30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni Yıl Dileklerim

Her yılbaşında; büyük, iddialı ve çoğu gerçek dışı dileklerde bulunuluyor. İnsanlar böyle yetiştirildiklerinden mi, yoksa hayali diyarlara olan aşırı ilgilerinden mi bilemiyorum. Tek bildiğim böyle iddialı dileklerde bulunmak istememem. Tabii isteyen, istediği dileği dilemek de özgürdür.

Bunun yerine size küçük şeyler dilemek istiyorum. Küçük ama hayata anlam katan şeyler. Çünkü hayatı güzel kılan da böyle küçük şeylerdir. Karşı çıkabilirsiniz lakin benim en mutlu anlarım hep küçük şeylerle olmuştur.

Onun için, size yeni yılda…

  • Yemyeşil, mis gibi kokan tek şeritli bir yolda yol almanızı;
  • Etrafımı rahatsız ederim diye çekinmeden kahkaha atmanızı;
  • Sevdiğiniz bir şarkıyı yalnızken bağıra bağıra söylemenizi;
  • Zifiri karanlık bir gecede dışarıda yere uzanıp yıldızlara bakmanızı;
  • Çok susadığınız bir anda kana kana su içmenizi;
  • Sessiz bir ortamda kitap okumanızı;
  • En yakın arkadaşlarınızla toplanıp saçma sapan şeyler konuşmanızı;
  • Eski fotoğraflara bakıp hayıflanmak yerine yeni fotoğraflar çektirmenizi;
  • Sevdiğiniz bir filmi seven biriyle tanışıp film hakkında konuşmanızı;
  • Yeni bir hobi edinmenizi veya var olan hobinizi geliştirmenizi;
  • Yeni yerler görmenizi (yaşadığınız şehirde de olabilir);
  • Tüm ailenizle yemek yemenizi;
  • Aşıksanız aşkınıza sahip çıkmayı;
  • Değilseniz aşkı bulmanızı;
  • Değişik şeyler yapmaktan korkmamanızı;
  • Canınız istediğinde doya doya uyumanızı;
  • Bir dağ yürüyüşü yapmanızı;
  • Sevdiğiniz bir ünlüyle sohbet etmenizi ve
  • … (Bu da sizin kendiniz için bir dileğiniz olsun)

    DİLİYORUM.

    YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN.

27 Aralık 2009 Pazar

Oscarlıklar 2010 - 1

Aralık ayıyla birlikte resmen (nasıl resmen oluyorsa) Oscar dönemine de girmiş bulunuyoruz. Geçen hafta Altın Küre adayları da açıklandı. Sezonun iddialı yapımları arka arkaya vizyona giriyor. DVD’leri de ödüller için oy kullananların evine gidiyor. Aradan sıvışanlar da bizim elimize düşüyor.

Yaklaşık 2 ay sürecek ‘Oscarlıklar’ yazı dizisize hoş geldiniz, efem. Burada yazılan her film ödül için yarışmasa da dönem içi olduğundan katılacak diziye. Buyurun:

Taking Woodstock

Ang Lee bir ara Çin’e dönüp Lust, Caution’ı çekmişti. Şimdi de Hollywood’da tekrar gelmiş ama hafif takılmak istemiş. Öyle ödül sansasyonları ile işi yok Lee’nin. Woodstock 40. yılını kutlarken bir tuz da benden demiş ve efsane festivalin (olay mı demeliydim) hazırlık aşamasını anlatıyor. Son derece eğlenceli bir yapım. Benim gibi dönem araştırmaları ilginizi de çekerse hoş bir 60’lar araştırması gözüyle de bakabilirsiniz. Tahmin edilebileceği gibi müzikler de iyi.

Oyuncular: Demetri Martin, Henry Goodman, Imelda Staunton, Emile Hirsch, Paul Dano, Kelli Garner, Gabriel Sunday, Jonathan Groff, Marnie Gummer, Liev Schreiber, Dan Fogler, Eugene Levy – Görüntü Yönetmeni: Eric Gautier – Müzik: Danny Elfman – Senaryo: James Schamus (Elliot Tiber ile Tom Monte’nin kitaplarından) – Yönetmen: Ang Lee – ***

The Box

Richard Kelly bu gidişle harap olacak. Çocuk yeni projeler deniyor lakin yapımcılar mı ısrar ediyor yoksa kendi takıntısı mı bilemediğim bir Donnie Darko takıntısı aldı başını gidiyor. Ya o film bitti, gitti, aş kendini be adam.

60’larda geçen bir fantastik korku denemesi. Ama zihnen de 60’larda geçince demode kalmış. Senaryoda bir sürü unsur öylece havada kalıyor. Bir şekilde konuyu bağlıyor lakin ilk önce fazlaca açtığından bu toparlama çok yetersiz kalıyor. Uzaylılar kim? Amaçları ne? Frank Langella niye insanları itinayla test ediyor? Bir tür sosyopat mı? Nedir yani? Hem hala daha bilinmeyen bir unsuru uzaylılara bağlamak ne kadar ucuz bir yaklaşımdır?

Yer yer Donnie Darko havası hissedilse de (ki o da zorlama) monoton bir 2 saat vaat ediyor. Israrla iyi oynamaya çalışan ama beceremeyen Cameron Diaz da cabası!

Oyuncular: Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella, James Rebhorn, Holmes Osborne, Sam Oz Stone, Gillian Jacobs, Celia Weston – Görüntü Yönetmeni: Steven Poster – Müzik: Win Butler, Regine Chassagne, Owen Pallett – Senaryo: Richard Kelly (Richard Matheson’ın ‘Button, Button’ adlı öyküsünden) – Yönetmen: Richard Kelly – **1/2

Harry Brown

Son 1-2 aydır yabancı site ve dergilerde sıklıkla adı geçen bir film Harry Brown. Genelde de İngilizlerin Gran Torino’su olarak anılıyor. Bildiğiniz üzere Clint Eastwood’un geçen yıl bu zamanlarda vizyon gören filmi, yaşlı bir gazinin çevresindeki yozlaşmaya artık dayanamayarak tek başına harekete geçmesini anlatıyordu. Harry Brown da benzer bir hikayenin İngiliz versiyonunu anlatıyor:

Şöyle ki Michael Caine’in canlandırdığı Harry Brown; yaşını almış, dul kalmış bir savaş gazisidir. Mahallesindeki gençler çeteler oluşturarak silah ve uyuşturucu ticareti yapıyorlardır. Ayrıca akşamları sakinlere saldırıp cinayete varan olaylara yol açıyorlardır. En yakın arkadaşı da böyle bir cinayete kurban gidince polisin de bir şey yapmadığını gören Harry, duruma el koymaya karar veriyor.

Gran Torino’dan çok daha gerçekçi olan film, bu yüzden pek duygusal sularda yüzmüyor. Olayları olduğu gibi gösteriyor ve Eastwood’un yaptığı gibi duygusal klişelerle filmini zayıflatmıyor. Ama neticede bir intikam filmi olarak kalan film, sert bir 90 dakika haricinde ek bir getiri de bırakmıyor. Oyunculukların gayet kalburüstü olduğu kesin, birkaç dalda BAFTA adaylığı kapabilir. Michael Caine harika bir iş çıkarmış zaten. Sanırım daha film, ABD semalarına uğramadığından Oscar adaylığı alamaz ama BAFTA ödülü kesin gibi.

Oyuncular: Michael Caine, Emily Mortimer, Iain Glenn, Liam Cunningham, Ben Drew, David Bradley, Jack O’Connell – Görüntü Yönetmeni: Martin Ruhe – Müzik: Ruth Barrett, Martin Phipps – Senaryo: Gary Young – Yönetmen: Daniel Barber – ***

Cheri

Stephen Frears’ın son filmi, hoş bir 1.5 saat vaat ediyor. Ben gayet eğlendiğimi söylemeliyim. 19. yüzyıl Fransa’sında geçen bir aşk hikayesi. Fazlasıyla zengin olan zamanın fahişelerinden birinin evliliğe hazırladığı bir gence aşık olması ve sonrasını anlatıyor.

Atıf Yılmaz’ın son filmi Eğreti Gelin’e benziyor hafif. Tabii kültürün getirdiği farklılıklar çok belli. Ayrıca Eğreti Gelin’in dramaya ağırlık verdiği yerde, Cheri komediye kayıyor ucundan.

Michelle Pfeiffer’ın büyülü güzelliği filme damgasını vurmuş zaten. Genç Cheri’de Rupert Friend de iyi bir performans veriyor. Üstüne Kathy Bates ile Iben Hjejle yan rollerde dikkat çekiyor. Kendi halinde bir film ama garip bir büyüye sahip. Tavsiye edilir.

Oyuncular: Michelle Pfeiffer, Rupert Friend, Kathy Bates, Frances Tomelty, Tom Burke, Felicity Jones, Iben Hjejle, Toby Kebbell – Görüntü Yönetmeni: Darius Khondji – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Christopher Hampton (Colette’in ‘Cheri’ ve ‘The Last of Cheri’ adlı romanlarından) – Yönetmen: Stephen Frears – ***

The Blind Side

The Blind Side, her yıl mutlaka üretilen gerçek başarı hikayelerinden biri. Bu sefer NFL’nin (Amerika Futbol Ligi) en iyilerinden (2009’da yılın sporcusu seçilmiş) Michael Oher’ın hayat hikayesini izliyoruz.

Sokaklarda, orda burada geceleyen Koca Mike, hasbelkader şehrin en iyi okuluna girer. Ama ne ailesi vardır, ne arkadaşı bulunur, ne de notları iyidir. Şehrin en zengin ailelerinden Tuohy ailesinin ilgisini çeken Koca Mike, onların himayesinde yeni bir hayata adım atar…

Ben filmin gerçek olduğunu filmi izlerken bilmiyordum. Finalde ailenin gerçek fotoğrafları gösterilince anladım. Çünkü bence film (yada anlatılan hikaye) gerçek olamayacak kadar pozitif. Bir film bu kadar mı steril olabilir yani? Eve evsiz biri alınıyor, herkes gayet sakin, sanki olağan bir şey gibi. Okulda ne dalga geçen var, ne olay çıkaran. Herkes iyi birer Hrıstiyan! Valla ilginç geldi.

Diğer yandan film gayet iyi. Senaryo belli bir ritimde hiç açık vermeden nihayete eriyor. Klişe bir duygusal pompalama hissediliyor ama sinir bozmuyor. Oyunculuklar da gayet iyi. Hatta Sandra Bullock Oscar’a göz kırpabilecek kadar iyi performans veriyor.

Gayet keyifli bir 2 saat geçiriyorsunuz lakin kandırılmış gibi de hissedebilirsiniz.

Oyuncular: Quinton Aaron, Sandra Bullock, Tim McGraw, Jae Head, Lily Collins, Ray McKinnon, Kim Dickens, Adriane Lenox, Kathy Bates – Görüntü Yönetmeni: Alar Kivilo – Müzik: Carter Burwell – Senaryo: John Lee Hancock (Micha4el Lewis’in ‘The Blind Side: Evolution of a Game’ adlı kitabından) – Yönetmen: John Lee Hancock – ***1/2

Precious: Based on the Novel Push by Sapphire

Senenin öne çıkan bağımsızı. Acıklı ve karamsar bir hikayesi ve iyi oyunculuklarıyla adından bayağı söz ettirecek. Şimdiden 3-4 Oscar adaylılığı garanti.

16 yaşında, okumak isteyen ama okuma-yazması bile iyi olmayan oldukça şişman bir kız Precious. Üstelik Down Sendromlu 2 yaşında bir kızı var ve 2. kez hamile. Çocukların babası da ona zorla tecavüz eden kendi babası. Annesi de onu azarlamak dışında pek bir şey yapmayan bir avare.

Anlayacağınız hikaye oldukça karamsar. Precious’un hayatını izlerken ona acımamak elde değil ama hayat da bu maalesef. Sosyal görevliler ve öğretmenleri onun hikayesini inanamayarak dinliyorlar ama bir yerde sadece dinliyorlar. Çünkü harekete geçecek olan Precious’un kendisi!

Filmi çok da iyi bulmadığımı söylemeliyim. Hayattan bir kesit olabilir ama bir amacı yokmuş gibi. Mesela filmin başında Precious, hayatını gayet kabullenmiş bir halde. Tecavüze bile ses çıkarmıyor çünkü o sırada hayal kurmakla meşgul. Sonra bir şekilde kendine güveni geliyor ve hayatını toparlamaya çalışıyor lakin bu da kendi hayalinden ibaret sanki. Bu amaçsızlık tüm filme geçiyor. Bana pek hitap etmedi galiba. Ama siz çok iyi de bulabilirsiniz.

Performanslar gerçekten göz alıcı. Gabourey Sidibe ile Mo’Nique döktürüyorlar zaten. Tanınmayacak haldeki Mariah Carey bile gayet iyi oynuyor. Yine tanıyamadığım bir Lenny Kravitz var filmde. Paula Patton da yeni keşfim oldu, oldukça güzel bir aktris.

Oyuncular: Gabourey Sidibe, Mo’Nique, Paula Patton, Mariah Carey, Sherri Shepherd, Lenny Kravitz, Stephanie Andujar, Chyna Layne, Amina Robinson, Xosha Roquemore, Angelic Zambrana – Görüntü Yönetmeni: Andrew Dunn – Müzik: Mario Grigorov – Senaryo: Geoffrey Fletcher (Sapphire’in ‘Push’ adlı romanından) – Yönetmen: Lee Daniels – ***

Where the Wild Things Are

Adaptation’dan 8 yıl sonra Spike Jonze’un yeni filmi görücüye çıktı. Jonze demek biraz da Charlie Kaufman demek olduğundan hemen belirteyim, bu filmin Kaufman ile hiçbir alakası yok. Jonze bu sefer Amerika’nın ünlü bir çocuk kitabını uyarlamış.

Max 8 yaşında afacan bir çocuk ve olabildiğine ilgiye muhtaç. Ablası ve arkadaşları onu aşağılıyor; annesi ise yoğun işinden ilgilenmeye vakit bulamıyor. Baba ise belli ki ortalarda yok. Bir akşam annesine sinirlenip evden kaçıyor Max. Var gücüyle koşup ormana giriyor. Nehir kenarında bir sandal bulup açık denize açılıyor. Birkaç gün sonra yanaştığı yerde konuşan, devasa canavarlarla karşılaşıyor. Canavarlarsa onu yemek yerine kral olarak seçiyorlar…

Bu anlattığım noktaya 20. dakikada filan geliniyor. Filmin kalanının çoğunda da canavarlarla Max arasındaki ilişkileri izliyoruz zaten. Şimdi filmi izlerken önce bir çocuk filmi olduğunu zannettim. Hatta bir yerde sıkılıp 4-5 yaşlarında yeğenime izlettirmeyi düşündüm. Çünkü çocukların iç hesaplaşmalarını güzel yansıtıyordu. Hikayeler uydurup saçmalayıp sonra onların ne kadar yalan olduğunun farkına varmak gibi güzel detayları var.

Filmin sonlarına doğru ciddi bir karanlıklaşma başladı ve gerçek dünyadaki kadar olmasa da şiddet işin içine girdi. O anda Jonze’un yapmak istediğini anlamaya başladım. Bu bir çocuk filmi değildi! Bu film, çocukluk ve olgunlaşma üzerine çekilmiş bir yetişkin filmi. İçindeki çocuğu arayan tüm yetişkinlere de tavsiye ederim.

Çocukluğum Amerika’da geçmediğinden söz konusu kitabı okumadım. Ama Jonze’un muazzam bir dünya kurduğu söylenebilir. Canavarların başta şirin gözüken ama yer yer karanlık yanları çok iyi verilmiş. Bir de hepsinin gerçekten oynanmış olması (animasyon veya efekt değiller) ayrı bir naiflik vermiş filme. Max’i oynayan Max Records’un üstün performansı da cabası.

Ayrıca filmin müzikleri harikulade! Oscarlar’daki favorimdir müzik ve şarkı dalında. Enfes bir albümü de var. Filmi izledikten soundtrack albümünü almak isteyeceksiniz.

Oyuncular: Max Records, Catherine Keener, Pepita Emmerichs – Seslendirenler: James Gandolfini, Lauren Ambrose, Paul Dano, Catherine O’Hara, Forest Whitaker, Michael Berry Jr., Chris Cooper, Sony Gerasimowicz – Görüntü Yönetmeni: Lance Acord – Müzik: Carter Burwell, Karen O – Senaryo: Spike Jonze, Dave Eggers (Maurice Sendak’ın kitabından) – Yönetmen: Spike Jonze – ***1/2

23 Aralık 2009 Çarşamba

Başka Dilde Aşk

Geçen yıl Issız Adam vizyona çıktığında aşık olmuş, 5 yıldız verip yere göğe koyamamıştım. Sonra dönüp bakınca sıradan bir romantik film demiştim. Issız Adam’ın beni ve benim gibileri coşturmasının sebebi, kendi ülkesinde bir ilki gerçekleştirmesiydi. Türkler ilk defa layığıyla bir romantizm yaşıyordu beyazperdede. Çok batılı ve steril olmakla suçlansa da sonuçta olabilecek bir hikayeydi anlattığı.

İşte o filmden yaklaşık 1 yıl sonra Başka Dilde Aşk’ın huzmeleri beyazperdeye düştü. Başka Dilde Aşk, Issız Adam’ın tersine türün daha klasik tarafında yer alıyor. İskelet, When Harry Met Sally…’den beri gördüğümüz olay örgüsünü ödünç alıyor. Yani:

1- Erkekle kız tanışır.
2- Aralarında ilişki başlar.
3- İlişki ilerleyince sorunlar yaşanmaya başlar.
4- Dış bir etmen sebebiyle kavga edilir, kızla erkek ayrılır.
5- Kısa bir hesaplaşma döneminden sonra ikili barışır ve mutlu son.

Bu iskeleti ödünç alan bir sürü film izledim, çünkü türü (ne yazık ki) çok seviyorum. İnanılmaz vasatlarından zeka pırıltıları taşıyanlara… Ne mutlu ki Başka Dilde Aşk, ikinci şıkkı seçiyor. Üstelik birden fazla zeka pırıltısı bulunuyor.

Senaryo çok ama çok iyi bir kere. Gevezelikten uzak, sempatik, ne yaptığını bilen, karakterlerini yüz üstü bırakmayan, zeka dolu bir metni var. Yapması gerekenleri kıvamında yapıp bırakıyor. Bu konuda final sahnesi ayakta alkışlanacak kadar iyi. İkilinin umutsuzca ağlamaları, kendilerini toplamaları ve ardından gelen harika bir son. Bu sonu izleyince Issız Adam gözümde bir basamak daha indi. Ondaki son meğerse ne yapmacıkmış! Bu kadar doğal ve çarpıcı bir son inanın uzun zamandır izlemiyordum (dünya sinemasını kastediyorum).

Diyalog yazımı çok iyi ki Türk senaristlerinin bir türlü beceremediği bir unsurdur. “Ben senden korkuyorum.” lafı bu kadar doğal mı söylenir? Aşk bu kadar güzel mi özetlenir (sadece 3 kelimeyle)? Bunun yanında nice güzel replikler de var.

Ele aldığı konuda da çok başarılı. Film, sağır bir gençle çağrı merkezinde çalışan bir kızın aşkını konu alıyor ve iki tarafın da sorunlarını anlatıyor. Bunları anlatırken de asla abartıya veya acımaya başvurmuyor. Son derece doğal ve tarafsız bir halde izliyoruz. Bilhassa Onur’un her ne kadar hayatın içinde görünse de kendi dünyasına kendini hapsedişi çok yerinde resmediliyor. Bir engelli olarak söylemeliyim ki oldukça realist bir yaklaşım, engelsiz iki insanın bir engelliyi bu kadar iyi anlamaları beni çok şaşırttı.

Filmin, insanlar arasındaki iletişimsizlikten dem vururken hiç konuşmadan tek vücut olan kürek takımı kaptanı bir sağırı başrole taşıması da ayrı bir güzellik. Onur’un Yasemin’e hep anlatmak istediği gibi, anlaşmak için konuşmak şart değildir. Hep yazdığım gibi, bazen bir bakış binlerce “Seni seviyorum.”a bedeldir. Ama tabii birincisi o bakışı atabilecek yürek, ikincisi de o bakışı anlayabilecek yürek lazımdır ve bu ikisinin kombinasyonu ne yazık ki çok az. İşte Onur ile Yasemin bu kombinasyonu sağlayabilmiş.

Bunların yanında oyuncu kadrosu çok iyi. Mert Fırat harika bir performans çıkartıyor. Çocuk gerçekten ödevini yapmış, asla da abartmamış. Vay anasına diyorum. Lale Mansur ile Saadet Işıl Aksoy da çok iyiler.

Üstüne şarkı seçimleri çok iyi ki iyi bir romantik filminde şarttır. İşin müzik yanına da değer verilmiş anlayacağınız. Mor ve Ötesi Mustafa Hakkında Her Şey’den sonra yine enfes bir tema şarkısı çıkarmışlar ki film için yazılmamasına rağmen.

Son olarak film engelliler için altyazılı gösteriliyor. Yerinde bir davranış fakat altyazıyı hazırlayanlar durumu çakamamış galiba. Yabancı film DVD’lerinde sağır insanlar özel bir seçenek yer alır. Bu seçenek dahilinde kapı çarpması, su sesi gibi efektler parantez içinde yazılır, şarkı sözleri de nota işaretiyle belirtilir ki okuyan tamamen anlasın filmi. Dileğim ileride bu gibi detaylara da önem verilmesi.

Oyuncular: Mert Fırat, Saadet Işıl Aksoy, Lale Mansur, Emre Karayel, Şebnem Köstem, Tuğrul Tülek, Didem Balçın, Tuna Kırlı, Ayten Uncuoğlu, Murat Okay – Görüntü Yönetmeni: Hayk Kirakosyan – Senaryo: Mert Fırat, İlksen Başarır – Yönetmen: İlksen Başarır – ****

20 Aralık 2009 Pazar

Avatar

Avatar, doğu kültüründe Tanrı’nın veya Tanrıların yeryüzündeki silueti manasına geliyor. İnternet kültüründe de, bu kaynağa dayanarak, kişinin sanal ortamdaki resmine deniyor ki bu kişinin gerçek resmi olmak zorunda da değil.

İnsanoğlu aslında bu terime daha fazla aşina olması lazımdı. Çünkü yaşadığımız dünyada herkes kendini, kendi değil de avatarı zannediyor. Şöyle ki kişiler kendi kafalarında olmak istedikleri bedenler yaratıp (avatar) gerçek dünyada onları kullanıyorlar yada kullanmaya çabalıyorlar.

Mesela şu anda bizi yönetenler kendilerini padişah/sadrazam/vezir/vb. zannediyorlar. ABD süper güç olduğunu farz ediyor. Bu gibi sayısız örnek verilebilir. Lakin bu o kadar kanıksanmış ki her insan kendi avatarını yaratmış artık. Çirkin bir kız, bilumum makyaj ve tavırla kendine güzel bir kız havası verebiliyor. Fiziksel etkileri de geçelim, çok tembel biri çok çalışkan olduğunu farz edip ona göre bir persona oluşturabiliyor ve daha da ilginci bu avatarını bir şekilde diğer insanlara kabul ettirebilirse ömür boyu bu şekilde geçinebiliyor.

James Cameron da ‘avatar’ terimini çift anlamda kullanıyor son filminde. Birincisi gerçek anlamı:

Pandora adlı bir gezegende dünyayı tüketmiş insan ırkı, yerel halkla (Na’viler) iletişime geçip onlara zarar vermeden kovma peşinde. Çünkü gezegende çok değerli bir maden var (kilosu milyon dolarlarla ölçülüyor!). Bu yüzden bilim insanları Na’vi avatarı yapıyorlar. Sonra bir insan makineye bağlanıp bu Na’vi avatarını kullanarak Na’vilerin arasına karışabiliyor.

İkinci olarak da mecazi manada kullanıyor bu terimi:

Pandora’ya gidip orada bir üs kuran insan ırkının, buradaki tek amacı madeni çıkartıp dünyaya götürmek. Bu gezegendeki başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Ne yerel halkla, ne inanılmaz bitki çeşitliliğiyle ne de enteresan coğrafi yapısıyla. İnsan ırkı, Na’vileri doğaya tapan mavi maymunlar olarak görüyorlar. Çünkü ağaçlarda yaşıyorlar, tamamen doğayla uyum içindeler ve hiçbir şekilde teknolojik gelişimleri yok. İnsanlara göre önlerindeki tek engel de bu Na’vi ırkı. İşte kendini Tanrı’nın avatarı olarak gören insanoğlu Na’vilere birer kul gözüyle bakıyorlar. Onlara kendi dillerini öğretip, teknolojik oyuncaklar verirlerse olayın hallolacağını zannediyorlar.

İşte Avatar’ın gerçek özü bu. Efektler, IMAX filanı geçin. Cameron bize bunu söylemek istiyor. Teknolojinin bizi nasıl bir noktaya getirdiğini, avantajlarının yanında dezavantajlarını daha çok kullandığımızı anlatmak istiyor. Bunu yaparken de teknolojiyi kullanıyor ama!

Zaten her yerde okuyorsunuzdur, Avatar tamamen 3 boyutlu sinemalar için üretilen ilk film. Daha önce de IMAX’te gösterilen büyük bütçeli filmleri vardı tabii. Mesela benim ilk IMAX tecrübem olan Beowulf da bu tarz üretilmişti, ama bir animasyondu sonuçta. Hoş, Cameron amaçladı da ne oldu, stüdyoya boğun eğerek 2 boyutlu gösterimine izin verdi. Daha sektörün salt 3 boyuta hazır olmaması da ana etken tabii.

Filmin 3 boyutluluk konusuna gelirsek… Daha önce IMAX’e gitmemiş olsam bir mucize görmüş gibi olurdum herhalde. Ama 2. IMAX deneyimim olduğundan çok sayıda nefesimi tuttuğum an olmadı. Zaten güzel bir sahnede filmle bütünleştiğim için 3. boyut etkisi beni pek ırgalamadı (savaş sahnesi mesela). Ama Cameron’un 3. boyutu gerçek manada kullandığı kesin. Ciddi bir illüzyon yaratmış Cameron ama bu illüzyon filmin amacı değil, aracı olmuş ki bence böyle de olmalıydı. (Mesela Beowulf’ta IMAX tamamen amaçtı. Filmi 2 boyutlu izleyemezsiniz, kötüdür.) İşte Avatar, bu bakımdan bir ilk! 3. boyut teknolojisini bir araç olarak kullanan ilk film! Bu filmi 2 boyutlu izlerseniz de anlarsınız lakin o güzelim bitkileri, hayvanları yanı başınızda hissedemezsiniz. IMAX teknolojisi filme, değişik bir hava katmış ve bu da filmin önemli bir artısı bence.

Avatar’ın önemi, ileride daha iyi anlaşılacak. Artık 3 boyutlu olarak kaliteli bir film izleyebileceğiz. Mesela, Donnie Darko veya Apocalypse Now’ı yanımızdaymışçasına izleyebileceğiz. Bu da sinema keyfinin geri dönüşü demektir. Korsan ve DVD ile kaybedilen o sihirli illüzyonun yeniden oluşmasıdır.

Şimdi bu hafta sonu tüm dünyada cevabı aranan soruyu soralım: Avatar, sinemanın yeni devrimi mi? Bence evet! Şunu da ekleyeyim: “Daha hiçbir şey görmediniz!”*

Oyuncular: Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Stephen Lang, Michelle Rodriguez, Giovanni Ribisi, Joel Moore, CCH Pounder, Wes Studi, Laz Alonso, Dileep Rao – Görüntü Yönetmeni: Mauro Fiore – Müzik: James Horner – Senaryo ve Yönetmen: James Cameron – ****1/2

*: Al Johnson, ilk sesli film olan The Jazz Singer’ın son repliğinde “Daha hiçbir şey duymadınız!” der.

6 Aralık 2009 Pazar

Son Zamanlarda İzlediklerimden

Yine ne zamandır sinema yazmadım. Yazılmayan filmler de giderek dağ olmaya başladı. Onun için her biri için 1-2 paragraf halinde toplu geçide buyurun:

Zombieland, bir korku-komedi filmi. Zombilerle ciddi biçimde dalgasını geçen ama bunu yaparken de zombi kültürüne saygıda kusur etmeye bir film. Üstelik bunu belli bir üslupta ve tempoda yapınca da iyi bir film pozisyonuna giriyor. Zombieland, yılın en matrak filmlerinden bir olmayı başarıyor. Kadrosu da, esprileri de, görsel tarzı da çok yerinde.

Oyuncular: Woody Harrelson, Jesse Eisenberg, Emma Stone, Abigail Breslin, Amber Heard, Bill Murray – Görüntü Yönetmeni: Michael Bonvillain – Müzik: David Sardy – Senaryo: Rhett Reese, Paul Wernick – Yönetmen: Ruben Fleischer – ***1/2

Funny People, benim adıma ciddi bir hayal kırıklığı oldu. Böyle bir kadrodan böyle sıradan bir film! Apatow, tamam, ölüm hakkında ciddi bir komedi yapmak istedin de fazla ciddiye kaçmışsın be abi. Bu ne yani? Basit bir kavgayla böyle bir filmi sonlandırmak ne kadar mantıklı? Onu bıraktım, karakterlerinde gerçekçilik can çekişiyor ki biz seni komediye gerçekçilik getirdin diye sevdik (bkz. Knocked Up, Freaks & Geeks, Undeclared). Yanlış mıyım?

Oyuncular: Adam Sandler, Seth Rogen, Leslie Mann, Eric Bana, Jonah Hill, Jason Schwartzman, Aubrey Plaza – Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski – Müzik: Michael Andrews, Jason Schwartzman – Senaryo ve Yönetmen: Judd Apatow – **1/2

The Ugly Truth, klişeler bombardımanı olmasına rağmen eğlenceliydi. Vasatın üzerine çıkması bile yeterli. 2 saat beni eğlendirdi ve gitti.

Oyuncular: Katherine Heigl, Gerard Butler, Bree Turner, Eric Winter, Nick Searcy, Jesse D. Goins, Cheryl Hines – Görüntü Yönetmeni: Russell Carpenter – Müzik: Aaron Zigman – Senaryo: Nicole Eastman, Karen McCullah Lutz, Kirsten Smith (Nicole Eastman’ın hikayesinden) – Yönetmen: Rubert Luketic – ***

Paper Heart, romantik komedi mockumentery’si (kurmaca belgesel) yapmaya çalışan bir deney ama olmamış. Baştan itibaren belgesel gibi sunulan film, bir süre sonra bu temposundan kurtuluyor. Ortaya saçma sapan bir şey çıkıyor. Michael Cera’nın kız arkadaşı için düştüğü hallere bakar mısınız? Sayın Charlyne Yi, bu filmi kendiniz izlediğinizde gülebiliyor musunuz? (Michael Cera ile Yi film çekilirken harbi çıkıyorlardı, işin esprisi sözde bu ama sırf bu fikirden film çıkmaz ki kardeşim zaten çıkmıyor da! Cera, film gösterime girdikten sonra Yi’yi bırakmış. Eeee, böyle bir filmden sonra çok normal!)

Oyuncular: Charlyne Yi, Michael Cera, Jake M. Johnson – Görüntü Yönetmeni: Jay Hunter – Müzik: Michael Cera, Charlyne Yi – Senaryo: Nicholas Jasenovec, Charlyne Yi – Yönetmen: Nicholas Jasenovec – *1/2

Beni tanıyanlara biraz garip gelebilir ama ben 2012’yi ciddi manada beğendim. Film tamamen klişelerle örülü. Hatta bir eleştiride okudum, Emmerich’e artık birer tane bile yetmiyor ki üçer tane kullanıyor her klişeden, yazıyor. Çok doğru, her aksiyon filminde gördüğünüz tüm klişeleri üçer defa kullanmış Emmerich. Ama buna rağmen film keyif veriyor. Çünkü adam dünyanın sonunu harika resmetmiş. Efekt kullanımı olağanüstü. Los Angeles’ın çöküşünü görüyorsunuz. Şahane bir sahne ya! O efektler için bu film sinemada seyredilir, para da verilir.

Oyuncular: John Cusack, Amanda Peet, Chiwetel Ejiofor, Thandie Newton, Oliver Platt, Thomas McCarthy, Woody Harrelson, Danny Glover, Liam James, Morgan Lily, Zlatko Buric, Beatrice Rosen, Johann Urb – Görüntü Yönetmeni: Dean Semler – Müzik: Herald Kloser, Thomas Wanker – Senaryo: Roland Emmerich, Herald Kloser – Yönetmen: Roland Emmerich – ***

Julie & Julia, bir blog üzerine çekilmiş dünyadaki ilk film. Julie Powell, 2002 yılında Julia Child’ın (Amerika için) ünlü yemek kitabındaki tüm tarifleri bir yıl içinde yapmaya karar veriyor ve bu deneyimlerini günlük olarak bloguna yazıyor. İşte bu blog, bu filme dönüşüyor. Film, Julie’nin blogu tutarkenki olayları anlatırken hem de Julia’nın 50’lerde Fransa’ya gidişini, orada ünlü bir yemek okuluna katılışını ve sonunda da ünlü kitabını yazışını gösteriyor. Eğlenceli ve karın acıktırıcı bir film. Yapılan yemeklerin haddi hesabı yok ve hepsi çok leziz görünüyor ama hepsi tereyağlı, uyarayım.

Oyuncular: Amy Adams, Meryl Streep, Stanley Tucci, Chris Messina, Linda Emond, Helen Carey, Mary Lynn Rajskub, Jane Lynch – Görüntü Yönetmeni: Stephen Goldblatt – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Nora Ephron (Julie Powell’ın ‘Julie & Julia’; Julia Child ve Alex Prud’homme’un ‘My Life in France’ adlı kitaplarından) – Yönetmen: Nora Ephron – ***

Bu yılı Zooey Deschanel yılı olduğunu farz edersek Gigantic’i izlememek ayıp olurdu. Farklı bir romantik komedi olduğu kesin ama ciddiliği çok ağır kaçmış. Kendini fazla ciddiye almış ki sonuçta romantik bir film çekmeye çalışmışlar. Yatak satıcısı çelimsiz oğlan ile sengin babanın özgür kızı arasındaki aşk da pek inandırıcı değil. Hele oğlanın çocukluktan beri Çinli bir bebek evlat edinmek istemesi hiç inandırıcı değil. (Ya anlamadığım Amerikalıların, milyonlarca Asyalı çocuğu keyifleri uğruna çalıştırırken bir tane çocuk kurtararak nasıl bir vicdan hesabına giriştikleri. Çok salakça geliyor bana.)

Oyuncular: Paul Dano, Zooey Deschanel, Edward Asner, Jane Alexander, John Goodman, Sean Dugan, Brian Avers – Görüntü Yönetmeni: Peter Donahue – Müzik: Roddy Bottum – Senaryo: Matt Aselton, Adam Nagata – Yönetmen: Matt Aselton – **1/2

Sezonun beklediğim birkaç filminden biriydi 7 Kocalı Hürmüz. Şahsen Ayten Gökçer’in o ünlü kompozisyonunu görebilecek kadar yaşlı biri değilim. Ama hikayeyi az çok bilirdim. ‘Tanrım’ şarkısını bilmeyen yoktur zaten.

Ezel Akay’ın işlerini de takip ederim yakından. Kendisi grotesk komedi yapan tarihteki tek Türk yönetmendir. Zaten dünyada da sayılıdır. Groteskliği, gerçeği fersah fersah yok saydığından pek sevmem lakin yerinde yapılırsa da tadından yenmez (bkz. Tim Burton filmleri).

Akay, bu işe baş koymuş, ısrarla mükemmeli arıyor. Ama bence bir türlü tutturamıyor. Teknik aksaklıkların da bir nevi kurbanı oluyor çünkü hep ilklerle uğraşıyor. Bu sefer de nice zamandır ilk defa tamamen stüdyoda çekilen filmi çekti. Ama yine dekor çok yabancı duruyor ve benim filme girmemi ısrarla engelledi. Dekorun sahteliği her açıdan belliyken masal da anlatsa ben keyif alamıyorum. Bu güzel müzikal da, kadro da heba oluyor böylece!

Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Gülse Birsel, Haluk Bilginer, Erkan Can, Mehmet Ali Alabora, Öner Erkan, Sarp Apak, Cengiz Küçükayvaz – Görüntü Yönetmeni: Hayk Kirakosyan – Müzik: Sunay Özgür, Ender Akay – Senaryo: Gürsel Korat (Sadık Şendil’in oyunundan) – Yönetmen: Ezel Akay – **1/2

Chan-wook Park, Oldboy efsanesinden beri izlenecek yönetmenler listesinde. Ne çekse izliyoruz. Bu sefer ciddi bir vampir film çekmiş. Çok kanlı olmasına rağmen korku filmi değil. Bildiğiniz dram, hatta hafif komediye de kaçıyor ama çok görünür değil. Bir rahibin istemeden vampir olmasını ve sonrasında bu durumla başa çıkmasını anlatıyor, Bakjwi (Thirst). Vampir türünde çekilmiş en ciddi filmlerden biri. Ama geçen yılın efsanesi Lat den Ratte Komma in kadar sinematografik olamıyor. Bunun yerine basit vampir klişeleriyle (bence) vakit öldürüyor. Filmdeki aşk da ayrı bir anormallik. İzleniyor ama tam olmamış.

Oyuncular: Kang-ho Song, Ok-vin Kim, Hae-sook Kim, Ha-kyun Shin, In-hwan Park, Dal-su Oh, Young-chang Song – Görüntü Yönetmeni: Chung-hoon Chung – Senaryo: Seo-Gyeong Jeong, Chan-wook Park – Yönetmen: Cham-wook Park – ***1/2

Ve son olarak dün gece Love Happens’ı izledim. Yine ciddi olmaya çalışan bir romantik komediydi. Ama bunu bildik stüdyo kurallarıyla ve türün klişeleriyle beraber yürütmeye çalışınca tüm film çökmüş. Ortada izlenecek bir hikaye bile kalmamış. Oyuncu kadrosu çok hoş oluşturulmuş halbuki. Yazık!

Oyuncular: Aaron Eckhart, Jennifer Aniston, Dan Fogler, John Carroll Lynch, Martin Sheen, Judy Greer, Frances Conroy, Joe Anderson, Sasha Alexander – Görüntü Yönetmeni:Eric Alan Edwards – Müzik: Christopher Young – Senaryo: Mike Thompson, Brandon Camp – Yönetmen: Brandon Camp – **