One Day
Anne Hartaway ve Jim Sturgess’li bu romantik film, kendini çok
önemsemesinin kurbanı oluyor. Bir çiftin 20 yıllık inişli çıkışlı
ilişkilerini göstermeye çalışan film, sonuçta hiçbir şey gösteremiyor.
Bir-iki ufak gösterişi ve yerinde bir oyuncu kadrosu dışında gayet de
sıkıcı. Oysa ki eldeki fırsat iyi değerlendirilse, tadından
yenmeyebilirdi.
The Hangover Part II
İlk filmde, kahkaha atmaktan oturamayanlar, filmin
orjinalliği ve sıra dışı küstahlılığını sevmişlerdi. Belki bekarlığa
veda gecesi komedisi fikri çok orjinal değildi ama bunu bu kadar hesaplı
ve hınzır yapana ilk defa rastlanıyordu. Öyle bir deneyimden sonra,
aynı olayların Bangkok versiyonlarını izlemek komik olsa da aşağıcı.
Çünkü ilk filmin zekasına hayran olanlar burada o zekanın pırıltısını
göremiyor. Harrika bir yemeği belki defalarca yersiniz ama aynı tarife
sahip olup farklı malzemeden yapılanı yemek istemezsiniz. Bunun adı
dolandırıcılıktır çünkü!
Cowboys & Ailens
Adı ile bile itici olan bu film, tahminlerimi doğru
çıkarttı. Kovboy tür filmi ile uzaylı tür filmini harmanlamaktan başka
bir özelliği olamayan bir film izliyoruz. Ne kadar çekici olduğunu varın
siz düşünün. Üstelik 50 yıl önce çekilen westernlerle aynı hamasi
cümleleri kurması daha da komik. John Wayne bunları söylerken yer gibi
davranıyoruz da hürmeten, Harrison Ford hiç çekilmiyor.
Habemus Papam (We Have a Pope)
İtalya’dan gelen bu film, Vatikan’ı dolasıya
eleştirirken, aslında herkesin birer insan olduğunu hatırlatıyor.
Papalık seçimlerinde, yeni papa tam seçilmiş ve kamuoyuna açıklanırken
Papa’nın bunalıma girip yeni görevini reddetmesini anlatan film,
kardinaller ve papanın da insani zevkleri yanında zaaflarının da
bulunduğunun altını çiziyor. Nanni Moretti’nin hem yazıp hem yönetip hem
de psikiyatristi oynadığı film, rahatlıkla din karşıtı olarak
nitelendirilebileceği gibi hümanist bir film olarak da görülebilir.
Tercihim ikinci şıktan yanadır. Ne olursa olsun, hüznünün yanında
oldukça komik olduğu da bir gerçek. The Hangover Part II‘dan daha çok güldüm açıkçası.
La Piel que Habito (The Skin I Live in)
Favori yönetmenlerimden Pedro Almodovar’ın son
filmi, yine sıkı bir film. Her zamanki gibi sizi istim üzerinde tutan,
şaşırtmayı başaran ve sonuna kadar sağlam duran bir Almodovar filmi
daha. Bu sefer korku türünün sınırlarında gezen bir melodram yapmış.
Deri nakli üzerine kafayı bozmuş bir bilim adamı ile onun tek hastasını
anlatan film, ilginç gelişmelerle konusunu yavaş yavaş açarken sizi
kendine daha da bağlıyor. Genel bir duygu eksikliğinin hissedildiği
film, bu yüzden de tam meramını geçiremiyor. Yine de bir Almodovar filmi
izlemek, her zaman harikadır.
Like Crazy
Hani bir duygu vardır ya; bir şeyi çok istersiniz
ama ona hemen sahip olamazsınız, aradan bir süre geçer, tam ona sahip
olduğunuzda ona karşı duyduğunuz tüm hisler gitmiştir sanki. Elinize
alırsınız, onu bir zamanlar ne çok istediğinizi hatırlarsınız,
hayıflanırsınız ama iş işten geçmiştir. O, sizin için sıradan bir
nesnedir artık. Mesela çocukken istenen bir bisiklet ve ona sonradan
sahip olabilmek böyle bir histir. O çocukluk hisleriniz çoktan
geçmiştir.
Like Crazy, finaliyle bu hissi iliklerinize kadar işletiyor.
Finali dışında, sıradan bir romantik bağımsız film yaftası
yapıştırabileceğiniz bu film, son hamlesiyle sıradanlıktan çıkıyor ve
kendi ruhunu buluyor. Aslında ikinci kere seyredip iyice tadını çıkarmak
lazım. Amerikalı mobilya tasarımıcısı Jacob ile İngiliz editör Anna’nın
ilişkisi, bu yılın en izlenilesi öykülerinden biri olurken Drake
Doremus adını da aklımızın bir köşesine yazıyoruz. Oyuncu kadrosu da çok
iyi, benden söylemesi.
Beginners
Hayatın ne kadar yaşamaya değer olduğunu anlatan
kendine özgü bu film, Christopher Plummer’ın performansıyla her yerde
kendinden söz ettiriyor. Plummer, büyük olasılıkla Oscar’a da aday
olacak bu rolüyle. Ama film, Plummer’ın gerçekten iyi performansından
daha fazlasını sunuyor. Babanın ardından tutulan yas, çocukken kendini
ifade edememenin burukluğu, kendini dolayısıya ifşa etmenin verdiği haz,
hayatı boşa yaşamış gibi hissetmek, bağıramamak, söyleyememek,
anlatamamak, aşık olmak, yasak delmek, birine ihtiyaç duymak. Tüm bu
konulara ve daha fazlasına kendi çapında değiniyor bu film, iyi de
ediyor. Biraz depresif ama keyfini alabilenler çok sevebilir.
My Week With Marilyn
Marilyn Monroe’nun en şaşaalı zamanlarında İngiltere’de The Prince and the Show Girl
filmini çekerken yaşadıklarını anlatıyor filmimiz. Filmin üçüncü
yönetmen asistanının gözünden hem Monroe’yu hem de zamanın kamera
arkasını görüyoruz. Yaşananlar günümüzde yaşananlara kıyasla çok naif
kalsa da anlatılmaya ve izlenmeye değer. Bir dünya starının içindeki
duyguları azıcık da olsa anlatmaya çalışıyor, bence başarıyor da.
Michelle Williams, Monroe rolünde yine çok güzelken; Kenneth Branagh’ı
selefi Laurance Olivier rolünde izlemek ayrı bir keyif.
The Perfect Sense
Contagion‘dan sonra ölümcül bir salgını
merkeze taşıyan bir film daha. Bu sefer durum daha ciddi, salgının
tedavisi yok, çünkü tüm insanlığı bir anda etkisi altına alıyor.
Semptomları da beş duyuyu teker teker yok etmesi. Bunlar arka planda tüm
gerçekçiliğiyle yaşanırken filizlenen bir aşkı anlatıyor. Oldukça
gerçekçi, o kadar ki filmden tiksinip izlemekten vazgeçebilirsiniz. Ama
amacına tamamen ulaşıyor. Eva Green yine çok güzel!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder