20 Aralık 2011 Salı

Sinema Sinema #4

One Day
Anne Hartaway ve Jim Sturgess’li bu romantik film, kendini çok önemsemesinin kurbanı oluyor. Bir çiftin 20 yıllık inişli çıkışlı ilişkilerini göstermeye çalışan film, sonuçta hiçbir şey gösteremiyor. Bir-iki ufak gösterişi ve yerinde bir oyuncu kadrosu dışında gayet de sıkıcı. Oysa ki eldeki fırsat iyi değerlendirilse, tadından yenmeyebilirdi.
The Hangover Part II
İlk filmde, kahkaha atmaktan oturamayanlar, filmin orjinalliği ve sıra dışı küstahlılığını sevmişlerdi. Belki bekarlığa veda gecesi komedisi fikri çok orjinal değildi ama bunu bu kadar hesaplı ve hınzır yapana ilk defa rastlanıyordu. Öyle bir deneyimden sonra, aynı olayların Bangkok versiyonlarını izlemek komik olsa da aşağıcı. Çünkü ilk filmin zekasına hayran olanlar burada o zekanın pırıltısını göremiyor.  Harrika bir yemeği belki defalarca yersiniz ama aynı tarife sahip olup farklı malzemeden yapılanı yemek istemezsiniz. Bunun adı dolandırıcılıktır çünkü!

Cowboys & Ailens
Adı ile bile itici olan bu film, tahminlerimi doğru çıkarttı. Kovboy tür filmi ile uzaylı tür filmini harmanlamaktan başka bir özelliği olamayan bir film izliyoruz. Ne kadar çekici olduğunu varın siz düşünün. Üstelik 50 yıl önce çekilen westernlerle aynı hamasi cümleleri kurması daha da komik. John Wayne bunları söylerken yer gibi davranıyoruz da hürmeten, Harrison Ford hiç çekilmiyor.
Habemus Papam (We Have a Pope)
İtalya’dan gelen bu film, Vatikan’ı dolasıya eleştirirken, aslında herkesin birer insan olduğunu hatırlatıyor. Papalık seçimlerinde, yeni papa tam seçilmiş ve kamuoyuna açıklanırken Papa’nın bunalıma girip yeni görevini reddetmesini anlatan film, kardinaller ve papanın da insani zevkleri yanında zaaflarının da bulunduğunun altını çiziyor. Nanni Moretti’nin hem yazıp hem yönetip hem de psikiyatristi oynadığı film, rahatlıkla din karşıtı olarak nitelendirilebileceği gibi hümanist bir film olarak da görülebilir. Tercihim ikinci şıktan yanadır. Ne olursa olsun, hüznünün yanında oldukça  komik olduğu da bir gerçek. The Hangover Part II‘dan daha çok güldüm açıkçası.
La Piel que Habito (The Skin I Live in)
Favori yönetmenlerimden Pedro Almodovar’ın son filmi, yine sıkı bir film. Her zamanki gibi sizi istim üzerinde tutan, şaşırtmayı başaran ve sonuna kadar sağlam duran bir Almodovar filmi daha. Bu sefer korku türünün sınırlarında gezen bir melodram yapmış. Deri nakli üzerine kafayı bozmuş bir bilim adamı ile onun tek hastasını anlatan film, ilginç gelişmelerle konusunu yavaş yavaş açarken sizi kendine daha da bağlıyor. Genel bir duygu eksikliğinin hissedildiği film, bu yüzden de tam meramını geçiremiyor. Yine de bir Almodovar filmi izlemek, her zaman harikadır.
Like Crazy
Hani bir duygu vardır ya; bir şeyi çok istersiniz ama ona hemen sahip olamazsınız, aradan bir süre geçer, tam ona sahip olduğunuzda ona karşı duyduğunuz tüm hisler gitmiştir sanki. Elinize alırsınız, onu bir zamanlar ne çok istediğinizi hatırlarsınız, hayıflanırsınız ama iş işten geçmiştir. O, sizin için sıradan bir nesnedir artık. Mesela çocukken istenen bir bisiklet ve ona sonradan sahip olabilmek böyle bir histir. O çocukluk hisleriniz çoktan geçmiştir.
Like Crazy, finaliyle bu hissi iliklerinize kadar işletiyor. Finali dışında, sıradan bir romantik bağımsız film yaftası yapıştırabileceğiniz bu film, son hamlesiyle sıradanlıktan çıkıyor ve kendi ruhunu buluyor. Aslında ikinci kere seyredip iyice tadını çıkarmak lazım. Amerikalı mobilya tasarımıcısı Jacob ile İngiliz editör Anna’nın ilişkisi, bu yılın en izlenilesi öykülerinden biri olurken Drake Doremus adını da aklımızın bir köşesine yazıyoruz. Oyuncu kadrosu da çok iyi, benden söylemesi.
Beginners
Hayatın ne kadar yaşamaya değer olduğunu anlatan kendine özgü bu film, Christopher Plummer’ın performansıyla her yerde kendinden söz ettiriyor. Plummer, büyük olasılıkla Oscar’a da aday olacak bu rolüyle. Ama film, Plummer’ın gerçekten iyi performansından daha fazlasını sunuyor. Babanın ardından tutulan yas, çocukken kendini ifade edememenin burukluğu, kendini dolayısıya ifşa etmenin verdiği haz, hayatı boşa yaşamış gibi hissetmek, bağıramamak, söyleyememek, anlatamamak, aşık olmak, yasak delmek, birine ihtiyaç duymak. Tüm bu konulara ve daha fazlasına kendi çapında değiniyor bu film, iyi de ediyor. Biraz depresif ama keyfini alabilenler çok sevebilir.
My Week With Marilyn
Marilyn Monroe’nun en şaşaalı zamanlarında İngiltere’de The Prince and the Show Girl filmini çekerken yaşadıklarını anlatıyor filmimiz. Filmin üçüncü yönetmen asistanının gözünden hem Monroe’yu hem de zamanın kamera arkasını görüyoruz. Yaşananlar günümüzde yaşananlara kıyasla çok naif kalsa da anlatılmaya ve izlenmeye değer. Bir dünya starının içindeki duyguları azıcık da olsa anlatmaya çalışıyor, bence başarıyor da. Michelle Williams, Monroe rolünde yine çok güzelken; Kenneth Branagh’ı selefi Laurance Olivier rolünde izlemek ayrı bir keyif.
The Perfect Sense
Contagion‘dan sonra ölümcül bir salgını merkeze taşıyan bir film daha. Bu sefer durum daha ciddi, salgının tedavisi yok, çünkü tüm insanlığı bir anda etkisi altına alıyor. Semptomları da beş duyuyu teker teker yok etmesi. Bunlar arka planda tüm gerçekçiliğiyle yaşanırken filizlenen bir aşkı anlatıyor. Oldukça gerçekçi, o kadar ki filmden tiksinip izlemekten vazgeçebilirsiniz. Ama amacına tamamen ulaşıyor. Eva Green yine çok güzel!

Hiç yorum yok: