27 Aralık 2009 Pazar

Oscarlıklar 2010 - 1

Aralık ayıyla birlikte resmen (nasıl resmen oluyorsa) Oscar dönemine de girmiş bulunuyoruz. Geçen hafta Altın Küre adayları da açıklandı. Sezonun iddialı yapımları arka arkaya vizyona giriyor. DVD’leri de ödüller için oy kullananların evine gidiyor. Aradan sıvışanlar da bizim elimize düşüyor.

Yaklaşık 2 ay sürecek ‘Oscarlıklar’ yazı dizisize hoş geldiniz, efem. Burada yazılan her film ödül için yarışmasa da dönem içi olduğundan katılacak diziye. Buyurun:

Taking Woodstock

Ang Lee bir ara Çin’e dönüp Lust, Caution’ı çekmişti. Şimdi de Hollywood’da tekrar gelmiş ama hafif takılmak istemiş. Öyle ödül sansasyonları ile işi yok Lee’nin. Woodstock 40. yılını kutlarken bir tuz da benden demiş ve efsane festivalin (olay mı demeliydim) hazırlık aşamasını anlatıyor. Son derece eğlenceli bir yapım. Benim gibi dönem araştırmaları ilginizi de çekerse hoş bir 60’lar araştırması gözüyle de bakabilirsiniz. Tahmin edilebileceği gibi müzikler de iyi.

Oyuncular: Demetri Martin, Henry Goodman, Imelda Staunton, Emile Hirsch, Paul Dano, Kelli Garner, Gabriel Sunday, Jonathan Groff, Marnie Gummer, Liev Schreiber, Dan Fogler, Eugene Levy – Görüntü Yönetmeni: Eric Gautier – Müzik: Danny Elfman – Senaryo: James Schamus (Elliot Tiber ile Tom Monte’nin kitaplarından) – Yönetmen: Ang Lee – ***

The Box

Richard Kelly bu gidişle harap olacak. Çocuk yeni projeler deniyor lakin yapımcılar mı ısrar ediyor yoksa kendi takıntısı mı bilemediğim bir Donnie Darko takıntısı aldı başını gidiyor. Ya o film bitti, gitti, aş kendini be adam.

60’larda geçen bir fantastik korku denemesi. Ama zihnen de 60’larda geçince demode kalmış. Senaryoda bir sürü unsur öylece havada kalıyor. Bir şekilde konuyu bağlıyor lakin ilk önce fazlaca açtığından bu toparlama çok yetersiz kalıyor. Uzaylılar kim? Amaçları ne? Frank Langella niye insanları itinayla test ediyor? Bir tür sosyopat mı? Nedir yani? Hem hala daha bilinmeyen bir unsuru uzaylılara bağlamak ne kadar ucuz bir yaklaşımdır?

Yer yer Donnie Darko havası hissedilse de (ki o da zorlama) monoton bir 2 saat vaat ediyor. Israrla iyi oynamaya çalışan ama beceremeyen Cameron Diaz da cabası!

Oyuncular: Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella, James Rebhorn, Holmes Osborne, Sam Oz Stone, Gillian Jacobs, Celia Weston – Görüntü Yönetmeni: Steven Poster – Müzik: Win Butler, Regine Chassagne, Owen Pallett – Senaryo: Richard Kelly (Richard Matheson’ın ‘Button, Button’ adlı öyküsünden) – Yönetmen: Richard Kelly – **1/2

Harry Brown

Son 1-2 aydır yabancı site ve dergilerde sıklıkla adı geçen bir film Harry Brown. Genelde de İngilizlerin Gran Torino’su olarak anılıyor. Bildiğiniz üzere Clint Eastwood’un geçen yıl bu zamanlarda vizyon gören filmi, yaşlı bir gazinin çevresindeki yozlaşmaya artık dayanamayarak tek başına harekete geçmesini anlatıyordu. Harry Brown da benzer bir hikayenin İngiliz versiyonunu anlatıyor:

Şöyle ki Michael Caine’in canlandırdığı Harry Brown; yaşını almış, dul kalmış bir savaş gazisidir. Mahallesindeki gençler çeteler oluşturarak silah ve uyuşturucu ticareti yapıyorlardır. Ayrıca akşamları sakinlere saldırıp cinayete varan olaylara yol açıyorlardır. En yakın arkadaşı da böyle bir cinayete kurban gidince polisin de bir şey yapmadığını gören Harry, duruma el koymaya karar veriyor.

Gran Torino’dan çok daha gerçekçi olan film, bu yüzden pek duygusal sularda yüzmüyor. Olayları olduğu gibi gösteriyor ve Eastwood’un yaptığı gibi duygusal klişelerle filmini zayıflatmıyor. Ama neticede bir intikam filmi olarak kalan film, sert bir 90 dakika haricinde ek bir getiri de bırakmıyor. Oyunculukların gayet kalburüstü olduğu kesin, birkaç dalda BAFTA adaylığı kapabilir. Michael Caine harika bir iş çıkarmış zaten. Sanırım daha film, ABD semalarına uğramadığından Oscar adaylığı alamaz ama BAFTA ödülü kesin gibi.

Oyuncular: Michael Caine, Emily Mortimer, Iain Glenn, Liam Cunningham, Ben Drew, David Bradley, Jack O’Connell – Görüntü Yönetmeni: Martin Ruhe – Müzik: Ruth Barrett, Martin Phipps – Senaryo: Gary Young – Yönetmen: Daniel Barber – ***

Cheri

Stephen Frears’ın son filmi, hoş bir 1.5 saat vaat ediyor. Ben gayet eğlendiğimi söylemeliyim. 19. yüzyıl Fransa’sında geçen bir aşk hikayesi. Fazlasıyla zengin olan zamanın fahişelerinden birinin evliliğe hazırladığı bir gence aşık olması ve sonrasını anlatıyor.

Atıf Yılmaz’ın son filmi Eğreti Gelin’e benziyor hafif. Tabii kültürün getirdiği farklılıklar çok belli. Ayrıca Eğreti Gelin’in dramaya ağırlık verdiği yerde, Cheri komediye kayıyor ucundan.

Michelle Pfeiffer’ın büyülü güzelliği filme damgasını vurmuş zaten. Genç Cheri’de Rupert Friend de iyi bir performans veriyor. Üstüne Kathy Bates ile Iben Hjejle yan rollerde dikkat çekiyor. Kendi halinde bir film ama garip bir büyüye sahip. Tavsiye edilir.

Oyuncular: Michelle Pfeiffer, Rupert Friend, Kathy Bates, Frances Tomelty, Tom Burke, Felicity Jones, Iben Hjejle, Toby Kebbell – Görüntü Yönetmeni: Darius Khondji – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Christopher Hampton (Colette’in ‘Cheri’ ve ‘The Last of Cheri’ adlı romanlarından) – Yönetmen: Stephen Frears – ***

The Blind Side

The Blind Side, her yıl mutlaka üretilen gerçek başarı hikayelerinden biri. Bu sefer NFL’nin (Amerika Futbol Ligi) en iyilerinden (2009’da yılın sporcusu seçilmiş) Michael Oher’ın hayat hikayesini izliyoruz.

Sokaklarda, orda burada geceleyen Koca Mike, hasbelkader şehrin en iyi okuluna girer. Ama ne ailesi vardır, ne arkadaşı bulunur, ne de notları iyidir. Şehrin en zengin ailelerinden Tuohy ailesinin ilgisini çeken Koca Mike, onların himayesinde yeni bir hayata adım atar…

Ben filmin gerçek olduğunu filmi izlerken bilmiyordum. Finalde ailenin gerçek fotoğrafları gösterilince anladım. Çünkü bence film (yada anlatılan hikaye) gerçek olamayacak kadar pozitif. Bir film bu kadar mı steril olabilir yani? Eve evsiz biri alınıyor, herkes gayet sakin, sanki olağan bir şey gibi. Okulda ne dalga geçen var, ne olay çıkaran. Herkes iyi birer Hrıstiyan! Valla ilginç geldi.

Diğer yandan film gayet iyi. Senaryo belli bir ritimde hiç açık vermeden nihayete eriyor. Klişe bir duygusal pompalama hissediliyor ama sinir bozmuyor. Oyunculuklar da gayet iyi. Hatta Sandra Bullock Oscar’a göz kırpabilecek kadar iyi performans veriyor.

Gayet keyifli bir 2 saat geçiriyorsunuz lakin kandırılmış gibi de hissedebilirsiniz.

Oyuncular: Quinton Aaron, Sandra Bullock, Tim McGraw, Jae Head, Lily Collins, Ray McKinnon, Kim Dickens, Adriane Lenox, Kathy Bates – Görüntü Yönetmeni: Alar Kivilo – Müzik: Carter Burwell – Senaryo: John Lee Hancock (Micha4el Lewis’in ‘The Blind Side: Evolution of a Game’ adlı kitabından) – Yönetmen: John Lee Hancock – ***1/2

Precious: Based on the Novel Push by Sapphire

Senenin öne çıkan bağımsızı. Acıklı ve karamsar bir hikayesi ve iyi oyunculuklarıyla adından bayağı söz ettirecek. Şimdiden 3-4 Oscar adaylılığı garanti.

16 yaşında, okumak isteyen ama okuma-yazması bile iyi olmayan oldukça şişman bir kız Precious. Üstelik Down Sendromlu 2 yaşında bir kızı var ve 2. kez hamile. Çocukların babası da ona zorla tecavüz eden kendi babası. Annesi de onu azarlamak dışında pek bir şey yapmayan bir avare.

Anlayacağınız hikaye oldukça karamsar. Precious’un hayatını izlerken ona acımamak elde değil ama hayat da bu maalesef. Sosyal görevliler ve öğretmenleri onun hikayesini inanamayarak dinliyorlar ama bir yerde sadece dinliyorlar. Çünkü harekete geçecek olan Precious’un kendisi!

Filmi çok da iyi bulmadığımı söylemeliyim. Hayattan bir kesit olabilir ama bir amacı yokmuş gibi. Mesela filmin başında Precious, hayatını gayet kabullenmiş bir halde. Tecavüze bile ses çıkarmıyor çünkü o sırada hayal kurmakla meşgul. Sonra bir şekilde kendine güveni geliyor ve hayatını toparlamaya çalışıyor lakin bu da kendi hayalinden ibaret sanki. Bu amaçsızlık tüm filme geçiyor. Bana pek hitap etmedi galiba. Ama siz çok iyi de bulabilirsiniz.

Performanslar gerçekten göz alıcı. Gabourey Sidibe ile Mo’Nique döktürüyorlar zaten. Tanınmayacak haldeki Mariah Carey bile gayet iyi oynuyor. Yine tanıyamadığım bir Lenny Kravitz var filmde. Paula Patton da yeni keşfim oldu, oldukça güzel bir aktris.

Oyuncular: Gabourey Sidibe, Mo’Nique, Paula Patton, Mariah Carey, Sherri Shepherd, Lenny Kravitz, Stephanie Andujar, Chyna Layne, Amina Robinson, Xosha Roquemore, Angelic Zambrana – Görüntü Yönetmeni: Andrew Dunn – Müzik: Mario Grigorov – Senaryo: Geoffrey Fletcher (Sapphire’in ‘Push’ adlı romanından) – Yönetmen: Lee Daniels – ***

Where the Wild Things Are

Adaptation’dan 8 yıl sonra Spike Jonze’un yeni filmi görücüye çıktı. Jonze demek biraz da Charlie Kaufman demek olduğundan hemen belirteyim, bu filmin Kaufman ile hiçbir alakası yok. Jonze bu sefer Amerika’nın ünlü bir çocuk kitabını uyarlamış.

Max 8 yaşında afacan bir çocuk ve olabildiğine ilgiye muhtaç. Ablası ve arkadaşları onu aşağılıyor; annesi ise yoğun işinden ilgilenmeye vakit bulamıyor. Baba ise belli ki ortalarda yok. Bir akşam annesine sinirlenip evden kaçıyor Max. Var gücüyle koşup ormana giriyor. Nehir kenarında bir sandal bulup açık denize açılıyor. Birkaç gün sonra yanaştığı yerde konuşan, devasa canavarlarla karşılaşıyor. Canavarlarsa onu yemek yerine kral olarak seçiyorlar…

Bu anlattığım noktaya 20. dakikada filan geliniyor. Filmin kalanının çoğunda da canavarlarla Max arasındaki ilişkileri izliyoruz zaten. Şimdi filmi izlerken önce bir çocuk filmi olduğunu zannettim. Hatta bir yerde sıkılıp 4-5 yaşlarında yeğenime izlettirmeyi düşündüm. Çünkü çocukların iç hesaplaşmalarını güzel yansıtıyordu. Hikayeler uydurup saçmalayıp sonra onların ne kadar yalan olduğunun farkına varmak gibi güzel detayları var.

Filmin sonlarına doğru ciddi bir karanlıklaşma başladı ve gerçek dünyadaki kadar olmasa da şiddet işin içine girdi. O anda Jonze’un yapmak istediğini anlamaya başladım. Bu bir çocuk filmi değildi! Bu film, çocukluk ve olgunlaşma üzerine çekilmiş bir yetişkin filmi. İçindeki çocuğu arayan tüm yetişkinlere de tavsiye ederim.

Çocukluğum Amerika’da geçmediğinden söz konusu kitabı okumadım. Ama Jonze’un muazzam bir dünya kurduğu söylenebilir. Canavarların başta şirin gözüken ama yer yer karanlık yanları çok iyi verilmiş. Bir de hepsinin gerçekten oynanmış olması (animasyon veya efekt değiller) ayrı bir naiflik vermiş filme. Max’i oynayan Max Records’un üstün performansı da cabası.

Ayrıca filmin müzikleri harikulade! Oscarlar’daki favorimdir müzik ve şarkı dalında. Enfes bir albümü de var. Filmi izledikten soundtrack albümünü almak isteyeceksiniz.

Oyuncular: Max Records, Catherine Keener, Pepita Emmerichs – Seslendirenler: James Gandolfini, Lauren Ambrose, Paul Dano, Catherine O’Hara, Forest Whitaker, Michael Berry Jr., Chris Cooper, Sony Gerasimowicz – Görüntü Yönetmeni: Lance Acord – Müzik: Carter Burwell, Karen O – Senaryo: Spike Jonze, Dave Eggers (Maurice Sendak’ın kitabından) – Yönetmen: Spike Jonze – ***1/2

Hiç yorum yok: