerin yenilenmesi sağlayan bir vakfı yönetir (Susuz Yaz ve Hudutların Kanunu da bu vakıf sayesinde kurtarıldı). Scorsese sinemaya delicesine aşıktır.

Hugo, Scorsese'nin bu aşkının perdedeki tezahürü. Filmin içindeki derin sinema sevgisini damarlarınızda hissediyorsunuz. Böyle bir his, sadece Nuovo Cinema Paradiso'da vardı, zaten bu film de başyapıttır ve en sevdiğim filmlerdendir. Nuovo Cinema Paradiso daha çok film izleme deneyimi hakkındadır, perdeye yansıyan ışığa duyulan derin aşkı tezahür eder. Hugo ise o ışığın  kendisinin yanında, o ışığı oluşturma biçimiyle hakkında. Yani filmi yaratma biçimi hakkında. 'Yaratma' kelimesini kullandım çünkü sinemanın ilk 20 yılında yapılanlar, film yazmak ve yönetmekle sınırlandırılamaz. Bu dönemin filmcileri (İngilizce'de 'filmmaker' derler) her şeyini bu yeni icada adamış insanlardı (Edison hariç, o tam bir para düşkünü tüccardır).

Hugo'nun merkezinde de bu dönemin (1895-1914) en yaratıcı ismi Georges Melies bulunuyor. Melies, sinemanın bir hikaye anlatma aracı olabileceğini ilk keşfeden kişidir, ona sanat etiketi veren ilk yönetmendir. Sihirbazlıktan gelen Melies, yaratıcı fikirlerini filmde bambaşka deneyimlere aktarmayı başarmıştır. Sinemanın ilk 20 yılında 500'ün üzerinde film çeken Melies, Birinci Dünya Harbi'yle beraber iflas edip bir gar köşesinde oyuncakçı dükkanı açmak zorunda kalmıştır. Çoğu filmi de ayakkabı yapımında kullanılmış yada tekrardan üzerine film basılmıştır. Yine de az sayıda eseri kurtarılmıştır. Bunların arasında en ünlüsü de, ayı bir adamın yüzü gibi gösterip sağ gözüne roket gönderen 1902 yapımı Le Voyage dans la Lune (Aya Seyahat)'tır.

Filmin kahramanı Hugo da, 1920'lerin ortalarında Melies'in çalıştığı garda yaşayan, amcasının görevi olan saatleri ayarlama işini kaçak olarak yürüten öksüz ve yetim bir çocuk. Babasından kalan tek miras olan bir otonnomu (tek bir şeyi yapabilen kurmalı robot) çalıştırmayı tek amaç haline getiren Hugo'nun yolu şansına Melies'e çıkar. Çünkü otonomun gizemi de hayatının fırsatı da Melies'tedir.

Aslında bir aile filmi olan ve hatta 'çocuk filmi' olarak pazarlanan Hugo, gerçekte sinema aşıklarına ve sinefillere özel çekilmiş bir film. Bir aile filmi olarak da gayet keyifle izlenebilecek filmin, asıl tadı Melies'te. Onun tüm hikayesini filme mükemmel biçimde yediren film, sinemanın emekleme yıllarına muzzam bir saygı duruşu. Dönemin nerdeyse tüm önemli filmleri önümüzde resmi geçit yapıyor: İlk film olan Trenin Gara Girişi, Fabrikadan Çıkan İnsanlar, Edison'un ilk erotik filmi The Kiss, ilk defa giriş-gelişme-sonuç bölümlerine sahip olan The Great Train Robbery, Melies'in tüm önemli filmleri, Chaplin'in ilk filmleri, Buster Keaton'un şaheseri The General, hatta Hugo ile Isabelle sinemada ünlü sessiz komedi Safety, Last'ı izliyorlar.

Bir sinemasever için muazzam sahneler bunlar, Melies'in yapımevini ve filmlerini nasıl çektiğini, oynadığını ve kurguladığını görebilmek. Gözleriniz doluyor resmen. İçinizdeki sinema aşkı tavan yapıyor. İçinizden Scorsese'yi delice alkışlamak geliyor. Böylece Scorsese 21. yüzyıldaki en önemli başyapıtını çekiyor, bana göre Casino'dan sonra (ki 15 yıl olmuş) ilgiye mazhar en önemli eserini. Yıllar sonra bile konuşulacak, izlenecek, hakkında yazılacak bu filmin. (3. boyutu da harika kullanması, başka bir artısı. Bu yüzden mutlaka sinemada ve 3 boyutlu izlenmeli!)

NOT: Alta Youtube'ta bulduğum üzerinde anlatım olan Le Voyage dans la Lune'u ekliyorum. İlgilenenlere...
                         

Hiç yorum yok: